Türkiye’nin Savaşla İmtihanı veya Kürt Sorununun 2015 Yazı
10 Ekim’de sonsuzluğa kavuşan güler yüzlü insanlarımıza
Bu yazı 10 Ekim’den önce kaleme alındı. Ankara katliamının ardından gözden geçirme şansım oldu… Kürt siyasetini daha ziyade 2013 Haziran Direnişi’ne referansla ve bölge çerçevesinde değerlendiren bu yazı, yeni açığa çıkan somutluğu analiz etmiyor; bu başka bir çalışmanın konusu olabilir ancak. Bunun ötesinde aşağıdaki saptama ve tezler arasında bombaların yarattığı bir tahribat olduğunu düşünmüyorum. Unutmayalım, çözüm veya barış süreci, gerçek tarafları olan bir müzakere masası değil, ABD emperyalizminin cephaneliğindeki enstrümanlardan biridir. Emperyalist aletler doğaları gereği kanlıdır…
AKP’nin savaşa mahkumiyeti
Emperyalizm savaşı ihraç eder. Britanya sömürge imparatorluğunu kapitalist-emperyalist bir çerçeveye aktarırken uzak diyarlarda savaştı hep. Uzak diyar milliyetçiliğinde demagoji ve yalan son derece alenidir. Milliyetçi ideolojinin kıskacından kurtulmayı kolaylaştırmaz bu durum. Ama ortada bir maliyet hesabı vardır ki, kesin sonuç oradan elde edilir. Britanya emperyalizmi ile işçi aristokrasisi olgusu bir bütünün parçalarıdır. Yalnızca sermaye sınıfının zenginleşmesi değil, talanın halkla paylaşılması… Sosyal-demokrat işçi sınıflarının Birinci Paylaşım Savaşı patlarken “askere yazılmaları” milliyetçi ideolojinin zaferidir. Bu zafer, talanın paylaşılması olmadan kazanılamazdı.
Sistemin orta ve alt sıralarındaki ülkeler emperyalist merkezlere göre “cephe ülkesi” olmaya eğilimlidir. Burada kapitalizmin dünyaya egemen olalı beri topu topu iki lider gördüğünü not edelim. Birincisi adadır. İkincisi ise savaş coğrafyasından okyanuslarla ayrılmaktadır. Sosyal olguları coğrafyayla açıklamaya kalkamayacağımızı, benzeri konumda olup liderliği rüyasında göremeyecek olan ülkelerin varlığı kanıtlamaya yeter. Burada söylenen, merkezin savaş ihraç etme ve aynı anlama gelmek üzere savaşı kendisinden uzak tutma yeteneğine sahip olmasından ibaret.
Britanya adaları bu yeteneğe Roma Barışı sırasında sahip değillerdi ve İkinci Dünya Savaşı’nda yitirdiler. Alman savaş uçaklarının av sahasına dönen bir ülkenin, sonuçta kazansa bile savaş sonrasında liderliği sürdürememesi sürpriz olmamıştır. ABD’nin ekonomik göstergeler itibariyle yaşadığı sıkıntılar, politik başarısızlıkları, artık bir toplumsal programa, hedeflediği modele sahip olamaması, Pax Americana’nın inandırıcılıktan çok uzak hali… Bütün bunlara başka şeylerin yanı sıra coğrafyasıyla da direndiği söylenebilir. Bu öyle bir direniş ki ABD güç toplamak için savaşı kendi evine bizzat davet ettiği 11 Eylül 2001’de, Erdoğan takımına ilham veren bir çılgın projeye bile başvurabilmişti.
AKP liderliğinin Yeni-Osmanlı’nın restore edilebileceğine inandığı görülüyor. Bütün ideolojileri ve inanç sistemleri bunu söylüyor. Lakin, kurgulanmasında Davutoğlu’nun “entelektüel” ve akademik emeğinin önemli olduğu modelde Türkiye’ye bir alt-emperyalist veya aktif taşeron rolünden fazlası düşmüyordu. 1 Yıllarca Erdoğan’ın dilinden düşürmediği ABD ile Türkiye arasındaki stratejik ittifak ilişkisi ve bunun çıktısı olarak Büyük Ortadoğu Projesi Eşbaşkanlığı, alt-emperyalist ve aktif taşeron kavramlarının içerdiği bağımlılığı örtmek için yaratılmış bir terminoloji. Davutoğlu’nun derinlikten çıkartmaya çalıştığı bir eşitlik değil, bölgesel otorite konumudur aslında.
Coğrafyadan başladık… Davutoğlu-Erdoğan modelinin tutmaması için çok neden vardı. Ancak bunlardan –belirleyici olmayan- biri de yine coğrafyadır. Türkiye’nin bölgesel bir otorite haline gelmesi seçeneğinde savaşı uzak tutmak değil, içine balıklama atlamak vardır. Dahası, olayın yukarıdaki Britanya örneğindeki gibi bir dış saldırganla sınırlı tutulma olasılığı da sıfır. Görüldüğü gibi, “çözüm süreci” hangi basamağa varmış olursa olsun, Kürt sorunu, askeri çatışma kapasitesini, egemen güçler yayılmacı ve hegemonyacı bir yönelimde oldukları sürece hep canlı tutmaktadır. Çatışma, yönetsel veya siyasi tercihlerin değil, sorunun içine yerleştiği daha geniş bir çerçevenin ürünüdür. Burada da bitmemiş ve alt-emperyalist hayal dünyası Ortadoğu’nun temel saldırgan dinamiği olarak İslamcılığın içerde giderek genişleyen bir ölçekte yeniden üremesini kaçınılmaz hale getirmiştir.
