Türkiye’de Polisin Toplumsal ve Siyasal Misyonu

Türkiye’de polis hükümetin sopası mıdır? Polisler ceberrut devletin aparatçikleri midirler? Yoksa polis, sivil bir güç müdür? Peki, polis hep militarizasyona mı maruz kalır? Ya da polis, ordunun küçük kardeşi midir? Öyle ya, derin midir?

Bütün bu sorular ve niceleri haksız değildir. Ama bir bakıma yanlıştır da. Yanlış sorulardır. Bu nedenle de siz sevgili okuyucuları, zor ve belli açılardan okuyucudan sabır dileyen bir tarihsel yolculuğa davet ediyorum. Uzun bir sürecin hiç kısa olmayan ilk yüzyılını, 1845-1945 dönemini aşağıda bulacaksınız. Bir siyasi tarihçi değilim. Ama doğru soruları sormadan bugüne varmaya elim gitmedi.

“Cumhuriyet Polisi”nin Kuruluş Süreci Üzerine Notlar

Polislik çalışmalarındaki yaygın bir Marksist tezin üzerine düşünmekle işe başlayalım: Kamu polisi gündelik hayatı ve orada yer bulan türlü sosyal ilişkileri kapitalist sistemin gereksinimleri bağlamında dönüştürür. Polis, sosyal ilişkilere kapitalist birikim süreçlerinin ihtiyaçları bağlamında biçim verir (Örneğin, aylaklık edenlerin elinden aylaklık imkanlarını alır, işçi sınıfının içki alışkanlığını dizginler, işçi sınıfı gençlerinin lümpen sokak hayatını uygarlaştırır gibi).

Pek doğru olmakla beraber bu tezin atladığı iki önemli nokta şudur:

1. Kamu polisi bir devlet aygıtında yalnızca kapitalist ilişki biçimlerine komiserlik yapmak için vücut bulmaz. Böyle bir komiserlik asıl olarak 19. yüzyılın ikinci yarısında işçilerin, sömürge gemilerine mal yükleme esnasında oraya buraya düşen tek tük ürünler üzerinde sahip oldukları meşru el koyma hakkını, denizaşırı sömürge şirketlerinin bünyesinde kurulan, özel polislik kurumlarının gayrimeşru hale getirmesinde vücut bulur.

Kamu polisliği, birçok açıdan özel polislik uygulamalarını içerip aşmıştır. Kamu polisliği ile polislik işi ve dolayısıyla güvende olma ihtiyacı, parası olanların sahip olduğu bir ayrıcalık olmaktan çıkmış ve herkesin faydalanması gereken sosyal-siyasal bir hak olarak tanımlanmıştır.

Elbette kamu polisliği özel polisliğin sınıf aidiyeti mirasını devralır, ama bunun ötesine gitme yönünde bir eğilim de gösterir. Kamu polisi toplumsal alana sermayenin birikim ihtiyaçları bağlamında şekil verirken, siyasal alanda işçi sınıfını tanımak zorunda kalır. Bu açıdan, modern kamu polisi, sermayenin 1850’li yıllara kadar (hatta ABD’de 1920’lere kadar) sahip olduğu özel polis gibi doğrudan bir sınıf aracı değildir. Bünyesinde yoksul işçi sınıflarının hak, mücadele ve kazanımlarının izlerini taşır. İşte tam da bu nedenle çelişik bir formdur. Kamu polisinin ömrü, sosyal ve siyasal alanların tam çakışmaması nedeniyle tezahür eden paradoksları idare etmekle geçer. Bu nedenle de saf bir toplum mühendisliği aygıtı olmanın ötesinde polis, örgütlü, siyasi ve sistemik bir aktördür.

2. Kamu polisi eski mutlakıyetçi rejimin, yani burjuva devrimlerinin o malum anti-tezinin de yüklü bir mirasçısıdır. Doğasında eski düzen güçlerinin (siyaset alanına hakim dar bir siyasi sınıfın) fedaisi olmak olduğu için modern siyasetin genişlettiği siyasal alanla kan uyuşmazlığı taşır. Zorbadır. Zira gücünü sanıldığının aksine statükoculuktan değil, gericilikten, geriye doğru hareketten alır. Bu açıdan yaratıcıdır da.

Kamu polisinin doğuşunu, onu hemen geriye çekecek olan siyasi polisliğin sosyalist enternasyonaller karşısına dikilmesi takip eder. Bu nedenle de kamu polisinin, toplumsal refahı temele alan birçok uğraşı kadük kalırken (suçla toplumsal bir olgu olarak mücadele), sosyalizm karşıtı mücadelesi sivrilir. Bu nedenle de siyasal alanın sınırlandırılması polisin ana uğraşı olarak şekillenir. Öte yandan, varlığını ilerici bir mücadeleye yani modern siyaset sahnesine eşitlik ve özgürlük kavramlarının girmesine borçludur. Sahip olduğu zor gücünü bir tekel görünümü altında kullanması aslında sermaye sınıfının toplumsal meşruiyet elde etmek için altını kalın çizgilerle çizmek zorunda kaldığı bir yönetim stratejisidir. Biçiminde barındırdığı bu paradokslar nedeniyledir ki kamu polisi, burjuva devrimleri sayesinde ve onlara rağmen eski rejimin yeni üstyapıdaki taşıyıcısı ve yeniden üreticisidir.

Türkiye’de de kamu polisinin temelinde yatan paradoks buna benzerdir. Bir farkla: Avrupa’daki benzerlerinden çok daha az burjuva devrimi mirasını taşır. Bu nedenle paradoksları daha uysal ve aklı daha nettir.

Olası yanlış anlamalara karşı hemen bir düzeltme: Türkiye’deki polisin (demokratik bir) burjuva devriminin etkisini bundan sonra da daha fazla taşımasının hiçbir imkânı yoktur! O “geç” bir burjuva devriminin çocuğudur. Kısacası, geç olmuş güç olmuş. Geçmiş olsunmuş.

1845 Uğrağı

Polis, Osmanlı’da kuruluşu itibariyle siyaset sahnesinin üçüncü basamağında hayata gözlerini açar. Siyasetin ilk basamağını sosyal üretim ve yeniden ilişkilerinin o en dolayımsız anı teşkil eder; ikinci basamağını daha kabuklaşmış siyasi kurum ve aygıtların alanı oluşturur; üçüncü basamağı ise oynak bir zemin olan gündelik siyasi mücadeleler belirler. 1 Üçüncü basamağın belirleyiciliği, aslında ikinci basamağın kapsamındaki bir yapı olan, polisin kalıtsal mirasını ileriki yıllarda da fazlaca belirleyecektir.

