Türkiye ve Yunanistan’da kriz: Komşu krizler, komşu mücadele gündemleri

2019 yılının başında, Türkiye kapitalizminin bir önceki yıldan devraldığı krizin daha henüz ancak olgunlaştığını ve önümüzdeki aylarda daha da derinleşeceğini söylemek mümkün. Korkut Boratav, soL portal yazılarında bu gidişatın ayrıntılı analizlerini bizlere sunuyor, onun çizdiği çerçeveyi devralarak ilerleyelim1. Buna göre, 2018 yılının baharında başlayan güven kaybı, TL’nin değerinin düşüşü ve dovizli dış borçların ödenmesinde yaşanan zorluk süreci, reel ekonominin, yani üretim, milli gelir, istihdam göstergelerinin sürekli kötüye gidişini başlatmış oldu. Süreç bir tür “girdap” özelliği kazanarak ülkeyi derinleşen biçimde bir ekonomik krizin eşiğine getirdi2 .  Dikkat edilirse, henüz tamamlanmamış ve hatta yeni başlıyor olduğu kabul edilen bir krizden söz ediyoruz. Öte yandan, komşu ülke Yunanistan için, on yılı aşkın bir süredir yaşanan ekonomik krizin sonuna gelinip gelinmediği tartışmaları sürüyor3 . Yunanistan, 2009’da Gayri Safi Milli Hasılasının yüzde 126.7’sine denk düşen bir bütçe açığı oranı ile ağır bir ekonomik kriz sürecine girmiş, 2010’dan itibaren Avro Bölgesi ve IMF’nin çeşitli “kurtarma” paketlerine boyun eğmiş, son olarak SYRIZA‘nın Yunan halkının yüzde 61’lik itirazına rağmen dayattığı 3. “reform” paketinin sonunu Ağustos 2018’de getirmişti.

Bu yazı, komşu iki ülkede yaşanan bu ekonomik krizleri sınıflar mücadelesi açısından ele almak niyetiyle kaleme alındı. Bir başka ifadeyle, bu yazıda, Türkiye ve Yunanistan krizlerini iki ülkedeki emek-sermaye çelişkileri ve çatışmaları gündemleriyle ele alacağız. Bunun için de, önce kriz süreçlerinin gelişme öykülerini kısaca ele alıp, olgusal düzeyde iki ülkeyi karşılaştıracağız.

Takvimsel olarak daha eski olduğu için önce Yunanistan’la başlayalım. 2009 yılında alarm veren bütçe açığının arkasından ilk “kurtarma” kodlu operasyonun başlayışından söz edilmişti. Avro Bölgesi ve IMF’nin 2010 yılındaki ilk paketini, 2012’de ikincisi izledi. İlk müdahalenin hemen sonrasında ise Yunanistan halkı, bu “kemer sıkma” saldırısına karşı hareketlenmeye başlamıştı. Eylemler, 2013 ve 2014’te de devam etti. Ülkedeki bu siyasallaşma ve hareketlenmenin “gazını alma” görevine Ocak 2015’te yüzde 35’lik oyla “zafer” kazanan, Alexis Çipras’ın partisi SYRIZA aday oldu ve ülkeyi boğuştuğu krizden kurtarma vaadiyle, “solcu” bir hükümet oluşturdu.

