Uluslararası Sendikal Hareket ve “Sendikal Emperyalizm”

İşçi sınıfı ve sendikalara ilişkin faaliyet ve gündem başlıklarının hangilerinin uluslararası boyutları olduğu, hangilerinin yerel dinamiklerce belirlendiği, hangilerinin ara bir noktada durduğu tartışmaları süregelen bir tartışmadır. Uluslararası sendikal hareketin verili durumuna ilişkin kimi saptamalarda bulunmak için bu tartışmanın ufuk açıcı potansiyeli inkar edilemez. Ancak, konjonktürel ağırlık kaymalarının eksene yerleştirildiği bir bakış açısıyla yola çıkmanın daha işlevsel olacağını düşünüyorum.

Diğer taraftan uluslararası sendikal hareketin kimi tarihsel boyutlarının irdelenmesinin, güncel saptamaların yerli yerine oturtulabilmesi açısından önemli olduğuna inanıyorum.

Bu nedenle, yöntemsel olarak, sınıf mücadelesinin bütünlüğünün içinde işçi sınıfının uluslararası pozisyonunun tanımlanması için, sınıf mücadelesinin ulusal sınırları aşan niteliklerinin öne çıkarıldığı bir biçim yerine, ulusal ölçekte yürütülen kavganın uluslararası zeminlerden beslenen/etkilenen boyutlarının önemsendiği bir tercihte bulunmak istiyorum.

Sendikal alan söz konusu olduğunda böylesi bir yöntemsel tercihin aynı zamanda, sendikalara ilişkin yürütülen tartışmaların devindirildiği kısırlaştırıcı zeminin dışına çıkılmasına da olanak vereceğini düşünüyorum.

Sendikal alan ulus ölçeğini ilk olarak “Enternasyonal” zemininde kırdı. İşçi sınıfının uluslararası dayanışma koşul ve gereksinimi, bu doğrultuda bir gündemin ortaya çıkışının itkisi oldu. İşçi sınıfının uluslararası birliğinin sağlanması doğrultusunda biraraya gelen işçi ve politik önderler, uluslararası dayanışmanın ve birlikte hareket edişin somutlanması yönünde adımlar atmaya çalıştılar.

Bu deneyimler herşeyden önce, işçi sınıfı hareketinin kimlik arayışında anlamlı bir yere oturdu. I. Enternasyonal, ütopik ve anarko-sendikalist akımlarla marksizmin ciddi hesaplaşmalarına tanıklık etti. Bu hesaplaşmalar II. Enternasyonal deneyiminde sağ politikaların giderek ağırlık kazandığı farklı boyutlara taşınırken, 3. Enternasyonal iki sistem arası rekabette sosyalist sistemin uluslararası bir mevzisi oldu.

İşçi sınıfının nicel olarak gelişmesi ve üretim sürecini etkileyen toplumsal/siyasal gelişmeler sonucunda sendikal alan genişledi ve genişlemesi oranında da sendikal modeller çeşitlendi. Genişleme ve çeşitlenmenin bir sonucu olarak sendikalar artık bir “arena” niteliğine sahip olacaktı.

Sendikal alan, kapitalist-emperyalist sistemin gelişim süreci içinde, giderek egemen güçlerin yönlendiriciliğine daha açık hale geldi. Kimi zaman bu açıklık yine bu güçler için “olanak” olmanın ötesinde işlevsel bir araç niteliğine de sahip olabildi.

Enternasyonal deneyimleri ortamında işçi sınıfının mücadele pratiğine yön verme ve günlük mücadele pratiğini sırtlanma işlevi ile donatılan sendikal alan süreç içinde bir taraftan işçi sınıfı üzerinde etkinlik alanını genişletmeye çalışan siyasi/sendikal akımların hesaplaşma zemini, diğer taraftan burjuvazinin kimi hesapları için gözünü diktiği önemli bir alan haline gelmiş oldu.

“Sendikal Emperyalizm” olgusu, bu alanın içindeki hesaplaşmanın bir sonucu olarak ortaya çıktı ve büyük ölçüde Amerikan Sendikacılığı ile birlikte anıldı. Somut tezahürlerini ise daha çok Latin Amerika ülkelerindeki pratiğinde buldu. Ancak “Sendikal Emperyalizmdin bir “model” ya da “özgün durum” olarak ele alınmaması gerekiyor.

“Sendikal Emperyalizm” ya da “Sendika Emperyalizmi” emperyalizmin bu alanda yeniden üretilişinden çok, sendikal alanın kapitalist-emperyalist sistemin gereksinimleri doğrultusunda gözden geçirilmesi ve “tahkim” edilmesi anlamını taşımaktadır.

Bu işin “niyet” kısmı. Ancak sınıf mücadelesi niyetlerin çok ötesinde bir dinamizmi barındırır. İşler, niyetler kadar niyetlere karşı duruşların ortaya çıkardıklarıyla da yürüyor.

Sendikal alanda ne tarihsel kazanımların ne de bozucu projelerin yüzde yüz başarı şansı vardır. Tarihsel kazanımların temel dayanakları sınıf mücadelesinin diğer dinamiklerince dönemsel olarak ortadan kaldırılabilir. Ya da emperyalist ilişki içinde hayata geçirilen projeler yine sınıf mücadelesinin farklı dinamiklerince suya düşürülebilir. Bu nedenle olgular sınıf mücadelesinin bütünlüğü içinde bir anlam taşır. “Sendikal Emperyalizm”e yaklaşımda doğrusu şudur;

“Sendika emperyalizmi, kendi ortamı içinde değerlendirilmeli ve niyetlerinden çok etkisi gözönüne alınmalıdır”1 . [Ronaldo MUNCK]

Yazıda, bu etkinin tarihsel ve güncel boyutları uluslararası ölçekte ve Türkiye bazında irdelenmeye çalışılacak.

Sendikal alanın emperyalist niyetlere açıklığı

Sendikal alan büyük ölçüde sınıf mücadelesinin bütünlüğünce belirlenir. Bu alanda gündeme gelen süreçler, yine sınıf mücadelesinin kritik evrelerinde sendikaları “kritik alan” haline getirebilir.

Sınıf mücadelesinin dayandığı üç temel bileşen – her ne kadar bu bileşenlerin günümüzdeki karşılığı yeniden tanımlanmayı gerektiriyorsa da- iki sistem arası rekabet, kapitalist ülkelerdeki sınıf kavgası ve ulusal kurtuluş mücadelelerine ilişkin gündemler, sendikal alanı da büyük ölçüde belirlemiştir. Farklı tarihsel kesitlerde ve farklı topraklarda yine farklı ağırlıklara sahip olunsa da sendikalar bundan muaf olamazdı.

Sendikal alana ilişkin emperyalist niyetlerin ortaya çıkışını esas olarak iki durum yaratmıştır; İki sistem arası rekabet koşulları ve “emperyalist sömürü sürekliliği” güvencelerinin elde edilmesi.

İki sistem arası rekabet ortamı, özellikle işçi sınıfının uluslararası dayanışmasının koşullarını yaratan uluslararası örgütler ortaya çıkarınca, rekabetin diğer tarafındaki unsurlar için, bu durumun işçi sınıfı açısından olanak olarak devşirilmesinin engellenmesi, bozulması hatta tersi bir yönelim içinde yeniden tanımlanması gündeme girmiştir.

Yazının ilerleyen bölümlerinde ayrı bir başlıkta incelenecek olan Amerikan İşçi Sendikaları Federasyonu (AFL)’nun, uluslararası sendikal bir yapı olan Dünya Sendikalar Federasyonu (DSF) içinde Sovyetler Birliği’nin etkisinin arttığını iddia ederek, DSF’nin içinden kopartılanlarla farklı bir sendikal merkezin (ICFTU) kurulmasını sağlaması, iki sistem arası rekabetin “soğuk savaş” dönemi koşulları içindeki çarpıcı bir örneğidir. Ne var ki, AFL bir süre sonra, kendi kurduğu ICFTU’dan, bazı sendikaların SSCB ile ilişki kurmasını protesto etmek için ayrılacaktır.

Emperyalist sömürü ilişkilerinin sürekliliğinin güvencelerine sahip olma dürtüsü ise, bu ilişkilerin sendikal alandaki karşılığının yaratılmasını beraberinde getirmiştir. İşçi sınıfının kanıyla, canıyla elde ettiği sendikal mevzilerin kalıcılaşmasının önüne geçilmesi ve çökertilmesi için bu alanda emperyalist niyet ve ihtiyaçların karşılığı olan projeler üretilmiştir.

Sendikalar, evriminin güncel nitelikleri de gözönünde bulundurulduğunda, bu müdahalelerin belirli ölçülerde hayata geçirilebildiği yapısal zaaflara sahip yapılardır. İşçi sınıfının kendiliğinden ulaşacağı ekonomik bilincin uzantısı olarak işlev gören sendikalar, tümüyle işçi sınıfının çıkarlarının taşıyıcısı olabilecek donanıma ve korunaklara sahip değildir. Emperyalist ilişki çerçevesinde, sömürülen ülkelere yönelik ekonomik/politik (IMF paketleri gibi) ve yabancı sermayenin sömürme kolaylığının sağlanması taleplerini içeren dayatmalar bu açıklığı daha da belirgin hale getirmektedir.

