Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı: Bir Taktiği Güncelleme Zorunluluğu
Ulusal sorun konusunda oldukça emek harcamış ve benim de bu yazıda kendisinden çokça faydalandığım Aydemir Güler birden fazla yazısında kendisinin ulusal sorun değil, ulusal dinamik demeyi tercih ettiğini belirtmiştir. Bu tercihin bir temenniyi de içerdiğine hiç şüphe yoktur ve temelde kesin olarak haklıdır.
Kanımca bu adlandırmada, ulusal hareketlere marksistlerin bakışını anlatan bir ipucu da var. Marx’ın veya Lenin’in ulusal hareketlerin devrimci mücadele içindeki konumuna bakıp böyle bir adlandırma yaptığını iddia edecek değilim.
Yalnız, ulusal hareketlerin bizim literatürümüzde sorun veya dinamik olarak adlandırılmasının bir anlamı vardır. Ulusal hareketler sorun da olabilir, dinamik de. Sınıflar mücadelesinde dinamikle sorunun farklı düzlemlere ait iki kavram olduğunun da farkındayım. Ama ilk bakışta insanın gözüne çarpanın sorun mu, yoksa dinamik mi olduğu ulusal hareketlerin karakterini açıklarken, yalnızca bir ruh halini anlatmak açısından dahi ipucu teşkil edebilir. Yıllarca, reel sosyalizmin varlığında ve hatta onun öncesinde Ekim Devrimi’ni hazırlayan koşullarda, ulusal sorun, sınıflar mücadelesinde devrimci bir dinamik olarak varoldu. Emperyalizme karşı ulusal hareketler, basbayağı, dünya devrim sürecinin önemli bir halkasıydı. Marksistler bu hareketlere baktığında, tüm karmaşıklıklarına rağmen devrimci bir dinamik görüyorlardı. Peki bugün geldiğimiz noktada söze nasıl başlıyoruz? 20. yüzyılın sonundan itibaren ulusal sorun, tüm ihtişamıyla karşımızda duruyor ve insanın içinden pozitif bir anlam yükleyerek “dinamik” sözcüğünü kullanmak gelmiyor.
Bir zamanlar, sosyalist ülkeler ve burjuvazinin egemenliği altındaki ülkelerdeki işçi sınıfı hareketlerinin yanına, dünya çapındaki devrimci mücadelenin üçüncü bir halkası olarak ikirciksiz kaydettiğimiz ulusal hareketler, ilk halkanın kaybıyla beraber emperyalizmin elinde önemli bir silah haline geldi.
Demek ki, bu üç halka aslında birbirinden bağımsız değildi. Bu ulusal hareketler için hemen yapılması gereken ilk tespittir. Zaten bu iddianın yalnızca ulusal hareketler için geçerli olduğu da söylenemez. Kapitalist ülkelerdeki işçi hareketlerinin de reel sosyalizmin çözülüşünden nasıl etkilendiğini hatırlayalım. Elbette bu iki dinamik, işçi hareketleri ve ulusal hareketler, çözülüşten çok farklı biçimlerde etkilenmişler, söz konusu hareketlerin savrulmalarının yönü de şiddeti de bambaşka olmuştur. Bu da kaydedilmesi gereken ikinci noktadır. Sonuca tersten ulaşılabilir. İşçi hareketleri ve ulusal hareketler çok farklı karakterde iki dinamik olduğundan, büyük çaplı bir çözülüşe başka başka tepkiler vermişlerdir. İşte bu hiç aklımızdan çıkmaması gereken, her defasında dönüp tekrar hatırlamak zorunda olduğumuz bir niteliktir. Sınıf hareketi ile ulusal hareket bambaşka iki harekettir ve kesinlikle birbirlerine karıştırılmamalıdır. Ne teorik düzlemde, ne de siyasi olarak…
Bu durumda, ulusal hareketin sınıfsal olanla ilişkisine bakmadan önce, sınıf hareketinin, ulusal olanla ilişkisine bakmak yararlı olacaktır.
Manifesto’nun çok bilinen şiarıyla işçilerin vatanı yoktur. Enternasyonalizm marksizmin değişmez, başucu ilkelerinden birisidir.
Aynı manifesto, ulusla sınıf arasında sistematik bir ilişki kuran ilk klasik metindir: Egemen sınıf olmak isteyen bir sınıf, kendisini ulusal bir sınıf konumuna yükseltmek, kendisini tüm toplumun çıkarlarının temsilcisi olarak sunmak zorundadır. O halde, iktidara aday bir sınıf olarak proletarya için, mücadele ölçeği açık ki ulusal ölçektir.
Sınıfsal olanın ulusal olana değdiği yüzey, iktidar mücadelesinin bizzat kendisidir.
Zaten teorik olarak da marksizm için ulusal soruna bakış, sınıfsallıkla belirlenen bağımlı bir perspektiftir.
Ama bu bağımlılık, ulusal sorunun teori-siyaset ilişkisinin son basamaklarında yer almasıyla birleşince ve dolayısıyla, ulusal sorun veya dinamikler konusunda doğal olarak teorik çalışmaların ve soyutlamaların bir sınırı olunca, ulusal sorun konusundaki siyasi yaklaşımların toplamı abartılı bir hal almıştır.1 Daha açık bir ifadeyle, teorik çalışmanın sınırlarının darlığı, siyasi mülahazaların alanını genişletmiş ve bu alanın genişliğinde ortaya çıkan siyasi değerlendirmelerin oluşturduğu yığının temizliğe ihtiyacı gün geçtikçe artmıştır. Bu alanı temizlemek zaruridir. Temizleme işlemine de, ne hakkında konuştuğumuzun netleştirilmesiyle başlanması gerekir.
Somut siyasi yaklaşımları değil, bu somut siyasi yaklaşımlara temel oluşturan teorik yöntemi açığa çıkartmak esas işimiz olmalıdır.
Yüzyıl Dönümünde Ulusal Sorun
Marx ve Engels’in yaşamları boyunca ulusal sorunlar ve dinamikler konusunda geliştirdikleri siyasi çizgi incelenirken ele alınacak yol somut siyasi yaklaşımlara temel oluşturan teorik yöntemi açığa çıkartmaktır.
Her iki usta için de esas olan sınıfsallıktır ve 19. yüzyılda sınıfsal olanın ulusal olana değdiği yüzeyi aramak Marx’ın ve Engels’in asli işi olmuştur. Bu nedenle taraf olmaktan çekinmemişlerdir mesela ve hata yaptılarsa da yine bu nedenle yapmışlardır. Dahası, bu yüzey iktidar mücadelesiyle doğrudan bağlantılıysa, bu mücadeleye dair eksikliklerin ulusal sorun konusunda geliştirilen siyasi hatta damga vurmasından nasıl kaçınılabilir ki? Mümkün değildir.
Çünkü ulusal sorun konusunda yeterli derinlikte bir siyasi hat, örneğin, olgun bir sosyalist devrim teorisi ya da ittifaklar politikası geliştirilemeden ortaya çıkamaz. Üstelik, 19. yüzyılın marksistleri ulusal sorunu ayakları üzerine oturtacak eşitsiz gelişimle ilgili soyutlamalardan da oldukça uzaktırlar.
Ama cesurca aramışlar, devrimci siyasetçilere yakışır bir hassasiyetle, meseleye sırtlarını dönmemişlerdir.
Bu arayışın Batı Avrupa merkezli olmasında da şaşılacak hiçbir yan yoktur. 19. yüzyılda devrim rüzgarı, doğuda değil; batıda esmektedir. Gelişkin işçi sınıfı hareketleri, Çarlık Rusyasını veya Çarlığa bağlı diğer Slav uluslarını değil, Batı Avrupa’nın topraklarını sarsmaktadır.
Ancak bu arayışın da her daim aynı coğrafyada, aynı biçimlere sahip bir arayış olduğunu söylenemez.
Örneğin, Marx’ın İrlanda konusundaki düşüncelerine yapılan haksızlık, bu devrimci arayışı anlamamak, sınıfsal olanın, ulusal olana nerede değdiğini görmezden gelmekle ilgilidir.
Marx’ın İrlanda konusunda düşüncelerinin geçirdiği dönüşümün nedeni bellidir; tüm uluslara özgürlüğü getirecek olan işçi sınıfından başkası değildir. Bu nedenle Marx, İrlanda’nın özgürlüğünü de başlangıçta İngiliz işçi sınıfına havale etmekten çekinmez. Çünkü İrlanda ve İngiliz işçi hareketleri gelişkinlik açısından birbiriyle kıyaslanamaz durumdadır. Usta, ileri olana sorumluluk vermekten kaçınmaz. Dahası, çözümü üzerinde her zaman ihtiyatla durulması gereken bir sorun Marx’ı düşündürmektedir; burjuva kurtuluş hareketleri ile işçi sınıfı hareketi arasındaki ilişkinin karmaşıklığı, soruna yaklaşırken gösterilmesi gereken siyasi özen, büyük ustanın gözünden kaçmamıştır. Bugün de sorunun bam telinin burası olduğuna şüphe yoktur. Bu husus atlanarak bir yere varmak imkansızdır.