Oysa Çipras’ın işi oldukça zordu, nitekim Yunanistan, 2009’daki alarmın daha da öncesinden, 2007’den beri ağır bir kriz içerisindeydi. 2007-2014 yılları arasında, GSMH’si yüzde 26 oranında gerilemiş, Yunanistan’ı 1929 Büyük Buhranında ABD’nin yaşadığından daha ağır bir krize sürüklemişti. İşsizlik 2001-2014 arası yüzde 10.7’den 26.5’e yükselmiş, borçlanmanın milli gelire oranı ise 2008- 2014 arası yüzde 78 artarak yüzde 179’a ulaşmıştı. Ülkede bu ağır tablo yaşanırken, kreditörler dışarıda sabırla sıralarını beklemişlerdi. Nihayet Yunanistan onlara el açtığında ise, dayattıkları “kemer sıkma paketleri” karşılığında borç vermeyi kabul ettiler. Yunanistan hükümetleri ile kredi verenler arasındaki pazarlıklar, üç örgütün (Avrupa komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve IMF) oluşturduğu troyka üzerinden yürütülüyordu. Troyka’nın paketleri bazı temel alanlarda kemer sıkma uygulamaları öngörmekteydi: kamu istihdamının küçülmesi; kamu işletmelerinin özelleştirmesi; kamu hizmetlerinde ve emeklilikte ödeneklerin azaltılması ve KDV’de artış. İşte SYRIZA hükümeti kucağında böylesi bir bomba ile işe koyuldu. Daha ilk günden hiç bir vaadini yerine getirip sözünü tutamamakla kalmayıp, Yunanistan halkının çoğunluk itirazına rağmen kemer sıkma uygulamalarına tam gaz devam etti.

5 Temmuz 2015’te ülkede bir referandum gerçekleşmiş ve Yunanistan halkı yüzde 61’lik bir oranla, troykaya ve kemer sıkma politikalarına hayır demişti. Bu doğrudan ve açık mesaja rağmen, Çipras yoluna devam etti, üstelik, kendi içinden de kan kaybetmesi sonrasında bu kez yanına sağcı ANEL partisini katarak.

Syriza-ANEL hükümeti, kemer sıkmacı politikalara özelleştirmeler ve kamuda küçülme ile devam etti. Ülkenin en büyük limanı olan Pire, emekçilerin direnişine rağmen 2016 yılında özelleştirildi. Nisan 2017’de 14 bölgesel havaalanı Alman Fraport’a 1.2 milyar Avro karşılığında devredildi. Son olarak ülkenin ikinci büyüğü olan Selanik Limanının satış anlaşması 2 Şubat 2018’de imzalandı. Kamusal harcamalarda küçülmenin önemli bir ayağı olan emeklilik ödeneklerindeki kısıtlamalar yüzde 40 oranını buldu, ayrıca 2019 itibariyle ek bir yüzde 1’lik kesinti daha planlanmış bulunuyor.4

Emek sermaye çatışması anlamında Yunan hükümetinin son hamlelerinden birisi de grev hakkını kısıtlamaya dönük bir yasa oldu. Buna göre, grev kararı için ilgili işyerindeki işçilerin toplamının yarısından fazlasının onayının alınması kuralı getiriliyor.5

Bu yazının hazırlandığı tarihlerde, yani 2019 yılının ilk haftalarında ise, Makedonya isim krizinden sonra sağcı eşiyle arası açılan ve hükümette kalabilmek için mecliste güven oylamasına gitmek zorunda kalan, Başbakan Çipras, oylama sonrasında en azından Ekim 2019’a kadar hükümette kalabilmeyi garantilemiş görünüyor.

Burada bir ara vererek, Türkiye’nin krizine de bir göz atalım. Türkiye kapitalizmi açısından Mart 2018’de dış kaynak girişlerinde yavaşlama ile kendini hissettirmeye başlayan gerilim, dış borcun milli gelire oranında hızlı ve yüksek artışlara neden oldu. Nisan 2018’de dış borç, milli gelirin yüzde 26’sına denk düşüyordu. Yaz aylarına ulaştığımızda, dövizli dış borçların ödemesi gittikçe zorlaşmış, “döviz krizi” diye adlandırılan döneme girilmiş oldu. Eylül 2018’e gelindiğinde ortalama dolar fiyatı Aralık 2017’nin yüzde 73.6 fazlasına ulaşmış, TL son 9 ayda yüzde 26.4 oranında değer kaybetmişti.6

Krizin derinleşmesiyle, AKP zaman kaybetmeden sermayeyi kurtarma operasyonlarına girişti. Borç yapılandırmalarını doviz krizini hafifletecek biçimde fiyat artışları yani yüksek enflasyon izledi, ve elbette bu enflasyonun gerisinde kalan ücret oranları. 2018 sonuna gelindiğinde, reel ekonomideki daralmanın üretim ve istihdam rakamlarına yansıması iyice belirginleşmişti. 2019 için ise, yukarıda aktardığımız gibi daha derin bir ekonomik krizin bizi beklediği görünüyor.