Uluslararası ölçekte ise, bu zaafiyet, kimi durumlarda emperyalistler açısından sendikal alanı, emellerini gerçekleştirmeye dönük işlevsel araçlar haline getirebilmektedir. Geliştirilen emperyalist politikaların hayata geçirilmesi sürecinde, bırakın sendikal alandan gelecek direncin bertaraf edilmesini, bu politikaların işçi sınıfı çıkarlarına “uygun düştüğü”nü savunan sendikal yaklaşımlar -hem ulus ölçeğinde hem de uluslararası sendikal yapılar kanalıyla- geliştirilebilmektedir. Özelleştirme uygulamalarına karşı takınılan tutum bu niteliktedir. Böylesi etki altında kalan sendikaların büyük bir kısmı özelleştirmelere karşı ciddi bir direniş sergileyememiş, hatta özelleştirmelerden yana tavır koyabilmişlerdir.

Bu hareket tarzına belki de en çarpıcı örnek, Hobart Spalding’in söyledikleri olsa gerek:

“ABD işçilerinin dış politikadaki amentüsü şudur: Dışarıda ABD hükümeti (ve ABD kapitalizmi) için iyi olan her şey ABD işçileri için, dolayısıyla da her yerdeki işçiler için iyidir”2 . [SPALDING]

Böylesi bir “bilinç” durumunun ortaya çıkmasında, hem ABD gibi bir ülkede işçi olarak yaşıyor olmanın hem de Amerikan sendikacılığının nesnelliğinin payı olsa gerek…

Uluslararası sendikal hareketin ortaya çıkışı

Sendikaların uluslararası ortama yönelmeye başlamalarının ikili bir yönü vardır. İlki, iki sistem arası rekabet koşullarında tarafların bu alanı doldurma ya da boş bırakmama kaygılarının ürünüdür. Diğerinde ise daha çok ekonomik bir mantığın uzantıları yer alır. İkinci görüşün savunucuları ise bunu şu şekilde argümanlaştırmaktadırlar;

“Uluslararası sendikacılık, ulusal sendikaların göreli olarak zayıf oldukları herhangi bir dönem boyunca, varolan ulusal yeniden üretim düzeyini, herhangi bir saldırıya karşı korumak amacıyla gösterilen bir çabadır. Bu anlamda, sendikal enternasyonalizmin içeriği, “ulusal korumacılık”ın sendikal biçimi olarak anlaşılabilir”3 . [OLLE-SCHOLLER]

Kimilerine göre ise uluslararası sendikal organların önemlerini abartmaya gerek yoktur ve işkolu düzeyinde uluslararası düzeyde oluşan üst yapılar daha büyük öneme sahiptirler;

“Güçleri, genellikle ulusaşırı sendikacılık üzerinde daha doğrudan etkileri olan güçlü bölgesel etkiler tarafından sınırlandırılmaktadır. Afrika Sendikalar Birliği Örgütü (OATUU) gibi bölgesel organlar, genellikle büyük uluslararası sendikaların şubelerinden daha büyük etkiye sahiptir”4 . [WINDMÜLLER]

Bazı durumlarda ise, uluslararası sendikalar, Uluslararası Metal İşçileri Federasyonu (IMF) örneğinde olduğu gibi, Güney Afrika’da beyazların mesleki şubeleri ile 1970’lerdeki yeni kurulan siyah sendikalar arasındaki çekişmeyi çözmek için, tüm metal sendikalarını koordine etmekle yükümlü olarak konsey kurarak belli temel konularda ortak bir konum sağlayabilmek amacıyla, yeni kurulan kuşatılmış sendikalara bir manivela ve platform sağlama işlevi görmüşlerdir.

Tüm bu yaklaşım farklılıklarına karşın, uluslararası sendikaların kuruluş ve etkinlikleri yakından incelendiğinde etkinlik ve işlevlerine ilişkin daha sağlıklı verilere ulaşılabilir.

Enternasyonal deneyimleri dışında ilk uluslararası sendika sekreterlikleri, 1890’larda, aynı sanayi dalında faaliyet gösteren ulusal sınırların ötesindeki sendikaların birleşmesiyle kuruldu. Günümüzde metal, kimya, gıda ve ulaşım gibi işkollarını içeren 16 işkoluna varan temel sanayi dallarını kapsamaktadır.

Yapısal olarak ulusal çapta ve çeşitli işkollarında örgütlenmiş sendikal merkezleri biraraya getiren gerçek anlamda uluslarararası ilk üst sendikal örgüt ise 1913 yılında kurulan “Uluslararası Sendikalar Federasyonu – USF”dir.

USF içinde egemen bir sendikacılık anlayışı yoktu. Fransız, İtalyan ve İspanyol sendikaları daha çok anarko-sendikalizmin etkisindeydi. İngiliz ve Amerikan sendikaları, açık sağ sendikalizmin damgasını taşımaktaydı. Ağırlığı elde tutan Alman sendikaları ise II. Enternasyonal’in oportünist fikirlerine bel bağlamışlardı.

Ana tüzüğünün 8.maddesine göre USF’nin amaçları şöyle sıralanıyordu;

“a) Tüm ülkelerin sendikal hareketleri arasında bağları geliştirerek uluslararası işçi sınıfının birliğini gerçekleştirmek,

“b) USF alanı içinde yer alan Uluslararası meslek (ya da işkolu] Sekretaryaları geliştirmek,

“c) Ulusal ve uluslararası düzeyde tüm ülkelerdeki sendikal hareketin çabalarını ve çıkarlarını desteklemek,

“d) Uluslararası toplumsal mevzuatın ilerlemesini teşvik etmek,

“e) İşçi eğitimini teşvik etmek,

“f) Her türlü savaşı önlemek ve gericilikle savaşmak”5 .

USF 1929 bunalımına kadar üye sayısını genişletmiş ancak bunalım sonrasında ve faşizmin yükseliş koşullarında çözülmüştür.

Bu arada 1920’de “Hıristiyan Sendikaları Konfederasyonu – HSUK” ve 1921 yılında da “Kızıl Sendikalar Enternasyonali – PROFİNTERN” kurulmuştur.

1946 yılında ise, Dünya Sendikalar Federasyonu – DSF, 56 ülkeden 64 milyon işçi adına 272 delegenin katılımıyla Paris’te kuruldu. Irk milliyet, din ya da inanç sorunlarından bağımsız olarak, dünyadaki tüm sendikalara açık olduğunu belirten DSF’nin Kongre kararlarında dile getirilen başlıca amaçlar şunlardı;

” – Savaşa ve savaşın nedenlerine karşı yıkılmaz ve kalıcı bir barış için çalışmak; savaş kışkırtıcısı ve faşizmin gelişiminin yaratıcısı olan büyük tekellere karşı savaşım,

“- Emekçi halkın istemlerinin karşılanması, daha geniş sendikal haklar, ‘eşit işe eşit ücret’ ilkesi, fiyat denetiminin kurulması, ve bu denetimde işçilerin yer alması,

“-Sömürgeciliğin ortadan kaldırılması, ülkelerin kendi kaderlerini belirleme ve ulusal bağımsızlık haklarının tanınması,

“- Azgelişmişliğe ve tekellerin sömürü politikasına karşı savaşım,

“- Uluslararası kurum ve kuruluşlarda sendikal hareketin temsil edilmesi,

“- Ulusal ve uluslararası düzeyde işçi sınıfının dayanışması ve sendikal birlik”6 .

Sendikal hareket içinde anti-komünizmin ve bölücülüğün önemli bir örgütlenme merkezi olan AFL, DSF’ye karşı harekete geçmekte gecikmedi. AFL’nin 1946 yılında toplanan 65. Kongresi, dünyadaki tüm hür sendikaları biraraya getirmek için çaba gösterme kararı aldı. Bu karar doğrultusunda başlatılan çalışmalar sonrasında 1949 yılında, Uluslararası Hür Sendikalar Konfederasyonu – UHSK kuruldu. UHSK, “ekmek barış özgürlük” şiarını kullandı ancak dertlerinin başka olduğu başından itibaren belliydi ve bunu dile getirmekten imtina etmiyorlardı; UHSK yöneticilerinden Walter Reuther şunları söylüyordu;

” Komünizmle savaşmak için, sefalete karşı önlemler almak gereklidir. Açlık midelere yerleşince, komünist ideoloji kafaları ele geçirir”7 . [REUTHER]

HSUK ise, 1968 yılında yaptığı bir kongre ile adını Dünya İşçi Konfederasyonu – DİK olarak değiştirdi ve hıristiyanlığın toplumsal ilkelerine dayanan ideolojik yönünü değiştirerek yeni bir ilkeler bildirgesi yayınladı. DİK, tüm dünya emekçilerinin genel bir sömürü altında yaşadıklarını belirtiyor ve sosyalist ülkelerde de emekçilerin baskı, yabancılaşma ve sömürü altında olduklarını iddia ediyordu. DİK, diğer iki örgütü de “emperyalist blokların işine yarayan ” bir bölünme olarak değerlendiriyor ve enternasyonalizmin yeniden inşasının gerekliliğinden dem vuruyordu.

Uluslararası sendikal örgütler, tekellere karşı direniş, ırkçılık ve şovenizmle mücadele ve işçi sınıfının uluslararası dayanışması eksenlerinde varlık gerekçelerini üretmeye çalıştılar. Ancak yapılanmaları farklılaştıran ana zemin sosyalizm-kapitalizm çatışması oldu. Sosyalist sistemin uluslararası sendikal yapılar aracılığıyla kendi işçi sınıflarının “zihnini bulandırdığını” düşünenler alternatif yapılar kurma yoluna gittiler.