İrlanda örneğinde, Marx’ın başlangıçtaki tutumu aslında oldukça ortodokstur. Ulusal bağımsızlığın elde edildiği, bir ulusun kimlik edindiği dönemde, burjuvazinin ilericilik yapabildiği bu ilk safhada, saf halde olmasa da bayraktarlığını yapacağı ilkelerin altında bir mücadeleye değil, İngiliz işçi sınıfının devrimci mücadelesine göz diken Marx’ı yarı yolda bırakacak olan yine bu İngiliz işçi sınıfıdır.
Zaman ilerledikçe, her iki adada da bir hareket gözlenir; İrlanda kurtuluş hareketi devrimcileşirken, İngiliz işçi sınıfı hareketi liberalleşir.
Marx’ın tartışılması ve dikkatle incelenmesi gereken görüşüne göre, bu noktadan sonra, İngiliz işçilerinin kurtuluşu, İrlanda’nın kurtuluşu ile yakından bağlantılı hale gelmiştir.
Marx’ın İngiliz işçi sınıfına olan güveninin sarsıldığı açıktır. Beklediği devrimci çıkışı göremeyen usta, İrlanda’nın kurtuluşunun bir itki olabileceğini düşünür.
Ancak, Marx’ın İrlanda’nın kurtuluşu için koyduğu rezerv asla unutulmamalıdır: Marx’ın hayalinde İrlanda kurtuluşunun devrimci bir kitle hareketiyle başarılması vardır. Yoksa Marx, İrlanda’daki bir burjuva çözümün, İngiliz devrimini etkileyeceğini hiç düşünmemiştir.
Ama yine de, Marx’ın İrlanda modelinin hala eksik kalan yanları vardır. Burjuvazinin ilericilik barutunu tükettiği bir ulusal kurtuluş hareketinde, işçilerin bu hareketi nasıl olup da bir devrimci kurtuluş hareketine dönüştüreceği belirsizdir.
İrlanda modeli işte bu belirsizliklerle önemlidir; Lenin, hem İrlanda karşısında İngiliz burjuvazisinin yenilgisini savunan ustalardan, daha sonra patlayacak savaş sırasında Bolşeviklere çizeceği hat sırasında yararlanacak, hem de bu kurtuluş hareketlerinin, işçi sınıfı hareketleriyle gireceği ilişkiyi formüle edecektir. Aslında, işe başlama noktası da, Marx’ta hep olanı açığa çıkarmak ve belirginleştirmektir. Arkasına ise sosyalist devrim teorisi, ittifaklar politikasını ve elbette eşitsiz gelişim teorisini alacaktır.
Ulusal kurtuluş hareketinin niteliğinin tek belirleyici olduğu yanılgısına düşülmemelidir. Temelde bir burjuva hareketi olan ulusal hareketin, ne ölçüde burjuva olduğunu aramak yanıltıcı olabilir. Tabloya bir bütün olarak bakmak gerekecektir. Bir kopuş ve ayrılma dinamiği olarak ortaya çıkan ve sonuçta kendisi için bir devlet kurma hedefini koyan ulusal hareketlerin, içinde varolduğu koşullar, bu kopuşun yaşanacağı ülkenin sınıfsal dinamikleri ve daha genel olarak bölgedeki ve dünyadaki sınıflar mücadelesindeki dengeler ile bir bütündür.
Marx’ın sistematik olarak formüle etmediği işte bu karmaşık bütündür. Onun, İrlanda kurtuluş hareketinin karakterine, bu konu özelinde İngiltere’deki işçi sınıfının durumuna ve bölge ve dünyadaki sınıf mücadelelerinin verili koşullarına bakmadığı söylenemez. Ancak bunu sistematik bir şekilde ifade ettiğini de kimse iddia edemez.
Marx, tüm bunlara bakarak, devrimci bir çözümü zorlamaktadır. Bunların tamamının siyasi taktikler silsilesi içinde ifadesini bulması için Lenin’i beklemek gerekecektir. Ama ilkeler belirginleşmektedir, esas ve öncelikli olan her zaman işçi sınıfının çıkarları ve onun devrimci hedefleridir.
Marx’ı Lenin’e bağlayan yıllar içinde farklı görüşler de ortaya çıkacaktır: Kapitalizme bir tür ilericilik atfeden Avusturya marksizmini, işçi sınıfı örgütlenmesi içinde ulusal kimliği bir kıstas olarak görme girişimi olarak Bundçuluğu ve ulusal sorunu veya dinamikleri tamamen geride bıraktığımızı iddia eden Rosa Luxemburg’u bu görüşler arasında sayabiliriz. Bu üç yaklaşım, ulusal sorun hakkında birbirlerinden çok farklı tavır alsa da, marksizmi 20. yüzyıla taşıyacak bir hatta yürümeyi becerememiştir.
Elbette Rosa’nın, ulusu bir burjuva kategorisi olarak karşısına alan tavrı ile, Bauer’in formülasyonları, ya da Bundçuluk aynı kefeye konamaz. Ama üçünün de yanıldıkları açıktır. Devrimciliğine kimsenin bir laf edemeyeceği Rosa Luxemburg, siyasal dinamikleri, uluslararası kapitalist işleyişin yasalarına bağımlı görmesiyle ekonomisttir. Bu ekonomizm onun ezilen ulusların devrimci rollere aday olduğu bir dünyayı görmesine de engel olmuştur.2
Ulusların kendi kaderini tayin hakkının devrimci bir taktik olarak formüle edildiği dönem işte bu dönemdir.
Öncelikle açığa çıkarılması gereken özellik de bu dönemselliğin ta kendisidir. Tüm vurgular Lenin’e aittir:
“Doğu Avrupa ve Asya’da burjuva demokratik devrimlerinin dönemi 1905’e kadar başlamadı. Rusya, İran, Türkiye ve Çin’deki devrimler ve Balkan savaşları, ‘bizim’ dönemimizde ‘bizim Doğumuz’da yaşanan zincirleme gelişmeler olarak görülebilir. Ve yalnızca kör bir adam, bu zincir içinde, ulusal olarak bağımsız ve tek bir ulustan oluşmuş devletler oluşturmak için mücadele eden burjuva-demokratik ulusal hareketlerin uyanışını görmezden gelebilir. Yalnızca ve kesin olarak, Rusya ve komşu ülkelerin böyle bir dönemden geçiyor olması nedeniyle, biz programımızda, ulusların kendi kaderini tayin hakkını içeren bir madde bulundurmak zorundayız.”3
Yalnızca ve kesin olarak o nedenle…
Nedenin ne olduğuna bakmaksızın önemli olan nedenin varlığıdır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, bir nedenden dolayı programa girmiştir. Bu nedensellik bugüne de ışık tutan bir özelliktir.
Bu nedenselliği elbette biraz daha açmak gerekiyor. Öncelikle şu soruya cevap verilmelidir: Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, hukuki ve genel bir sorun olarak mı görülmelidir, yoksa ulusal hareketlerin tarihsel ve iktisadi incelemesinin bir parçası mı? Lenin’in bu soruya verdiği yanıt tereddütsüz olarak ikincisidir.4
Lenin’in üçüncü uyarısı soyut tanımlardan uzak durmak gerekliliği üzerinedir.5 Ulusal hareketlerin tarihsel ve iktisadi bir analizi yapıldığında, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının, bir ulusun başka bir ulustan koparak kendi devletini kurmasıyla ilgili olduğu görülür. Bu zamanla değişecek bir özellik de değildir. Bugün de ulusların kendi kaderini tayin hakkı ile ilgili konuşuyorsak, “ayrılma” hakkı üzerine konuştuğumuzu bilmeliyiz. Lafı dolaştırmaya hiç gerek yoktur.
Marksist teorinin sistematiği içinde her sosyal sorun, kendi tarihsel ve kategorik sınırlarıyla birlikte ele alınır. Bu sınırlar çizilmeksizin teori olmaz.
Ancak bu sınırları çizerken kullandığınız yöntem ile bu sınırları çizdikten sonra ortaya çıkan değerlendirme sahası asla birbirine karıştırılmamalıdır. İlki teorik ilkelerle ilgilidir, ikincisinin üzerine ise siyasi taktikler bina edilir.
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, marksist yöntemi kullanarak oluşturduğumuz sahada ortaya koyduğumuz taktiklerden yalnızca birisidir.
