Türkiye’nin Tasarruf Hikayesi: “Denize Varmayan Irmak”

Son yıllarda Türkiye ekonomisine ilişkin yürütülen tartışmaların en fazla odaklandığı konulardan biri yurtiçi tasarrufların düşük düzeyi ve tasarrufları artırma gereği. Yurtiçi tasarrufu en genel ifadeyle ülke içinde yaratılan gelirin tüketime harcanmayan kısmı olarak tanımlamak mümkün. Yurtiçi tasarruflara yapılan vurgunun nedeni, tasarrufların yatırımlar ile bağlantısı. Herhangi bir ekonomideki yatırımlar yurtiçi tasarruflar ve dış tasarruflar ile finanse edilir. Yurtiçi tasarruf düzeyinin düşük olması durumunda ya yatırım düzeyinin de düşmesi ya da yatırımların iç kaynakları aşan kısmının dış kaynaklar ile finanse edilmesi gerekir. İkinci durumda ekonominin kullandığı dış kaynak kadar cari işlemler açığı ile karşılaşması yani dış açık vermesi söz konusu olur. Türkiye ekonomisi de 2000’lerin başından bu yana giderek artan oranda cari işlemler açığı veren bir ülke konumundadır ve bu durum Türkiye ekonomisinin “kırılganlık” listelerinde üst sıralara yerleşmesine neden olmuştur. Bununla birlikte, yüksek dış açıklara rağmen yatırım oranı da oldukça vasat bir görünüm sergilemiş, tasarruflar bir türlü yatırıma varamamıştır.

Öncelikle, tasarruf konusundaki tartışmaların küresel kriz sonrasında yoğunlaştığını ve tartışmayı yürüten aktörlerin ekonomi bürokrasisinden uluslararası kuruluşlara, oradan işveren çevrelerine uzandığını belirtmek gerekiyor. Yurtiçi tasarrufların büyümenin sürdürülmesi açısından kritik rolü ilk olarak Dünya Bankasının Türkiye için hazırladığı 2011 yılı ülke ekonomik raporunda kapsamlı bir şekilde ele alındı1. Benzer şekilde 2011 yılından itibaren, IMF’nin ülke ekonomilerini izleme faaliyeti çerçevesinde Türkiye için hazırladığı 4. madde raporlarında da konu defaten vurgulandı2. Uluslararası kurumların tasarrufların düşük seviyesi ve tasarrufları artırma gereğine yaptığı vurguların ilerleyen dönemlerde ulusal politika belgelerinde de geniş yer bulduğunu görüyoruz. 2014-2018 dönemi için genel politika çerçevesini çizen Onuncu Kalkınma Planı da tasarruf-yatırım açığını cari işlemler açığının arkasındaki asıl dinamik olarak ele alıyor ve tasarrufların artırılmasını temel makroekonomik hedeflerden biri olarak belirliyor3.

Bu tartışmaların doğal uzantısı da tasarrufları önemli ölçüde gerileyen hanehalklarını daha fazla tasarruf etmeye davet etmesi oluyor. Bir başka deyişle geçtiğimiz yıllarda gelirlerine kıyasla tüketimlerini daha hızlı artıran hanehalklarına kemer sıkma vaktinin geldiği hatırlatılıyor.

Bu yazıda Türkiye’de tasarrufların tarihsel seyrine, tasarruflardaki gerilemenin uluslararası sermaye hareketleri ile bağlantısına, bankacılık sektörünün bu alandaki aracılık rolüne ve sonuç olarak hanehalklarının mali sistemle eklemlenme süreçlerine değinilecek. Bu boyutlarıyla tasarruf konusu AKP’nin ekonomi politiğini çözümlemek açısından kritik bir konu olarak ele alınacak.

Yurtiçi Tasarrufların Seyri

Yurtiçi tasarrufu en genel ifadeyle ülke içinde yaratılan gelirin tüketime harcanmayan kısmı olarak tanımlayabiliriz. Yurtiçi tasarruflar kamu kesimi ve özel kesim tasarruflarının toplamından oluşuyor. Özel tasarruflar ise şirketler kesimi tasarrufları ile hanehalklarının tasarruflarının toplamını ifade ediyor.