Bu rekabetin her iki tarafı açısından da süreç arzu edilenlerin kolayca hayata geçirilmesine olanak vermedi. İşçi sınıfı ideolojisinden beslenen unsurlar için, işçi sınıfı mücadelelerine ışık tutucu, ufuk açıcı politikaları uluslararası bir genişlikte üretmek kolay olmadı. Genel değerlere sahip çıkmak ve sosyalist sistemin kuşatılmışlığını bertaraf edecek gedikler açmak dışında açıkçası öyle pek de fazla işlev görmedi.

Emperyalistler açısından ise amaç “komünizmle mücadele” olduğu için, sendikal alanın kendi dinamikleri üzerinde yükselen politikalar üretmeleri çok zordu. Nitekim, kendilerini, sendikalar üzerinde sosyalizmin etkisini azaltma ile sınırlı tutmak durumunda kaldılar. Ancak bu sınırlılık onları olmadık hilelere başvurmaktan, acımasız saldırılardan vazgeçirmedi.

Bu veriler ışığında uluslararası sendikal platformlara bakıldığında, bu alanın kendine özgü bir dinamizm üretmesi kolay değildi. Nitekim, bu alanda akışkanlık büyük ölçüde dışsal faktörlerden daha çok etkilenir, beslenir bir nitelik kazandı. Bu dışsal faktörlerin her biçim değiştirişi ise, uluslararası sendikal hareketin hızla tıkanmasına yol açtı. Yeni bir akışkanlık ancak yeni biçimler altında gündeme gelecek toplumsal/sınıfsal gündemlerin belirginleşmesiyle yakalanabilecekti.

Kızıl sendikalar enternasyonali

I. ve II. Enternasyonal deneyimlerinde kimlik edinme ve hesaplaşma süreçleri ile belirlenen uluslararası işçi sınıfı hareketi, sonrasında iki sistem arası rekabetin koşulları ile örülecekti. Ekim devriminin uluslararası sendikal alandaki ilk karşılığı 2 Mart 1919 yılında kurulan III.Enternasyonal olmuştur. Bunu 1921 yılında kurulan “Komünist Sendikalar Enternasyonal”i izlemiştir. Bu arada anti-komünist nitelikteki “Hıristiyan Sendikaları Konfederasyonu-HSUK” da 1920 yılında kurulmuş olacaktı.

III. Enternasyonalin 1920 yılında yapılan 2. Kongresi’nde sendikalara ilişkin şu kararlar alınmıştır:

“1. Sendikalardaki tarafsızlık uzlaşmacılığa götürür. Tarafsızlık yanlısı sendikalar, uzun yıllar boyunca kapitalizme hizmet etmişlerdir ve işçilerin kesin kurtuluşunu geciktirmişlerdir.

“2. Uluslararası Sendikalar Federasyonu yöneticileri, kitlelerin güvenini yitirmiştir ve eylemi, programıyla proleter kitleleri başarıya ulaştırmaktan uzaktır.

“3. Ancak, USF’ye üye örgütlerde bulunan öncü unsurlar, kitlelerden yalıtılmamalıdır.

“4. USF örgütlerinde yoğun çalışma sürdürülmelidir” 8 .

USF’nin içindeki komünist unsurlara yönelik baskısı artınca, 3-19 Temmuz 1921 tarihinde Moskova’da Kızıl Sendikalar Enternasyonali kurucu kongresi toplanır.

KSE’nin programında şu amaçlar bulunmaktadır;

“1. Tüm Dünya işçilerini kapitalizmin alaşağı edilmesi, işçilerin kurtuluşu ve proletaryanın iktidarının kurulması amacıyla örgütlemek,

“2. Devrimci sınıf savaşımı, toplumsal devrim, proletarya diktatörlüğü fikirlerini yaymak üzere geniş bir propaganda eylemi örgütlemek ve burjuva hükümetlerinin kapitalist sistemini devirmek amacıyla kitlelerin eylemini yönetmek,

“3. Dünya sendikal hareketini kemiren reformizme karşı savaşım vermek; burjuvaziyle işbirliğini, sınıf uzlaşmacılığını ve toplumsal barış yalanını mahkum etmek,

“4. Dünya sendikal hareketindeki devrimci sınıf unsurlarını biraraya getirmek, USF’ye karşı savaşım,

“5. Tüm ülkelerdeki işçi sınıfının savaşımını birleştirmek ve koordine etmek, devrimci eylemlere girişmek,

“6. Sınıf savaşımının önemli olaylarında uluslararası kampanyalar düzenlemek, grevci işçilere yardım etmek” 9 .

Kızıl Sendikalar Enternasyonali önce anarko-sendikalizmi mahkum ederek dışlamış ve bunun üzerine bu akımın temsilcileri örgütü terketmiştir. Ardından KSE, tırmanan faşizm koşulları içinde Amsterdam Sendikacılığı adını verdikleri JSF’ye faşizme karşı birlikte hareket etme teklifleri götürmüştür. Bu konuda kini görüşmeler yapılmışsa da somut sonuç elde edilememiştir.

Bu koşullar içinde KSE Genel Sekreteri Lozovski şunları söyler:

“Doğru politik davranış çizgisini bulduk ve işçi sınıfı ile düşmanları arasındaki güçler dengesini iyi saptadık. Uluslararası sendikal hareketteki gelişimin tek bir uluslararası sendikalar enternasyonalinin yaratılması yönünde olduğunu kesinlikle söyleyebiliriz. Bu örgüt, daha sonra Amsterdam USF’sinin parçaları üzerinde kurulacaktır”10 . [LOZOVSKİ]

2 .Emperyalist Paylaşım Savaşı koşullan nedeniyle, Kızıl Sendikalar Enternasyonali 1935 yılında dağılmıştır.

Kızıl Sendikalar Enternasyonali kuruluşunda belirtilen amaçları doğrultusunda elle tutulur sonuçlar elde etmekte oldukça zorlanmıştır. Komünist sendikacıların uluslararası yanyana gelişlerinin ötesinde somut kampanyalar hayata geçirilememiş ve bu olanak kapitalist ülkelerde sendikalarda kapitalizme karşı mücadele veren unsurlar tarafından da yeterince değerlendirilememiştir.

Emperyalizm CIA ve uluslararası sendikal hareket

Amerikan İşçi Sendikaları Federasyonu (AFL), 1886 yılında, Alman göçmeni olan Samuel Gompers ve Adolp Strasser tarafından kuruldu. İlk kurulduğu yıl 138 bin olan üye sayısı, 1894’de 275 bin, 1900’lü yıllarda 2 milyona ulaşmıştır.

AFL şu ilkeler doğrultusunda çalışma yürüttü: İş (meslek) sendikacılığı ilkelerine dayanılacak, toplum yapısını değiştirmeye yönelik radikal eylemlere ilgi gösterilmeyecek, temel ilke çatışma değil uzlaşma olacak, partilerüstü politika güdülecek, lobi faaliyetleri ile iktidardaki kadrolar üzerinde işçiler lehine baskıda bulunulacak.

AFL’nin meslek sendikacılığı ilkesine karşı çıkan bir başka grup sendikacı 1935 yılında CIO (Endüstri Örgütleri Birliği)’yu kurdular. CIO, AFL’ye göre daha radikal ve sol eğilimli bir örgüttü. CIO işkolu sendikacılığını benimseyerek niteliksiz işçileri de örgütlemeye başladı. Komünistler CIO, içinde giderek güç kazandılar ancak 1950 yılında bir tasfiye operasyonu ile atıldılar.

Kore savaşının çıktığı 1950 yılından itibaren AFL ve CIO birleşme görüşmelerine başladılar. 1955 yılında örgüt yapıları korunarak tek bir çatı altında birleştiler: AFL-CIO.

AFL kurucu başkanlığını yapan Samuel Gompers, Amerikan sendikacılık hareketinin kalıplarının oluşmasında en büyük paya sahiptir. Hatta Gompersizm olarak tanımlanan sendikacılık anlayışının sahibidir. 1924 yılında ölünceye kadar AFL başkanlığını yürütmüştür.

Gompers, zenginliklere sahip olanlarla bu zenginlikleri üretenler arasında devamlı bir mücadelenin varolduğunu kabul ediyor ancak, işçilerin günlük çıkarlarının siyasal hareketle değil, iktisadi yollarla en iyi şekilde sağlanabileceğini iddia ediyordu. Diğer taraftan Gompers, her türlü devlet müdahalesine ve devletleştirme girişimlerine karşı çıkmıştı, hatta sosyal sigorta kanunlarına dahi karşı çıkıyordu. Ona göre, vatandaş kitlelerin sigorta güvenliğine kavuşturulması, onların “ruhsal bağımsızlıklarını ve canlılıklarını” öldürecektir 11 .

Gompers’in ölümünden soma başa geçen William Green, George Meany ve diğerleri için aynı doğrultu vazgeçilmezdi. Onlar için anti-komünizm şiar, özel mülkiyetin devamı amaçtı. William Green, aynen şöyle ifade ediyordu;

“AFL, özel mülkiyeti,, özel işletmeciliği ve özel teşebbüsü hükümetimizin demokratik yapısının temel taşları olarak görmektedir. Bunlar savaş dolayısıyla tehlikeye düşecek olursa korunmaları için mücadele edeceklerin başında biz geleceğiz. İşçilerin toplu pazarlık için hür ve demokratik sendikalar halinde örgütlenebilmelerini ve mülkiyet sahiplerinin sanayi işletmelerini idare etmelerini temel haklar olarak tanımaktayız”12 . [GREEN]

CIA’nin, sendikalar ve özellikle AFL ile ilişkileri, Irwing Brown’un CIA ajanı olduğunun kanıtlanması sonrasında bir kez daha gözler önüne serilmiş oldu. CIA, kendi ülkesinde ve uluslararası düzlemde sendikaları, işçi sınıfının çıkarlarına taban tabana zıt bir doğrultuda kullanmak üzere bir çok çalışma yürütmüş ve oluk oluk para akıtmıştır.