İkinci basamakta somutlanan sınıf mücadelelerinde tabî sınıfların rolü oldukça eşitsiz bir biçim almakla beraber yadsınamaz. Yalnız söz konusu gündelik siyaset olduğunda bu rolün etkisi daha da azalır. Bu ölçekte vücut bulan bir polis örgütünün misyonu da aynı biçimde yönetici sınıfların keyfiyet ve kaprislerini ölçüsüz bir şekilde taşır. Nitekim bu dönemde kurulan polis örgütü, uluslararası sistemden de güç alan sivil bürokratların padişahın geleneksel otoritesine karşı verdikleri iktidar mücadelesinde türeyen bir aygıt olmanın ötesine geçememiş ve bu nedenle de toplumsallaşamamıştır. 2 

Osmanlı döneminde modern anlamda ilk polis teşkilatı 1845 yılında kurulmuştur. 19. yüzyıl Avrupa’da polisin, yani Burjuva Devrimi mirasına görece en yakın polis kurumunun (“yeni polis”) da temelinin atıldığı dönemdir. Bu dönemde ülkelerin polis teşkilatlarını kurmaları siyasi egemenlik fikrinin de serpilmesiyle iç içe geçer. Buna göre iç güvenliğin tedariki bir devletin uluslararası sisteme uygunluğunun göstergesi olarak addedilir. Bu nedenle de Osmanlı’da 19. yüzyılın ortasında polis teşkilatının kurulması bir tür devleti ayakta tutma stratejisidir.

İlk kurulduğu dönemde polis yaygın kamusal bir güç olmanın ötesinde, stratejik-politik bir hamledir. Uluslararası sıkışmaya karşı, Osmanlı’daki reform yanlısı kadroların bu sıkışmayı boşa çıkarma uğraşıdır. Bu nedenledir ki, 1845 yılında kurulan Polis Meclisi kendisine faaliyet alanı olarak öncelikle sefaretlerin ve yabancı tüccarların yoğun olarak yaşadığı Galata-Beyoğlu bölgesini seçer. 3 

Ancak bu, polisin gündelik hayatın denetimine girişmediği anlamına gelmez. Henüz kamusal bir karakter kazanmasa da polisin görevleri arasında, Avrupalı meslektaşlarının ana görev alanı olan yoksulu hizaya getirmek de bulunmaktadır. İşgücüne, gelişen sermaye ihtiyaçları doğrultusunda biçim vermek dönemin polis nizamnamesinin ruhunda vardır. 4 Bu nedenle aynı metin, Osmanlı devletinin yönetici kadrolarının uluslararası sistemde oyunbozanlık yapmayacaklarına dair sundukları bir tür göstergedir.

Aynı nizamnamenin ulus-devletli karakterinin henüz bir imparatorluk olan Osmanlı’ya bu denli tercümesi dikkat çekiyor. Zira bu nizamname, ulus-devletin en büyük çabası olan insanın yerleşik hale getirilmesi ve dolaşımın ve hareketin denetlenmesi meselesine geniş yer ayırır. 5 

Bu dönemde bir diğer önemli ve onsuz dönemin ruhunun anlaşılamayacağı mevzuysa, Osmanlı’nın iç güvenlik konusunda teşhiste bulunmak üzere İngiltere’den General Valentine Baker’ın davet edilmesidir. Baker’ın hazırladığı raporda, iç güvenliğin düzenlenmesi için verdiği tavsiye, çok milletli yapıyı da gözeterek, İrlanda Adası jandarma usulünün uygulanmasıdır. 6 Bu yöntem, İngiltere tarafından ilk olarak İrlanda’da ve sonra da İrlanda model olmak üzere tüm İngiliz sömürgelerinde uygulanmıştır.

İç güvenlikte merkeze jandarmayı koyan Baker’ın, polis meselesinde Fransa ya da İngiltere’den bir polis getirtilmesini önermesi ilk başta ilginç gözükmektedir. Zira bu iki ülkenin polis ekolleri birbirlerinden oldukça farklıdır. Ama bunun da ötesinde özellikle İngiltere, Fransız polisinin merkeziyetçiliğini despotizm olarak okur ve kendi polislik politikalarının liberal bir ideolojiye ve “her vatandaşın aslında bir polis olduğu” fikrine dayandığını iddia eder.

Bu söylemin belli bir dünyanın inşasına hizmet ettiği bu dönemde Baker’ın bundan bihaber olması mümkün değildir. Buna karşın kendisinin polislik usulüne dair gösterdiği bu tavrında önemli bir nokta gizlidir: Çevre ülkelerde geliştirilecek olan polislik politikalarının kolonyal kuvvetler tarafından benzer bir biçimde örülmesi gerektiği ve sömürgeci devletlerin bizzat kendi polis teşkilat yapılanmalarının burada çok önemli bir yer tutmadığı…

Yine bu dönemde uluslararası sistemin Osmanlı Devleti’nin iç güvenlik alanında yapmasını istediği reformun ana başlıklarından birisinin “Gayrimüslimlerin mahalli jandarma birliklerinde nüfusları nispetinde temsil edilmeleri” 7 ilkesi olduğu görülmektedir. Böyle bir talebin çağrışım yaptığı şey, yine ilk olarak Osmanlı Devleti hakkındaki tasarrufların bir tür ulus-devlet resmi üzerinden yapıldığıdır. Diğer bir deyişle, uluslararası sistemin tüm reform talepleri ölçek olarak bir ulus-devlet fikrine dayanmaktadır. Bunun sebepleri ayrı bir tartışma konusu olmakla beraber, sonuçları açısından Osmanlı topraklarında polislik politikalarının henüz Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan çok önce ulus-devlet ideolojisi bağlamında şekillenmeye başlamasına neden olmuştur.

Sonuç olarak Osmanlı’da polislik politikalarının şekillenmesinde iki mesele söz konusudur: Poliste sömürgeciliğin şekillendirdiği kurumsallaşma tipi ve ulus-devlet ideolojisinin şekillendirdiği kurumsallaşma tipi. Bu iki durum, Osmanlı’nın uluslararasılaşmış ama toplumsallaşamamış polislik politikalarının ve en nihayetinde iç güvenlik aygıtlarının, siyasal alanın genişlemesinin önüne sadece keyfi engeller çıkarmalarına değil, aynı zamanda kendilerinin birer yapısal engel olarak çıkmasına sebep olur.