Kendi içinde, olsa olsa çatışma dinamiklerini yönetmeye çalışabilen bir siyasi iktidarın bölge egemenliği iddiası inandırıcı olamaz.
2015 yaz aylarında Anadolu’yu karartan kan, ilk olarak bu zeminde düşünülmelidir. İster PKK-TSK çatışmalarıyla, ister IŞİD provokasyonlarıyla yaratılsın, dehşet, Türkiye kapitalizminin 2000’li yıllarda üstlendiği rolün ayrılmaz parçasıdır.
Davutoğlu az önce hatırlattığım kitabında Kemalist “yurtta sulh cihanda sulh” mottosunu içe kapanma olarak (ve daha ağır ifadelerle) yorumluyordu. Kemalizmin ardılları genel olarak aynı yaklaşımı sünepelik olarak aşağılamamış olsalar da, en azından geçici bir savunma, kendini korumaya alma taktiği olarak görmüşlerdir. Oysa bölgesel barışa dayalı dış politika, Türkiye’nin yasasıdır. Bu enlem ve boylamlara üç aşağı beş yukarı denk düşen bir ülke var olacaksa, burada dış politikanın hegemonya kurma, otorite yayma, genişleme niyetlerinden geçici değil ilkesel bir kopuş yaşanması zorunludur.
Türkiye’de AKP ile birlikte siyasal yapının merkezine yerleşen İslamcılık ise yayılmacılığa yazgılıdır. Burjuvaziye yeni yatırım coğrafyaları ve kâr kapıları gösterecek; emperyalizme bir servis verecek; geniş bir tabanı diri tutacak… O taban zekat beklentisiyle yaşamayacağı için, Marx’ın Britanya için kullandığı kavramla aristokratlaşmaya angaje edilmeliydi.
İkinci Cumhuriyete geçiş denemesi olarak AKP rejimi savaş ithal etme ve üretmenin sarsıntılarını bir sürpriz olarak yaşamadı. AKP’nin kendi içinde yürüttüğü belli olan strateji tartışmalarında Erdoğan-Davutoğlu tezi kaçınılmaz olan kaosu yönetmek üstüne kuruludur. Bu yöntem siyasi iktidara, Türkiye ve benzer ülkeler için alışılmadık, Amerikanvari bir cüret kazandırmıştır.
Türkiye’nin diğer cüretli dinamiği ise Kürt toplumunda yeşerdi…
Kürt hareketinin Haziran Direnişi’yle imtihanı
Cüret için haklılık, tutarlılık gerekmez. Kürt siyasetinin bugünkü konumlanışının söz konusu kriterlerle yargılanması gerekiyor.
Kürt siyasi hareketinin Haziran Direnişi’yle kurduğu ilişki 2015’e kadar bir dönüşüm geçirmedi. 2015 itibariyle pratik bir kırılma yaşandı.
Kürt siyaseti Türkiye’nin benzersiz kitle hareketiyle ilişkilenmemiştir. 2015’deki kırılmayla birlikte bu durum ortadan kalktı ve belirli bir ilişkilenmeden söz edebilecek duruma geldik. Ancak bu yeni durum, iki yıllık durumla bir kopuş resmi verse de, ilişkisizliği yaratan faktörleri içinde taşımaya devam etmektedir. Bunun sonucu haklılık ve tutarlılık testleri karşısında herhangi bir şansının olmamasıdır.
Kürt hareketinin Haziran direnişiyle ilişkisinde altı not düşeceğim. İlk beşi 2013’te ortaya çıktı.
Bir; Kürt siyasi hareketi “Gezi”nin “iki boyutu”nun var olduğunu anlatmıştır. Her beylik değerlendirmede rastlanacağı gibi bu iki boyuttan biri olumlu diğeri olumsuzdur.
İki; direnişten geride durmasını, zayıf katılım göstermesini bu iki boyuttan negatif olanla gerekçelendirse de, tam olarak ne anlama geldiği anlaşılmaz bir özeleştiri vermiştir.
Üç; “iki boyut”ta olduğu gibi, bu özeleştiriye hoşgörü talebi ve eleştiri eşanlı olarak eşlik etmektedir.
Dört; Kürt siyasi hareketinin tutumuna aklayıcı bir yorum getirmeye çabalayanlar Haziran Direnişi’ne kayıtsız kalamamakta, ama küçümseyemedikleri olguya birtakım kulplar takmaya çalışmaktadırlar.
Beş; söz konusu tutumu tutarlı, sistemli hale getirmeye çalışanlar geride büyük boşluk bırakan kavramlar veya betimlemeler geliştirmekte, ama genel olarak direnişi “siyasi iktidarı merkeze almayan” bir sorunsalda tanımlamaya gayret etmektedirler.
Yapısı gereği Kürt siyaseti bir kitle hareketine kayıtsız kalamaz. Hele bu hareket özgürlükçüyse ve Kürt hareketinin kimisiyle organik ve samimi, kimisiyle uzak ama empati dolu ilişki kurduğu kimi bileşenleri barındırıyorsa. “Bizler Meclise” sloganında zirveye çıkan kimlik siyasetini düşünün. Bu çizginin göndermede bulunduğu kesimlerden hangisi eksikti ki Gezi’de? Kadınlar, Aleviler, eşcinseller, mahalle sakinleri, gençler… Direniş kendiliğinden bir hareket olduğu için bu kimlikleri kesen eksenleri öne çıkartmıyordu ve başka kriterlerle (örneğin sınıfsal) tasnif seçenekleri de hissedilmiyordu. Kendiliğinden toplumsal hareketler, kimlik siyaseti için elverişli bir zemin barındırırlar.