Yurtiçi tasarrufların seyrine baktığımızda toplam yurtiçi tasarrufların GSYH içindeki payının sermaye hareketlerinin serbestleştirildiği 1989 yılından 1998’e kadar yüzde 25 civarında bir seviyeye sahip olduğunu, daha sonra hızla gerileyerek 2003 yılından küresel krize kadar yüzde 15’in hemen üzerinde tutunduğunu ve 2009 yılından itibaren ise yüzde 15’in de altına indiğini görüyoruz. Bu haliyle yurtiçi tasarruf oranları serbest düşüş görüntüsü içindedir.

Şekil 1. Yurtiçi Tasarrufların GSYH İçindeki Payı (%)
Kaynak: Kalkınma Bakanlığı – Ekonomik ve Sosyal Göstergeler

 

Ancak bütün bu dönem boyunca yurtiçi tasarruf oranlarındaki gerilemenin dinamiklerinin aynı olduğunu söylemek mümkün değil. İncelediğimiz zaman dilimi, en genel hatlarıyla iki döneme ayrılarak analiz edilebilir.

İlk Dönem: Tefeci faizleri nedeniyle kamu tasarruflarının çöküşü

İlk dönem olarak değerlendirebileceğimiz 1989-2001 döneminde yurtiçi tasarruflardaki gerileme esas olarak kamu tasarruflarının gerilemesinden kaynaklanmıştır4. 1989 yılı bir taraftan sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesini diğer taraftan da 12 Eylül emek rejiminin sonunu ifade etmektedir. 24 Ocak kararlarıyla gündeme gelen ihracata dayalı büyüme modeli emeğe saldırı zemininde kurgulanmış ve bu dönemde reel ücretler büyük ölçüde aşındırılmıştır. 1989 Bahar eylemleri ile işçi sınıfının kamu işçilerinin öncülüğünde yürüttüğü mücadelenin siyasi olduğu kadar önemli ekonomik sonuçları da olmuştur. Sürecin en önemli ekonomik sonucu kamu işçileri ve kamu emekçilerinin reel ücretlerindeki artıştır. Kamu emekçilerinin reel ücretlerindeki artışlar personel giderlerinin bütçe içerisindeki payının artmasına sebep olmuş, ancak harcamalardaki bu artış vergi gelirlerindeki bir artışla karşılanmamıştır. Burada devletin sermaye kesiminden “vergi almama” tercihi belirleyici olmuştur. Aynı yıl serbestleştirilen sermaye hareketleri, bütçe idaresi açısından ek olanaklar sağlamıştır. Bu tarihe kadar oldukça sınırlı bir kaynak olan iç borçlanma zaman içerisinde bütçe açıklarının finansmanı açısından en kritik unsur haline gelmiştir.

1980 yılından itibaren faiz oranları üzerindeki devlet kontrolünün kalkmasıyla başlayan finansal serbestleşme, sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi ve Türk lirasının konvertibilitesinin sağlanmasıyla tamamlanmış ve bu sayede bankacılık sektörü yeni bir fonksiyonla donanmıştır. Yurtdışından temin edilen krediler Hazine’ye borç verilmekte ve bu ticaretten önemli karlar elde edilmektedir. Ancak borçlanma faiz oranlarının serbest piyasada belirlendiği bu ortamda kamunun borçlanma maliyeti giderek artmaktadır. Çiller hükümetinin iç borçlanma maliyetlerini düşürmeye yönelik hamlesi, sermaye çıkışlarını tetikleyerek 1994 krizi ile sonuçlanmıştır.

