Ya da Açlık ve Devrim: Dünya Ekonomik Düzensizliği
1997 Eylülü’nde haber bültenlerinin sonunda “dış haberlerden kısa kısa” bölümlerinde geçen Endonezya-Güney Kore-Tayland haberlerinden başlayarak, aşama aşama Türkiye’nin günlük hayatını kuşatan dünya ekonomik krizinin kirli bir sahnesi oldu 1998 yılı… Sonuçta en iyimser tahminle, 4-5 trilyon doların borsalarda buharlaştığı yüzmilyarlarca dolarlık kredinin battığı yüzlerce sanayi işletmesinin yüzbinlerce işsiz bırakarak kapandığı bir kabus yaşandı, yaşanıyor 1 .
Her bunalımın ortak özellikleri kadar, birbirinden farklı yönleri de bulunuyor. Ekonomik bunalımların klasik yönleri bu sayfalarda yeterince işlendiğinden, ben bir miktar ayrıksı yönlerden bahsetmek istiyorum. Uzakdoğu krizi ve yarattığı “domino etkisi”, 1929 bunalımına benzer bir bunalımın başlangıcı mı sorusu, sermayedarlar kadar dünya solu tarafından da tartışılıyor. Ancak örneğin borsa çöküşleriyle batık kredilerin birbirinden farklı sistemleri etkilediği zincirleme banka batışlarının yaşanmadığı gelişkin ülkelere sıçrama noktalarında, erken ve büyük müdahaleler yapıldığı bir süreç yaşandı. Şu an gelinen noktada, kriz bir anda çarpan felç eden zincirleme iflaslar yaratan bir karakterden uzak olduğunu göstermeye başladı. Yine de kapitalist düzenin iyimserliğe kapılması için yeterli değil. Ekonomik durgunluğun uzun bir süre devam edeceği ve dünya ülkelerini değişik zamanlarda değişik noktalardan vuracağı gerçeği kısa vadede bile ciddi bir belirsizlik ve karamsarlık yaratıyor. Üç dört yıl sürebilecek böyle bir küresel durgunluk ve dengesizlik emperyalist dinamiklerde ciddi değişikliklere ve her şeyden önemlisi dünya savaşlarından sonra görülen bütün yerel çatışmalardan daha büyük savaşlara yol açabilir.
Değişik bir kriz mi?
Uzakdoğu kriziyle başlayan dünya bunalımının, çoğu ilklere imza attığını söylemek gerekiyor. Birincisi, dünyada kaynak dağılımı hızlı ve kritik bir şekilde değişti. Başta petrol fiyatları olmak üzere tarımsal ürünler (tahıl şeker kahve), tekstil, demir-çelik, bakır hatta altın ve elmas gibi birçok metanın fiyatı ortalama olarak yarıya indi ve bu malların ihracatçısı daha gelişkin sanayi ürünlerinin ithalatçısı olan bütün ülkelerde sıkıntı başgösterdi 2 . Bu fiyat değişikliğinin, krizin nedeni ya da sonucu olduğunu söylemek çok güç. Ancak kabaca 1990’lara damgasını vuran eski doğu blokunun emperyalizm tarafından hazmedilmesi sürecinin çoğunlukla tamamlanması ve Uzakdoğu’daki yatırım hızının talep büyümesinin üzerine çıkmasının eşzamanlı bir sonucu olduğu söylenebilir. Global üretim artışının ve büyümenin yarıya düşeceği (düşmekte olduğu) beklentileri de bu savı destekliyor.