Olumluluk burada biter ve Kürt siyaseti, AKP ağzıyla, darbeci aramaya koyulur. Biraz hatırlayalım:
Ahmet Türk: “[Öcalan] Gezi’yi iyi takip edemediniz dedi. Elbette o da bazı siyasi partilerin, Ergenekon türünden güçlerin oraya konmak istediğini gördü fakat sonuç itibariyle Gezi’deki halk bunlara pabuç bırakmadı, önemli olan da budur. Öcalan bu süreci çok yakından izledi ve bizi o manada eleştirdi.” 2
Esra Çiftçi:“Ulusalcı ve Ergenekoncu kesimlerin dönem dönem Kürtlere yönelik saldırıları, tacizleri oldu. Fakat Gezi eylemlerini provoke eden girişimleri tutmadı.” 3
Demirtaş: “Gezi Parkı’nda ortaya konan demokratik talepler BDP’nin sahiplenebileceği, arkasında durabileceği demokratik taleplerdir. Bu yönüyle biz Gezi direnişinin yanında olduk. (…) Fakat şöylesine bir hareket içerisine de girildi. ‘Bu şekilde hükümeti devirecek, darbeye doğru götürecek bir halk hareketini çıkarabilir miyiz? Ya da bu halk hareketini darbeye kanalize edebilir miyiz?’ Böyle bir arayış vardı. Bunu, biz hem sokaktaki gözlemlerimizle hem de arkadaşlarımızın tespitleriyle rahatlıkla ifade edebiliyoruz. Bu bir spekülasyon değil. Biz bu kısmına şiddetle karşı çıktık. Bu yüzden de bir mesafe koyduk. Buradan bir darbe çıkarmak isteyenlerle birlikte olmayız biz.” 4
Kürt siyasi hareketinin önde gelen isimleri darbeci örgütlenmenin faillerinin kimler olduğunu yanıtsız bırakırlar. Doğal olarak…
Kürt siyasetinin farklı mecraları arasında zaman zaman gözlemlenen çelişkiler bu konuda da ortaya çıktı. Cemil Bayık net tutum alamadığını düşündüğü HDP’den söz ediyor:
“Neden tereddüt yaşadılar? Birincisi ‘Katılırsak, devlet Türkiye’deki demokrasi güçlerine saldırabilir, eğer katılmazsak saldırı olmayabilir, o zaman bu hareket daha güçlü gelişebilir’ diye düşünüldü. İkincisi, ‘Eğer katılırsak Önder Apo’nun başlattığı süreç zarar görebilir. Bunu kullanan güçler olabilir. Özellikle hükümet bunu kullanabilir. Zaten çözüm yönünde adım atmaya pek niyeti yok, bunu da gerekçe yapıp adım atmayabilir’ anlayışı vardı. Bu endişelerle, katılmama ve zayıf katılma durumu yaşanmıştır. Bu iki anlayış da yanlıştır.” 5
Destekçi sol ne zaman Kürt hareketinin çelişkisini gözlemlese kendine vazife çıkartır:
“Kürt Özgürlük Hareketi’ne ve onunla ittifak halindeki sosyalistlere gelince:
Bu cenah, benim görebildiğim kadar, ‘hükümet istifa’ sloganını ‘demokratik olmadığı’ ya da ‘bu hükümeti desteklediği’ için değil, politik bakımdan doğru bulmadığı için kullanmıyor. Biber gazıyla zehirlenen ve amansız bir devlet şiddetine uğrayan yüzbinler, onu aşkın insanın kör olduğu, dört insanın öldüğü, binlercesinin yaralandığı bir ülkede, ‘hükümet istifa’ dediklerinde onlara hak vermemek mümkün olmaz. Ama siyasi mücadele veren bir hareket, her hak verdiği sloganı otomatik olarak benimsemez.
Benimsemiyor da…
Çünkü şu anda Gezi direnişçilerinin ezici çoğunluğu tarafından dile getirilen taleplerin tümü ve kesinlikle daha fazlası, bu hükümetle Kürt Özgürlük Hareketi arasında ‘müzakere’ konusu haline gelmiş bulunuyor.
Düşünün: Yüzde on barajı kalkmış, Terörle Mücadele Yasası çöpe atılmış, KCK’li, ESP’li, SDP’li tutuklularla birlikte, diyelim ki, eski Genelkurmay Başkanları da hapisten çıkmış, Alevilik resmen tanınmış… Şimdi ‘parklardaki komünler’, ‘demokratik özerklikle’ anayasallaşmış… Ve daha başka şeyler… Ve diyelim ki, bir ‘erken seçim’…” 6
Veysi Sarısözen el attığı sorunu çözmek için bildiğimiz ezbere geliyor: “AKP iktidarı altında demokratikleşme.”
Detayına hiç girmeyeceğim; Haziran Direnişi’nde darbeci-ulusalcı etki Kürt siyasetinin direnişine soğuk durmasının mazereti olarak abartılmıştır. Bu asılsız abartıyı bir kenara bırakırsak, diğer gerekçeler açıklayıcı olamamaktadır.