1994 yılından itibaren oluşan bütçe açıklarının, kamu emekçilerinin yukarıda sözünü ettiğimiz kazanımlarıyla ilgisi yoktur. Krizle birlikte ücretler yeniden aşındırılmış ve personel harcamalarının GSYH içindeki payı 2012 yılına kadar 1992’deki seviyenin altında kalmıştır. 1994 krizinden sonra olan şey, piyasada oluşan aşırı yüksek reel faizler nedeniyle bütçeden iç borç faiz ödemelerine ayrılan payın giderek artması ve pratikte bütçenin bir faiz ödeme aracı haline gelmesidir. 1992 yılından 2004 yılına kadar (2001 istisnası dışında) reel faiz oranları yüzde 10’un üzerindedir. Ayrıca bu sürecin altı yılında reel faizler yüzde 20-30 aralığındadır. Hiçbir ekonominin böyle bir faiz yükünü sürdürmesi mümkün değildir.

Şekil 2. Devlet İç Borçlanma Reel Faiz Oranları (%)

Kaynak: Hazine ve Kalkınma Bakanlığı verilerinden hesaplanmıştır.

 

Bu dönemde vergi gelirlerinin önemli bir kısmı faiz ödemelerine ayrılmış ve 2001 yılı itibariyle iç borç ve dış borç faiz ödemelerinin toplamı vergi gelirlerini aşmıştır. 1989 yılında yüzde 1,7 olan iç borç faiz ödemelerinin GSYH içindeki payı, 1994 yılında yüzde 4,5’e ulaşmış, daha sonra da yıldan yıla artarak 2001 yılında yüzde 15,6’ya dayanmıştır. Bu durum kamudan Hazine kâğıtlarını elinde tutan sermaye kesimlerine muazzam bir kaynak aktarıldığı anlamına gelmektedir.

Böylesi bir cari transfer yükü altında kamu tasarruf oranı 1988 yılındaki yüzde 5,1 seviyesinden, 2001 yılında yüzde -7,1 seviyesine gerilemiştir.

90’lı yıllar sermaye açısından tipik bir paradan para kazanma dönemidir. Bu mekanizmadan yalnızca yerli bankalar muazzam karlar sağlamamış, aynı zamanda finans-dışı şirketler de devlet iç borçlanma senetlerine (DİBS) yatırdıkları paralar sayesinde faaliyet dışı gelirlerini önemli ölçüde artırmışlardır. Bu dönemde faaliyet dışı gelirlerin sanayi kesimi için dahi karların ana unsuru haline geldiğini söylemek mümkündür5. Sürecin diğer kazananı ise hem yerli bankacılık kesimini fonlayan hem de doğrudan devlet iç borçlanma senedinde tuttukları kaynaklardan nemalanan yabancı sermayedir.

2001 yılına kadar süren ilk dönemde, yüksek reel faizler nedeniyle özel tasarruf oranları yüzde 20-25 aralığında dalgalanmış ve durağan bir seyir izlemiştir. Bu tasarruf oranları benzer gelir düzeyindeki ülkelerle karşılaştırıldığında makul seviyelerdedir. Ne var ki son derece istikrarsız bir makroekonomik ortamın hâkim olduğu ve devlete borç vererek risksiz yüksek karlar elde etmenin mümkün olduğu bu dönemde özel tasarruflar fiziki yatırımların finansmanına yönelmemiştir. 90’lı yıllar boyunca özel sektör yatırımları özel tasarrufların gerisindedir.

Kamu açıklarının finansmanının oldukça karlı bir iş haline geldiğinin bir diğer kanıtı bu dönemde hızla artan banka sayısıdır. 1980 yılında yirmi sekiz olan toplam mevduat bankası sayısı, 1993 yılında elli dokuza, 1999 yılında da altmış üç banka ile zirvesine ulaşmıştır. Benzer şekilde 1980 yılında on sekiz olan özel sermayeli yerli bankaların sayısı, 1997 yılında otuz altıya yükselmiştir. Bu bankaların büyük bir kısmı ya grup şirketlerini finanse etmek üzere ya da iç borçlanma mekanizması ile özel kesime aktarılan kaynaklardan pay almak üzere kurulmuştur. Bu dönemde Kemal Uzan’dan Cavit Çağlar’a, Kamuran Çörtük’ten Halis Toprak’a kadar pek çok sermayedarın banka sahibi olduğunu ve bu bankaların önemli bir kısmının ilerleyen dönemde Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) bünyesine alınıp tasfiye edildiğini hatırlatmakta fayda var.