Bu taktiğin tarih boyunca verimli olup olmadığı, devrimcilere ne yararlar sağladığı ile bu taktiğin bugünkü geçerliliği iki ayrı tartışmadır. Yine aynı nedenle. Bu ikisi farklı tarihsel ve iktisadi analizlerin nesnesidir.
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, her dönemde, o döneme özgü analizlerle birlikte değerlendirilmelidir.
Lenin, konuyu kapitalizmin iki farklı dönemini ele alarak inceler. İlk dönem feodalizmin ve mutlakiyetçiliğin çöktüğü, ulus devletlerin ve burjuva demokratik toplumların ortaya çıktığı dönemdir. Diğeri ise, kapitalist devletlerin çoktan oluştuğu, proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz çelişkinin döneme damgasını vurduğu zaman aralığıdır.6
Bunlara iki dönem daha ilave etmek mutlaka gereklidir.
İlki, aslında Lenin’in tarif ettiği ikinci dönemin devamı olarak görülebilecek, ulusların kendi kaderini tayin hakkının devrimci misyonlar üstlendiği, sosyalist bir kutbun varlığındaki dönemdir.
Diğeri ise, bugün de içinde yaşadığımız, Sovyetler Birliği ve reel sosyalizmin çözülüşünden sonraki yıllar.
Bunların hiçbiri birbiriyle karıştırılamaz. Her birinin dinamikleri birbirinden farklıdır ve dolayısıyla her biri için ulusların kendi kaderini tayin hakkı bir siyasi taktik olarak yeni baştan ele alınmalıdır.
Hakkı Kullanmanın Koşulu Olursa
Ulus-devlet, yirminci yüzyıl boyunca kapitalist devletin tipik biçimi olmuştur. 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçiş de böylesi bir normalizasyon süreci çerçevesinde ele alınabilir. Kapitalizm dünya üzerinde geliştikçe ve yayıldıkça eşitsiz gelişimi hiç ihmal etmeden, ulus-devletlerin birer birer ortaya çıktığını görebiliriz. Adı geçen, her bir dönem, ulus-devletin misyonu ve oluşumu açısından da tekrar okunabilir.
Önce, ulus-devletin oluşumu burjuvazinin ilericilik yıllarıyla çakışır. Daha sonra, bu devletin varlığında proletarya ve burjuvazi karşı karşıya gelir, bu karşı karşıya gelme sırasında devlet hiç şüphesiz egemen sınıf olan burjuvazinin denetiminde ve onun hizmetinde bir kurumdur.
Proletaryanın önce bir, daha sonra pek çok ülkede iktidarı almasının ardından, artık uluslararası arenada, işçi sınıfını da temsil eden devletler vardır. Bu dönemde, yeni ulus-devletlerin oluşumu da sınıflar mücadelesinin söz konusu evresinden tabiki etkilenecektir. Ulusal hareketler emperyalizmi karşılarına alırken işçi sınıfını temsil eden bir kutbun varlığında, kapitalist kamptan kopma şansına sahiptir. Bu ulus-devletlerin ortaya çıkış aşamasında, sosyalizm ile kapitalizm arasındaki küresel kavga belirleyicidir. Emperyalizmin karşısında konumlanmış ulusal hareketler, taşıdıkları burjuva karaktere rağmen devrimci birer dinamiktir.
Son olarak, sosyalizmin çözülüşünün ardından, burjuva karakter, işçi sınıfından yana kendisini sınırlandıracak bir gücün yokluğunda, emperyalizme hizmet etmek için işbaşındadır. Ulus-devlet ikili bir karakter taşır: Bir yanıyla yerine başka tür iktidar biçimleri aranan ama bu biçimler olgunlaşamadığı için vazgeçilemeyen bir araç, diğer yanıyla oluşumundan azami fayda sağlanacak bir egemenlik biçimi.
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı bu dönemlerden bağımsız ele alınamaz. Bu denli farklı koşullar, kendi kaderini tayin hakkının da her döneme uygun tekrar değerlendirilmesini gerektirir. Aslında Lenin’in, Rosa Luxemburg’a kızması da bundandır.7 Lenin, Luxemburg’u bu gerçeği unutmakla itham eder. Büyük bolşevik, Rosa’nın ulusal sorunun burjuva karakterine yaptığı vurguyu, dönemin koşullarına işaret ederek yanıtlar. 20. yüzyılın başında ulusal dinamikler işçi sınıfının devrimci mücadelesinde kullanılabilir durumdadır. Marksistlerin bugün durduğu yer de aslında hiç farklı değildir. Ulusların kendi kaderini tayin hakkını bugün tartışacaksak ilk yapmamız gereken bu dönemin koşullarının iyi bir analizini yapmaktır.
Örneğin, yine Lenin, Batı Avrupa ülkelerinin marksist partilerinin programında ulusların kendi kaderini tayin hakkının yer almamasını da doğal karşılamaktadır.8 Lenin kendi döneminde bile her partinin programında, kendi kaderini tayin hakkının olmasını bir zorunluluk olarak görmemektedir. Çünkü bu hakkın bir ülkenin koşulları ve hangi tarihsel dönemde olduğu ile ilişkisini net bir biçimde kurmaktadır.
Lenin’in mesela enternasyonalizm için böylesi bir anlayış göstereceğini bekler misiniz? Ya da ücretli emek sömürüsüne karşı çıkmak hakkında veya emperyalizme karşı verilecek mücadeleyle ilgili…
Fark açıktır. Marksizmin hiçbir zaman taviz veremeyeceği, taviz verdiği anda marksizm olmaktan çıkacağı, bir ülkenin verili koşullarına bağımlı olmayan teorik ilkelerle, o ülkenin verili koşullarına bağlı olarak geliştirilecek siyasi taktikler birbirine karıştırılmamalıdır. Lenin, Rusya için geçerli bir taktiğin, Batı Avrupalı partiler için geçerli olmayabileceğini söylemektedir. Bu cümleyi yalnız başına okuduğunuzda aslında hiçbir gariplik veya yenilik yoktur. Sorun ulusların kendi kaderini tayin hakkını bir siyasi fetiş olarak görmekte, onu bu fetişleştirmeyle siyasi bir taktik mertebesinden teorik bir ilkeye terfi ettirmektir.
Aslında o cümlenin bugün söylenmediği de unutulmamalıdır. O yıllarda, Batı Avrupa’da devrim beklentisinin rafa kaldırılmamış olduğu hatırlanmalıdır. Tam tersine, Lenin dahil herkesin o gelişkin kapitalist ülkelerdeki devrimci mücadeleye dair beslediği umut çok yüksektir. Batı Avrupa’da ve Rusya’da geliştirilecek siyasi taktiklerin arasındaki farklılıkların daha sonra ortaya atılacak devrimci bir programla, kapitalizmin merkezinde izlenecek ihtiyatlı hat arasındaki farklılıklarla hiç ilgisi yoktur. Devrimci programlar, devrimci siyasi taktikler tartışılmaktadır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, bu devrimciliği tamamlayan olmazsa olmaz bir siyasi taktik değildir.
Lenin, o ülkelerin bir ulusal soruna sahip olmadıkları için bu ilkeyi programlarına almadıklarını vurgular. Aslında konunun bam teli burasıdır. Marksizmin temel ilkeleri için, böylesi istisnalardan söz edemezsiniz. Aynı örneklerle devam edersek, ücretli emek sömürüsüne karşı çıkmanın, enternasyonalizmin, emperyalizme karşı mücadelenin böyle istisnaları olmaz. Bunlar bir ülkede geçerli diğer, ülkede Lenin’in ulusların kendi kaderini tayin hakkı için altını çizdiği gibi zamana bağlı olarak geçersiz olacak mücadele başlıkları veya ilkeler değildir. Tam da bu nedenle birer ilkedirler ve yine tam da bu nedenle ulusların kendi kaderini tayin hakkı, marksist-leninistlerin, işçi sınıfının çıkarına olduğu durumlarda dönemsel olarak kullandıkları, işçi sınıfının çıkarları tersini söylediği durumda da hiç duraksamaksızın rafa kaldıracakları bir siyasi taktiktir.
Üstelik, öyle bir zaman gelir ki, Lenin’in dediği gibi bir bakarsınız ulusal sorun, burjuvazi tarafından nihai olmasa da bir çözüme kavuşturulmuş ve bir mücadele dinamiği olmaktan çıkıvermiş. Ücretli emek sömürüsüne ve emperyalizme karşı mücadeleyi ya da enternasyonalizmi böyle bir şekilde rafa kaldıramazsınız.