“… burada dikkat edilecek nokta PKK-AKP müzakereleri değil, Kürtlerdeki ayrışma hissi. Kürtlerin Gezi’ye dahil olma arzusunu dizginleyen esas etmenin ‘sürece zarar verme kaygısı’ değil, tam da bu his olduğunun gözlerden kaçırılması çok şaşırtıcı.” 7
Yazar İrfan Aktan başka yerlerde hem direniş içindeki “ulusalcılığın” Kürtleri irite ettiğini öne sürmekte, hem de solcu direnişçilerden Kürtler için “anlayış” talep etmektedir. Buradaki kısa pasaj az önceki tartışmalardan birine (Cemil Bayık’ın yorumuna karşı) bilerek veya bilmeyerek atıfta bulunuyor. Doğrusu, ben de Aktan gibi düşünüyorum. Kürt kitlelerinin Haziran Direnişi’ne görece az katılmalarının nedeni Aktan’ın deyimiyle “ayrışma”dır. Kürt ulusalcılığı ile Türkiye’nin emekçi ve sol dinamikleri arasındaki ayrışma…
Sorun siyasettedir. Gözler Kürtleri ve Türkleri (ve başka kimlikleri) buluşturan ortak siyasal hedef, program ve örgütlenmenin eksikliğine çevrilmelidir. Bir süre her kökenden emekçilerin buluştuğu en önemli dinamik kurum olarak öne çıkan KESK, bir “etnik federalizme” oturmuş ve dinamizmini yitirmiştir. KESK Genel Başkanı’nın Akil İnsanlar Heyeti’nde yerini alması, sendikanın sınıfsallıktan uzak bir siyasal tutumun yararı adına feda edilmesinden başka nasıl yorumlanabilir?
Sorun siyasettedir. Kürt ulusal hareketi kendi kulvarında güçlendiği ölçüde Türkiye’nin diğer emekçilerinden uzaklaşmış, kapalı bir gündeme sahip olmuştur. Türkiyelileşme lafzı korunmuş, ancak aradaki mesafe de açılmıştır. Kürt yasal partilerinin Türkiye solundan kimi parti ve yapılarla kurduğu ittifaklar gündem ortaklığına değil, ilgili hareketlerin solda önemsizleşmesi, Kürt ulusal gündeminin parçası haline gelerek sınıf ve ülke dinamiklerine yabancılaşmalarına neden olmuştur.
Sorun gerçekten siyasettedir. Kürt ulusal hareketinin kendi coğrafyasındaki ağırlığı, ister istemez sol örgütlenmelerin ve solculuğun da bölgede zayıf kalması sonucunu vermiştir. Ortada bir ayrışma var. Kürt siyasi hareketi Türkiye’de emekçilerin sınıf eksenli konumlanış ve çıkarlarıyla, ülkenin ilerici birikiminin seküler karakteristikleriyle, halkın genel yurtsever/anti-emperyalist duyularıyla mesafeyi açmış bulunuyor.
Tartışmamızın eksik kalan parçası, bu ayrışmanın Haziran’daki mesafelenmenin gerekçesi olarak gündeme alınması, ama tersi bir akıl yürütmenin mevcut olmamasında gözlemleniyor. Haziran Direnişi mesafenin veya ayrışmanın giderilmesi açısından neden bir fırsat, bir olanak olarak ele alınmaz? 8
Haksızlık etmeyeyim, Kürt siyasi hareketinden ortaklık mesajları da geldi. Örneğin BDP Eş Genelbaşkanı Gültan Kışanak 23 Haziran’da Meclis grubunda yaptığı konuşmada “Kürde demokrasi, Türke sopa olmaz! Kürde sopa, Türke demokrasi olmaz!” diye sesleniyordu. Çok doğrudur, ancak yetersiz kalmıştır.
Gelelim yaklaşık iki yıl sonra Kürt siyasetinin portföyüne eklenen altıncı ögeye.
Kürt hareketi Haziran Direnişinin geri çekilmesiyle açığa çıkan kimlik dinamikleriyle ve destekçi solla pozitif bir etkileşimi tesis etmiştir. Direniş günlerinde yine de kökleri bulunabilir bu yeni eklemenin: Park forumları. Forumlar kısa bir süre ham ve heterojen kitle katılımına sahne olabilmişse de, sol liberal bir oyun sahasına dönüşmekte gecikmedi. Ancak bir sosyal fenomen halini de alan “örgütsüz solculuk” halk direnişindeki en derin zaaf olan örgütsüzlüğün, kitlesellik tarafından affettirilebileceğini düşündü. Örgütsüz de oluyordu işte. Bu “akım” Haziran Direnişinin politik önderlik ve örgütlülük açığını kapatmayı değil, kendisini onun içinde eritmeyi önüne koydu. Oysa halk hareketi, bir kez daha örgütsüz haliyle kendiliğinden bir yükseliş yaşayamazdı! Sonuç olarak zaaf ülkenin en dinamik ve kitlesel hareketi olan Kürt siyasetiyle mecburi bir etkileşime daha fazla girdi. Kimlik siyaseti-toplumsal hareketler-radikal demokrasi kavramlarından bir bütünlüğün oluşması mevcut duruma gayet uygundu.
İçi tutarsız olsa da oluşan bütünlük, sınıfsal ve devrimci sol geleneğin üstünde büyük bir basınç oluşturmuştur. 2015 Haziran seçimlerinde solda Kürt siyasetinin kapsadığı kimliklerin parlamenter temsilinin ötesinde bir sosyalizm hedefinin gereksiz olduğu düpedüz deklare edilmiştir.
Bu basınca direnen ve konumunu sosyalizm programı ve hedefiyle gerekçelendiren biricik akım Komünist Parti oldu. Erken seçimlerde HDP iki yıl öncenin halk hareketiyle kendisini ilişkilendirme çabalarını sürdürdü. Bu eklemlenmeler tartıştığımız çelişkileri ortadan kaldırmak için herhangi bir zemin temizliği yapılmaksızın gerçekleşiyor. HDP darbeye zemin hazırladığı için zamanında uzak durduğu bir kendiliğinden hareketten unsurları ayıklamış ve devşirmiş oluyor.