İkinci olarak, kriz vurduğu her ülkede farklı bir zayıf nokta buldu. Örneğin, her ülkede yoğun devalüasyonlar ve borsa çöküşleri yaşanırken ABD ve Avrupa paraları ve borsaları hızla değer kazandı faizler düştü. Japonya’da zaten beş yıldır sakat yaşayan bankacılık sistemi sallandı, ABD’de geleneksel imalat sanayiinde bir değersizleşme aksine iletişim ve bilişim sektörlerinde kalıcı olup olmayacağı tartışmalı sıçramalar oldu. Hem Avrupa hem de ABD tarihlerinin en düşük ortalama işsizlik oranlarından birini yakalarken, emekçi sınıfların çalışma koşullarında ciddi kötüleşmeler ve gelirden aldıkları payda gerilemeler görüldü. Norveç, petrol gelirlerindeki düşüş nedeniyle ciddi bir bunalıma girerken, Arap ülkelerinde hanedanların maddi temeli sarsılmaya başladı. En son Brezilya’da -ki ABD için en kritik olan kriz- çok ciddi bir sermaye kaçışı ve parasal sistem çöküşü yaşanıyor. Rusya’da ise kriz, kendini en insanlık dışı şekle bürünerek gösterdi: Açlık ve soğuk!
Dünya krizinin dinamiklerine bakarken
Dünya ekonomisini tartışmak her zaman tehlikelidir. Olmadık komplo teorileri, yeni trendlerle ilgili uçuşlar, hep bu konudaki çoğu ciddi ve iyi niyetli çalışmalardan doğar. Ancak son dünya krizinin gelir paylaşımında yarattığı radikal değişiklikler, uzun süre bu tartışmaların zeminini oluşturabilme gücüne sahip.
Dünya ekonomisinin kimi ilgi çekici odak noktalarına yoğunlaşmadan önce, dünya siyasal ve ekonomik trendlerinin soyutlanmasındaki kimi gerilim noktaları üzerinde durmak ve bu gerilimler üzerindeki denge noktalarının konumlarını da kimi zaman okuyucuya bırakmak istiyorum. Çünkü zor bir konuda yazının iç mantığı gereği mazur görülebilecek kimi ağırlık kaydırmalarının getireceği anlatım kolaylığını kullanmak niyetindeyim.
– Gerilimlerden ilki meşhur dış dinamik-iç dinamik meselesi. Ticaretin liberalizasyonunun belli bir eşiği aşması ve hammadde fiyatlarındaki düşüş dünya mal trafiğinde ciddi değişiklikler meydana getirdi. Krizler, krizin merkezinde bulunmayan ülkeler için dış dinamiklerin şiddetini artırması anlamına geliyor. Sınıf mücadelelerinin farklı boyutlarda yaşanması sonucu, tekil ülkelerin krize verdikleri yanıtlar ise iç dinamiklerle şekillenme eğilimi gösteriyor. Ancak, Endonezya’daki çalkantılar dışında iç dinamiklerin etkileri henüz tarihsel olarak yorumlanabilecek bir olgunluğa erişmediğinden, küresel kriz sürecini ülkelerüstü değerlendirmek en azından başlangıç noktası olarak daha verimli olacaktır.
Bu arada geçerken belirtmeliyim ki, kriz sürecine maruz kalan ülke dinamiklerinden en çarpıcı olanı bizimki. 18 yıldır süregelen bir kapitalist yeniden üretim modeli egemen sınıf tarafından siyasi olduğu kadar ekonomik olarak da sorgulanıyor. Restorasyon sürecinin eşitsiz, sistemsiz ve dalgalı müdahaleleri değişen dünya dengeleri içinde ve olasılıkları artırarak yol alıyor. İşin ekonomik boyutunu yazının sonunda daha kapsamlı bir çalışmaya giriş babında ele alacağım.
– İkinci gerilim tekelci kapitalizmde şirket çıkarlarının ulusallığı, uluslarötesiliği. 1997’de biten ve on yılı geçen dönemde, çokuluslu tekellerin dizginleri eline aldığı fantazilerine dayanan envai çeşit senaryo teorileştirildi. Ancak Rusya’da çok ciddi bir döviz krizi patlayacağının, Coca-Cola’ya iki ay öncesinden ABD hükümeti tarafından bildirilmesinden de anlaşılacağı gibi devletler ve bloklar eşitsiz ve umulmadık bir biçimde ön plana çıkıyorlar. Mesela Almanya, Avrupa’ya liderlik etmek konusundaki siyasi çıkarlarına kurban giderek faizleri düşürmemek ve dünya ekonomisindeki yavaşlamaya katkıda bulunmakla suçlanıyor. Sadece bilişim sektöründeki uluslararası tekelleşmenin bir trend olarak her alanda geçerli kabul edilmesi, kolay açıklanamayacak sorunlar yaratıyor.