II. Abdülhamid Dönemi

Osmanlı’da askeriyeden ayrı, kendi bakanlığı olan ilk sivilleşmiş polis örgütü, Abdülhamit döneminde bizzat orduyu ve elitleri karşıya alan bir perdeden kurulur. Örneğin o tarihlerde, “İstanbul polisi, askeri akademide padişaha karşı düzenlenen komployu açığa çıkarıyor ve basılan öğrencilerden 100 tanesi, Trablusgarp’a sürülüyor”. 8 

Ayrıca, Avrupa’da dönemin yaygın “düşmanı” anarşistlere karşı mücadele, Abdülhamit tarafından da muhaliflerini bastırma konusunda örnek alınmış olsa gerek ki, anarşist gruplara karşı başarısıyla ünlenmiş Fransız polis Lefoullon, “Sultan’ın Özel Polis Şefi” lakabıyla Osmanlı’da Polis Müfettiş-i Umumisi ve Zaptiye Nezareti Müşaviri görevlerinde bulunuyor. 9 Anarşistler (bu ad altında toplanan tüm sosyalistler, radikaller de dahil olmak üzere), dönemin Avrupası’nda, yeni/modern polisin uluslararasılaşmasının temel dinamiğini sağlamışlardır. Anarşistlerin siyasi liderlere karşı düzenledikleri suikastlar, birçoklarının kâbusu haline gelir. Bu nedenle de Avrupalı yönetici sınıflar, polisin eski rejim damarını kuvvetlendirme yoluna giderler. Avrupa’da polislik politikalarının eski rejime öykündüğü gerici bir dönemde, Osmanlı polisinin yine bu polislik modeli ekseninde yeniden yapılandırıldığını unutmamak gerekir.

Polis, eskiye en çabuk ricat eden üstyapı aygıtlarındandır. Modern polisin temel paradoksu, eski rejimle devrimci siyaset algısının arasında sıkışmasından kaynaklanır. Bu nedenle de, eskiye ricat etmiş yeni bir polis aygıtının, henüz devrimciliğin zafer kazanmadığı Osmanlı topraklarında boy göstermesi, ilerideki gelişmeler için hazırlayacağı patika açısından önemlidir.

Geç bir burjuva devrimine, geç denmesinin sebeplerinden birisi de budur. Uluslararası konjonktür, 19. yüzyılda gösterdiği genişlikte bir alan tanımayacaktır yeni devrimcilere. Bu nedenle de devrimcilerin öykündükleri üst-yapılaşma, eski mutlakiyetçi rejimlerin gölgesini hep daha kuvvetli hissedecektir. Lefoullon gibi bir reformcunun oturduğu yer tam da burasıdır: Karşı-devrimciliğin hazır yoldan yukarıdan ithali! Lefoullon, görevli olduğu dönemde sık sık Abdülhamit’in siyasi muhaliflerinin, yani “anarşistlerin” izini sürmek üzere yabancı ülkelere gönderilecektir. 10 

Bu arada 1903 senesinde Makedonya’daki ayaklanmaların ardından Avrupalı Devletlerin, Osmanlı iç güvenlik aygıtında talep ettikleri Viyana Islahat Programı adlı bir Zabıta Reform Programı olduğunu hatırlatalım. 11 Bu reformun, Osmanlı ve Avrupalı Devletler arasındaki uzun bir müzakere ve diplomasi süreci sonucunda dayandığı birçok ayağının olduğunu görüyoruz: Jandarma karakollarının inşası, Jandarma Okulu’nun ve Selanik’te bir Polis Okulu’nun açılması (ki bu Osmanlı’daki ilk polis okuludur), zabıta teşkilatına Hıristiyan’ların alınması, Avrupalı subayların reform programının gözlemcileri olarak istihdam edilmeleri…

Polis reformu, uluslararası toplumun Osmanlı topraklarına yerleşmesini kolaylaştıran bir unsurdur. Zira bizzat iç güvenliğin bu çok başlı tedariki farklı yetki/yargı alanları oluşmasına sebep olur. Bunun aşılması ise ancak bir devrimle mümkün olabilirdi. Bu açıdan 1908 devriminin ardından, İttihatçıların polis konusunda giriştikleri reform, Abdülhamit karşıtlığının ve yaslandıkları liberal ideolojinin de ötesinde, bir ölüm kalım meselesidir. İç güvenliğin bir anlamda sömürgeleştirildiği bir yerden devrimsiz bir kurtuluş mümkün olamazdı.

Öte yandan şu da unutulmamalıdır ki, her ne kadar 1903 senesinde başlatılan ıslahatlar Avrupalı devletlerin Osmanlı’nın içişlerine karışmaları olarak yorumlansa da, aynı zamanda tarihsel ve yapısal bir sürecin de parçalarıdır. Şöyle ki: İç güvenliğin halkın kendi başının çaresine bakması yoluyla sağlanamayacağı ve devletin böyle bir yükü sırtlanması gereği fikrinin ilkeleşmesi, diğer bir adıyla devletin meşru şiddet tekelinin oluşması.

Burjuva devrimlerinin ve 19. yüzyıldaki işçi sınıfı mücadelesinin bir çocuğu olan bu siyasi ilkeye sırt çevrilemezdi. Evet, devletin şiddetin meşru tekeline sahip olması, Weber’in bir kurmacası değildir. Ne de devletler kendi güçlerine hayran olsunlar diye tabiat ana bu özelliği yaratmıştır. Tarihseldir. Sınıf mücadelesinin bir konusudur. Devletin şiddet tekelinin oluşması aynı zamanda piyasa güçlerinin, sermaye sınıfının ya da esnafın ellerindeki polislik yetkilerinin azalması anlamına gelir. Sermaye sınıfı ile devlet arasında bu şiddet tekeli meselesi her zaman bir mücadele ve pazarlık konusudur. Burjuvazi, değişen tarihsel koşullara göre polislik işlerinden kimi tarihsel dönemlerde kurtulmak, kimi zaman da devletin bu alandaki sorumluluğunu olağanca artırmak ister. Bir de tabi işçi sınıfı tehdidi olmasa, burjuvazi, devlete şiddet tekelini vermezdi. Bu tekelin gerçekte olup olmamasından bağımsız olarak onu ideolojikleştiremezdi de… Şiddetin meşru tekeli, devletin meşruiyetinin yaslandığı en sağlam ideolojilerden birisidir. Yalnızca, işçi sınıfını kandırmak misyonu yoktur. İşçi sınıfı da, bu ideoloji sayesinde, en azından bir yüzyıl kadar özel güvenlik şirketlerini iktidardan uzak tutmuştur!

Hikayemize dönelim.

1908 Devrimi’nin polis reformunu yukarıdaki kimi unsurları (karakolların kurulması, polis okullarının açılması, vb) daha ileriye taşıma anlamında içerip aşması, bir açıdan da modern (yeni) polisin bu mefhuma doğası gereği gebe olmasındandır.

Polis aygıtının kendisinin tarihsel zamanı Türkiye’de kurulacak olan kapitalist devletten farklıdır. Onu önceler. Bu durum, Abdülhamit döneminde polisin piyasadan ya da o dönemin gerçeğine daha uygun olarak pazardan (esnaftan) ayrışık bir güç olarak kurgulanmasında da kendini göstermektedir.