2015 yazında Kürt siyasetinin Türkiye ilericiliğiyle ilişkisi Haziran alerjisinin tutarsızlığı üstüne bina edilmiş bulunuyor. Bu tutarsız yapının temelinde “çözüm sürecinin” AKP partnerliğinde yürütülmüş olması var.
Burada duramayız ve uluslararası boyuta geçmeliyiz. Ancak bir ara belirlemeyle kapatalım Haziran tartışmalarını: Kürt hareketinin “barış” üretme kapasitesi bulunmamaktadır.
Bir: Kürt siyasetinin AKP rejiminin dışında bir yol haritası henüz yoktur. 2013’de AKP’sizlik olasılığının belirdiği anda bir akıl dağılması yaşanmıştı. Önümüzdeki günlerde Kürt siyaseti AKP’siz bir siyasal tasarımın nereden, hangi güçle geleceğine, ne ölçüde “güvenilir” olduğuna bakacaktır. 9
İki: AKP kaçınılmaz çatışmaları yönetmek üstünden kendini kurgulayabilmekte. Kürt siyasetinin ancak bazı kanatları böyle bir kabiliyete sahiptir. Kürt hareketi, AKP gibi intikamcı ve militarist bir söylemle de tutarlılık inşa edemez. Bu durumda 2015 çatışma ortamı içinde bir “sürüklenme” görüntüsü vermiştir. Sürüklenen aynı zamanda “beklemede” demektir. Başka bir tasarımın beklenmesi…
Üç: Uluslararası boyut Kürt dinamiklerini emperyalist savaşın içine zaten yerleştirmiştir.
Washington’dan geçen çözüm
Diyarbakır’dan geçecek bir AB yolu kalmadı. İlle bir süreç bir yerden geçecekse, çözüm sürecinin Washington’dan geçtiğini söyleyebiliriz. Avrupa Kürt dinamikleriyle ilişkisindeki inisiyatif alanını çoktandır yitirdi. 2013 Ocak ayındaki Paris cinayetlerini Avrupa’nın oyunun dışına tamamen düşmesi çerçevesinde okumak da pekala mümkündür.
ABD ise üç ciddi Kürt siyasi geleneğinden Barzani hareketini geleneksel olarak kontrolünde tutuyordu. Irak’ın işgaliyle birlikte Ortadoğu’nun en oportünist akımı olarak ün salmış bulunan Talabani hem devlet başkanlığıyla onore edildi, hem “bağlandı”, hem de önemsizleşme yoluna sokuldu. Geriye Apocu gelenek kalıyor.
Çözüm süreci Kürt siyasetlerinin, Türkiye’deki Kürt nüfusu göz önüne alınırsa, en geniş potansiyel tabana sahip olan bu üçüncü damarına yönelik bir Amerikan müdahalesidir. Kuşkusuz bu müdahale dar anlamda bir siyasi hareketle sınırlı değildir. Ortadoğu’da emperyalist yeniden yapılanmada genel olarak Kürt faktörünün “kazanılması” PKK’yi ihmal ederek gerçekleştirilemezdi.
Bu aynı zamanda Türkiye’nin Birinci Cumhuriyet problematiğinden “özgürleştirilmesini” gerektiriyordu. Milliyetçi çerçevenin kalkması, diğer yandan çözümün demokratikleşme olarak aklanması için de gerekliydi. Zaten demokratikleşme imajı, 2003’te ABD’nin askeri müdahalesinin aksesuarı olan “diktatörlük tasfiyesi” sosuyla sağlanamazdı. Emperyalist işgalin maliyeti bu cılız demokrasi iddiasıyla karşılanamazdı. Kürt sorununun çözümüne atıfta bulunmak zorunluydu.
Bütün bunlarda aslında büyük icatlar yok. World Security Network, Dünya güvenlik ağı adlı kurumsal sitede 2011’de yayınlanan bir söyleşiye değineceğim. Yazar Dieter Farwick eski Alman subayı, savunma bakanı. Eski NATO Genel Sekreteri (1988-1994) Manfred Woerner’e yakın bir isim. Diğer koltuklarda KCK Yürütme Konseyi üyesi Zübeyir Aydar ile İran PJAK başkanı (Kürdistan Özgür Yaşam Partisi) Rahman Hacı Ahmedi oturuyor. 10
Bu eski görüşmede ABD ve Batının desteğiyle Irak’ta uçuşa kapalı hava sahası oluşturulmadığı sürece Kürtlerin yeni bir konuma geçmelerinin mümkün olamayacağı saptanıyor. Ahmedi, komşu ülkelerin müdahalesi engellendiğinde demokrasinin inşa edilebileceği ve bölge için bir model oluşturulabileceği görüşünde. Aydar ise Kürtlerin çoğunlukla Müslüman olmakla birlikte, Kürt siyasetinin seküler karakter taşıdığının altını çiziyor. Türkiye’de eski Hizbullah’ın ve Irak’ta El Kaide’ye bağlı örgütlerin Kürtleri baskı altına aldığını anlatıyor. Saddam’a karşı savaşan Kürtlerin “iyi Kürt”, Türkiye’ye karşı mücadele edenlerin ise “kötü Kürt” sayılmasını çifte standart olarak eleştiriyor: “Beklentimiz Batının çifte standardı terk etmesi ve Kürtlerin özgürlük mücadelelerini ve barışçıl çözümü desteklemesidir.”