Şekil 3. Türkiye’de Faaliyet Gösteren Mevduat Bankalarının Sayısı6

Kaynak: Türkiye Bankalar Birliği verilerinden derlenmiştir.

 

Türkiye’nin de 1994 krizinde deneyimlediği üzere sermaye hareketlerinin serbestleştiği 90’lı yıllar ekonomik işleyişin kurallarının daha fazla uluslararası sermaye tarafından belirlendiği bir dönemdir. Sermaye hareketleri ve finans sektörünün ağırlık kazandığı bu dönemde mali disiplin ve dezenflasyon “iyi politika”nın ön şartı olarak ortaya çıkmaktadır. 90’lı yılların sonuna doğru sürdürülemez bir noktaya gelen kamu açıklarını kontrol altına almak ve yıllardır devam edegelen kronik-yüksek enflasyon sorununu aşmak üzere, IMF ile önce 1998 yılında bir Yakın İzleme Anlaşması imzalanmış, 2000 yılında ise IMF destekli bir “istikrar” programı uygulamaya konulmuştur. Program döviz kuru çıpasına dayalı bir dezenflasyon stratejisine sahiptir. Program çerçevesinde döviz kuru hedeflenen enflasyona endeksli olarak belirlenmiştir. 2000 yılının başlarında ekonomide oldukça iyimser bir hava esmiş ve kamunun borçlanma maliyetleri önemli ölçüde gerilemiştir.

Ancak enflasyon beklendiği ölçüde hızlı düşmediği oranda Türk lirası aşırı değerlenmeye başlamış, hızla artan ithalat nedeniyle cari açık önemli ölçüde yükselmiş ve bağlı kur rejimlerinde sıklıkla görüldüğü üzere, yıl sonuna doğru Türk Lirası spekülatif bir atakla karşılaşmış ve yabancı sermaye çıkışları hızlanmıştır. Yukarıda bahsettiğimiz, yurtdışından borçlanıp Hazine’ye borç verme faaliyetleri nedeniyle önemli ölçüde döviz pozisyon açıkları bulunan bankacılık kesimi 2000 yılının sonunda büyük bir krizle karşı karşıya kalmıştır. Böylece IMF programının ön hazırlığı olarak 1998 ve 1999 yıllarında bankacılık sektöründe başlayan konsolidasyon 2000-2001 krizi ile birlikte hız kazanmıştır. 1998-1999 yıllarında sekiz banka TMSF’ye devredilmiş, 2000-2002 yıllarında bu sayı 11 olmuştur. Bu süreçte TMSF’ye devredilen bankalar arasında Interbank, İktisat Bankası, Egebank, Sümerbank, Etibank, Demirbank, Toprakbank ve Pamukbank gibi bankalar bulunmaktadır. 1998-2002 döneminde bankacılık sektöründe yaşanan konsolidasyon tasarruf dinamiklerini inceleyeceğimiz ikinci dönem açısından önem taşımaktadır.

İkinci Dönem: Emekçi kesimlerin aşırı kredilendirilmesi ve özel tasarrufların çöküşü

2001 yılından itibaren yurtiçi tasarruflardaki gerilemenin dinamiklerinin tamamen değiştiğini tespit edebiliyoruz. İlk dönemde durağan özel kesim tasarruflarına hızla gerileyen kamu tasarrufları eşlik ederken, ikinci dönemde kamu tasarruflarının hızla arttığını ve özel kesim tasarruflarının ise hızla gerilediğini görüyoruz.