Abdülhamit döneminde yapılan polislik alanındaki değişimler, sadece birtakım elitlere karşı tedbir almak için değil, “amele takımının” dizginlendiği modern bir devlete yakınsamak ama daha da önemlisi topluma uygarlık götürmek amacıyla da merkeze alınmıştır. Örneğin, bu dönemde, sarhoşluk, serkeşlik başlıca dert olarak zikredilir ve polisin halkta görülen bu illetten kendini ayrıştıramaması bir sıkıntı olarak dile getirilmektedir. 12 

Ayrıca Osmanlı’da tıpkı İngiltere ve diğer Avrupa devletlerinde olduğu gibi polislikle yoksulların yönetimi arasında özsel bir ilişki kurulmuştu. Polisin kurumsallaştığı bu aynı dönemde dilenciler ve serseriler bahsinde yoksullukla mücadele nizamnamesi kaleme alınmış ve bir de Darülaceze kurulmuştur. Aynı dönemde, polis ihtiyaçlara yetişmediği için merkezi polis haricinde polislik işini gerçekleştiren birçok toplumsal fail yaratılmıştır.

“Kızıl Sultan” Abdülhamit döneminde olduğu gibi despotik bir siyasi polis, her daim şiddet tekelinden vazgeçmek zorundadır. Türkiye’nin polislik mirasında, bu ilke şaşmaz bir şekilde vardır ve polis bu zorbalık (despotizm)-özelleştirme (şiddet tekelinin çözülmesi/ yeni polislik faillerinin yaratılması) diyalektiği üzerinden somutlanır.

İttihat ve Terakki Dönemi

Bu diyalektiği aşmak isteyen İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) yönetimi, silah müsaderesini merkezi bir müdahale alanı olarak belirleyecektir. 13 Halkın elindeki silahların toplanması, merkezi bir polis örgütünün iktidarını artıracaktır. Öte yandan İTC, bir burjuva olarak kurmaya çalıştığı esnaftan polislik işinde oldukça yararlanmıştır. Bu durum diyalektiğin diğer ayağı olan şiddet tekelinin çözülmesi kalemini, yeni tip bir özelleştirme ile ikame etmeyi hedeflemektedir: siyasetin özelleştirilmesi. Bu İngiltere gibi örneklerde olduğu şekli ile özel girişimin, tüccarların kamu polisliğine öncülük yapacak yaratıcı polislik pratikleri geliştirmelerine tekabül eder. Diğer bir deyişle, kapitalistleşme yolundaki devinimin iç güvenlik alanını da devindirmeye başlamasına 14 karşılık gelir.

İttihat ve Terakki dönemi, polisin modern siyaset ve dolayısıyla birçok toplumsal kesimle buluştuğu dönemdir. Modern siyasetten kastımız, örgütlülük fikrinin siyasi bir gelecek kurgusu ve iddiasıyla buluştuğu, bu iddianın yalnızca siyasi sınıflara değil tüm “vatandaşlara” ait olması durumudur. Modern anlamdaki örgütlülük bu açıdan İttihatçılığın karşısında durduğu ve çözmek için uğraştığı lonca ve türlü aracı kurumlar değildir. Örgütlülük, vatandaşların ve vatandaşlığın örgütlenmesidir.

Bu dönemin, vatandaşı ön plana çıkarmasının polis üzerindeki etkisini dillendirirken şunu gözden kaçırmamak gerekmektedir: Bu vatandaştan rıza değil, saygı beklenmektedir. Amaç vatandaştan meşruiyet tasdiki değil, vatandaşın itimadını kazanmaktır. Modern anlamda kullanılan meşruiyet ile vatandaşın itimadının kazanılması arasında önemli ideolojik ve tarihsel ayrımlar vardır. Öncekinin daha seküler olduğu, sonrakininse maneviyattan temellendiği iddia edilebilir. Diğer bir deyişle, ilki dini ilkelerin ağırlığını değil; aydınlanmayı merkeze alırken, bir sonraki türlü dini ve vicdani ilkeyi arka planında tutmaktadır.

Bu nedenle de İttihat ve Terakki dönemi modern siyasal yaşam modeli üzerinden polisi kurarken, yine aynı dönemde polisin eğitimi için yazılan ilk meslek kitabında şu satırları okumak mümkündür: “Bugün hepimizin gaye-i emeli nüfuz-ı hükümeti tezyit etmek ve halkın emn ü itimadını kazanmak olduğundan…”. 15 

Elbette polis teşkilatının, İttihat ve Terakki tarafından yapılan tüm değişikliklerden memnun olmadığı da oldukça ortadaydı. 1909 yılında meydana gelen İTC rejimi karşıtı ve şeriat yanlısı 31 Mart ayaklanmasının ardından, “[p]olisler, modern miğferlerini (ki yeni bir icattı) anında çıkarıp atmışlar ve feslerini giymişlerdi”. 16 Polisin, 1908 devrimi esnasında Fransız Devrimi’nin marşı Marseillaise’le sokaklarda kutlama yapan İttihatçılardan farklı düşündüğü oldukça açıktı. Abdülhamit döneminin karşı-devrimci mirası, ulus-devleti kuracak ve İTC dönemi ders kitaplarında bile “Müslümanlığın şartlarının düzgün bir şekilde yerine getirilmesi halinde bizde sosyalizm tehlikesinin baş göstereceği endişesi yersizdir” diyen poliste hep bulunacaktı. 17 

Bu ayaklanmanın ardından İTC, Emniyet Genel Müdürlüğü’nü kurmuştur. Böylesi rejim karşıtı bir kalkışmadan sonra polisin daha profesyonel bir şekilde örgütlenmesi, Türkiye topraklarındaki modern polisin de temel bir devrim ve karşı-devrim diyalektiği üzerine oturmasına sebep olacaktır. Üstelik böylesi bir durumun polisi ne derecede belirlediği İTC tarafından bilince çıkarılmıştır. İTC önlem olarak daha “özerk” bir polis teşkilatı kurulması işine koyulmuştur. Polis teşkilatına kendine özgü bir hareket alanı sağlamak rejimin teminatı açısından kritik gözükmüş olmalıdır. Diğer bir deyişle, polis rejimin bir uzantısı olmanın ötesinde sistemik bir aygıt olarak kurgulanmak isteniyordu. Ancak kapitalist üretim ilişkilerinin baskın gelmeye başladığı bir ortamda bu risk altına girilebilirdi. İşte bu nedenledir ki, Marseillaise ve Paris polis örgütlenmesi İTC’nin dilinden düşmezken, İttihatçı rejimin ilk polis müdürü inceleme yapmak üzere İngiltere’ye gitmiştir. 18 Fransa’nın devrimcilikle malul değerini, İngiltere’nin çok daha az sofistike ama sistemik polisi altetmiştir.