Öcalan geleneğinden gelen hareketlerin, dönemin ABD çizgisiyle aralarındaki kısmi uyumsuzluk demokrasi tartışmalarıyla değil, dinsellik faktörüyle ilintilidir. Seküler karakterli Kürt siyasetinin “çözüm” doğrultusunda dönüştürülmesine ihtiyaç vardı. Öcalan’ın “bin yıllık İslam kardeşliği” vurgusu bu açıdan bir niyet deklarasyonudur. Ancak beyanların pratikte geçerlilik kazanması mekanik bir işlem olamaz. ABD, Arap Baharı duvara çarpana kadar Ortadoğu’yu “ılımlı İslam” üstünden fethetmeyi projelendiriyordu.
Kürt siyasal alanının, Hizbullah/Hüda-Par, Barzani/Kürt burjuvazisi, yerel mülk sahipleri/dinsel yapılar/AKP bağlantıları gibi unsurları da içerdiği düşünülürse, Öcalan-PKK çizgisi niyetlerden bağımsız olarak başka bir kulvara yerleşmektedir. Kürt ulusal hareketi bugüne dek, HDP’nin 2015 seçim kampanyasındaki performansına karşın, İslam başlığında ancak “tabanın dini duygularını anlamalıyız” noktasına gelebilmiştir.
İşte son konjonktürde tam da bu durum değişti ve 2014-15 itibariyle Kürtler ABD’nin biricik dostu haline geldi:
“… Halk Savunma Birliklerinin IŞİD’le karşı karşıya gelmesi durumunda, ABD yardımda bulunmakta tereddüt göstermemelidir. Türkiye itiraz etse bile Washington’un Esad’a muhalefetinde ve Sünni aşırılarla savaşında PYD’ye kucak açması gerekir. Sözde ılımlı Suriye muhalefeti bir efsanı. Suriye’de Batı’nın dostları az sayıda ve nadirdir.
“Amerika’nın Irak’taki en iyi ve biricik dostu Kürtlerdir. Washington gerçekliği temel alan beklenmedik durum planları geliştirmeli ve olayların önünden gitmelidir. Birleşik Devletler düşmanlarını ödünlerle yatıştırmak yerine dostlarını desteklemelidir. Kürtler ‘dağlardan başka dostumuz’ yok derler. Irak’ta ve Suriye’de, bugün, Birleşik Devletlerin Kürtlerden başka dostu yoktur.” 11
Yazarın, kulisleri bayağı karışık durumdaki Washington’da başat eğilimi yansıtıp yansıtmadığı ayrı tartışma. ABD’nin çok sık aralıklarla stratejisini gözden geçirmesi hegemonya krizinin içinde bir de yönetim krizinin boy attığını gösteriyor olabilir. Ancak bu gözlemler bizim konumuzu etkilemiyor. Kürt siyaseti bütün kollarıyla ABD’ye angaje görünüyor. Yukarıda değinilen “beklenti”nin adresi ABD’den başka bir yer değildir.
Söylemeye gerek var mı, bilmem; Amerikan angajmanı pratik ve politik olarak “dost ateşi”ni de içerir…
Çözüm sürecinin tarafı kim?
Kürt hareketi AKP ve/veya Erdoğan’ın çözüm sürecini bırakıp ‘90’lara döndüğünü (veya Erdoğan’ın ifadesiyle buzdolabına kaldırdığını) dile getiriyor. Bu tarifin “masaya geri geldikleri takdirde müzakerelere dönüleceği” ekiyle birlikte bir gerçekliği anlattığını kabul edebiliriz.
AKP’nin sahada, siyasi iktidar olarak, pozitif veya negatif aktif taraf olduğu açık olsa da, sürecin asıl sahibini başka yerde aramayı öneririm. Bu, Amerika Birleşik Devletleri’dir ve AKP’nin konjonktürel dalgalanmaları master planın altındaki detaylardır. AKP aktif taşerondur. Öyle ki, ABD’nin ılımlı İslam’a yatırım yaptığı dönem boyunca AKP’nin Kürt toplumu içinde kendine dinci, piyasacı ve -Hizbulkontrayı legale çıkartıp partileştirerek- radikal dinci taban yaratmaya çalışması master planla çelişmemektedir. Yine bu çerçevede PKK’ye göre İslam’a daha yatkın olan Barzaniciliğin Türkiye’de örgütlenmesinde de AKP tolerans göstermekten daha fazlasını yapmıştır. Kuşkusuz çözüm sürecinin bir tarafı PKK-HDP’dir. Ancak bu hareketin fazla büyümesine ve Kürt siyasetinde tekelleşmesine çelme takılması müzakerelerin bir parçasıdır ve ABD’nin bölge programıyla uyumsuz değildir.
Kürt ulusal hareketinin AKP ile inişli çıkışlı ilişkisi bu nedenle yalıtık bir eleştiri konusu olmamalıdır. Tersinden “muhalefet”in özellikle Kürt sorunu başlığında AKP hedefine odaklanması da aynı tuzağı barındırıyor. AKP’ye karşı sert ve uzlaşmaz tutumların öne çıktığı örnekler Amerikancılığı örtmeye hizmet etmektedir.
2015 yaz aylarındaki savaş ortamının derinleşerek kırılması geçerli emperyalist planla uyumlu değil. Dengelerin ve buna bağlı olarak Amerikan politikasının fazla sık değiştiği bir bölgede verili planın süresini tayin etmek çok zor olmakla birlikte, aslında diyebiliriz ki, çözüm süreci kan banyosunun içinde de sürmüştür.