Batı Avrupa partilerinin programları için ulusların kendi kaderini tayin hakkının olmasını şart koşmayan Lenin, farklı ulusların dönemsel olarak değişebilen farklı mücadele hatlarını izleyebileceklerini söylerken de rahattır. Avusturya ulusal sorunuyla boğuşan bir ülkedir ve Avusturya partisi, programına doğrudan koymasa da, Lenin’in işaret ettiği gibi ulusların kendi kaderini tayin hakkını dolaylı olarak tanımaktadır. Ancak, bu hakkın kullanılmasının birtakım koşulları vardır. Belki bir dönem için hiç kullanılmasa daha iyidir:
“Bu nedenle ilginç bir durum ortaya çıktı: Hem Macarların hem de Çeklerin, Avusturya’dan ayrılmamak tam tersine Avusturya’nın bütünlüğünü korumak için mücadele etmesi gerekliliği… Tam da başka güçlü komşular tarafından bütünüyle yok edilmesi muhtemel olan kendi ulusal bağımsızlıklarını korumak için.”9
Bugün ile emperyalist paylaşım savaşının yeni patlak verdiği günlerde, ulus olmak için mücadele eden mazlum halkların damgasını vurduğu günler arasındaki farkları şimdilik vurgulamaya gerek yok. Önemli olan Lenin’in yöntemidir.
Lenin, ulusların kendi kaderini tayin hakkını, tartışılamaz, her daim geçerli, her koşulda istenildiği gibi kullanılacak bir hak olarak tanımlamamaktadır. Meselemiz budur.
Üstelik, Macarlar ve Çekler için yaptığı saptama kolayca gözden kaçacak başka bir önemli tezi de dolaylı olarak içinde barındırmaktadır. Bir ulusun, kendisini bir ulus olarak ifade etmesi için illa kendi kaderini tayin hakkını kullanması gerekmemektedir!
Lenin’in ısrarla, tayin hakkının soyut tanımlamalarından uzak durmasının, bu tanımlara şiddetli bir biçimde karşı çıkmasının nedeni tam bu noktada açığa çıkar.
Kendi kaderini tayin hakkı, doğrudan siyasi olarak ayrılma, başka bir devlet kurma hakkının tanınması ile ilgilidir. Başka hiçbir şeyle değil.
Ancak, bu hak tanındığında bir halkın uluslaşma hakkı tanınacak, bu hak tanınmadığında aynı halkın uluslaşma sürecinin önü tıkanacak diye bir kayıt da yoktur.
Ulusların kendi kaderini tayin hakkıyla, uluslaşma süreçleri birbirine eşitlenemez.
Bu ezber bir an önce ve acilen terk edilmelidir. Bir halk, bu hakkı kullanmadan da kendi kimliğine sahip olabilir, kendisini ifade edebilir ve hatta kurulacak yeni bir ülkenin başka bir halkla birlikte kurucu öznesi haline gelebilir.
Ya da bu öyle bir dönemdir ki, tıpkı Avusturya örneğinde görüldüğü gibi o dönemde ayrılma, daha kötü sonuçlar doğuracaktır.
Bolşeviklerin devrimci lideri, Rusya için ise Avusturya’nın tam tersini söyler ve Rus Çarının boyunduruğu altında inim inim inleyen, Finliler, Romenler, Ukraynalılar için kendi kaderini tayin hakkının vazgeçilemez ve ertelenemez bir hak olduğunun altını çizer.
Rusya’da, birincisi bu insanlar sınırda yaşamaktadır, ikincisi, bu halklar Rusya’da daha çok baskı altındadır, üçüncüsü, bu halklar için ulusal özgürlükler sınırın hemen ötesinde Rusya’ya kıyasla daha tanımlıdır, dördüncüsü, kapitalist gelişkinlik açısından söz konusu bölgeler yine Rusya’ya göre ileridir ve sonuncusu, Rusya’nın etrafında gelişen burjuva devrimleri, bu toplulukları belirgin bir biçimde etkilemektedir.
Bolşeviklerin gözünü diktiği amacın işçi sınıfının mücadelesinde kazanılacak mevziler olduğu açıktır; aranan, sınıfı harekete geçirecek siyasi dinamiklerdir. Rusya’nın o dönemki özgün koşullarında bu dinamiklerin arasında ulusal olanlar da vardır. Daha sonrasında da, ulusal dinamiklerin emperyalizme karşı kullanılabileceği görülecektir.
1914 Rusyası için sıklıkla tekrar edilen burjuva demokratik devrimin henüz tamamlanmamış olduğu gerçeği, doğal olarak burjuvazinin liderliğinde yükselecek bir ulusal hareketin proletarya mücadelesinin güçlenmesi için manivela işlevi görebileceği sonucunu doğurmaktadır. Ancak sorun böyle formüle edildiğinde, ulusal hareketlere işçilerin vereceği desteğin, basbayağı şartlı bir destek olduğu açığa çıkar.
Burjuva demokratik devrim, işçi sınıfının değil, burjuvazinin devrimidir; dahası her burjuva devrimi ve ulusal bağımsızlığın sağlanması, iki ayrı ulusun birbirine eşitlenmesi anlamına gelmez. O halde, bir ulusun kendi kaderini tayin hakkını kullanması, doğal olarak işçi sınıfının durumunu kendiliğinden ve doğrudan iyileştirmeyeceği gibi, ezilen ulusun tüm dertlerini de çözmeyecektir. Zaten bu nedenle, kapitalizm ulusal sorunu nihai olarak çözmeye muktedir değildir.
Ama bu çerçevede ulusların kendi kaderini tayin etmesinin bir ulusu düze çıkartacağı, onun tüm sorunlarını çözeceği nasıl iddia edilebilir ki? Üstelik bu hakkın etrafında verilecek mücadele ve en sonunda bu hakkın kullanılmasının da işçi sınıfının mücadelesi açısından bir gelişme anlamına geleceğini de söyleyemezken…
Bu hakkın kapitalizm koşullarında, bir burjuva demokratik hak olarak kapitalist gelişme zemininde tartışılıyor olduğuna da özellikle dikkat edilmelidir.
Sosyalizm zemininde bir tartışma, 1917 koşullarında gündeme gelecektir. Ekim Devrimi’nin ardından, bu defa tartışma, önce kuruluş sürecinin dinamikleri içinde, sonrasında ise Sovyetler Birliği’nin varlığıyla anlam kazanır, İkinci Savaş sonrasında ise artık sosyalist sistem ve iki kutuplu bir dünya vardır. Ama bunun da ortadan kalktığı koşulları tekrar değerlendirmek zaruri değil midir?
Lenin için esas olan ne kapitalist gelişme, ne burjuva demokratik devrim, ne de bir ulusun bu gelişme ve burjuva devrimle düzlüğe çıkmasıdır. O yalnızca ve yalnızca işçi sınıfının iktidarını düşünmektedir.
“Ulus-devlet için eşit hakları ve eşitliği tanırken, her şeyden daha önemlisi ve önceliklisi tüm ulusların işçilerin birliğidir; tüm ulusal istekler ve ayrılma talepleri işçi sınıfı mücadelesi ‘açısından’ değerlendirilecektir.”10
Daha açık nasıl ifade edilebilir ki? Hiçbir ulusal talep veya ayrılma isteği enternasyonalist ilkelerin ve işçilerin sınıfsal mücadelesinin gereklerinin önüne geçemez.
Enternasyonalizme ve işçilerin iktidar mücadelesine zarar vermediği ölçüde ulusların kendi kaderlerini tayin etme talepleri de yalnızca bu bağlamda değerlendirilebilir. Hatta Lenin için bu ifade biraz yumuşak bile kalabilir. Rus devrimcisi bu konuda gayet pragmatiktir; onun için zarar vermemek değil, bu taktiğin işçilerin mücadelesine katkı sağlaması esastır.
Bütünsel Bir Mücadelenin İçinde Kendi Kaderini Tayin Hakkı
Dünya 20. yüzyılda, Büyük Sosyalist Ekim Devriminin sağladığı muazzam itkiyle, ulusal sorun açısından oldukça özel bir dönemden geçti. Ulusal dinamikler bir süre boyunca, işçilerin mücadelesine katkı sağladılar ve bu bağlamda haklı olarak önemsendiler. Bu çerçevede, ulusların kendi kaderini tayin hakkı bir siyasi taktik olarak önemli işlevler üstlendi. Ama hep bu taktiğin uygulandığı çerçeve aynı kaldı. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı ya sosyalist iktidar perspektifi ile ilişkilendiriliyordu, ya da nihai olarak işçi sınıfının lehine bir adım atılmasını sağlıyordu.