Bu dönemin polisine dair diğer önemli bir veri de polisin İttihat ve Terakki iktidarı 1912’de sona erdiğinde, yeni kurulan hükümetin politikalarına ayak diremiş olmasıdır. Tarihte birçok örnek, elbette türlü tasfiyelerin de yardımıyla, polisin hükümet ve hatta rejim değişikliklerine çok çabuk uyum sağladığını gösterir. Hatta birçok araştırmacı da polisin gösterdiği bu itaat sürekliliğini sorunsallaştırmayı değerli bulur. Bu nedenle de aynı dönemde, polisin gösterdiği direnci sadece İttihat ve Terraki yönetimine olan sadakatle açıklamak mümkün gözükmüyor. Biz burada çubuğu uluslararası devletler sisteminin (Kapitalist bir sistem olarak okuyunuz.) yapısal olarak kendini dayatmasına büküyoruz. Bu yapı, polisin değişen o ya da bu hükümete değil, sisteme ve kendine olan sadakatini önemser. Bu nedenle de polisin profesyonelleşmesi yerel siyasi alanın etkilerinden göreli bir özerkleşmesi olarak da tercüme edilir. Bu açıdan, yerel düzeyde polisin özerkleşmesiyle uluslararası sisteme (ideolojik ve hatta pratik olarak) eklemlenmesi arasında doğrudan bir ilişki gözlenebilir.

Cumhuriyet Polisi

Cumhuriyet, İttihat ve Terakki’nin kurduğu polislik yapısını devralır ve kamu polisliği mevzusunda, 1930’ların ortalarına kadar ciddi bir yapısal dönüşüm yapılmaz. Ancak, gerek çıkarılan Takrir-i Sükûn Yasası gerekse de Ceza Yasası polisin yetkilerini oldukça genişletir.

İkili bir durum ortaya çıkar. Bir yandan polis yeni rejimin korunması yönünde yetkilendirilirken, bir yandan da bu yetkilerin esas merci olarak İstiklal Mahkemeleri adres gösterilir. Diğer bir deyişle, polis bir yandan devrimin çocuğu olarak onu korumakla donatılırken, bir yandan da asayiş işleri ile ilgili dünyadan kopmaması ona hatırlatılır. Takrir-i Sükûn Yasası bir yandan polislere “kahvehane köşelerinde siyaset yapan sokak yaygaracılarına ve sarhoşlara karşı” görev verirken, bir yandan da Adliye Vekâleti, polislerin sarhoşluk gibi adi suç durumlarında Takrir-i Sükûn yasasına göre davranamayacağını hatırlatır. 19 Bu durum aslında, burjuva devriminin henüz nereye kadar gidip nerede duracağı kararının bir süreç sonucunda berraklaşacağını ve bu sürecin Türkiye’de polisin doğasını belirlemede kritik bir uğrak olacağını göstermektedir.

Polis, bir yandan yeni inkılâpçılıkla özdeşleşiyor, öte yanda ise bir hikmet-i hükümet üretiyordu. Cumhuriyet’in kuruluşunda, inkılâpçılıkla devlet birebir örtüşen iki yapı değildir. İlkinde halkın yönetimine vurgu öne çıkarken, ikincisinde siyasal alan, devlet denilen bir kesime daraltılır. Kuruluş yıllarında, halkın devrimci dönüşüm sürecine katıl(a)mayışı, devlet denilen alanın yüceltilmesine ve bir nevi eski rejim anlamında yeniden üretilmesine sebep oluyordu. Polis bir yandan yeni rejimin muştuladığı ideolojiden pay almaya çalışırken, bir yandan da üretilen ve kendisinin de ürettiği bir eski rejimin göbeğine oturuyordu.

Kaldı ki devrimci dönüşümler halka devrimci dönüşüm olarak değil, Abdülhamit döneminden beri uygulanagelen uygarlık götürme misyonları olarak tahvil olmuştur. Bu uygarlık götürme projesinin gündelik hayatın kapitalist üretim mantığına uygun olarak yeniden üretilmesi bağlamında okunması pek olasıdır. Diğer bir deyişle, devrimci reformlarla kapitalist dönüşüm arasındaki ince duvar, polislik uygulamalarında ortadan tamamen kalkmıştır. Devrimi korumakla kapitalist dönüşüm arasındaki açı, polislik politikaları bahsinde neredeyse kaybolunca, sonuncusunun ilkini yuttuğu iddia edilebilir.

Henüz 1920’de, Ankara hükümetinin polisini kurmakla mükellef ilk emniyet genel müdürü Mustafa Durak Bey’in, toplumsal sözleşmeci modele atıfta bulunması, kurulan Ankara hükümeti polis teşkilatının ideolojik girdilerinden birisine işaret etmektedir. 20 Toplum sözleşmesi modelinin (doğa halinde birbirini yiyen insanların, bu doğa halinden çıkmak için içlerinden koruma, kollama, hakemlik görevini yapacak birilerini ataması) bizzat kapitalist toplum yapısını verili alması göz ardı edilemez.

Bir diğer örnek olarak Ertuğrul Mebusu Necip Bey’in sözlerine bakmakta fayda var:

“Memleket dâhilinde ne vakit ki her işe bir merci, bir teşkilat çıkardık, halkın işini kendimiz yapmak iddiasına kalktık, köyün en şerefli bir adamını gitti bir jandarma tahkir etti… Asayişin şeraiti temini köye asayiş memurlarının gitmemesi, uğramamasıdır ve hatta kasabalarda da olmaması daha iyidir”. 21 

Ardı ardına dile getirdiğimiz bu iki yaklaşımın Mart 1924 tarihli Dâhiliye Vekili Ferid Bey’e ait şu satırlarda bileşik bir görüntüsünü alabiliriz:

“Parasını veren yer polis teşkilatını istediği surette muntazaman, hatta lüzumundan fazla teşkil edebilir… Yoksa devlet bütün kasabaların içerisinde baştan aşağıya polis ihtiyacına kendisi para vererek polis bütçesini 3 milyon liradan, 6-8 milyon liraya iblağ edemez”. 22 

Bu elbette uygulamaya konulmamıştır. Nitekim bu satırlardan merkezi polisin kurulmasının toplumsal bir direniş olduğunu çıkararılamaz. Türkiye’deki mesele örneğin İngiltere’de olduğu gibi yerel toplumsal siyasi güçlerin polislik konusunda merkezileşmeye direnç göstermesi meselesi değildir. Ancak Anglosakson polis modelinin uluslararası hegemonyasını perçinlediği bir konjonktürde kurucu kadroların zihin dünyalarını bu çekişmenin (yerele dokunmayınız) belirlediğinden şüphe yok. Türkiye koşullarında alıntılarla betimlenen bu zihin dünyası, kuruluş sürecinin toplumsallaşmasına ve dolayısıyla polisin devrim bağlamındaki olası bir ilerici dönüşümüne ancak pranga vurmuştur.