Ancak Türkiye kapitalizminin gidişatını daha iyi anlayabilmek için, son 16 yıllık AKP iktidarının icraatlarını da bu kriz gündemine eklememiz gerekir. AKP’nin emekçi sınıflara saldırısının daha ilk iktidar dönemlerinden itibaren sistematik olarak ilerlediğini hatırlayalım. 2000’lerin başında Kamu Yönetimi Reformu ile eğitimden sağlığa, yerel yönetimlere, ülkedeki tüm kamu hizmet ve alanlarının piyasalaşması ve özelleştirmesi örgütlendi. AKP ülkenin kaynaklarını pazarlayıp “babalar gibi satarak”7, 15 yılda 60 milyarlık özelleştirme geliri elde etti. 2003 yılında yürürlüğe giren ve birden çok kez değişikliklere uğrayan 4857 Sayılı İş Yasası metni, AKP’nin emeğe saldırı araçlarının rehber kitabı işlevi gördü, görüyor. AKP paketleri kapsamında 2014 yılında açıklanan ve 2023 yılına kadar üçer yıllık eylem planları sıralayan Ulusal İstihdam Stratejisi ise, yine sistemli ve planlı bir esnekleşme, örgütsüzleştirme ve özelleştirme saldırısı belgesi olarak yerini aldı. Son olarak da 2018 yılında sermayenin krizine çözüm diye sunulan Yeni Ekonomik Program (YEP) karşımıza çıktı. İçeriği ve sunumu bakımından üçüncü sınıf bir mizah eseri olarak ele alınabilecek YEP, sonuç itibariyle Türkiye’ye de bir “kemer sıkmacı” dönemin geldiğini, düzene müjdeliyor.

İki komşudaki sermaye düzeni saldırılarını özelleştirmeci ve kemer sıkmacı politikalarda ortaklaştırıp, bazı göstergelere iki ülke için birlikte bakalım. OECD verilerine göre toplam işgücüne oranla işsizlik rakamları, 2018’in üçüncü çeyreği için, Yunanistan’da yüzde 19, Türkiye’de ise yüzde 11.1 olarak belgeleniyor. 2017 yılı toplamı için bu oranlar Yunanistan için yüzde 21.5, Türkiye için yüzde 10.8 olarak gerçekleşmiş. İşsizlik açısından bir başka önemli gösterge de 12 ay ve daha fazla süredir işsiz olanların toplam işsizlere oranını gösteren uzun süreli işsizlik rakamları. Bu gösterge Türkiye için yüzde 21.9 iken Yunanistan için yüzde 72.8. Türkiye’nin işsizlik rakamlarının sürekli artış eğilimine girdiği ve daha henüz derin bir kriz döneminin başlangıcında olduğu düşünülürse, uzun süreli işsizlikte de komşusunu yakın zamanda yakalayacağı öngörüsünden bahsedebiliriz. İşsizlik rakamlarını destekleyecek diğer göstergeler, istihdama ilişkin olanlardır, yani, patron, ücretli işçi, kendi adına çalışan ya da aile işçisi olan toplam nüfusun işgücüne oranını gösteren rakamlar. Türkiye ve Yunanistan yüzde 52.2 ve yüzde 55.2 istihdam oranları ile OECD sıralamasında sondan ikinci ve üçüncü sırayı alıyor. İstihdam oranında OECD ortalaması yüzde 68.48 . Düşük istihdam oranının, reel ekonomideki daralmanın yansımalarından olduğunu hatırlatarak, bir de işgücüne katılma oranlarına bakalım. İşgücü kavramı, istihdam edilenlerin yanında işsizleri de kapsayan daha geniş bir kavramdır. Başka bir deyişle bir ülkenin ekonomik olarak aktif olan nüfusu hakkında bilgi veren bir göstergedir. Yunanistan’da 15-64 yaşlar arası nüfus içerisinde, istihdamda ya da işsiz, işgücüne katılanlar yüzde 68.3 iken bu oran Türkiye için yüzde 58. Bu göstergeye biraz daha detaylandırarak baktığımızda Türkiye açısından iki belirgin olguya da ulaşıyoruz. Birincisi kadınlara ilişkin, 15-64 yaş aralığında kadınların işgücüne katılma oranı Yunanistan’da yüzde 60.3 iken, Türkiye’de yüzde 37.5. Öte yandan işgücü dışında kalan kadınların temel gerekçesinin, eğitim ya da hastalık, sakatlık vb. değil, “ev işleriyle meşgul olma” olduğunu not edelim. Türkiye açısından ikinci önemli olgu genç nüfus için, ne eğitimde ne de istihdamda olanların, yani “boşta gezerler”in oranları: Türkiye’de toplam genç boşta gezer oranı yüzde 24.2 iken Yunanistan’da yüzde 15.3. Genç kadınlar açısından baktığımızda ise bir önceki olguyu destekleyen rakamlara ulaşıyoruz: Türkiye’de genç kadın boşta gezer oranı yüzde 34, Yunanistan’da 15.5. İstatiksel göstergeleri son olarak sendikalaşma rakamlarına bakarak kapatalım. ILO verilerine göre 2016 yılı itibariyle, sendikalaşma yoğunluğu, yani sendika üyesi olanların toplam işçilere oranı, Yunanistan için 18.6 iken Türkiye için 8.2. Bu rakamın Kuzey Avrupa ülkelerinde yüzde 60-70 aralığında, İngiltere ve Almanya’da yüzde 20 civarında Fransa da ise son dönemde yüzde 10’un altında olduğunu da söyleyerek bu bölümü kapatalım.