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı hiçbir durumda ezilen ulusların haklarını savunuyorum bahanesiyle, burjuvazinin çıkarlarını savunmak için kullanılamazdı ya da sınıflar mücadelesinde burjuvazinin lehine bir durum oluşturacaksa, bu hakkın kullanımı akıldan bile geçirilemezdi. Ancak bu sınırın kolay tayin edilebildiğini kimse söyleyemez:
“Ezilen ulusun burjuvazisi, ezene karşı mücadele ettiği sürece biz ezilmenin herkesten daha fazla düşmanı olduğumuz için onların yanında olacağız. Ancak, ezilen ulusun burjuvazisi kendi burjuva milliyetçiliğini savunmaya başladığı anda bizi karşısında bulacaktır. Biz ezen ulusun şiddetine ve ayrıcalıklarına karşı, ezilen ulusa ayrıcalıklar sağlamaktan kaçınarak mücadele ediyoruz.”11
Lenin’in yaklaşımının oldukça incelikli olduğunu görüyoruz. Bu incelik bir ittifaklar politikasına dairdir ve siyasi bir derinlik içerir. Lenin için milliyetçilik bir sınırdır. Ezilen ulus kendi burjuva milliyetçiliği için mücadele etmeye başladığı anda yalnız bırakılacaktır.
Dahası, ezilmeye ve baskıya karşı oluşturulabilecek her türlü duygudaşlık meşru olsa da, bu eşitlik duygusunu zedeleyecek bir noktaya kadar götürülemez. Sempati, eşitlikçilikle çelişemez. Solun esas derdi, ezilenlerin yanında ezenlere karşı mücadele ederken, eşitliği sağlamaktır.
Bizim için aslında önemli olan ulusların kendi kaderini tayin hakkı değil, kendi kaderini tayin eden halkın içindeki işçi sınıfının kendi kaderini tayin hakkıdır. Halkların kendi kaderini tayin hakkı yalnızca siyasi bir araçtır. Zaman zaman oldukça verimli olabilen, ama yine aynı şekilde zamana bağlı olarak savunulması tehlikeli olabilecek bir siyasi taktik.
1896 Londra Kongresinde Enternasyonal, bütün ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, işçilerin kaderlerini tayin hakkıyla birlikte tanıyordu.12 Enternasyonal için ulusların kaderlerini tayin hakkı, işçilerin kaderini tayin hakkında ayrı düşünülemezdi. Bir hak veya başka türlü bir ifadeyle bir siyasi taktik evrensel bir ilkeyle birleştirerek tanımlanıyordu: Enternasyonalizm!
Tüm işçilerin esas ilkesi, enternasyonal mücadele olmalıydı. Kendi kaderini tayin hakkı evrensel, her durumda geçerli bir ilke olarak ortaya konulamazdı.
Geçerlilik zamana ve koşullara bağlı tanımlanıyordu.
Bugün de bir değişiklik yoktur, olamaz.
Örneğin, ulusların birer ulus olarak ortaya çıktığı, burjuva demokratik devrimlerin tamamlanmadığı koşullarda demokratik taleplerin öne çıktığı bir dönemi, kapitalizmin başka bir aşamasında sınıflar mücadelesinin farklı bir evresine eşitlemek mümkün değildir.
Hiçbir sol örgüt veya oluşum, ulusların kendi kaderini tayin hakkı adına işçi sınıfının haklarından ödün veremez, bu hakları sınıfın ulusal veya enternasyonal mücadelesinin önüne koyamaz.
Bir siyasi taktik olarak ulusların kendi kaderini tayin hakkının ortaya çıktığı dönem ulusal ve burjuva demokrat hareketlerce belirlenmiştir. Ama bu tezlerin formüle edildiği döneme sömürgeciliğin damgasını vurduğu unutulmamalıdır.
Bir paylaşım savaşı olarak nitelenmesi gereken Birinci Dünya Savaşı da bu döneme rastlar zaten:
“Sömürgelerin paylaşımının ve gerek iki emperyalist kamp arasındaki çekişmenin yarattığı fiziki boşluk ve gedikler, gerekse de savaşın ulusal bilincin şekillenmesinde önemli bir etkide bulunması yüzünden yükselen ulusal kurtuluş hareketleri, Lenin’in tezlerine damga vurmuşlardır. Bugün dünyamızı tarayacak, olursak sömürge sisteminin bir iki istisna ile yıkıldığını söylememiz gerekir.”13
Hep, başka bir dönem olduğunu vurguluyoruz. Burjuva demokratik devrimler, bir paylaşım savaşı ve Ekim Devrimi… Dünya bir coğrafyada bütün bunları ardı arkasına gördü.
Ulusal sorun böyle bir konjonktürde devrimci bir dinamik haline geldi ve bu dinamiğe solcular hep sosyalist devrim sürecinin çıkarları açısından, yararcı bir biçimde yaklaştılar.
1917 sonrasında bu daha da belirgin hale geldi. Çünkü, ulusal sorunun içerisine yerleştirildiği bütün, artık sosyalist bir ülkenin çıkarları tarafından belirleniyordu. Doğu halklarının devrimci mücadeleleri ancak yeni kurulan Sovyet Cumhuriyeti’nin emperyalizme karşı mücadelesi ile doğrudan birleştiği sürece sağlıklı bir zemine oturabilirdi. Bolşevikler de ısrarla, hiç ödün vermeden, bu çizgiyi takip ettiler.
Doğu halklarıyla ve ulusal kurtuluş hareketleriyle girilen ilişkide yalnızca ulusların kendi kaderini tayin hakkını görmek büyük bir yanlış olur.
O ilişkiyi belirleyen enternasyonalizm, emperyalizme karşı mücadele ve dünya çapında sosyalizmin çıkarlarını koruma ilkelerini görmezden gelmek, bugünü anlamak açısından da intihardır.
Kimsenin marksizmin ustalarını kafasına göre, işine geldiği gibi, bugünün anlamsız siyasi pozisyonlarını meşrulaştırmak için kullanma hakkı bulunmuyor. Bugün, sosyalist pratiği örnek almak iddiasını taşıyorsak, kendi kaderini tayin hakkını bu ilkelerle birlikte düşünmek zorundayız. Emperyalizme karşı mücadele etmeden, enternasyonalizmi savunmadan, işçi sınıfının ve sosyalist devrimin çıkarlarını düşünmeden, sırf kendi kaderini tayin etmek için bir ulusun kendi kaderini tayin etme hakkını kullanmasını sol destekleyemez.
O pratiğe bakmak dikkat ister.
O sosyalist pratiğe bakıp gelişmekte olan ülkelerde yeni serpilmekte olan burjuvaziye yüklenen ilerici misyonları bugüne taşımak da mümkündür. Yanlış ama mümkün…
Emperyalizme karşı mücadele dinamiklerini, sosyalist ülkenin çıkarlarını savunmayı, dönemin özel koşullarını anlamadan yanlış yapmak işten bile değildir. Yanlış yapmanın mümkün ve kolay olması bundandır. O dönemde, Hindistan, Afganistan, Mısır ve Irak’ta İngiliz emperyalizmine karşı çıkan hareketlerin sınıf niteliği açıktır veya yine aynı dönemde 1920’li ve 30’larda Türkiye, Çin ve İran gibi ülkelerde kimin iktidarda olduğuna dair bir şüphe yoktur.
Ama ne ilk gruptaki ülkelerdeki hareketlerin değerini, ne de ikinci gruptaki ülkelerin siyasi tutumlarının dış politikada genç Sovyet Cumhuriyeti’ni ne kadar rahatlattığını nasıl görmezden gelebiliriz?
Bu olguları anlamadan, Sovyet dış politikasını ve sosyalizmin ulusal sorun pratiğini anlamak mümkün değildir. Bu olguları iyi anlamak demek, bu tutumu anlamak ve mutlaklaştırmamak, dolayısıyla teorize etmekten kesinlikle kaçınmak anlamına gelir.
Sosyalist mücadele açısından esas olan sınıfın birliğini ve bölünmezliğini sağlamaktır. Bunun yollarından birisi hiç şüphesiz milliyetçiliğin karşısına yurtseverliği ve enternasyonalizmi koymaktır.
Kapitalizmin yükseliş döneminde ve daha sonra 20. yüzyılda sömürgeciliğin bitiş döneminde ortaya çıkan ulusal hareketlerin temelde burjuva kökenli hareketler olduğu hiç şüphe götürmez. Burjuvazi bu mücadeleye zaman zaman işçi sınıfını ve köylülüğü de katmayı becermiştir. Ancak bu katılım hareketin genel sınıf karakterini değiştirecek nitelikte değildir.
Zaten, solun değişik dönemlerde bu hareketlere bakışında bu katılımın, ya da hareketin kitle tabanının sınıfsal niteliğinin önemi pek azdır. Asıl önemlisi, bu hareketin, hakim sınıf karakterine rağmen bir bütün içinde nereye oturduğudur.
Ulusal hareketin bir burjuva hareketi olması, işçi sınıfının ulusal harekete sırtını çevirmesini gerektirmez. İlk akla gelen sebep, herkesin tahmin edeceği gibi demokratik haklardır. Ancak Stalin’in bu sorunların ortada durmasından ve işçi sınıfının ilgisini sınıfsal meselelerden herkesi bağlayan ulusal meselelere çekecek olmasından duyduğu endişenin ilginç bir ayrıntı olduğu not edilmelidir.14 Bu kayma, sınıfsal çelişkinin ortadan kalktığı bir çıkar birliğinin savunulmasının da önünü açmaktadır. Stalin’in haksız olduğunu kimse iddia edemez.