2000 yılında uygulanmaya başlayan IMF destekli istikrar programı 2001 yılında “muhteşem” bir krizle sonlandıktan sonra IMF ile yeniden masaya oturulmuş ve Kemal Derviş öncülüğünde hazırlanan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı, yine IMF desteğiyle, 2002 yılı Şubat ayında uygulamaya konulmuştur. Bu program da öz itibariyle 2000 istikrar programı ile aynı içeriktedir. İki programın da temel unsurları özelleştirmeler yoluyla kamunun ekonomideki rolünün azaltılması, mali disiplin politikalarıyla kamu borçlarının azaltılması ve enflasyonun düşürülmesidir. 2002 Kasım’ında iktidara gelen AKP de programı aynen uygulamaya devam etmiş, hatta 2005 yılında sonlanan program yeni bir stand-by anlaşması ile 2008 yılına kadar uzatılmıştır. Böylece 2000-2008 dönemi ekonomi politikalarının IMF gözetimi altında şekillendiği bir dönem olmuştur.

Özellikle 2002’den itibaren yürütülen programda mali disiplin baskısı aşırı derecede yüksektir. Bütçede yaratılan yüksek oranlı faiz dışı fazla yoluyla, astronomik faiz ödemeleriyle esasen çoktan ödenmiş olan kamu borçlarının geriletilmesi hedeflenmiştir. Bütçenin harcama tarafında hem yatırım harcamaları kısılmış hem de beklenen enflasyona endeksli bir ücret rejimi yaratılarak faiz dışı bütçe harcamalarının GSYH içindeki payı kontrol altında tutulmuştur. Kamuda uygulanan ücret rejimi büyük bir sermaye uzlaşısı ile özel sektörde de benimsenmiştir. Bütçenin gelir tarafında ise vergi gelirleri hızla artırılmıştır. Ancak vergi gelirlerindeki artış esas olarak tüketimden alınan vergilerin artırılmasına dayalı olduğu için emekçiler üzerindeki yükü daha da artırmıştır. 2002-2008 döneminde uygulanan program özelleştirme, ücret rejimi, vergi politikası, yatırım politikası gibi unsurları ile tam bir emeğe saldırı programıdır.

Kamunun mali disiplin uygulamaları, uluslararası faiz oranlarının ve bu dolayımla ülke içindeki faiz oranlarının nispeten gerilediği bir konjonktürle çakışmıştır. Bu sayede, 2001 yılında yüzde -7,1 olan kamu tasarruflarının GSYH içindeki payı 2006 yılında yüzde 4,2’ye kadar yükselmiştir.

Peki nasıl olup da böylesi bir programı yıllarca uygulayan bir iktidar partisi siyasi desteğini sürdürebilmiştir? Sorunun yanıtının iktisadi dinamikleri büyük oranda bu dönemdeki uluslararası ekonomik koşullarda yatmaktadır.

2000-2007 dönemi dünya ölçeğinde “sermaye akımı bolluğu”, “tasarruf bolluğu” gibi kavramlarla ifade edilen bir döneme denk gelmektedir7. Bu dönemde Türkiye’ye de önceki dönemlerde görülmedik büyüklükte bir sermaye akışı olmuş ve bu sayede, normal şartlarda finanse edilmesi mümkün olmayacak ödemeler dengesi açıkları finanse edilebilmiştir8. Yüksek getiri arayışı içinde olan uluslararası sermayenin bu dönemdeki öncelikli hedeflerinden biri bireysel tüketicilerdir.