Buraya kadar aktardıklarımızı toparlamak gerekirse, 2019 yılına girildiğinde hem Yunanistan hem de Türkiye kapitalizmlerini ekonomik açıdan ağır bir tablo bekliyor olduğu açık. İster emperyalist sistemin içerisinden türemiş neo liberalizm diyelim, ister kapitalizmin dönemsel krizlerinin bölgeye yansıması, ortada mevcut düzen tarafından her iki ülke halkına yöneltilmiş bir tehdit ve süreklileşen saldırılar var. Bu açıdan bakıldığında Yunanistan ve Türkiye kapitalizmleri, AB boyunduruğu ve AKP gericiliği gibi kendi özgünlüklerini taşımakla birlikte aslında benzer emek sermaye çatışmalarını barındırıyorlar. Bu saptamayı yaptıktan sonra şimdi iki komşuda sınıflar mücadelesi dinamiklerinin nasıl ilerlediğine bakalım.

Yine önce Yunanistan’la başlayalım. Yunanistan ekonomik krizi, özellikle 2010’dan beri, taraf olan kapitalist ve emperyalist odakların karşısına çıkan güçlü bir sınıfsal direnç ile tarihe geçti. Eylemlilikler başladığında önce, Avrupa’daki diğer “toplumsal hareketlerle” benzeştiği, pankartsız, lidersiz, sivil, yani örgütsüz, öncüsüz, ideolojisiz olduğu yanılsaması yaygınlaşmış olmakla birlikte, Yunanistan halkının emekçi karakteri ve örgütlülüğüyle sokaklara damga vurması gecikmedi9 . Bu mücadele sürecinde kesintisiz olarak, Yunanistan Komünist Partisi (KKE) ve ülkede ilerici sendikal hareketin platformu olan Tüm İşçilerin Militan Cephesi (PAME), eylemler, direnişler ve grevlere öncülük etti. KKE’nin hem parlamenter hem toplumsal düzeyde, PAME’nin hem sendikal hem de militan platformlarda sürdürdüğü mücadele, doğrudan ve açık bir kapitalizm ve AB karşıtı hat izledi.