İkinci paylaşım savaşı sonrasında dünyada ortaya çıkan yeni tabloda, ABD, Avrupa’nın yeniden inşası temelinde, anti-komünist etkinin güçlenmesi için her türlü yolu denedi. Bu denemeler sonrasında birçok sendika bölünürken, kimi yerlerde de sendikalar bizzat kurularak sosyalizmin sendikal alandaki etkisi bertaraf edilmeye çalışıldı. Bu süreçte, Fransız Genel-İş Konfederasyonu (CGT) bölünerek içinden İşçi Gücü (FO)yu çıkardı. Bölme müdahalelerinin İtalya’daki karşılığı ise CISL oldu.

AFL-CIO’nun Başkanı Georges MEANY, 1951’de “Savaş sonrası yıllarında, Fransa ve İtalya’daki hür eğilimli sendikacılar, anti-komünist sendikaların kurulması için elçiliklerimizde görevli Amerikalı meslekdaşlarından gerekli maddi yardımı sağlamışlardı” diyordu. AFL’nin Brüksel İrtibat Bürosu başkanlarından Green, bizzat kendisinin o dönemde 160 milyon dolar dağıttığını kabul ediyordu 13 .

Emperyalist sendikacılık projesi,, sadece Avrupa ile sınırlı kalmadı. AFL-CIO 1962 yılında “Hür Sendikacılığı Geliştirme Amerikan Enstitüsü – AIFLD” yi resmen kurdu. Özellikle Latin Amerika’da etkili olan bu proje “sendikal emperyalizmin adeta resmi kuruluşu niteliğindeydi. AIFLD Güney ve Orta Amerika’nın belli başlı ülkelerinde eğitim stajları düzenledi. En başarılı stajyerler Kuzey Amerika’ya gönderildi. Sonra kendi sendikalarına altı ya da sekiz aylık süreler için AIFLD’nin ücretli temsilcileri olarak atandılar.

AIFLD Latin Amerika’daki askeri darbeleri destekledi, hatta darbelere karıştı. 1965 yılında Brezilya’da Jogo Goulart hükümetini deviren askeri darbeyi selamladılar. AIFLD, Dominik Cumhuriyeti ve Şili’de de benzer roller oynadılar.

AFL-CIO’nun dış ülkelerde sendikaları yozlaştırmak ve onları tröstlerin uydusu haline getirmek için giriştikleri teşebbüsler belgeleriyle birlikte sık sık yayınlanmıştır. Bu konuda 1967 tarihli The Nation dergisinde bir profesör şunları yazmıştır:

“Mevcut deliller göstermektedir ki, bu misyonlar için hükümet kaynaklarından ve AFL’den gelen bir hayli para akıtılmıştır… AFL başka ülkelerin işçi meselelerine fena halde karışmıştır… AFL, CIA de dahil ABD hükümet teşekküllerine, gittikçe artan ölçüde bağlanmaktadır. 1963 yılında Georgy Meany AFL-CIO gelirinin yüzde 25’inin milletlerarası faaliyetlere gittiğini açıklamıştır. Buna Konfederasyona bağlı çeşitli sendikaların harcamalarını eklemek gerekir. Ayrıca ABD hükümeti, büyük paralar harcamaktadır. Hükümet harcamalarının 110 milyon doları bulduğu hesaplanmaktadır… 1965 yılında Amerikan büyükelçiliklerinde 65 işçi ataşesi bulunmaktaydı. Elçiliklerde ayrıca 125 yarı vakitli sendika görevlisi ve AID ile elçiliklerde işçi meseleleriyle ilgili çeşitli personel vardı. Dışişleri Bakanlığı’nda ve AID’de 21 işçi uzmanı çalışmaktaydı. Bu personelin hemen hepsi AFL-CIO’nun tasvipleriyle tayin edilmiştir. Tayinden önce militan anti-komünist olup olmadıkları büyük bir dikkatle araştırılmıştır” 14 .

Emperyalistler, sendikalara yönelik sınırsız manevra olanağına sahip olarak hareket etmişlerdir. Birçok ülkede sendikaların kuruluş süreçlerini başından itibaren organize etmişler, bazı ülkelerde sendikal alanın gücünü bölünmeler yaratarak bozmuşlar, kimi zaman ise hükümetlere doğrudan dayatmalarda bulunarak sendikaların yönlendirilmesi için baskı uygulamışlardır.

Tüm bu “eylemlilikler” içinde, para-eğitim-diplomasi üçgeni kurulmuş ve her-birinde sınırsız bir cüretle hareket etmişlerdir. Para oluk oluk akıtılmıştır ve büyük bir kısmı uluslararası tekellerin “sponsorluğu”nda tedarik edilmiştir. Eğitim mesaisi, bir taraftan müdahalenin meşruiyet ve resmiyet kazanması için kullanılmış diğer taraftan beyinlerin yıkanmasına hizmet etmiştir. Diplomatik olanaklar içinse adeta kurumsal yapılar oluşturmuşlar ve bu kurumlar aracılığıyla her türlü yöntemi ve olanağı kullanmaya çalışmışlardır.

AFL-CIO – Türkiye ilişkileri ve AAFLI

AFL-CIO Türkiye’de de faaliyet sürdürmüştür. Marshall Planı çerçevesinde görevli Amerikalılar tüm kuruluşlarıyla birlikte yeni yeni şekillenmekte olan Türk sendikacılığının yönelimlerini belirlemek için bütün olanaklarını seferber ettiler.

Türkiye’de sendikaların gelişimin bir aşamasında gündeme gelen konfederasyonlaşma tartışmalarının bir parçası haline gelen/getirilen Amerikan Sendikacılarının devreye girişlerine ilişkin Türkiye işçi sınıfı tarihi konusunda çalışmaları bulunan Bulgar yazar Dimitri Şişmanov şunları söylüyordu;

“Bütün işçi sendikalarının bir konfederasyon etrafında biraraya gelme teşebbüsleri, hükümet çevrelerinde ve burjuva partilerinde derin bir endişe yaratır… Hükümeti ve burjuva partilerini telaşlandıran bir diğer sorun da, kurulacak işçi sendikaları konfederasyonunun dünya işçi hareketiyle ilişki ve bağlantısı konusuydu… Uzun görüşmelerden sonra hükümet, işçi sendikaları konfederasyonunun kurulmasına ve Batı’daki Amerikan tipi sarı sendikaların izlediği anti-komünist politikanın benimsenmesi koşuluyla UHSK ile bağlantıya girilmesine izin verir. Hükümet bir yandan da Türkiye’deki sendika hareketine anti-komünist bir öz-temel kazandırabilmek için UHSK ve Amerikan tipi sarı sendika yöneticilerinden yardım ister. Ankara’daki “Marshall Planı” temsilcisi ve Amerikan elçiliği görevlileri hükümet yetkilileriyle görüştükten sonra 19 Ocak 1951’de İstanbul İşçi Sendikaları Birliğini ziyaret ederler ve Amerikan İşçi Konfederasyonu’nun politikasını izlemesi durumunda, kurulacak Konfederasyon’a Marshall Planı’ndan ve diğer Amerikan yardım fonlarından mali yardımda bulunacaklarını bildirirler… Türkiye’ye iki kere gelen AFL-CIO temsilcisi I.Brovvn, Mayıs 1951’de İstanbul’daki sendikaların yöneticileriyle görüşür ve Türk-İŞ’e UHSK’ya girmesi koşuluyla mali yardım yapılacağını söyler. İki Türk sendika yöneticisini Amerika’ya davet eder”15 . [ŞİŞMANOV]

Truman Doktrini ve Marshall planı uygulamalarının bir parçası olarak Amerika’nın, çeşitli ülkelerdeki sendikacılık hareketlerine, kendi uluslararası çıkarlarına ters düşmeyecek bir biçim ve yön verebilmek için çaba sarfettiğini belirten Alpaslan Işıklı, Amerika inceleme gezilerine katılan sendika önderlerinin sayısının yalnızca 1967 ve 1968 yıllarını kapsayan iki yıllık dönemde 200 kişiye ulaştığını, 1961’den sonra Türk-iş tarafından her yıl ortalama olarak 30 sendikacı gönderilirken, 1961 ile 1971 yıları arasında yalnızca ABD’ye 600 sendikacı gönderildiğini belirttikten sonra şu saptamayı yapar;

“Şüphesiz önemli olan bu yardımlar değil bu yardımlara bağlı olarak gelenlerdir. Bu yolla Türk sendikacılığına belli bir doktrin, belli bir dünya görüşü ve belli bir sendikal eylem türü getirilmiştir”16 [IŞIKLI]

AAFLI(Asya-Amerika Hür Çalışma Enstitüsü), AFL-CIO’ya bağlı vakıf türünde bölgesel bir örgüttür. Türk-İş, ilişkilerini bu örgüt üzerinden yürütmüştür. AAFLI’nın Türkiye mesaisine yönelik bilgiler, bir dönem Türk sendikacılığının içinde bulunduğu cendereye ilişkin anlamlı veriler sunuyor. Bu veriler için, -devamı sendikaların sponsorluğunu çekmesi üzerine çıkarılamayan- Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi’nde Fatih Güngör imzalı derlemeye başvuralım.