Bu noktada bankacılık kesimindeki gelişmelere bir kez daha dönmekte fayda var. 2001 krizi sırasında bankacılık sektöründe yaşanan konsolidasyon ilerleyen yıllarda da devam etmiş, 2000 yılında yirmi sekiz olan yerli özel sermayeli mevduat bankası sayısı 2007 yılında on bire gerilemiştir. Buna karşılık 2000 yılında altı olan Türkiye’de kurulmuş yabancı sermayeli mevduat bankası sayısı 2007 yılında on ikiye yükselmiştir. Türkiye’de şube açan yabancı sermayeli bankalarla birlikte bu sayı on dokuza ulaşmaktadır. Bir başka deyişle, 2007 yılı itibariyle Türkiye’de faaliyet gösteren otuz dört mevduat bankasından on dokuzu yabancı sermayeli bankadır. 1998-2002 döneminde temizlenen zemin üzerinde yabancı sermayeli bankaların bankacılık sektöründeki ağırlığı belirleyici bir noktaya ulaşmıştır. Bankacılık sektöründeki konsolidasyonun 2007 yılı civarında tamamlandığını söylemek mümkündür. 2007’den sonra sektörün yapısında çok büyük değişiklikler olmamıştır.

Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı bankalar arasında, kredi portföyünde bireysel kredilere büyük ağırlık veren Citibank, HSBC gibi bankalar bulunmaktadır9. Yerli bankaların da hızla bu bankaları izlediği belirtilmelidir. 2002 yılından itibaren Türkiye’de çok hızlı bir kredi genişlemesi yaşanmıştır. 2008 finansal krizine kadar geçen dönemde hanehalklarına verilen kredilerde, özel sektöre verilen toplam kredilerde görülen büyük artışların da ötesinde bir tırmanış olduğu görülmektedir. Uluslararası piyasalarda faizlerin oldukça düşük olduğu koşullarda bankacılık kesimi yurtdışından yoğun olarak borçlanmış ve bu şekilde temin edilen kaynaklar içeride krediye dönüştürülmüştür.

2007 sonunda 2002 sonuna kıyasla mevduat bankalarının mali olmayan şirketlere kullandırdığı krediler 5,3 katına, hanehalklarına kullandırdığı krediler ise 13,9 katına çıkmıştır. Ayrıca, kredi kullanımının düşük gelirli hanelerde yoğunlaştığı görülmektedir10. Ücretlerin baskılandığı bir ortamda krediye erişimi artan emekçiler tüketim ihtiyaçlarını daha fazla borçlanarak karşılamak durumuyla karşı karşıya kalmıştır. Ancak buna karşılık tüketim harcamaları GSYH büyümesinden daha hızlı artmış ve kredi genişlemesi reel ücretlerdeki durgunluğu telafi eden bir mekanizma olarak çalışmıştır. Borçlanma her ne kadar emekçilerin gelecek gelirlerinin ipotek altına alınması anlamına gelse de, kısa vadede bir rahatlama yaratmıştır.

Özetle 2000-2007 dönemi Türkiye için el parasıyla hovardalık dönemidir. Bu dönemde özel kesim tasarrufları dramatik bir biçimde gerilemiş, hızlı bir tüketim artışı yaşanmış, tüketim artışları giderek daha fazla borçlanmayla finanse edilmiş, bu nedenle hem hanehalklarınn bankalara olan borçları hem de bankaların yurtdışına olan borçları önemli ölçüde artmıştır. 2002 yılında yüzde 23,4 olan özel tasarrufların GSYH içindeki payı, 2006 yılında yüzde 12,4’e gerilemiştir. Bu tasarruf oranı herhangi bir ölçüte göre son derece düşük bir orandır.

Bu dönemde özel kesim tasarruf oranlarındaki gerilemede hanehalkı tasarruflarındaki gerileme belirleyici olmuştur. Nitekim Türkiye’de özel kesim tasarrufları içinde hanehalkı tasarrufları ağırlıklı bir paya sahiptir.

Şekil 4. Özel Kesim Tasarruf Oranlarının Kırılımı

Kaynak: Özel kesim tasarruf oranları: Kalkınma Bakanlığı, Hanehalkı tasarruf oranları:
Ercan Uygur, “Türkiye’de Tasarrufların Seyri ve Etkileyen Bazı Unsurlar”, TEK Çalışma Tebliği, 2012/108.