Öte yandan Yunanistan’da troyka dayatması politikalara karşı eylemliliklerde özellikle 2012 sonrasında SYRIZA kendisine de pay çıkarmaya çalışarak nihayet 2015’te seçim kazanmıştı.10Oylarını büyük oranda eylemlerin parçası olan kitlelerden almış olmakla birlikte, SYRIZA hiçbir zaman “sokağın” sesi ya da örgütü olmadı. Nitekim iktidarının daha ilk döneminden itibaren sermaye işbirlikçiliğini ve AB’ciliğini de açıktan ilan etmiş oldu. 2015 yılında Çipras hükümeti, troyka pazarlıkları sonrası üçüncü kez düzenlenen saldırı paketini açıkladığında PAME de kendi eylem planını açıklıyordu. Ülkede emekçi sınıflar açısından ağır bir yoksullaşma kaynağı olan işsizliğe karşı acil talepler listesi içeren bu açıklamada sayıları yüzbinleri bulan işsiz emekçiler için, ücretsiz sağlık, ulaşım hakkı, elektrik, iletişim, su gibi temel giderlerde indirim, işsizlik ödeneklerinde iyileştirme gibi somut talepler sıralanıyor, ülkenin her yerinde PAME bünyesinde koordine edilecek biçimde dayanışma komiteleri oluşturma çağrısı yapılıyordu. Yunanistan’ın ilerici işçi ve emekçileri sosyal demokrat SYRIZA’nın sermaye ve AB yanlısı saldırılarına “kırmızı alarm” koduyla yayınladıkları bu bildiri ve çağrı ile yanıt vermiş oldular.11

Emekçilerin başlattığı bu mücadele cephe kazanarak ilerlerken, Yunanistan sermayesi ve onun işbirlikçileri de saldırılarını derinleştirerek yollarına devam ettiler. 2018’in sonbaharında, troyka paketlerinin sonunun geldiği müjdelenirken, aslında ülkede AB’ci ve NATO yanlısı bir sermaye düzeninin artık kalıcılaştırılmış olduğu da ilan edilmiş oluyordu. PAME’nin ve ülkedeki diğer emekçi örgütlerinin buna yanıtı da geciktirilmeden ortaya kondu. PAME 2018 sonbaharında, 2015’teki talepler listesine benzer ancak bu kez daha kapsamlı bir bildirge ve eylem planı açıkladı. Bildirge, troyka paketlerinin sonlanmış olmasının ülkenin gidişatında bir değişiklik yapmayacağını vurgulayarak, emekçilerin sırtına yüklenecek faturanın kabul edilmeyeceğini açıklıyordu. Üstelik sadece bu değil, Yunanistan kapitalizminin AB ve NATO yanlısı tüm politikalarını da karşısına alıyordu. PAME bildirgesi, sömürü, yoksulluk ve savaşa karşı; tavizsiz, militan ve kitlesel bir mücadele çağrısı olarak yayınlandı. Bu çağrıyı izleyen bir talepler listesi ve eylem planı da bulunuyordu. Buna göre, NATO, AB ve sermaye karşıtı bir mücadele ağının örülmesi ve bir somut talepler listesinin gerçekleşmesi için mücadele hattı bildirilmiş oluyordu.

PAME’nin 2019 başında da güncelliğini koruyan somut talepleri arasında: Yunanistan’ın her tür emperyalist savaş ve askeri mücadeleye katılımının reddi ve tüm askeri üslerin kapatılmasından; 2010’dan beri kabul edilen tüm emek karşıtı yasaların ve tüm ulusal borçların iptaline; IMF, AB ve diğer tüm emperyalist örgütlerin dayatmalarına son verilmesine; ücret, emeklilik ve sosyal haklarda artışa; sendikal haklarda iyileştirmelere; eğitim, sağlık ve istihdamda güvenceye varan güçlü ve iddialı bir liste yer alıyor.12