YENİ DURUM, YENİ DİZİLİM 12
10 Ekim yeni bir durumdur. Türkiye siyaseti büyük tarihsel dönemeçleri hiç sessiz sakin almadı. Kansız dönüşüm hatırlıyor musunuz?
Bu ülkede kanın boşa dökülmesi bireysel bir durum olabilir ancak. Kanı dökülen taraf farkında olsun olmasın, yaşadığımız şiddet mutlaka ve mutlaka bir anlama oturur. Böyle bir şiddet ülkesinde bu söylenenin örneklerini herkes kendisi bulabilir. Lafın bu kısmını uzatmayayım.
10 Ekim yeni bir durumdur. Dün Kemal’in (Okuyan) yazdığı gibi… Basit açıklamalar tarihselliğe en fazla teğet geçer. Bu sefer de öyle oluyor.
Erdoğan dahil olmak üzere AKP’nin sorumluluğu… bu genel geçer bir doğru. Ama teğet geçiyor.
“HDP’yi kriminalize etmek ve oylarını baskılamak.” Bombadan o sonuç alınamaz ki. AKP’liler hemen bu fikri sahiplendikleri için olup bitenle bir teğet durumu oluyor tabii…
Milliyetçi zırvalığın doruk noktası olarak “Türkiye’yi terörle mücadeleden vazgeçirmek.” Zırvalıktır, ama bir noktadan o bile teğet geçer tabii ki. Herkes biliyor, ABD’nin Ortadoğu’da Kürt faktörüne yatırım yaptığını. Daha doğrusu ta Birinci Körfez Savaşında Kürt faktörünü nüfuzuna geçirmek yönünde kritik bir adım attıktan yıllar sonra elinde neredeyse başka bir reel kazanım kalmadığını. Dolayısıyla onu da Ankara’daki meczuplara yedirecek değil. Yani teğet…
Bunu da uzatmayayım… Denir ki, olay kimin işine yarıyorsa zanlıyı orada aramalı… Doğru mantık. Ama bir teorik akıl yürütmeniz yoksa bu arayışta IŞİD’e takılıp kalabilirsiniz. Bölgede böyle bir kitle eylemi için canlı bomba ihalesi açsanız IŞİD kazanır! Ama orada takılmak tuzaktır. IŞİD ne ki?
O halde adım adım büyük resmi görmek üzere açı değiştirmelisiniz. 10 Ekim Türkiye’nin yönetilebilir olmadığının ilanıdır. AKP seçimde kutuplaştırma politikasıyla, baskıyla, hileyle, şunla bunla oylarını biraz artırıp yine hükümet kuracak hale gelir mi? Artık bir önemi yok. Yeni bir durum var, ilan verildi çünkü. Kanla…
Geçenlerde MHP bu kez seçimden sonra hükümet sorumluluğunu üstleneceğini açıkladı. Boş ve geç bir laf. MHP’yle mi Türkiye yönetilir hale gelecek? Faşizmin kapatacağı bir boşluk mu var, bu yönetememe krizinde?
Yönetememe krizine devrimciler bir devrimci imkan olarak bakarlar. Türk solu ve Kürt hareketi baktıkları yerden ancak seçim tarihini görebiliyorlar. O kapsamda KCK’nın çatışmasızlık kararı akıllıca bir taktik kuşkusuz. Ya sonra?
Sonrasında Kürt hareketi ve Türk solunun bir stratejisi var mı?
Stratejinin değilse de sürecin mantıksal çıktılarını bazen en cesurlar, bazen de en akılsızlar ifade etme fırsatı buluyor. Kürt hareketi-Türk solu için bu kişi 8 Ekim’de kendini belli etti: “Seçim sonuçlarına razı olun. O zaman ‘dikta’ ve ‘darbe’ ihtimalleri ortadan kalkar, Türkiye’yi selamete taşıyacak olan HDP’li bir ‘büyük koalisyonun’ yolu açılır.”
Bu satırları yazan ve cesur olmadığı açık olan Veysi Sarısözen’in 10 Ekim itibariyle bir daha insan içine çıkamaması gerekir. Göreceksiniz, hiç de öyle olmayacak; mutlak bir stratejisizlik içinde Kürt siyaseti, seçim hükümetine önce girip sonra çıktığı gibi yalpalayıp duracak. Sarkaç iki de bir “büyük koalisyon”u gösterecek. Büyük olsun da, AKP’yle mi CHP’yle mi, ikisiyle mi birden, fark etmeyecek!
10 Ekim yönetememe halinin ilanıdır ve 10 Ekim büyük bir dönüşümün habercisidir.
Ne zaman nerde bu kadar kan aksa, devrimcilerin dışında kimsenin karşı duramayacağı ultra-liberal bir dalga patlar: Siyaset tatil denir, şimdi “birlik” zamanı. Yani somut olarak, kapitalizmin çarklarının içinde hareket edemeyeceği kadar politize olan Türkiye’yi aptallaştırmanın zamanı.
Düzen soruyor: Nasıl yaparız da AKP’li yılların kazanımlarına dokundurmadan çarkları döndürürüz? Emperyalizm soruyor: Nasıl ederiz de Türkiye’nin barındırdığı ve AKP’nin açtığı imkanları koruyarak toprağı biraz soğutabiliriz? İcabında yeniden ortalığı yangın yerine çevirtmek için…
Birlikçi, sınıf işbirlikçi, liberal, akılsız mı akılsız, kandan ürkmüş ve sinmiş, ama kendisini dönüşümün parçası addederek zevahiri kurtarmış bir “şey”e ihtiyaçları var. Sol böyle bir şey olsun istiyorlar. Bu isteğin gerçekçi sayılması için elde çok veri var. Sosyalist bilinen vekilleri, gazetecileri, sendikacıları falan geçirin hafızanızdan, anlayacaksınız ne kast ettiğimi!