 

Hanehalkları tasarrufları gelir grupları bazında incelendiğinde ise ortaya emekçi kesimler açısından dramatik bir tablo çıkmaktadır. En yoksul yüzde 20’lik dilim (1. Yüzde 20) dönem boyunca negatif tasarruf oranlarına sahiptir. Bu grubun tasarruf oranları yüzde -50 ile yüzde -20 arasında dalgalanmaktadır. Bunun anlamı, bu kesimin tüketimlerinin büyük bir kısmını sürekli olarak dışarıdan buldukları kaynaklarla karşılamak durumunda kalmasıdır, gelirleri tüketimlerinin çok gerisindedir. Aynı durum biraz daha hafif şiddette olsa da bir üst gelir grubu için de geçerlidir. Üçüncü yüzde 20’lik dilim ise gelir düzeyi ile tüketimlerini ancak karşılayabilmekte, hemen hemen hiç tasarruf edememektedir. Bu dönemde hanehalklarının tasarruf oranlarındaki gerilemenin bütün gelir gruplarına yaygın bir durum olduğu da görülmektedir. Hanehalklarının kullandıkları kredilerdeki hızlı artış bu tablonun tamamlayıcı bir unsurudur.

Şekil 5. Gelir Gruplarına Göre Hanehalkı Tasarruf Oranları (%)

Kaynak: Ercan Uygur, “Türkiye’de Tasarrufların Seyri ve Etkileyen Bazı Unsurlar”, TEK Çalışma Tebliği, 2012/108.

 

Ancak bu dönem ekonomi politikaları bütünüyle IMF gözetiminde belirlendiği halde, sonraki dönemde olduğu gibi uluslararası kuruluşların Türkiye’ye düşük tasarruflar konusunda uyarılar yaptığını görmek pek mümkün değildir. Küresel kriz öncesi iyimserlik ortamında herkes borcun borçla çevrildiği bu konjonktürün devam edeceğinden emin gibidir.

2008 yılında başlayan küresel finansal kriz büyük oranda ABD’de de benzer dinamiklerin işlemiş olmasının bir sonucudur. Orada da ücretler çok uzun zaman baskı altında tutulmuş, 2000’li yıllar boyunca hanehalkları aşırı derecede borçlandırılmış, sonunda eşik-altı ipotekli konut piyasasında başlayan kriz hızla dünya ölçeğine yayılmıştır. Başta ABD olmak üzere emperyalist merkezlerin krize verdikleri yanıt esas olarak piyasaya milyarlarca dolar pompalanması yoluyla finansal tıkanıklıkların aşılmaya çalışılması biçiminde olmuştur. Bugünden bakıldığında, krize neden olan “borç verilebilir sermaye” bolluğunun, krize verilen tepkilerle daha da artırıldığını iddia etmek mümkün gözükmektedir.

Bu durum Türkiye’ye akan yabancı sermaye miktarında da çok net bir biçimde ifadesini bulmuştur. Kriz öncesi en yüksek yabancı sermaye girişi 49 milyar dolarla 2007 yılında yaşanmışken, 2010 yılında 60 milyar dolar, 2011 yılında 67 milyar dolar, 2012 yılında 71 milyar dolar ve 2013 yılında 72,7 milyar dolara varan sermaye girişleri kaydedilmiştir. Bu dört yılda 271 milyar dolarlık bir sermaye girişi anlamına gelmektedir. Bu sermaye girişinin 85 milyar dolarlık kısmı bankacılık kesiminin yurtdışından borçlanması yoluyla gerçekleşmiştir. Böylece, yukarıda açıkladığımız dış borçlanma-kredi genişlemesi-tüketim artışı-tasarruf düşüşü döngüsü küresel kriz sonrasında daha da ağırlaşarak devam etmiştir. Sonuç, 2008 yılında yüzde 15,1 olan özel tasarruf oranının 2013 yılında yüzde 9,9’a kadar gerilemesi olmuştur.