AAFLI 1968 yılında kurulmuş ve amacını “Asya Pasifik ve Ortadoğu ülkelerinde hür sendikacılığın gelişmesine katkıda bulunmak” olarak belirlemiştir. AAFLI, ilişki kurduğu sendikalarla, öncelikle sendikal eğitim, kooperatifçilik, aile planlaması, işçi sağlığı ve işgüvenliği alanlarında işbirliğini hedefliyordu. Örgüt, harcamalarının büyük bölümünü Amerikan hükümetinden ve bazı çokuluslu şirketlerden sağlıyordu.

AAFLI ve Türk-İş’in resmi düzeydeki ilk ilişkileri AAFLI Genel Direktörü Moris Paladino ile dönemin Türk-iş Genel Sekreteri Halil Tunç arasında 25 Mayıs 1971’de Ankara’da yapılan ve bir ortak memorandum ile sonuçlanan görüşme ile başlamıştır. Memoramdumda, tarafların, işçi eğitimi, araştırma ve dış ilişkiler alanında işbirliği yapacakları ilan edildi.

16 Haziran 1972 yılında ise teknik yardım sözleşmesi imzalandı. Sözleşmede tarafların işbirliği yapmayı kararlaştırdıkları konular şöyle sıralanıyordu;

1.İşçi eğitimi

2.Yüksek seviyede sendikacılık eğitimi

3.Mesleki eğitim

4.İşbaşında eğitim

5.Toplum kalkınması programları (rehabilitasyon, işçi sağlığı, beslenme, aile planlaması gibi..)

6.Kooperatifler kurulması

7.İşçi sosyal güvenlik ve işçi refahı sistemleri üzerinde çalışmalar

8.Tarım işçilerinin eğitimi ve teşkilatlandırılması

9.Toplumun ve işçi hareketinin yararlanmasını temin amacıyla Türk-İş Genel Merkezi’nde bir sendikal araştırma merkezinin kurulması ve ekonomik doneleri muhtevi bir kütüphane teşkili

10.Türk-iş Genel Merkezi’nde bir Dış İlişkiler Merkezi teşkili.

1972-80 arasında, AAFLI ile işbirliği halinde düzenlenen eğitim seminerlerine 4.263 işçi ve sendikacı katıldı. AAFLI’nın Türkiye’de 12 Eylül döneminde hız kazanan faaliyetleri, 1984-1992 arasında artan bir ivmeyle devam etti. Bu seminerler ANAP iktidarı boyunca dikkat çekici ölçüde arttı. Örneğin, 1984 yılında seminerlere katılım 4.307’ye çıkmıştı. 1985-1991 yıllan arasında ise toplam 10.933 kişi bu eğitimlere katılmış olacaktı.

Bu tür bir ilişki biçimine hem Türk-İş içinden hem de dışından ciddi tepkiler geliyordu. Bu tepkiler, 1989 yılında AAFLI-CIA bağlantılarının yayınlanması üzerinde doruğa çıktı. AAFLI’ın o dönemdeki Türkiye Direktörü Emanuel Boggs’un CIA elemanı olduğu kanıtlandı. Bunun üzerine aynı yıl yapılan Genel Kurul’un ardından 19 sendikanın imzasıyla ilişkilerin kesilmesi istendi. Artan tepkiler üzerine Türk-iş 1995 yılında ilişkileri kesme kararı aldı. AAFLI’nın Türkiye Bürosu aynı yıl kapatıldı 17 .

“Yeni Dünya Düzeni”nde uluslararası sendikal hareket

İki sistem arası rekabet üzerinden örülen uluslararası sendikal örgüt pratiği, bu rekabet koşullarının ortadan kalkması sonrasında “yeni dünya düzeni”nde emperyalistler arası rekabet koşullarınca belirlenmeye başladı.

Bu gelişmelerin DSF’nin 9.kongresinde ilk ipuçları alınmıştı sanki. Sosyalist sistemin kapitalist-emperyalist sistem ile rekabetinde zorlandığı ve yenilenerek güç kazanmayı önüne koyduğu bir dönemde kongre toplanıyordu. 16-23 Nisan 1978 tarihleri arasında Prag’da toplanan kongreye 200 milyonu aşkın işçiyi tem-silen katılanlar tüm dünyanın sendikal örgütlerine ve işçilerine bir çağrı yaptılar. “Silahsızlanma” Çağrısında şunlara yer veriliyordu;

” …Bizler, silahlanma yarışma son verilmesi, barışı sürdürme ve sağlamlaştırma yolunda silahlanma yarışını durdurulmadığı takdirde sonu belirsiz kitlesel bir yıkım savaşı tehlikesinden insanlığı kurtarmak, başta nükleer alanda olmak üzere genel ve topyekün bir silahsızlanmaya yönelik gerçek önlemlerin alınması uğrunda, birlik içinde her biçim altında ortak davranışta bulunmak için farklı toplumsal sistemlerde yaşayan ve yeryüzündeki TÜM İŞÇİLERE ve SENDİKALARA, İYİ NİYETLİ TÜM İNSANLARA çağrıda bulunuyoruz”18 .

Çağrının sonunda ise, tüm sendikal örgütlere, silahsızlanmanın sosyoekonomik yönlerini inceleyecek bir dünya sendikalar konferansı düzenlenmesi ve hazırlanması önerisi yer alır.

Aynı yıllarda SSCB önderliğindeki sosyalist sistem kapitalist- emperyalist sistem karşısında rekabet koşullarında kendi adına gerileyenleri durdurabilmek amacıyla, dünyanın karşı karşıya kaldığı tehditleri bertaraf edebilmek şiarı ile silahsızlanma, çevre sorunları gibi başlıklarda işbirliğini kabul ettirmeye çalışıyordu. Sosyalist sistemin gündemi doğal olarak uluslararası sendikal hareketin yönelimlerine de etkide bulunacak ve bu doğrultuda sendikal alandan da baskı gelmesi için gündemler oluşturulacaktı. Nitekim 9.Kongre böyle bir havada gerçekleşti.

Aynı kongrede, toplumsal ilerleme ve ekonomik kalkınma için azgelişmişliği yenme kararı, uluslar-üstü şirketlerin zararlarına karşı birlikte eylem, kadın emeğine saygı ve değer, teknik elemanlar, sosyal güvenlik, çevre ve iş ortamı, toplumsal turizm ve dinlenme, Birleşmiş Milletler örgütü, ucuz bayraklı gemiler için karar, ırkçılık, bazı ülkelerin işçi sınıfının gündemlerine ilişkin dayanışma kararları alınmıştır.

Kongrede Türkiye adına dönemin DİSK Genel Sekreteri Fehmi Işıklar ve T.Maden-İş Genel Başkanı Murat Tokmak konuşmuştur. Işıklar ve Tokmak, yaptıkları konuşmalarda, Türkiye’deki sömürü koşullarının giderek ağırlaşan boyutlarını dile getirdikten sonra, CIA’nin Türkiye’deki sendikal alana müdahalelerine karşı tepkilerini ifade etmişler, DİSK’in Faşizme Karşı İhtar eylemlerinden bahsetmiş ve DSF’nin ayrım yapmadan tüm sendikal yapıları birliğe çağrısını desteklediklerini dile getirmiştir.

1980’lerin ortalarına doğru ivmelenen Sovyetler Birliği’ndeki yeni yönelimler, bu politikaların hayata geçirileceği uluslararası mevzilerin çöküşüyle birlikte gerçekleşti. Artık uluslararası sendikal alan kapitalist-emperyalist sistemin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırılacaktır.

Ulusal konfederasyonların dünya çapında örgütlendiği uluslararası konfederasyonlar yanında bir de bölgesel çapta örgütlenen uluslararası konfederasyonlar vardır. Bu bölgesel yapılar günümüzde ağırlıklarını önemli ölçülerde artırmış durumdadır. Avrupa Ortak Pazarı’nın gelişmesiyle birlikte, Avrupa ülkeleriyle sınırlı bölgesel bir uluslararası sendikal örgütlenme olarak 1973 yılında oluşturulan ve gerek Türk-İş gerekse DİSK’in üye oldukları ASK/ETUC buna örnektir. Bu tip bölgesel çapta uluslararası örgütlenmeler İskandinav ülkeleri, Karaipler ve Afrika için de söz konusudur. UHİSK’nin de ARO adlı Asya Bölgesel Örgütü vardır.

Öte yandan işkolu örgütlerinin toplandığı uluslararası işkolu federasyonları, UHİSK’in kendi içindeki işkolu bölünmesine göre örgütlenmiştir. 16 uluslararası işkolu federasyonu vardır. Türkiye’de, sendikaların çoğunluğu bunların üyesidir. DSF’nin de kendi işkolu anlayışı doğrultusunda 12 sendika enternasyonali (TUİ) yani işkolu sendikal birliği vardır. DÇK’nin de aynı şekilde 8 işkolu örgütlenmesi bulunmaktadır 19 .

Avrupa Sendikalar Konfederasyonu ETUC, 9-12 Mayıs 1995 tarihinde 8.kon-gresini yaptı. Kongrede, herkese eşit iş bulma şansı vermek için işletmelerin ve kamu otoritelerinin somut önlemler almasını talep eden ulusal düzeyde ve Avrupa düzeyinde ortak eylemle yürütülecek bir istihdam eylem planının gerekliliği öngörülürek, teknolojideki gelişmeleri hesaba katan aktif bir sanayi politikası geliştirilmesi gerektiğinin altı çizilmiştir.