Üstelik çıkarların birliği söylemi aynı zamanda farklı uluslara mensup işçilerin birliğini de engelleyen bir işleve sahiptir ve enternasyonalist düşüncenin dibine dinamit koymaktadır. Burjuvazinin propaganda ettiği çıkarların birliği, işçi sınıfı için ayrımın başlangıç noktasıdır.
Bu durum, aynı zamanda, ulusal soruna ulusal bir zeminde yaklaşmanın sonuçlarına dair güzel bir örnektir. İsteyen, marksistlerin yaklaşımını indirgemeci bulabilir; ama bu indirgemeci yaklaşım tarih boyunca defalarca doğruluğunu ispatlamıştır. Ulusal sorunun ulusal zeminde bir çözümü yoktur. Bu sorun yalnızca sosyalist devrim vesilesiyle, sınıfsal bir perspektifle çözülebilir.
Sosyalistlerin ulusal soruna ilgisi, kendi sınıfsal bakışlarının ulusal bakışa çevrilmesi anlamına gelemez. Onlar ulusal olanı, sınıfsal zeminde kavramaya çalışacaklardır. Tarih, tersinin talihsiz örnekleri ile doludur. Ne yazık ki, bu ters yöndeki bakışın tarihte kaldığı da söylenemez. Bugün de ulusal sorun dendiğinde hiç şüphesiz temel meselemiz, soruna sınıfsal bir perspektifle bakılamayışıdır.
Yoksa solun ezilen ulusun her talebini desteklemek gibi bir zorunluluğu olduğu nasıl uydurulabilir ki?
Oysa, daha yıllar önce Stalin’in dediği gibi, sınıflardan müteşekkil ve doğal olarak burjuvazinin liderliğini üstlendiği bir ulusun talepleri ile işçi sınıfını temsil eden sol hareketin talepleri bir ve aynı şey olamaz.15
Ulusal soruna koşullar izin verdiği ölçüde bir devrimci dinamik olarak bakmak, bizim amacımız hep bu oldu. Ama Stalin’in yukarıda değindiğim uyarısının altını çizmek gerekiyor. Ulusal sorunun işçi sınıfının mücadelesine zarar vermesini önlemek de her daim aklımızda tutmamız, dikkat etmemiz gereken bir konu.
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve bu konuda verilecek mücadeleyle, solun kendi mücadelesi aslında birbirinden ayrı iki mücadeledir.16 Bu iki mücadelenin zaman zaman birbiriyle çakışması, yalnızca dönemsel olarak kısa vadeli aynı hedeflere sahip olması kimseyi şaşırtmamalı, kimsede bu iki mücadelenin bir ve aynı şey olduğu kanısını uyandırmamalıdır. Birbirinden farklı bu iki mücadelenin, yan yana düşebileceği gibi karşı karşıya gelebileceği de unutulmamalıdır. İşte o gün, sol elbette sınıfa zarar verecek her türlü ulusal kurumsallığın karşısına çıkacak, ulusal harekete gerektiğinde hiç taviz vermeyecektir.
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı siyasi düzlemde hiç şüphesiz ayrılma hakkıdır. Ancak ayrılma hakkının her zaman işçi sınıfının çıkarına olduğunu kimse söyleyemez. Hatta, açıkça söylemek lazım, bu hakkın kullanımının işçi sınıfına zarar vereceği durumlarla da karşılaşabiliriz.
Koşullar değişir ve bu koşullara göre verilen kararlar, uygulanacak taktikler de değişir. Ulusal sorun konusunda izlenecek taktikleri teorik bir sistematik içinde değerlendirmenin sınırları var, bu konuda fazla ileri gidilebileceğini sanmıyorum.
Böylesi netleşmiş bir teorizasyon çabasının ne Marx ve Engels’de, ne de Lenin ve Stalin’de görülmemesi bir tesadüf olarak nitelendirilemez. Ustaların hepsinde, temelde işçi sınıfının çıkarlarını işaret etmeleri, her tekil olay için verili tarihsel koşulları değerlendirme gerekliliğine yapılan vurgu ve bu somut tarihsel koşullar içinde sorunun diyalektik olarak ortaya konuşu ortak özelliklerdir.
Bugün Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı
Nasıl 19. yüzyılda Marx ve Engels çevrelerinde gelişen ulusal dinamiklere kayıtsız kalamadılarsa, 20. yüzyılda başta Lenin ve Stalin olmak üzere pek çok sosyalist önder, ulusal sorun konusunda aktif bir siyasi hat izlemişlerse, bugün de komünistlerin, kendi kontrol ve etki alanları dışında da olsa, ulusal bir mücadeleye yokmuş gibi davranmaları mümkün değildir.
Meselenin siyasi bir yanı olduğu kadar insani bir yanı da vardır. Komünistler sorunun her iki tarafına da doğaları gereği yabancı kalamazlar.
Ancak kayıtsız kalmak, yabancı durmak, görmezden gelmek, adına ne derseniz deyin, bunlarla, bu hareketin tüm istek ve taleplerine boyun eğmenin bir ve aynı şey olduğu düşünülmemelidir.
Türkiye’de bizim temel dertlerimizden birisi budur.
Kürt halkının yıllardır çektiği acı, Türkiye solunun kafasına bir silah olarak dayanmakta ve her şeyden önce Kürt halkının acısına ve ezilmişliğine saygısızlık yapılmaktadır.
Bu şantaja boyun eğmek zorunda değiliz.
Kürt halkını temsil etme iddiasında olanların taleplerini kabul etmemek veya söylediklerine karşı olmak, Kürt halkını inkar etmek, bu konuda Türkiye burjuvazisinin yıllardır izlediği hattı paylaşmak anlamına gelmez.
Tam tersine… Bugün, gerekiyorsa, bu halkı temsil etme iddiasında olanların, bizzat bu halka zarar verdiğini yüksek sesle söylemek solcuların Kürt halkına borcudur.
Eğer illa bir borçtan söz edeceksek, komünistler Türkiye’de yalnızca Kürt ve Türk’üyle işçi sınıfına borçlanmışlardır. O borç da temsiliyet ilişkisinden gelir. Bizzat bu borç, ulusal hareketler hakkında doğruları söylemeyi gerekli ve zorunlu kılar. Çünkü Türkiyeli komünistler hiçbir zaman yalnızca Türk işçilerini temsil etme iddiasında olmamıştır. Bizim iddiamız, Türk ve Kürtlerden müteşekkil Türkiye işçi sınıfına dairdir.
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı için teorik bir çerçeve oluşturmanın sınırları olduğundan bahsetmiştim. Ancak Marx’tan Lenin’e, Lenin’den sosyalist pratiğin kendisine yine çizmeye çalıştığım hat, bugüne ışık tutacak özellikler taşıyor.
Her şeyden önce, sosyalistlerin bugün de sorması gereken soru değişmemiştir. Türkiye’de Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkını kullanmaları, Türk ve Kürt’üyle işçi sınıfının yararına mı olacaktır?
İkinci olarak, dünya çapında sosyalizmin çıkarlarıyla ilişki kurabilirdik. Ancak bu Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ile boşa çıkan bir soru oldu.
Ama Sovyetler Birliği’nin çözülüşü, bir diğer sorunun yanıtını doğrudan ilgilendiren bir olgudur. Sorumuz, bu hakkın kullanımının emperyalizme karşı mücadelenin neresinde durduğudur.
Aslında Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle birlikte başlayan süreç, bu iki soruyu birlikte yanıtlamayı zorunlu kılıyor. Bölgemizde ve ülkemizde, sınıflar mücadelesine emperyalizme karşı mücadele damgasını vuruyor.
Reel sosyalizmin ardından, dünya çapındaki dengenin emperyalizm lehine eşitsiz bir şekilde değişmesi, emperyalist bir yeniden yapılanma sürecini başlatmıştı. Bu süreçte, sistem hiyerarşisinin altındaki ülkelerin sisteme bağlanma yapıları gözden geçiriliyor ve yeniden yapılandırılıyordu.
Bu yeniden yapılanma 1991 sonrası ulusal dinamiklerine de açık bir şekilde damgasını vurdu.