Şimdiye kadar yazıda hiç ordu-polis ayrımından bahsetilmedi. Polisin ordudan özerkleşmesi, bu iki kurumun arasındaki ilişkiler başlı başına bir araştırma konusu olmakla beraber, her zaman şöyle bir teorik tehlikeye işaret ediyor: Militarizasyonun ve polisin ne derece militarist olup olmadığının ana tartışma ekseni olarak belirlenmesi. Bu eksen ki, Türkiye’de eleştirel yaklaşımlar sıklıkla kullanır, teorik olarak zayıf bir eksendir. Ordu ve polisin iki dışsal ve neredeyse birbirlerinin zıttı kurumlar olarak (asker-sivil ayrımı) algılanması tehlikesi belirir. Resmi ideoloji de bu eleştirel algıya uzak düşmez aslında. Orada da polis hep küçük kardeş, ordu da ağabeydir. Bu içeriğin korunularak teorize edilmesi Marksist çalışmaların liberal tuzağa düşmesine sebep olur.

Hikayemizden örnek verelim…

Henüz 1936 senesinde, jandarma ile polis arasındaki iş taksiminde, jandarmanın tahmin edileceği kadar kıskanç olduğu söylenemez. Polis ve jandarma arasındaki siyasi ve toplumsal iş bölümüne dört başı mağrur bir çerçeve çizme konusunda sıkıntılar yaşandığı aşikârdır. 23 Hatta, 1935 senesinde başka ülkelerdeki kır polisi, köy polisi bile dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya tarafından olasılık dahilinde dillendirilir. 24 

Rejim, inkılâbı memleketin her köşesine götürmeye çalışırken, inkılâp polislik işi açısından kapitalistleştirme ve/veya Türkleştirme misyonuyla karışmakta ya da ancak bu sonuncular vasıtasıyla vücut bulmaktadır.

1936 Türkiyesi'nde, Umumi Müfettişlerin endişelerinden birisi şöyle dile gelmektedir:

“Köyler teşkilatsızdır. Bütün esasların hazırlandığı köyü, hükümet şimdiye kadar eline almış değildir. Devletin inkılâp hamlesini köylere götürmek her bakımdan lazım ve faidelidir”. 25 

Bu durumda köylere gidecek jandarmanın da bu inkılâp taşıma misyonunda yer alması gerekmektedir.

Jandarma, dünya-tarihsel olarak bir devrimin, Fransız Devrimi’nin çocuğudur. Her ne kadar kısa süre içerisinde Napolyon tarafından sistemik bir güç haline getirilmiş olsa da, kuruluş dönemindeki misyonu bir “kamu gücü” (une force publique) olmasıdır. Bu nedenle de, tarihsel olarak jandarmanın inkilâp yanına meyletmesi, onun asker kökenliliğinden ziyade devrim çocuğu olmasından ileri gelir. Türkiye’de bunun ne derecede gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğini tartışmıyorum. Sadece kurucu kadroların, Jandarma’yı tasavvur ederken, inkilâp kısmını öne çıkarmış olabileceklerini iddia ediyorum.

İnkılâptan kastım basitçe insan hayatında yapılacak köklü iyileştirmelerdir. Bu iyileştirmeleri de yine kapitalist piyasanın kurulması, modern devletin alt-yapısal iktidarının inşası gibi temalarla analiz etmek pek mümkündür. Ancak inkilap konusunda saf, katışıksız bir iyileştirme algısının, analizimde kimi imkânlar sağladığını düşünüyorum. Örneğin, Umumi Müfettişler köylerin yeniden yapılandırılmasından bahsederken şunları dile getiriyorlar:

“Köy yardım tarlaları ile numune bahçeleri, tohum ıslah ve üretme alet ve istasyonları … örnek ağıl, ahır ve mandıralar … satış kredi kooperatifleri… örnek bahçeli mektepler, yatılı köy okul ve panisyonları… içme suları… çöp araba, sandık ve sepetleri, hamam ve duş yerleri… köy evlerinin badalanma ve kireçlenmesi, köy meydanları, spor alanları, köy ambarları, nalbant, demirci…”. 26 

Böyle temel bir iyileştirme işlevinin, neye hizmet ettiğinden ve neye yol açtığından bağımsız olarak bir tür insanlık onuru mevhumundan arınık olmadığını iddia ediyorum.

Öte yandan jandarma örgütlenmesinin daha fazla ön plana çıkmasında, tüm bölgelerde henüz devletin hükümranlığının tam olarak tesis edilememesinin de pek çok payı vardır. Adı geçen tutanaklarda, özellikle asayiş dışı olarak tanımlanan işlerden (vergi, tahsilât vb.) azade kılınmalarına yapılan vurgu ve özellikle de Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Doğu bölgesinde jandarma mevcudunun artırılması talepleri, biraz önce bahsedilen “iyileştirmelerin”, Türkleştirme misyonu ile alakalandırıldığının da bir ifadesi olarak okunabilir. 27 

Burada, birbiriyle çelişik gözüken iki durum tarif ettim. İlki, jandarmanın bir devrim kurumu olması ve halkçı bir damara yaslanmasıdır. İkincisi, devletin merkezi iktidarının çevrede artırılması çabaları. Umumi Müfettişler Konferansı’nın açılışında yaptığı konuşmada Dahiliye Vekili Şükrü Kaya şöyle demiştir:

“Memlekete ve devlete taalluk eden işlerle beraber halkın refahına faydalı olan hususları tespit edeceğiz. Bunun için evvel emirde asayiş durumunu ve bu hususta alınmış ve alınması gereken tedbirleri görüşeceğiz”. 28 

Asayiş meselesinin bir yanda devlet meselesi öte yanda da halkın refahı konusu olarak ikili bir biçimde ortaya konuş biçiminin, polislik işlerindeki bu iki eğilimin birbirini kanırtmasına sebep olduğunu düşünüyorum.

Umumi Müfettişler Konferası’nda, Doğu’da ayrı bir adli rejimin kurulması gereği, Birinci Umumi Müfettiş Abidin Özmen tarafından dile getirilmiştir. 29 Kendisi, polis ya da jandarma için açıkça herhangi bir misyon biçmemiş olsa da, memleketin diğer yerlerinden farklı bir kanunun buralarda uygulanması gereği konusunda ısrarcıdır. Verdiği örneklerden birisinde Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu’nun (PVSK) 18. maddesine göre bir valinin yaptığı uygulamaya Cumhuriyet savcısı karşı koymuştur ve kendisi bu müdahaleden duyduğu memnuniyetsizliğini dile getirir. Görülen odur ki, dönemin PVSK’sı ve valilerin bunu kullanma biçimi, Doğu için arz edilen ayrı hukuk sistemine uygun olabilecekken savcılığın müdahalesi uygun görülmemektedir. Nitekim 1934 senesinde çıkarılan PVSK’nın bu zihin dünyasından etkilendiği ortadadır.