Yaşam kalitesinin geliştirilmesi için tüm düzeylerde kamu otoritelerine ve işverenlere baskı yapılması kararlaştırılmış, kamu hizmetleri ve sosyal koruma alanlarında gereksinim duyulan tüm reformların planlı bir yaklaşım ve toplu pazarlık yoluyla üretilmesinin sağlanması gerektiği belirtilerek, özelleştirmelere ayrımsız ve yaygın bir şekilde karşı çıkılması gerektiği dile getirilmiştir.

Mesleki eğitim, genç işçiler, göçmen işçiler ve azınlıkların haklarının korunması ve geliştirilmesi için düzenlemelere ihtiyaç duyulduğu belirtilmiş, 35 saatlik işhaftası hedefine ulaşmak için baskı yapılması ve daha güçlü bir sendikal hareketi inşa etmek sorumluluğu hatırlatılmıştır 20 .

ETUC, Avrupa parlamentosunun “işçi lobisi” olarak faaliyetlerini sürdürmek doğrultusunda bir yönelim belirlemiştir. Avrupa bütünleşmesinin önündeki endüstri ilişkileri sorunlarının aşılması için bir mesai yürütmeye karar vermiştir.

İki sistem arası rekabetin ortadan kalktığı koşullarda sendikal alana yerleşen işte böylesi bir anlayıştır; “Kapitalist sistemin gelişimine sendikal alandan da katkı koymak.”

2000’li yılların eşiğinde endüstri ilişkilerinin yeni boyutlarının gündeme getirdiklerinin en önemli ayağı, iş ilişkileri, istihdam politikaları ve sendikaların bu çerçevede kendilerini “yenileme”leridir.

Bu yönelim sadece Avrupa ile sınırlı kalmamıştır. Dünya Bankası’nın 1995 yılında hazırladığı 18.raporun başlığı “Bütünleşen dünyada işçiler” başlığını taşımaktadır. Raporda artan uluslararası ticaret ve yatırımın ve daha az devlet müdahalesinin istihdama zarar vereceği görüşünün temelsiz olduğu iddia edilerek, Özellikle, küresel eğilimleri benimseyen, etkin olarak uluslararası piyasalara giren ve aşırı devlet müdahalesinden kaçınan birçok ülkede işçilerin büyük ilerlemeler kaydettikleri ileri sürülmüştür.

Rapor, hükümetlere ise şu önerilerde bulunmaktadır;

“1. Emek talebi, işgücü beceri ve üretkenliğinin artmasında hızlı bir gelişme yaratan piyasa temelli gelişme yolları takip etmeli,

“2. Ticareti geliştirerek ve sermayeyi çekerek, uluslararası düzeyde yeni olanaklardan faydalanılmak; fakat bazen uluslararası değişimlerin getirdiği bozulmalar giderilmeli,

“3. Kayıt dışı ve kırsal emek piyasalarına eklenen, formel sektörde toplu pazarlığı destekleyen, muhtaçlara koruma sağlayan, göreli olarak iyi durumdaki işçileri gözetmekten kaçman bir emek politikası kurmalı,

“4. Piyasa ve uluslararası bütünleşmeye geçiş için mücadele eden ülkelerde, emek maliyetlerini aşırı büyütmeksizin ya da dondurmaksızmın mümkün olduğunca hızlı bir biçimde geçiş süreci yaşamalıdırlar”21 .

Bu rapor üzerinden sendikalara söylenen tek şey vardır: “Her türlü gelişme, uluslararası rekabete ve uluslararası bütünleşmeye bağlıdır ve sendikalar bu yolu desteklemelidirler” 22 .

Sendikalara biçilen bu misyonda, sendikal alanın, gelişmelere karşı konumlanışında işçi sınıfının sınıf çıkarları ekseninden uzaklaşması, bu uzaklaşmanın beraberinde getirdiği işlevsizlik ve çıkış üretmede zorlanma rol oynamaktadır.

Uluslararası sendikal hareketin krizi

Sendikal kriz sadece ulusal boyutta yaşanmıyor. Kriz saptamaları uluslararası sendikal alanlarda da yapılıyor ve çıkış yolları olarak üretilenler ise büyük ölçüde sendikalara ‘yeni’lenmeyi dayatıyor.

Yenilenme eksenine yerleştirilmeye çalışılanlara argüman olarak ise en başta bilimin ve teknolojinin gelişmesi ve bu gelişmeye bağlı olarak dünyanın küçülmesi sunuluyor. Bunun doğal uzantısı olarak ise üretim sürecinin, işçi sınıfının ve emek-sermaye ilişkilerinin yeniden ele alınması zorunluluğuna dem vuruluyor.

Bu kaygılar ile hızla “yeni” sınıf ve sınıf mücadelesi çözümlemeleri yapılıyor ve bu çözümlemeler ışığında sendikalar yeniden tanımlanmaya çalışılıyor. İşçi sınıfının sınıf niteliğinin ortadan kalktığı ve bununla ilişkili olarak toplumsal karşı karşıya gelişlerin sınıf mücadelesi ekseninden çıktığı saptamaları yapılıyor. Uzun bir süre burjuva teorisyenler, ekonomistler ve akademisyenler arasında bir tartışma başlığı olarak kalan konular artık sendikalara da “realite”ler olarak sunuluyor ve bununla ilişkili projeler dayatılıyor.

Söz konusu değişimin teorik ve politik boyutları başlı başına bir çalışma konusunu oluşturacak denli zengin bir içeriğe sahip. Bu nedenle burada sadece “değişti” denilenlere ilişkin argümanlar kısaca ortaya konulacak ve daha çok sendikaların bu argümanlara karşı geliştirebildikleri üzerinde durulacak.

Değişti denilen şeylerin başında bilim ve teknolojideki gelişmeler geliyor. Bu çerçevede, “Mikro-elektronik” ve “Bilgi teknolojisi” gibi isimler kullanılıyor. Bu gelişmelerin istihdamın yapısını değiştirdiği ve ve bu değişim üzerinden klasik iş hukukunun hükmünü yitirdiği ve yenilenmesi gerektiği iddia ediliyor. Aslında bu çerçevede sendikalara da gerek olmadığı ortaya konulmaya çalışılıyor. Sendikalar ise bu değişimde kendilerine yeniden yer bulabilmek için, kendilerine bu “realite” ile uyumlu bir pozisyon tanımlama uğraşı içinde sisteme yamanmaya çalışıyor.

İngiltere’de işçi sendikalarının üst kuruluşu olan TUC’un 1979 yılında yayımladığı bir rapor sendikaların izlemesi “gereken” yeni politikalarının esaslarını ortaya koyuyor;

“Teknolojik devrim hem bir meydan okuma hem de tarihi bir fırsattır. Bu yüzden bu teknolojilere uyum süreci içinde inisiyatif sadece işverenlere bırakılamaz. Bu alandaki gelişmeleri izlemek ve değerlendirmek amacıvla işçi sendikası ile işveren ortak organlar oluşturmalıdır. Özellikle işletme düzeyindeki planlamalardan sendika haberdar edilmeli, teknolojik değişmelerden etkilenen işçilere yeniden eğitim sağlanmalıdır. İşsizliği kısmen önleyebilmesi için iş sürelerini kısaltmalı ve düzenli biçimde yapılan fazla çalışmalardan kaçınılmalıdır” 23 .

Küreselleşme yani tekelci dış ticaret rejimlerinin gündeme gelmesi, toplu sözleşme pazarlıkları ve sendikaların konumunu büyük ölçüde etkileyen bir faktör olarak dile getirilmektedir.

Toplu sözleşmelerin işkolu bazını içeren niteliğinin bu değişimin içinde farklılaştığı saptaması yapılıyor. Toplu sözleşme biçiminin 1980’lerden itibaren işkolu ekseninden işyeri, işletme düzeyine bir kayma eğilimi taşıdığı belirtiliyor. Sendikalara “işletmeci mantığı ile akıl öğretme” misyonu edinmiş olan Prof.Dr Metin Kutal, Birleşik Metal Sendikası’nın düzenlediği bir panelde bu durumun hiç de karamsarlık yaratmaması gerektiğine işaret ediyor;

“Toplu pazarlığın işkolundan işyeri ya da işletme düzeyine kayması, bütün dünyada toplu sözleşmelerin küçük üniteler halinde işyeri ya da işletme düzeyinde yapıldığı anlamına gelmez. Aksine, genellikle çok düzeyli toplu pazarlık, Bat ülkelerinde geçerlidir. Yani işkolu sözleşmesi de var, hatta konfederasyonlararası, ulusal düzeyde de toplu sözleşmeler var, bunların tamamlayıcısı olarak işletme ya da işyeri düzeyinde toplu sözleşmeler de var. Dolayısıyla, çok düzeyli bir toplu pazarlık dünyada esas kabul edilmekte ve bunun içerisinde de, işyeri sözleşmelerinde bir atılım ve bir gelişme dikkat çekmektedir”24 . [KUTAL]

Üretim sürecinin istihdam ve üretim boyutlarında esneklik uygulaması tartışmaları ise bir süredir Türk sendikacılığı tartışma platformlarına da yoğun bir biçimde taşınmış durumda. Esnek uygulamalara karşı sendikaların geliştireceği politikalar giderek daha fazla öneme sahip olmakta.