Türkiye’ye dönersek, sınıflar mücadelesi açısından olay ve olguları yine biraz geriden almakta fayda var. Emek sermaye çatışmaları kapsamında giderek derinleşip kitleselleşmeye başlayan gündemler 2010 yılının TEKEL direnişine kadar uzanıyor. AKP’nin kamuya saldırısının doğrudan emekçi sınıflara yansımasının örneği olan TEKEL gündemi, özelleştirme karşıtlığının aynı zamanda sınıfsal bir refleks olarak da gelişebileceğine işaret etmiş oldu. Bu hareketlenme, sendikal mücadelenin kısmi kazanımları ile soğurulmuş bir hareketlenme olarak Türkiye işçi sınıfı tarihinde yerini aldıktan sonra, 2010-2013 arasında bu kez KESK örgütleyiciliğinde başlayan kamu emekçileri eylemleri önce “Gezi”den “Haziran”a dönüşen dalgaya karışıp devam etti. 2013 Gezi eylemliliklerinin sınıflar mücadelesi açısından ele alınması ve emek hareketinin listesine eklenip eklenmemesi başka bir yazının konusu olsun. Biz 2014 yılındaki Soma katliamından devam edelim. Soma maden kazasındaki travmadan Türkiye emekçi sınıflarına kalan acı, kısa süre siyasi ve sınıfsal içerik taşısa da kitleselleşebilen bir mücadeleye dönüşmedi. Oysa Soma katliamı, AKP’nin özelleştirmeci, yoksullaştırıcı ve örgütsüzleştirici saldırılarının açık sonuçlarındandı. Acı ve öfke olarak kursaklara tıkanıp kaldı.

Türkiye’de emekçi sınıfların hareketlenmesi 2015 yılında bir kez daha bu sefer metal işkolunda daha örgütlü ve daha güçlü bir şekilde baş gösterdi. Türk Metal sendikasının hükümet ve patron dostu tutum alması, toplu sözleşme pazarlıklarından hoşnutsuz olarak sendika değiştirmek isteyen metal işçilerinin eylemliliklerini tetikledi. 2015 baharında Bursa’da Oyak-Renault fabrikasında başlayan ve metal işkolunun diğer işletmelerine de hızla yayılan direnişler ülkede emekçilerin nihayet hareketlenmeye başladığının sinyalini veriyordu. Peki sinyalin gerçekte karşılığı var mıydı? Metal emekçilerinden gelen mesaj aslında açık ve netti, ücret iyileştirme önemli bir gerekçe olmakla birlikte, fabrikalardan yükselen gerilim, aslında çoktan ücret artışı hoşnutsuzluğundan, işini kaybetme ve yoksullaşma endişesine dönüşmüştü. Metal işçileri, örgütsüz ve güçsüz kalmak istemiyorlardı. Bu noktayı not ederek, 2015 yazından devam edelim. 2015 yaz aylarında ülke bir kez daha seçim gündemine girip, AKP bir kez daha “zafer” kazanıncaya kadar da çıkamadı, önce Haziran, sonrasında da Kasım seçimleri derken metal işçileri hareketlenmesi gündemden düşürülmüş oldu. Öte yandan, 2015 yılı ve 2016’nın ilk ayları Türkiye kanlı bir hesaplaşmanın ağır gündemine girmişti. Tüm taraflarıyla gerici bir karanlığın üzerimize çöktüğü ve yüzlerce kişinin vahşi saldırılarla yaşamını yitirdiği günlerin daha da derin bir karanlığı sürüklemesi gecikmedi ve Türkiye 2016 Temmuz’unda yeni ve farklı bir sınıflar mücadelesi dönemine girmiş oldu. İki yıllık OHAL döneminde Türkiye kapitalizmi AKP eliyle, bir yandan krizini ertelemeye bir yandan da sömürü düzeneğini sorunsuz işletmeye çalışarak yoluna devam etti. Aslında, emek sermaye çatışması açısından baktığımızda, OHAL süreci AKP’nin ilk iktidar günlerinden itibaren emperyalist işbirlikçiliği ve patronseverliğiyle sistematik olarak sürdürdüğü hatta değişiklik yaratmamış oldu. Örneğin grev yasaklama performasına baktığımızda, 2002-2019 yılları arasında toplam 16 grevin “milli” gerekçelerle yasaklandığını, bunların 7’sinin OHAL dönemine denk geldiğini görüyoruz13. Son olarak AKP İzban grev yasağıyla saldırılara devam ederken, Tayyip Erdoğan durumu açıkça özetleyiverdi: “…Bizimle birlikte grev denilen olaylar ortadan kalktı…14.