1991 sonrasında, uluslaşma ve bağlantılı olarak devletleşme süreçlerinin tamamının patolojik özellikler arz ettiği açıkça gözlenebiliyor. Reel sosyalizmin hüküm sürdüğü toprakların ve Yugoslavya’nın çözülüş sonrası yaşadıkları buna en güzel örnektir. Bu parçalanma ve yeniden devletleşme olarak özetleyebileceğimiz süreç, istisnasız olarak emperyalizmin kontrolünde ilerlemiştir. Tersi de zaten mümkün değildir. Çünkü bu parçalanma ve yeniden devletleşme süreci, aslında emperyalist hiyerarşinin alt tabakalarının tekrar düzenlenmesi ve sistemin dışından gelen ülke ve ulusların sisteme uygun bir şekilde bağlanmasıdır.
Örneğin Yugoslavya, eski haliyle emperyalist sistemin içinde yer alamayacağı için, aslında daha doğru bir ifadeyle, parçalanmış bir Yugoslavya, emperyalist sistem içinde daha rahat kontrol edileceği için Yugoslavya diye bir ülke artık yoktur.
Sovyetler Birliği’nin varolduğu topraklarda şimdi onlarca ülke, yüzlerce özerk bölge vardır. Çekoslovakya bile bir sabah ortadan ikiye bölünüvermiştir.
Doğu Avrupa, Balkanlar ve Kafkasya üçgeninde devam eden süreç, şimdi ülkemizi de içine alacak bir şekilde Ortadoğu topraklarına ulaşmıştır.
Şimdi bu çerçevede sormak gerekir; Çek ve Slovak halklarının kendi kaderlerini tayin hakkını kullanarak ayrılmaları mı işçi sınıfının lehine olmuştur, yoksa insana bölünmesi hiç durmayacakmış gibi gelen eski Yugoslavya halklarının kaderlerini tayin etmeleri mi?
Bu sınır değişikliklerinin bir tanesinin dahi, emperyalizmin çıkarlarına ters olduğunu kimse iddia edemez.
NATO ve Avrupa Birliği’nin şemsiyesi altında gerçekleşen ve dolayısıyla hem ABD hem AB emperyalizminin doğrudan dahil olduğu bu bölünmeler, bugün adı geçen coğrafyada, tartışmasız bir biçimde uluslararası sermayeyi ve ulusal burjuvazileri güçlendirmiştir. Kapitalizm bu topraklarda, bu bölünme ve yeniden devletleşme ile kendisini konsolide etmiştir. Bunun adı karşı devrimdir.
Geride bıraktığımız günlerde, Doğu Avrupa, Balkanlar ve Kafkaslar’da sınırların değişmesiyle birlikte karşı devrimci bir süreç işlemiştir ve kısa ve orta vadede bunun değişmesi için hiçbir neden yoktur.
Çünkü bu durumun değişmesi ancak dünya çapındaki güçler dengesinde radikal bir kayma ile mümkündür.
Uluslaşma dinamiklerine ve dolayısıyla ulusal soruna önce Büyük Fransız Devrimi’nin ardından yaşanan burjuva demokratik devrimler, sonrasında ise özellikle 1917 Ekim Devrimi’nin ardından sosyalizmin gölgesinde, sömürgeciliğin tasfiyesi damgasını vurmuştu.
İnsanoğlunun tarih boyunca attığı iki büyük adımı simgeleyen bu iki devrim, ulusal sorunu da devrimci bir dinamiğe çevirmenin koşul ve olanaklarını yaratıyordu.
İçinden geçtiğimiz dönem, böylesi büyük devrimler tarafından değil, bir karşı devrim tarafından, emperyalizmin reel sosyalizm karşısındaki galibiyetince belirleniyor.
Doğası gereği burjuva bir karaktere sahip olan ulusal sorun, önceki iki dönemin ilkinde burjuvazinin ilericilik döneminden ve yeni bir devrimci sınıf olarak sahneye çıkan proletaryanın yedekte de olsa siyaset sahnesine saldığı sınıfsal enerjiden, ikinci dönemde ise doğrudan sosyalist iktidarın siyasi ve ideolojik gücünden etkilenerek sınıfsal karakterinde belirgin bir dönüşüm göstermese dahi, sınıflar mücadelesinin bütünü değerlendirildiğinde, işçi sınıfının lehine kullanılabilir bir dinamik olarak işlevleniyordu.
Bu nedenle, bu bütünsel çerçeve içinde özellikle sosyalist bir ülkenin varolduğu ikinci dönemde ulusların kendi kaderini tayin hakkı komünistlerin nezdinde bir siyasi taktik olarak değer taşıyordu.
Bugün ise, yine doğası gereği burjuva karaktere sahip bir sorunun oturacağı bütünsel zemin de önceki iki dönemin aksine emperyalizm tarafından kontrol ediliyor. Böylesi bir tabloda ulusların kendi kaderini tayin hakkını kullanmaları geçtiğimiz on beş yılda çeşitli örneklerde görüldüğü gibi, emperyalizmin lehine bir durum oluşturuyor.
Türkiye’de bu başlıkta yaşanması muhtemel gelişmelerin, bir bölünme senaryosunun Balkanlar’dan, Doğu Avrupa’dan veya Kafkaslar’dan farklı olacağına dair hiçbir işaret bulunmuyor. Çünkü tüm gelişmeler çok daha genel bir sürecin parçası olarak gözleniyor.
Kürt ulusal hareketinin yoksul köylülük tabanından gelen bir hareket olması, geçmişinde emperyalizmden bağımsız hareket etmeyi başardığı dönemlere tanık olunması bu gerçeği değiştiremez. Kürt ulusal hareketi, diğer benzerleri gibi her zaman sınıfsal karakter açısından karmaşık bir görünüm arz etti. Hareketin ilk dönemlerinde yoksul köylülüğün harekete niteliğini verdiği gözleniyordu. Ancak bu sınıfsal taban dahi, ulusal hareketlerin genel karakteri hakkında yapılan teorik saptamalarla çelişmiyordu.
1990’larla birlikte dünya çapında yaşanan bütünsel süreç, Kürt ulusal hareketine de damgasını vurmuş, hareketin sınıfsal karakterinde önemli bir dönüşüm yaşanmış, tek kutuplu dünyanın dinamikleri Kürt ulusal hareketini de belirler hale gelmiştir. Bunun Türkiye özelinde somut karşılığı, Avrupa Birliği ile kurulan bağlar ve Kürt burjuvazisiyle kurulan yakın temastır. Sonrasında belediyecilik de geçişin motor güçlerinden birisi haline gelecektir.
ABD’nin bölgeye müdahalesiyle birlikte, hep bahsettiğimiz bütünsel sürecin etkisi çok daha belirgin bir biçimde hissedilmeye başlanmış, müdahale dönüşümün belirleyeni ve katalizörü olarak işlev görmüştür.
Bu bağlamda, bugün, ulusların kendi kaderini tayin hakkının Türkiye’de bir siyasi taktik olarak komünistlerin nezdinde bir değeri ve kullanılabilirliği kalmamıştır.
Dolayısıyla, bu taktiğin bir şekilde el altında bulundurulmasının da hiçbir kıymeti yoktur. Bu taktiği koruma ve yaşatma çabasının öznesi komünistler olamaz.
Kürt uluslaşma sürecinde geçmişten gelen sınırlarla ilgili çarpıklığı emperyalist bir zeminde düzeltilmesini savunmak bir saçmalık ve bugün emperyalizmin çıkarlarına hizmettir. Bölgede Türkiye, Irak, İran ve Suriye’nin sınırlarının değiştiği bir süreç Kürt işçileri de dahil olmak üzere tüm bölge işçileri için intihardır.
Dahası, yine aynı nedenle, dünyada da sınırların değişmesine karşı çıkmak sol için tutarlı ve geçerli bir pozisyondur. Ancak bu noktada komünistlerin burjuva ulus-devleti aklamak rolüne soyunduğu kesinlikle düşünülmemelidir.
Ulus-devlete yönelik neo-liberal saldırının arka planında emperyalist hegemonyanın yeniden yapılandırılarak derinleştirilmesi vardır. Bu bütünsel saldırı karşısında duyarsız kalan bir komünist hareketin, sosyalizm mücadelesinde bu dönemde bir şansı olmadığı da iyi bilinmelidir.
Emperyalizmin ulusal egemenlik, ulus-devlet sınırları gibi unsurlara karşı yürüttüğü saldırıya karşı çıkarken komünist hareketin, ulus kategorisinin geçmişte kalmış ve kesinlikle işlevini yitirmiş modellerine başvurması yanlış olacaktır. Komünistler, siyasi iktidar perspektiflerini hiç yitirmeden, ulusal egemenlik ve sınırlara karşı yürütülen saldırının karşısına devrimci bir projeyle çıkmalıdırlar. Gündemde olan, her yerde, istisnasız olarak sosyalist devrim ve dolayısıyla sosyalist cumhuriyetlerin kurulmasıdır.