Yeni bir durum var ve ciddi olunursa bu dalgadan sola doğru bir çıkış yakalanabilir. Yeni durum bir düğümden geçerek şekillenmek zorunda. O düğüm ciddi ve cesur bir işçi sınıfı devrimciliğinin yeniden sağlam koordinatlara yerleştirilmesi için de elverişli bir uğrak anlamına gelecektir.
İşimiz bu anlamı örgütlemektir. Türkiye’de yönetilemeyen şu veya bu detay değil, sömürü düzeninin ta kendisi. Solun koordinatlarını sosyalist bir geleceğe yerleştiren, solda yeni bir dizilimi hazırlayan, yeni duruma da zannedilenden çok daha güçlü girecektir.
Dipnotlar
- Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, İstanbul, Küre yayınları, 2001.
- Ahmet Türk, “Öcalan’ın Gezi Konusunda Bize Eleştirisi Oldu”, Ezgi Başaran söyleşisi, Radikal, 29 Temmuz 2013, http://goo.gl/EagMx4, Erişim tarihi: 7 Ekim 2015.
- Esra Çiftçi, “Gezi Direnişi ve Kürtler”, 5 Eylül 2013, http://goo.gl/s3qi0G, Erişim tarihi: 7 Ekim 2015.
- Selahattin Demirtaş’tan aktaran Alper Görmüş, “Kürtler Gezinin Neresinde?”, Aktüel, 16 Ağustos 2013, http://goo.gl/8YOSku, Erişim tarihi: 7 Ekim 2015.
- Cemil Bayık, “Cemil Bayık’tan Özeleştiri: Gezi’de Hata Yaptık, Eylemlere Katılmakta Tereddüt Etmek Doğru Olmadı!”, 30 Ağustos 2013, http://goo.gl/pP8LnV, Erişim tarihi: 7 Ekim 2015.
- Veysi Sarısözen, “Gezi Çözüm Süreci için, Çözüm Süreci Gezi için”, Özgür Gündem, 24 Haziran 2013, http://goo.gl/eP7zXM, Erişim tarihi: 20 Aralık 2013.
- İrfan Aktan, “Gezi Direnişi ve Kürtler, ‘Gezi’nin’ Ulusalcı Kanadı ve Barış İmkânı”, 27 Haziran 2013, http://goo.gl/N12Pvq, Erişim tarihi: 7 Ekim 2015.
- Haziran Direnişinin ilk günlerinde günlük gazete soL’da yazdıklarımı hatırlatmak ihtiyacı hissediyorum: “Sol ve sağ liberallerin uzanamadıkları ciğere mundar demelerini anlarım. Kürt siyaseti ise bu kaygıları bir kenara bırakmalıydı. Kitle hareketinde yeni bir ittifak stratejisinin olanakları gizli çünkü. Kitlelerin AKP’den soğumasında Kürt sorunundaki gelişmeler de rol oynadı. ‘Hükümetin Kürtlere taviz verdiği’ fikri ‘Türkler’de yaygın. Ancak eylem dalgasının sol, anti-faşist, seküler, ilerici, halkçı karakteri bu fikrin öne çıkmasına engel olmuştur. Kürt hareketi AKP’ye karşı direnenlere yanlarında olduğunu hissettirdiğinde, Türk ve Kürt halklarının arasındaki mesafelerin hızla kapanması mümkündür. Bu, AKP’ye can simidi atmaktan daha gerçekçidir! Mücadele kardeşliği gibisi yoktur…”, soL Gazetesi, 7 Haziran 2013, http://goo.gl/HzCuHX, Erişim tarihi: 7 Ekim 2015.
- HDP yöneticileri AKP ile koalisyon kapısını aralık tutan veya tamamen kapatan açıklamalar yapabiliyorlar. Bu “reel politika” oluyor ve sorulduğunda “dün dündü bugün bugün” yanıtını alabiliyorsunuz. Bu durumda Veysi Sarısözen’in 8 Ekim tarihli yani Ankara bombasından iki gün önce Özgür Gündem’de yayınlanan yazısı önem kazanıyor. Yazının son satırlarını aktaracağım: “Orduyu Kandil semalarından, jandarmayı ve polisi Kürdistan sokaklarından kışlasına, karakollarına gönderin, Sandıklardan elinizi çekin. Seçim sonuçlarına razı olun. O zaman “dikta” ve “darbe” ihtimalleri ortadan kalkar, Türkiye’yi selamate taşıyacak olan HDP’li bir “büyük koalisyonun” yolu açılır..” Normal koşullarda bu kişinin Ankara’da bomba patladıktan sonra gazeteciliği, yazarlığı bırakmış olması gerekir.
- Dieter Farwick, “The Kurds: one nation in four countries”, http://goo.gl/qMdGVv, Erişim tarihi: 7 Ekim 2015.
- Phillips, David L., Kurdish Spring: A New Map of the Middle East, Piscataway, NJ, USA: Transaction Publishers, 2015. ProQuest Library, s. 235.
- 12 Ekim 2015 günü soL Haber Portalı’nda yayınlanan köşe yazısıdır.
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/aydemir-guler/yeni-durum-yeni-dizilim-132485