Esneklik kısaca üç başlıkta (sayısal, işlevsel ve ücret) dile getiriliyor. Sayısal esneklikten kasıt, ekonomik ve teknolojik şartlara, piyasalardaki talep değişmelerine göre kullanılan işgücü miktarını kolayca ve hızla ayarlayabilme yeteneği. Bu tarz bir esnekliğin ilk elden sonuçları ise fason üretim ve taşeronlaştırma.

İşlevsel esneklik ise, pazar talebinde teknolojide ve şirket politikalarındaki değişiklikleri karşılayabilecek şekilde işçilerin farklı işleri yapabilme yeteneği ve kolaylığı. Buna çekirdek işçi de deniyor.

Ücret esnekliğinden anlaşılan ise; ücret yapısının sayısal ve işlevsel esnekliği destekler biçimde, emek piyasasına göre ayarlanabilmesi. Yani emek verimliliğine göre ücret.

Esnek üretim modelinin işçi sınıfı açısından bir dizi sonucu var; çalışma süresi uzuyor, iş yoğunluğu artıyor, sendikasızlaşma kayıt-dışı istihdam özendiriliyor, sosyal güvenceler kaldırılıyor, ücretler aşağı çekiliyor, çalışma koşulları kötüleşiyor ve sömürü ağırlaşıyor 25 .

Tüm bu dayatmalara karşı sendikalar adeta panik halinde. Sendikaların tarihsel kazanımlarının yerle bir edileceği bu tarz içinde yine kendilerine bir yer bulma çabasında olanlar, sürecin nasıl bir parçası halinde kalabilirizin hesaplarını yapıyorlar.

Esneklik dayatmalarının arkasında yatanları sergileyen Tülin Öngen’in görüşlerine katılmamak mümkün değil.

“Üretimin ve yönetimin esnekleşmesi, kaçınılmaz olarak politikanın esnekleşmesini, yani sınıf mücadelesinden soyutlanmış, toplumsal ve ekonomik bir rejimin kurulmasını öngörmektedir… Esneklik, Troffler’in dürüstçe itiraf ettiği gibi, üçüncü dalganın gereksinimi olan bir insan tipinin başka bir deyişle sendikal ve siyasal yığınsallıktan kurtarılmış bir işçi sınıfının yaratılmasını hedefleyen yeni bir toplumsal yaşam biçimini müjdelemektedir… Gerek ekonomik açıdan gerek siyasal açıdan ciddi bir tıkanıklık içine girmiş bulunan kapitalist sistem için esneklik, sermaye için son sıçramayı, işçi sınıfı için ise vahşi kapitalizmin geri dönüşünü simgelemektedir”26 . [ÖNGEN]

Sendikal alanın bugün içinde bulunduğu durum, uluslararası sendikal platform görünümlü Latin Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu (CLAT) yöneticilerinden E.Maspero’nun sözleriyle “dinazorların krizi” olarak tanımlanıyor;

‘Tüm bir sendikal hareket, itibarının ve taban karşısındaki gücünün erimesine yol açan derin ve karmaşık bir krizle karşı karşıyadır. Üstelik kriz, sendikaların güçlerinin hem kendi ülkelerinde hem de dünya çapında erimesine yol açmaktadır. Ve krizden en çok etkilenen sendikalar en zengin, en güçlü, en fazla üyeye ve hükümetlerle en güçlü siyasal bağlara sahip olanlardır. Bu krizin nedenleri, dinozorların yok olmasına yolaçan nedenlerin aynısıdır: Büyük bir vücut, çok fazla ağırlık, küçük bir kafa ve az miktarda öz ve nitelik”27 . [MASPERO]

Uluslararası sendikal hareketin bugüne dek kurmuş ve yaşamakta olan platformlarına bu değişim süreci taşınmaya çalışılırken, bu kurumlar aracılığıyla da ulusal sendikal harekete bu doğrultu dikte ettirilmeye çalışılıyor.

“Çağdaş sendikacılık” adı altında dillendirilenler büyük ölçüde sistemin gelişiminin önündeki engellerin bu alandan kaynaklanan boyutlarının bertaraf edilmesi ve ilgili hükümet kararlarına karşı sendikaların hazırlanması işlevini görüyor. Bu hazırlama süreci ise karşılığını çabuk buluyor. İşte size günümüzdeki sendika liderlerinin ağzından birer cümlelik yaklaşımlar. ..

Nicole Natat (Fransa): “İşçi yardımlarının kesilmesi konusunda hükümet ve refah devleti reformlarına yardımcı olunmalı”,

John Monks (İngiltere): “Ülke işçilerinin 21.yüzyılın şirketleri için hazır duruma getirilmesi için daha fazla eğitim ve öğretim ihtiyacı var.”

Sergio Cofferati (İtalya): “Daha fazla esnek iş sözleşmesi aracılığıyla işsizlikle mücadele ve daha serbest çalışma hukuku..” 28

Bu kadar da olmaz dedirtecek bir örnek de diğer bir Fransız sendikacısından:

“Sendikal hareket ekonomik bir bakış açısından gerçekçi ve sorumlu bir tutum içinde bulunduğunu kanıtlarsa, işverenler ve hükümetlerle uzlaşma yapabilmenin olanakları artacaktır. İşverenler sendikaların, isyan çıkarmak isteyen militanlar gibi değil, kendilerine yakın biçimlerde düşündüklerine ikna olurlarsa çok daha barışçıl bir ortam içinde yaşayabileceğiz” 29 .

Bu sözleri sarfedenler işveren sendika örgütleri temsilcileri olsa doğal karşılanır; ancak herbiri en az 4 milyon üyeli işçi sendikalarının temsilcileri olunca…

Sendikalar bu doğrultuda yeterince hazırlanmış ve teslim alınmış durumdadır.

Olasılıklar ve sonuçlar…

Yetmişli yılların sonlarından itibaren geçilen yirmi yıl, işçi sınıfı açısından bir “kronikleşen gerileme” dönemi olarak yaşandı. Bir dizi tarihsel kazanımın yitirilmesinin yanında, umudun yeşertileceği tutamak noktalarının da büyük ölçüde elden kayması ve inanç erozyonu gerilemenin sonuçları olarak yığıldı.

Gerileme, farklı konjonktürlerde, farklı içerik ve kaygılarla masaya yatırıldı. Çoğu zaman, güncel sıcaklığının öne çıkardığı olgulara yaslanılarak yapılan değerlendirmeler, geçen sürenin anlamlı bir zaman dilimine tekabül ediyor oluşu ile birlikte daha soğukkanlı ve bütünsel yaklaşımları zorunlu kıldı.

Bu zorunluluğun karşılığı olarak yapılan değerlendirmeler ışığında, gerileme nesnelliği genel olarak üç argümanın içine yerleştirildi; Sosyalist sistemin yıkılışı, üretim sürecinde gerçekleşen değişim ve kriz koşullarının teslim alıcılığı.

Sosyalist sistemin yıkılış sürecinin güncel sıcaklığını yitirmesi ve restorasyon süreçlerinin ise oldukça sancılı geçiyor oluşu bu argümanın “ufuk açıcı” potansiyelini büyük ölçüde tüketmiş gibi.

Üretim sürecinde gerçekleşen değişimin, işçi sınıfını ve sınıf mücadelesini geleneksel kalıplardan çıkardığı tezi ise, üretim sürecinin değişti denilen yüzünün açığa çıkarttıkları belirginleşince bir dönemki cazibesini yitirmiş görünüyor.

Kriz koşullarında, işçi sınıfı açısından kimi olanaklar ortaya çıkmış olsa da, sistem şu ya da bu nedenle, kendisini yenileme şansını yakalayabilirdi. Bu süreçte burjuvazinin emekçi kesimlere yönelik saldırısını yoğunlaştırması, giderek emekçi kesimlerde savunmacılığı öne çıkardı ve bu durum yine giderek teslim almışın zeminini yarattı. Kriz koşullarının ortalığı bulandırıcı boyutlarının yavaş yavaş ortadan kalkması, bu sürecin sonuç tablolarını belirginleştirdi.

Bu çerçevede ve bu değerlendirmeler ışığında, “işçi sınıfı neden tepkisiz?”, “emekçiler neden hareketsiz?” sorularına aranan yanıtlar politik tercihleri büyük oranda belirler hale geldi.

Sosyalist deneyimlerin zaafiyetlerinin oynadığı rolden varlık gerekçelerini üretme durumunda kalanlar, ders çıkarmak adına doğrultularını taban demokrasisine, saf işçiciliğe vs. çevirdiler.

Üretim sürecinin değişmesinin işçi sınıfında, üretimden gelen güçlerinin yitirilmesi koşullarını ortaya çıkardığı inancım taşıyanlar için uzlaşmacılık temel yönelimi oluşturdu.

Kriz koşullarının teslim alıcılığının yakıcılığını daha fazla hissedenler için ise, daha mütevazi ve yeniden biriktiriri tercihler kendine güvensizlik ve iddiasızlık için kapıları sonuna kadar açtı.

Değerlendirmelere kaynaklık eden argümanların ilk elden reddedilmesi kolay değil. Her bir argümanın işçi sınıfı ve sınıf mücadelesine etkisi tartışılmaz. Ancak, değerlendirmelerin doğruluğu kadar ufuk açtırıcılığı da önemli olsa gerek. Bugün sosyalist hareketin,, saptamaların rahatlatıcılığından çok ufuk açtırıcılığına ihtiyacı olduğunu biliyoruz.