1934’te Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu’nda yapılan değişiklik sermayeye uygun toplumsal kaftan biçmeyi arka plana alıyor. Örneğin, yasada yurt dışından gelen filmlerin gösterilmesi ve ülke içinde film çekilmesi polisin iznine bağlıyor; herhangi bir suç olmasa da polisin ve idarenin bir sinema ve tiyatroyu geçici olarak kapatabilmesi, polisin sadece şüphe üzerine bir kişiyi uzun süre gözaltına alabilmesi vb. ifadeler yasanın genel ruhunu yansıtıyor.

Zaten emniyet başlığında, Umumi Müfettişlerin, “netice ve mütalea” başlığında dile getirdikleri şey şu olmuştur:

“Memlekette iş hacmi büyüyüp fabrikalar ve amele yuvaları çoğaldıkça, [k]omünizm ve emsali ceryanlar dünyanın her tarafında arttıkça, harici tahrikat devam edip bilhassa Cenup’taki suikast şebekeleri faaliyet buldukça… polisin emniyet, asayiş ve istihbar sahalarındaki vazifeleri muvazi [paralel] surette çoğalmakta ve ehemmiyet kesbetmektedir [kazanmaktadır]”. 30 

Bu durumda polisin, o dönemin uluslararası arenasında olduğu üzere, anti-komünizmle hemhal olan rolünün henüz bu yıllarda netleştiğini görüyoruz.

Bir açıdan dış dinamiklere görece kapalı olan Cumhuriyet’in bu ilk yıllarında, henüz zayıf bir polis gücünün, zihin ve örgüt yapısının anti-komünizm bağlamında bu denli hızlı uluslarasılaşması önemlidir. Polisin bu bağlamda uluslararasılaşması, dolaylı yollardan da olsa, burjuva devriminin yarattığı siyasal alanın dar ve sınırlı kalmasındaki etkenlerden birisi olmuştur.

Cumhuriyet Polisinin, dünyada siyasetin olağanüstüleştiği bir dönemde şekillenmesinin bu polisin yapısına etkisi oldukça fazla olmuştur. Polis Dergisi’nin 1937 baskısında Alman devletinin polislik politikaları beğeniyle tanıtılır. Polisin halkla olan ilişkilerinde en ileri gidenin Alman polisi olduğu söylenir ve bunun için Alman polisinin geliştirdiği yöntemlerden örnekler verilir. Makalenin ikinci kısmında polis yetkilerinin tüm Avrupa devletlerinde genişletildiğinden basedilir. Özellike Avrupa’daki yeni bir uygulamanın Türkiye’ye de gelmesi arzu edilmektedir: Polislere mahkeme teşkil edilerek belli bazı suç davalarına bakmak selahiyetinin verilmesi. 31 

Cumhuriyet polisi konsolide olurken adliyenin bir engel olabileceği fikrini ön plana çıkarır. Polis Dergisi’nde yayınlanan “Cihandaki polis teşkilatının arzeylediği mümeyyiz vasıflar” yazısında, Ş. M. Necmeddin şöyle der:

“Polis teşkilatının ekseriyeti azimesi Dâhiliye nezaretlerine, bir kısmı kalli de Adliye nazaretlerine merbuttur… Fakat fikrimce bu hukuku idare nazariyeleri ne olursa olsun bu gün gari kabil inkar hadisat müvacehesindeyiz: Hemen her devletin dahili siyaset ve idare vaziyetlerinin gittikçe çok ehemniyet kesbetmesi ve muaddaliyet peyda eylemesi. … Mülki idare emniyet ve intizamı amme meselesinde kanunların tahdidatına tabi olmağla beraber icabında mevcut kanunların derpiş edemediği bir halin vukuu gibi mühim anlarda …-ihlal kanun nazariyesi- cureti gösterebilir. Fakat adliye bunu yapabilir mi? Hayır!” 32 

Kısacası Cumhuriyet Polisi, dünyada faşizmin iç güvenlik örgütlerini yeniden yapılandırdığı bir dönemde bu bağlamda konsolide olmuştur. Bu durum, polisin o dönemdeki Türk dış politikası paternını izlemediğini de gösterir. Mihver (Almanya ve İtalya) devletlerinden uzak durmaya çalışan Türkiye’nin Cumhuriyet polisi, pekâlâ Alman ve İtalyan modellerini örnek alır.

1943 senesinde Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi’nde yayınlanan biz yazıda, dönemin Türkiyeli polis entelektüellerinden Hikmet Tongur şöyle der:

“Görev ve yetki kanunun 4 üncü maddesinde “polis hiçbir suretle görevinden başka işte kullanılamayacağı” belirtilmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun yıkılış çağlarında zabıtanın Yüksek makamlar ve memurlar tarafından verilen en keyfi buyruklarıda yerine getirmek zoru karşısında, eski zabtiye zabit ve neferlerine yalnız vazifelerini ilgilendiren işler yaptırılabileceği yolunda genelgeler çıkarılması bir zamanlar adet edinilmişti. ….sözü edilen madde artik bugünkü kolluğumuz için bir zaruret değildir; …. Polis görev ve yetki tüzüğünün 4 üncü maddesine göre de “kanun ve nizamların görevli tuttuğu tebliğlerin dışında en büyük idare memurları… lüzum ve zaruret gördükleri hususlarda tebliğ yapmak için Polise emir verebilir .” 33 

1940’lara kadar kurulan Cumhuriyet polisini Osmanlı’daki polis uygulamalarının anti-tezi olarak gösteren ve hatta Abdülhamit dönemindeki Zabtiye Nezareti’ni, ‘Fransanın meşhur [Bastil] zındanına’ benzeten anlayış, artık bu referans noktalarının kendilerinin de ellerini bağladığını dolaylı yoldan da olsa telaffuz etmeye başlamıştır.

Böylece bir zamanlar Osmanlılığı karşısına alan polislik yapılanması artık ülke içerisinde daha şiddetli bir şekilde boy göstermeye başlayan “sol cereyanları” karşısına alacaktır. İspanya İç Savaşı’na karşı Türkiye’de de oluşan sol hassasiyet karşısında, 1936 senesinin Polis Dergisi’nde, İspanya İç Savaşına katılmak üzere memleketten ayrılmak isteyebileceklerin olabileceklerini belirten ve bu kişilerin mutlaka engellenmelerini emreden bir talimatname yayınlanır.