Yine bu bağlamda ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının bir gönüllü birlikte yaşama/zoraki birlikte yaşama denklemine indirgenmesi de oldukça yanlıştır. Böyle bir kararın halklar tarafından bağımsız bir şekilde verileceğini düşünmek kadar safça bir düşünce olamaz. Dahası, bu tür siyasi taktiklerin demokratik fantezilere indirgenmesi de sosyalist devrimcilerin işi değildir.
Tüm dünyada yaşanan süreçlerin birbirine benzemesi Kürtlerin uluslaşma söz konusu olduğunda yaşadıklarının bir anomali olmadığını göstermektedir. Çağımızda başka türlü bir uluslaşma mümkün değildir. Geçmişteki uluslaşma ve ulus-devlet kurma deneylerinin zaaflarından, bu zaafların teorize edilmesindeki sıkıntılardan bahsetmiştim: Bu zaaflar geçmişteki dönemin koşulları gereği önemsizleşebiliyordu. Ancak siyasi düzlemde yaşanan reel bir süreç olarak önemsizleşme hiçbir zaman bu zaafların üstünü örtmemiz, unutmamız anlamına gelmiyordu. Ulusal sorunu her zaman kendi gerçekliğiyle kavrıyorduk.
Bugün bu kavrayışın, siyasi bir düzlemde zaafların önemsizleşmesiyle birlikte varoluşunun mümkün olmadığı bir dönemden geçiyoruz. Ulus devletlerin oluşumunun ilerici hiçbir anlamı kalmamıştır.
Ulus devletlerin oluşumu pek çok yerde, Sovyetler Birliği’nin varlığında sömürgeciliğin tasfiyesi anlamına geliyordu. Artık, ne acıdır ki, yeni ulus devletlerin oluşumu sömürgeleşmenin geri dönmesidir. Yeni ulus devletlere ayrılan uluslar özgürleşmemekte, sömürgeleşmektedir. Yaşananlar yanlış örneklerdi, bunun bir de doğrusu var demek, marksizmle taban tabana zıt bir iddiada bulunmaktır. Dileyen, bu konuda gece ve gündüz düş görmekte serbesttir. Ama bu düşlerin halklara büyük zarar verdiğini, emperyalizmin bu düşlerden beslendiğini iyi bilmelidir.
Düş kurmayı sevenler istiyorlarsa, ABD’nin Irak’ı bombaladığı günlerde, Kürdistan dağlarından yanan newroz ateşlerini, bir ulusun ateşli bağımsızlık isteğinin bir göstergesi olarak görsünler… Ya da yine diliyorlarsa, ABD’li subaylardan eğitim, alan onlarla birlikte halay çeken peşmergelerde, Kürt köylülerinde, bir milletin uyanışının işaretini arasınlar. O da yetmezse, ABD’nin işgal ettiği bir ülkenin Kürt cumhurbaşkanına, bölgesel yönetimdeki Kürt yöneticilere bakıp, ezilen ulusun intikamından zevk alsınlar.
Yalnız sakın unutmasınlar, emperyalizmin düşleri, halkların kabusudur ve hiçbir gerekçe, Kürt ulusal hareketinin emperyalizm konusundaki yanlışlarını mazur gösteremez. Hiçbir aklı başında solcu, ABD’nin Irak’a yağdırdığı bombalardan duyulan memnuniyeti, ABD’li subaylara gösterilen konukseverliği veya işgalci güçlerle işbirlikçiliği içine sindiremez.
Ezilen ulus milliyetçiliğine hoşgörüyle yaklaşmak, ezene karşı çıkacağız derken, ezilen burjuvazinin çıkarlarını savunmak ve onu palazlandırmak ciddi tehlikeler içerir. Bugün, ezilen ulus milliyetçiliği, emperyalizmin kanatları altında hiçbir şekilde hoş görülemeyecek bir yapı sergilemektedir. Zaten, tersi, yine bütünsel sürecin dinamikleri gereği mümkün değildir. Emperyalizm uluslaşma dinamiklerini kontrol ettiği sürece, bu uluslaşmanın doğal sonucu olarak ortaya çıkan milliyetçiliği de denetim altında tutabilmektedir.
Ama yaşadığımız günlerde tehlikeyi büyüten, yalnızca milliyetçilik ile emperyalizm arasındaki ilişki değildir. Emperyalizmin 1991 sonrası saldırısının temel cephanesi liberalizmdir. Uluslaşma dinamikleri de liberalizm tarafından esir alınmıştır. Kürt hareketi milliyetçilik ile liberalizm arasına sıkışmıştır. Komünistler ne liberalizme ne de milliyetçiliğe mazeret bulmakla görevli olamazlar.
Üstelik, gelişmeler, tabloya çok etkili bir aktör olarak gericiliğin de dahil olduğunu göstermektedir. Milliyetçiliğin, gericiliğin ve liberalizmin kol kola girdiği bir süreçte işçi sınıfı lehine bir durum oluşması mümkün değildir.
Son yıllarda Türkiye solunun bazı bölmeleri gönüllü olarak Kürt ulusal hareketinin milliyetçi ve liberal yönelimlerini meşrulaştırmak görevini üstlenmişlerdir. Burada komünistlere düşen görev, ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunacağım derken milliyetçilik ve liberalizmi aklayanlarla da hesaplaşmaktır.
Aynı bağlamda, kimi demokratik taleplerin emperyalist ve liberal odaklarca yükseltilmesine dikkat edilmelidir. Komünistler demokratik talepler konusunda bu merkezlerle yarışa girmemelidir. Bu taleplere karşı çıkmak anlamsızdır, ancak Türkiye solunu asıl ilgilendiren geniş Kürt emekçi kesimlerinin sorunlarıdır.
Peki tüm bu söylenenlerin ışığında Türkiye’de, Kürt sorununun bir devrimci dinamik olarak ömrünü tükettiği söylenebilir mi?
Bu sorunun iki tane yanıtı var.
Şayet Kürt sorunu, tamamen Kürt ulusal hareketinin insafına ve kontrolüne bırakılacaksa, evet ömrünü tüketmiştir.
Ancak Türkiye’de Kürtlerin, Türklerle birlikte tek bir parti çatısı altında örgütlenip Türkiye kapitalizmine ve emperyalizme karşı mücadele etmeleri sağlanırsa, Kürt sorunu, bir kriz dinamiği olarak komünistlerin elinde burjuvaziye karşı bir silah haline gelebilir. Türkiyeli komünistlerin hedefi de budur zaten.
Marksizmin ustalarına ulusların kendi kaderini tayin hakkı konusunda sıklıkla başvuranlar, ustalardaki tek ve ortak parti ısrarını görmezden gelmemeliler. Bir ülkede, burjuva iktidarına karşı verilecek mücadelede, işçi sınıfının tüm unsurlarını kapsayan tek parti esastır.
Komünistler, Kürt ulusal hareketiyle aralarındaki mesafeyi hızla açmalılar, ama aynı hızla Kürt emekçilerine ve yoksullarına ulaşmanın da bir yolunu bulmalılar.
Şiarımız onlarca yıldır hiç değişmedi ve biz bütün iktidarı uluslara vermeye hiç niyetlenmedik.
Hep söylediğimiz gibi bütün iktidar işçi sınıfına.
Dipnotlar
- Aydın Giritli, “Marx, Engels, Ulusal Sorun”, Gelenek 16, s.30.
- Aydemir Güler, Yolları Birleştirmek – Sosyalist Devrim ve Ulusal Sorun, İstanbul: Gelenek Yayınları, 2001, sf. 51
- V.I. Lenin, The Right of Nations to Self-Determination, http://www.marxists.org/archive/lenin/works/1914/self-det/ch03.htm#v20pp72-404
- V. I. Lenin, The Right of Nations to Self-Determination, http://www.marxists.org/archive/lenin/works/1914/self-det/ch01.htm#v20pp72-395
- A.g.e.
- V.I. Lenin, The Right of Nations to Self-Determination, http://www.marxists.org/archive/lenin/works/1914/self-det/ch02.htm#v20pp72-400
- V.I. Lenin, The Right of Nations to Self-Determination, http://www.marxists.org/archive/lenin/works/1914/self-det/ch03.htm#v20pp72-404
- A.g.e.
- A.g.e.
- V.I. Lenin, The Right of Nations to Self-Determination, http://www.marxists.org/archive/lenin/works/1914/self-det/ch04.htm#v20pp72-409
- A.g.e
- V.I. Lenin, The Right of Nations to Self-Determination, http://www.marxists.org/archive/lenin/works/1914/self-det/ch07.htm#v20pp72-430
- Cemal Hekimoğlu, “Yirminci Yüzyılda Ulusal Sorun ve Milliyetçilik”, Gelenek 16, s. 74
- J.V. Stalin, Marxism and the National Question, http://www.marx2mao.com/Stalin/MNQ12.html, s. 319
- A.g.e. s. 322
- A.g.e. s. 369