Öncelikle işçi sınıfının ve emekçi kesimlerin verili durumunu herhangi bir bazda değerlendirirken, “tepkisizlik” yerine “toplumsal süreçlerde ağırlık yitirme” olarak tanımlamanın daha doğru olacağını düşünüyorum. Her ikisi arasında, ilk çağrıştırdıkları yakınlığın çok ötesinde anlamlı düzeyde farklılık olduğuna da inanıyorum. Tepkisizlik yeniden “tepkici kılma”yı ağırlık yitirme ise “ağırlığını koyma”yı öne çıkaracaktır. Öne çıkanın farklılığı ise çok açık olsa gerek.

“Ağırlık koyma” ise, sürecin kritik halkalarının tesbiti ve bu halkalara tutunarak sıçrama koşullarının yaratılması ile ilgili. Geçilen süreçte, kritik halkalar; sendikaların etkisizleşmesi ve uluslararası emperyalist dayatmalar karşısındaki sınıfın konumlanışıdır.

Sendikalar, sınıf mücadelesinin işçi sınıfı adına sendikal alandaki yanıtı olamadığı koşullarda uzlaşmacılığa yönelmişler ve “işbirlikçi” olarak suçlanmışlardır. Bir tür zaafiyeti çağrıştıran bu suçlamalar için bugün fazlaca zemin kalmamıştır. Nedeni ise sendikaların geçirdiği evrimdir.

Sendikalar artık, zaafiyetlerinden dolayı rotalarından sapmış olmuyorlar. Kapitalist-emperyalist sistemin yönelimleri doğrultusunda yapılandırılıyorlar. Böyle yapılandırılmış sendikalar “işbirlikçi” kurumlar olmaktan daha çok düzenin organları olarak işlev görmektedirler.

Aslında süreç bu yönüyle bir dönemi tersine çevirmektedir. Sendikalara dönük müdahale, sendikaların sistem içine çekilmesi ya da gediklerinin kapatılması değil, düzenin organı olarak çalışan bir yapının gediklerinin genişletilmesi ve sisteme olanak sunma koşullarının bozulması eksenine yerleştirilmek durumundadır.

Sendikaların düzeni kalkındıran niteliklerinin bertaraf edilmesinin araçlarını geliştirirken sosyalist hareket kendisini sınırlamak durumunda değildir. Sendika dışı oluşumlardan sendikaları kuşatmak, sınıf mücadelesinin sıkıştırıcılığından payına daha fazla basınç düşen sendikal noktalarda yoğunlaşmak, sendikaların yeni yönelimlerinin dayandığı ideolojik mevzileri çökertmek vb. bir dizi farklı vuruşun nesnelliğinin olduğunu görmek ve kullanmak gerekiyor.

Üretim sürecinin yeni yönelimleri çerçevesinde gündeme getirdiklerinin içinde sendikal alana biçilmiş alanlar oldukça daraltılmıştır. Sendikaların ideolojik, politik ve örgütsel olarak beslendiği kanalların kuruması bu durumu pekiştirmektedir. Değişenlere yönelik, sendikaların alacağı konumlanışın, bir “uyum” ya da değişenlerle “bütünleşme” adı altında işçi sınıfı adına bir çıkış anlamına gelmesi oldukça güç. Sendikaların etkisizleşmesi sürecinin tersine çevrilmesi, büyük ölçüde, sosyalist hareket ile sendikalar arasında kuruyan beslenme/iletişim kanallarının yeniden canlandırılmasıdır. Bu sürecin ağırlık noktası sendikalardan değil sosyalist hareketin kendisi olacaktır. Sosyalist hareket bunun sorumluluklarıyla hareket etmek durumundadır.

Kapitalist-emperyalist sistemin üretim süreçlerini kendi gereksinimleri doğrultusunda yeniden yapılandırma niyetlerinin işçi sınıfı ve onun örgütlü güçleri için karşılığı dayatmalardır.

Sözgelimi metal, tekstil ve elektronik gibi emek-yoğun işkollarının emperyalizmin kıskacındaki ülkelere terkedilmesi, bu ülkelerin de ayakta kalma koşullarının bu işkollarındaki rekabetin içinden sıyrılmak olunca, bunun işçi sınıfı adına daha fazla sömürü ve onun örgütlü güçlerine yönelik daha yoğun saldırı anlamı taşıyacağım ileri sürmek için kahin olmaya gerek yok.

Diğer taraftan özelleştirme gibi kapitalizm için artık evrenselleşen modeller yine bu kıskacın cenderesindeki ülkelerin işçi sınıfının yıkımı olduğu ve olmaya devam edeceği çok açık.

Son olarak, uluslararası tekellerin değişik ülkelerde ve değişik işkollarında ayakları bulunan dünya çapındaki üretiminin işgücü kaynağı, bu gücün karşısına yine bu bütünlük içinde çıkarılmalıdır. Bu gücün karşısında onun dayattığı parçalanmaya teslim olan bir işçi sınıfının ve onun sendikal pratiğinin çökmesi kaçınılmaz.

Uluslararası sendikal örgütlerin emperyalizmin maşaları haline dönüştürülmesinin önüne geçilmesinin tek yolu, bir başka sosyalist sistemin kurulmasını beklemek değildir. Emperyalizmin bu alandaki projeleri teknik ve ekonomist projeler değil, tam anlamıyla ideolojik ve politik projelerdir. Bu nedenle karşı duruşun kendisi de bu bütünlüğü barındıran ölçekte ideolojik ve politik olmak durumundadır.

Yine bu çerçevedeki bir konumlanışın savunmacı bir mantıkla kimi tarihsel kazanımları içeren mevzilerin korunmasına indirgenmemesi kritik bir önem taşımaktadır. Sosyalist hareketin ideoloji ve politika düzlemlerinde canlandıracağı bir karşı saldırı ve bu saldırının zeminini oluşturacak kritik halkalara tutunma, işçi sınıfının daha somut ve hissedilebilir bir hedefi haline gelmeli, getirilmelidir.

Sosyalist hareket bu gücü ve ufku zayıf ülkelerin çelişkiler arenasındaki basınçtan çıkartma şansı her zamankinden daha fazladır. Bunun adayları da her zamankinden daha iddialı ve gereken özgüvene sahiptir.

 

Dipnotlar

  1. MUNCK Ronaldo, Uluslarararası Emek Arastırmaları, Öteki Yayınları, 1995, Ankara, s.323
  2. HOBART SPALDDNG’ten aktaran Ronaldo Munck, age., s.323.
  3. OLLE Werner-SCHOLLER Wolfgang’dan aktaran Munck, age, s.316.
  4. WDNDMÜLLER’den aktaran Munck, age, s.322.
  5. TEKİN Taner, Uluslar arası Sendikal Hareket Türkiye ve DSF’nin 9.Kongresi, Konuk Yayınları 1978, s.15.
  6. Age, s.21
  7. WALTER REUTHER’den Taner Tekin, age., s. 25.
  8. TEKİN Taner, Uluslararası Sendikal Hareket, Türkiye ve DSF’nin 9. Kongresi, Konuk Yayınları, 1978, s.17
  9. age., s.18
  10. age., s. 20
  11. IŞIKLI Alpaslan, Sendikalar ve Siyaset, cilt I, Öteki Yay.,1995, s. 238.
  12. GREEN William’dan aktaran Alparslan Işıklı, age, s.248
  13. TEKİN Taner, Uluslararası Sendikal Hareket, Türkiye ve DSF’nin 9. Kongresi, Konuk Yay., 1978, s.35
  14. Aktaran ÜNSAL Engin, Hedefini Vuramayan Ok Türk Sendikacılığı, Oyut Kitapları, 1997, s.45.
  15. ŞİŞMANOV Dimitır, Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi Kısa Tarihi (1908-1965), Belge Yayınları, 1990, s.166
  16. IŞIKLI Alpaslan, Sendikalar ve Siyaset cilt II ,Öteki Yay. 1995, s. 169.
  17. Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi Cilt I içinde, Derleyen Fatih GÜNGÖR
  18. TEKİN Taner, Uluslararası Sendikal Hareket, Türkiye ve DSF’nin 9. Kongresi, Konuk Yay., 1978, s.23
  19. Dünya Sendikacılık, Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi içinde
  20. ETUC 8.Kongre Kararlar, Genel-İş Bülteni, Ekim 1995, s.54.
  21. Bütünleşen Dünyada İşçiler, Genel-İş Bülteni, Ekim 1995, s.36
  22. Age., s. 37
  23. Aktaran Melih Kutal-Toker Dereli, “Ekonomik Kriz ve Dünyada Sendika Hareketi” ,Petrol-İş 93-94 Yıllığı içinde
  24. 2000’ler Eşiğinde ’94 Türkiye’si ve Endüstriyel İlişkiler Paneli, Birleşik Metal Sendikası Yayınları, 1994, s.27.
  25. “Esneklik: Fordizmden Post-Fordizme Dönüşüm Anahtarı”, Prof. Dr Hacer Ansel, Petrol-İş 96 Yıllığı
  26. “Sınıf Mücadelesi Rejimi Olarak Esneklik”, Doç. Dr Tülin Öngen, Petrol-İş 95-96 Yıllığı
  27. Aktaran Çetin Uygur, Dinozorların Krizi, Alan Yayıncılık, 1992, s.79
  28. Aktaran Doç. Dr Melih BAŞ “Esnek Ekonominin Yükselisi ve İşçi Hareketinin Geleceği”, Petrol-İş, 95-96 Yıllığı
  29. Aktaran Çetin Uygur Dinozorların Krizi, Alan Yayıncılık, 1992, s.85
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×