Resmi ideolojideki bu yenilenme aynı süratle egemen siyasetin kendi polislik aygıtlarına karşı dahi sığlaşmasına, inkilapçı dilin yerini içi boş retoriğin almasına sebep olur. 1928 senesinde dönemin Dahiliye Vekili Şükrü Kaya polislerin refahı ile ilgili devrim hükümeti olarak yaptıkları çalışmalara değinirken, polislerin maaşlarına yapılan zammın maalesef ciddiye alınamayacak kadar az olduğunu, kendilerinin elbette daha iyi muameleyi hakettiklerini ama bütçe rakamlarının ortada olduğunu açıkça dillendirirken, 1937 senesinde, Cumhuriyet Polisi’ni iddialı sıfatlar yoluyla (uyanıklık, tetiklik, çabuk görüş ve kavrayış, ataklık, yılmazlık, yavrulara hayat ve umut veren, çok bilgi isteyen güç, fakat çok şerefli…) cearetlendirmeye çalışır ve devletin polisin refahı için ne çok şey yaptığı ve daha da çok şey yapacağı gibi vaatleri kullanmaya başlar. 34 

Bu süreç önemli bir şeyin de göstergesidir: Kapitalist devletin polis aygıtı, bilerek az azıkta yani azapta bırakılır. Azapla terbiye sola karşı mücadeleye girişen “Cumhuriyet polisi”ni daha da keskin bıçaklaştıracaktır Aygıtı olduğu devletle patolojik bir ilişki kurmayan bir polisin, sol karşısında güçlü olmasının pek mümkün olmadığı burjuvazinin dimağındaki önemli bilgilerden birisidir. Polis, burjuvazi için de hep azapta bırakılması gereken bir kurum olacaktır: “Şeytan azapta gerek”.

Dipnotlar

  1. Metin Çulhaoğlu; Binyılın Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu, YGS Yayınları, 2002.
  2.  Ferdan Ergut; Modern Devlet ve Polis: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Toplumsal Denetimin Diyalektiği, İletişim Yayınları, 2004.
  3.  Ali Sönmez; “Polis Meclisinin Kuruluşu ve Kaldırılışı (1845-1850)” Ankara Üniversitesi D.T.C.F. Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, Sayı 37, 2005, s. 262.
  4. A.g.m, s. 264. Nizamname maddelerinden biri şöyle der: “Amelenin iş ve gücünü bırakmaya sevk ve amme asayişini ihlal etmek gayesini güden fitne ve fesat cemiyetlerinin kurulmasını önlemeye çalışmak ve ihtilal vukuunun önlenmesi çarelerine bakmak”.
  5.  A.g.m, s. 263. Nizamname maddelerinden bir diğeri şöyle der: “Fakir, işsiz ve hastaların memleketlerine dönmelerine yardımcı olmak; Hapis müddetlerini doldurup hapishaneden tahliye edilenlerin memleketlerine gitmeleri hususunda kolaylık göstermek”.
  6. Ali Sönmez; “Jandarma Teşkilatının Kuruluşu Sürecinde Baker Paşa’nın Rolü”, Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları Dergisi, İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Sayı 11 , 2009, s. 168.
  7. A.g.m, s. 172.
  8.  Ergut, s. 143-144.
  9. Noémi Lévy; “Polislikle İlgili Bilgilerin Dolaşım Tarzları: Osmanlı Polisi İçin Fransız Modeli mi?”, Jandarma ve Polis: Fransız ve Osmanlı Tarihçiliğine Çapraz Bakışlariçinde, Noémi Lévy, Nazir Özbek ve Alexandre Toumarkine (der.), 2009, s. 154.
  10.  A.g.m, s.157.
  11. Ali Dikici; “Osmanlı Makedonya’sında Kurulan İlk Uluslararası Polis Barış Koruma Misyonu: Mürzsteg Reform Programı”, Karadeniz Araştırmaları, Cilt: 6, Sayı:24, 2009, s. 75-108.
  12.  Noémi Lévy; “Une institution en formation: la police ottomane à l’époque d’Abdülhamid II”, European Journal of Turkish Studies, No.8, 2008.
  13. Ergut, s. 165.
  14. Nitekim, İttihat ve Terakki yönetiminde polis bu dönemde kapsamlı bir iş yeri ruhsatlandırma ve denetleme işine girişmiştir (A.g.e, s. 182-183).
  15.  İbrahim Feridun; Polis Efendilere Mahsus Terbiye ve Malümat-ı Meslekiye. Emniyet Genel Müdürlüğü Yayınları, 2010, s..33. 1910 yılında basılan bu kitabın 2010 senesinde Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından tekrar yayınlanması oldukça manidardır. Zira adı geçen kitaptaki halkın güveninin kazanılması meselesi özellikle AKP döneminde polis politikalarının ana ideolojik eksenini oluşturmaktadır.
  16. Ergut, s. 194.
  17.  İbrahim Feridun, s. 188. Karşı-devrimcilik, 19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyılın erken yıllarında, 1789’u ve ardından meydana gelen tüm burjuva devrimlerine karşı türeyen bir ideolojik mücadele hattıdır. Sosyalizm karşıtlığını ve sosyalist düşmanlığını da, özellikle kuvvetlenen sosyalist enternasyonaller karşısında şiddetli bir biçimde içerir. Zira, dönemin gerici muhafazakar devletlerinde burjuva devrim mirasına ideolojik düzlemde sosyalistler sahip çıkmışlardır.
  18. Ergut, s.202.
  19. A.g.e, s. 321-222.
  20. A.g.e, s. 299.
  21.  A.g.e, s. 305.
  22.  A.g.e, s. 312.
  23. Bülent Varlık; Umumi Müfettişler Toplantı Tutanakları- 1936, Dipnot Yayınları, 2010.
  24.  Ekrem Ergüven; Şükrü Kaya: Sözleri- Yazıları, 1927-1937, İstanbul Cumhuriyet Matbaası, 1937.
  25.  Varlık, s.46.
  26.  A.g.e, s.66.
  27.  Nitekim, Umumi Müfettiş raporlarında şöyle denmektedir: “Doğu’da küçük yerli memurlar çok zararlı olmuştur, mümkün olduğu kadar yerli bilhassa Kürtleşmiş veya Kürtlüğe temayül göstermiş memur kullanmamak,… tahsildarlık, muhtarlık, bekçilik gibi memuriyet ve işlere yalnız Türkleri ve Türkçe bilip de Türküm diyenleri tayin etmek, Türklüğü hem şerefli hem de karlı yapmak ve göstermek…” (A.g.e: 73).
  28.  A.g.e, s. 90.
  29. A.g.e, s.116-118.
  30.  A.g.e, s. 37.
  31.  Eraydın; “Modern Polisin Teknik ve Salahiyetleri”, Polis Dergisi, Sayı: 308, 1937, s.3859.
  32.  Polis Dergisi 1938
  33.  Hikmet Tongur; “Polis Görev ve Yetkileri Münasebetile”, SBF Dergisi, Sayı. 4, 1946, s.755.
  34.  Ergüven, s. 20/244-245.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×