Türkiye’de son dönem krizini, emek sermaye çatışması ve sınıflar mücadelesi gündemiyle ele almamız gerekirse önce tarihsel alarak durum tespiti yapmamız gerekir. Türkiye’de sermaye sınıfı, 16 yıldır AKP denen karanlığın yürütücülüğünde ağır bir saldırı atağındadır, son kriz döneminin bu saldırıları daha da derinleştirileceği açıktır. Türkiye emekçi sınıfları ise, bu saldırı karşısında zaman zaman hareketlenmeler yaşamakla ve sınıfsal karakterlerinin bilincine varmakla birlikte örgütsüz, yani silahsızdır. Daha önce Gelenek sayfalarında yazdık:

“…krizin ortaya çıkardığı toplumsal maliyet tümüyle işçi sınıfının sırtına yüklenecek. İşsizlik, yoksulluk, pahalılık olarak. Krizi fırsata çevirmek dedikleri şey bu sınıfsal refleksin kendisi aslında.

Tersi mümkün değil mi? Kriz, işçi sınıfı için bir örgütlenme fırsatına çevrilemez mi?

Sınıf mücadelesinin güncel sorusu budur…” dedik15.

Bu çizgide, 2018 yılında ülkenin çeşitli yerlerinde süren veya başlayan direnişler ve onları kucaklamaya hazır Patronların Ensesindeyiz ağı önümüzdeki günlerin sınıflar mücadelesi gündeminin işaretlerini veriyor. Yunanistan’da olduğu gibi Türkiye’de de krizle derinleşen sermaye saldırısına karşı, kapitalizm ve emperyalizm karşıtı temiz ve açık bir hat yavaş gelişerek ama inatla örülüyor.

İki komşuda, sınıflar mücadelesinde benzer gündemler, benzemez koşullar var. Düzen tarafında saldırganların amaçları ve hedefleri ortak. Saldırıya uğrayan ve yaşanan krizlerin bedeli sırtına yüklenenlerin de ortak olduğunu, aynı tarafta olduğunu görebilmek önemli. Ülkelerimizin emekçi halklarının karşı karşıya olduğu saldırıda yanyana olduğu bilinciyle ve işçi sınıflarımızın öncüsü Partilerimizin kardeşlik ve yoldaşlığıyla yollarımıza devam edeceğiz. Öfkeyle, kararlılıkla…

Dipnotlar

  1. K. Boratav,  “Ekonomik bunalım nasıl seyrediyor?” soL portal, 18.01.2019 http://haber.sol.org.tr/yazarlar/korkut-boratav/ekonomik-bunalim-nasil-seyrediyor-254958
  2. a.g.y.
  3. M. Seetharaman  & A Tatsis  “Yunanistan ekonomik krizi sona mı eriyor?” euronews 09.08.2018 https://tr.euronews.com/2018/08/07/yunanistan-ekonomik-krizi-sona-mi-eriyor
  4. S. Dennis “Three Years of Syriza Government in Greece: A Saga of Stunning Capitulation” 08.02.2018 news click, https://www.newsclick.in/three-years-syriza-government-greece-saga-stunning-capitulation
  5. a.g.y.
  6. Boratav, a.g.y.
  7. 2003 yılında Tekel özelleştirmesi için dönemin Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, “Görün bakın, babalar gibi satarız” açıklaması yapmıştı.
  8. https://data.oecd.org/
  9. Georgios Karyotis, Wolfgang Rüdig,(2017)  “The Three Waves of Anti-Austerity Protest in Greece, 2010–2015” https://journals.sagepub.com/doi/full/10.1177/1478929916685728
  10. a.g.y.
  11. https://pamehellas.gr/list-of-immediate-demands-for-the-protection-of-the-unemployed
  12. https://pamehellas.gr/pame-statement-and-list-of-demands-2018-2019
  13. https://www.evrensel.net/haber/370882/akp-hukumeti-16-grev-yasagi-ile-iscilerin-grev-hakkini-gasbetti
  14. http://haber.sol.org.tr/turkiye/erdogan-grev-denilen-olayi-kaldirdik-253799
  15. Savaş “Krizi işçi sınıfı için fırsata çevirmek” , Gelenek, Sayı 137, Kasım 2018.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×