Bitirirken

Yazının girişinde belirttiğimiz gibi, tasarruf konusu 2011 yılından bu yana gerek uluslararası kurumlar gerekse ekonomi yönetimi tarafından sıklıkla gündeme taşınmakta, Türkiye ekonomisinin en önemli kırılganlık unsurlarından biri olarak işaret edilmektedir. Ancak tasarrufların sermaye hareketleriyle içsel ilişkisi meselesine pek fazla dokunulmadığı için önerilen çözümler tasarruf çağrısı ve kredi genişlemesinin makro-ihtiyati politikalarla kontrol altında tutulmasının ötesine gitmemektedir. Sermaye hareketleri üzerinde hiçbir kontrolün olmadığı koşullarda kredi genişlemesinin kontrol altında tutulup tutulamayacağı ise ayrı bir soru olarak masada durmaktadır.

2014 yılından itibaren ise Türkiye’ye sermaye girişlerinde bir gerileme başlamıştır. 2015 sonunda ABD Merkez Bankası’nın faiz artırımına başlaması ile birlikte Türkiye gibi yüksek riskli ülkelere yönelen akımların daha da azalması beklenmektedir. Bu durumda yıllardır devam eden saadet zincirinin kırılması ve ekonominin çok daha az dış kaynak kullanabildiği koşullara uyum sağlaması gerekecektir. Emekçiler açısından ücret gelirlerinin kredi ile ikame edilmesi bundan sonraki dönemde çok daha zor olacak, mücadele etmemeleri durumunda “uyum”un yüküne emekçiler katlanacaktır.

 

Dipnotlar

  1. Dünya Bankası, 2011, Turkey Country Economic Memorandum, Sustaining High Growth: The Role of Domestic Savings Synthesis Report.
  2. IMF Country Report No.10/278, IMF Country Report No.12/16, IMF Country Report No.13/363.
  3. Kalkınma Bakanlığı, Onuncu Kalkınma Planı (2014-2018).
  4. Kamu tasarrufları kamu harcanabilir gelirinden cari harcamaların çıkarılması ile elde edilmektedir. Kamu harcanabilir gelirine ise toplam gelirlerden cari transferler çıkarılarak ulaşılmaktadır. Cari harcamalar temelde personel giderleri ve mal ve hizmet alımlarından oluşurken, cari transferler faiz ödemeleri, tarım desteklemeleri, hanehalkı transferleri gibi kalemleri kapsar.
  5. Erinç Yeldan, Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi-Bölüşüm, Birikim ve Büyüme, s.156, Yordam Kitap, 2001.
  6.  Türkiye’de faaliyet gösteren bankaların sayısı, ilgili yılın son işgünü itibariyle derlenmiştir. 
  7. B. Bernanke, 2005, “The Global Saving Glut and the US Current Account Deficit” Sandridge Lecture; CM Reinhart ve VR Reinhart, 2008, “Capital Flow Bonanzas: An Encompassing View of the Past and Present” NBER Working Paper Series, WP 14321
  8. Bu noktada, bu ölçekte bir sermaye girişi olmaması durumunda bu ölçüde bir cari açığın oluşmayacağı da belirtilmelidir. Yoğun sermaye girişi, Türk lirasının değerlenmesine neden olmuş ve hızla artan ithalat nedeniyle cari açık seviyesi giderek artmıştır. Bu dönemde önce örtülü, sonra açık enflasyon hedeflemesi uygulayan Merkez Bankası (örneğin Asya ekonomilerinde olduğu gibi) yerli paranın değerlenmesini önleyecek ölçüde bir rezerv biriktirme stratejisi benimsememiş, aksine Türk lirasının değerlenmesi enflasyon hedeflemesi politikasına yardımcı olduğu için tercih edilmiştir.
  9. Paulo L. Dos Santos, “Günümüz Kapitalizminde Bankacılığın İçeriği Üzerine”, Costas Lapavitsas ed. Finansallaşma ve Kapitalizmin Krizi içinde, p. 135, Yordam Kitap, 2009.
  10. Bağımsız Sosyal Bilimciler, AKP’li Yıllarda Emeğin Durumu, s.175, Yordam Kitap, 2015.