– Üçüncüsü kapitalizmin krizlerinde başat faktörün kâr oranlarının azalması, kâr sıkışması ya da pazar daralmasından (eksik tüketim) hangisi olduğu… Bu konudaki marksist tartışmaların en azından 20 yıl önceki haliyle özeti, Anwar Shaikh’in 1978 tarihli makalesinde yer alıyor. Ancak bu konuda Shaikh’in biraz da abartarak sunduğu “kuramlar savaşı” görüntüsü, son yirmi yıl içinde yerini ayrım çizgileri daha silik bir kriz kuramları gamına bıraktı. Zaten Shaikh de eksik tüketim kuramının marksist ve marksist olmayan versiyonları olduğunu, kâr sıkışmacı kuramların ise marksist olduğunu belirtiyor 3 . Tartışmaların yapıldığı petrol krizi yılları, eksik tüketimci kuramları ampirik olarak destekliyordu 4 . Ancak bu krizden çıkış ve 1980’ler kapitalizmin hem sermayenin değersizleşme süreçlerinin hem de üretkenliğin organik bileşimden daha hızlı arttığı bir sürecin birarada işleyerek kapitalist düzenin “sistem içi pazar” yaratma potansiyelinin ön plana geçtiği bir dönem oldu. Bunun arkasından, yine eksik tüketimci kuramların elzem gördüğü “dışsal talep kaynağı” çözülen sosyalist blok ülkelerinden geldi. Yine de eksik tüketimi konjonktürel olarak etkisini hissettiren ancak çoğu zaman aşılması başarılan bir eğilim olduğunu görmezden gelerek, saf haliyle kuramlaştıran bütün eğilimler “katastrofist” ve apolitik yaklaşımları beslemekten öteye gidemiyor ve çoğu zaman da ampirik olarak desteklenemiyorlar.
Kâr sıkışmasına gelince saf versiyonlarının eksik tüketimciliğin katastrofizm yardakçılığı yaptığı kadar, uvriyerizmi ve teorik olarak sığ yüzeysel yaklaşımları teşvik ettiği kesin. Ancak eksik tüketimcilikte varolan apolitizmi, bir sendikalizmle aşan aktivist bir siyaset teorisi haline gelebiliyor. Yine son 15 yılın gelişmeleri, sermayenin organik bileşimindeki hızlı yükselişin işgücü verimliliğinde de benzer bir hızlı yükselişle dengelenebildiğini gösterdi 5 . Ücretlerin ürün fiyatları içindeki payı hızla gerilemekle birlikte tekelleşme, kâr oranlarını düşünülenden daha iyi koruyabildi. Bugün ise dünya sendikal hareketinin en zayıf dönemlerinden birini yaşıyoruz ve kapitalizmin yaşanan krizinde kâr sıkışması minimal bir etkiye sahip.
– Dördüncü gerilim, sanayi sermaye-mali sermaye ayrışması ve bunun genel olarak mali sermaye altında tekrar bütünleşip bütünleşmediği. Gelenek okurlarının bu konuda zaten temel bir yaklaşıma sahip olduğunu düşünüyorum. Ancak klasik çerçeveye eklemek istediğim birkaç nokta var. Krizler sermayenin çok daha fazla üretimden ayrı düşünüldüğü dönemlerdir. Sermayenin korunma güdüleri zaten bunalımın temel dinamiklerini besler (krizde işçi çıkarma stok eritme kapasite düşürerek işletme sermayesi ihtiyacını azaltma ve tasarruf edilen parayı güvenli yatırım araçlarına kaçırma süreci başlı başına sanayinin düşmanıdır). Dolayısıyla kriz döneminde esas sermaye eskisinden çok daha fazla mali sermayedir ancak trajik olarak mali sermaye, kriz dönemlerinde çok kırılgan ve buharlaşmaya açıktır.
Son yirmi yılda mali sermayenin içinde ciddi bir ayrım belirginleşti. Kendini kredi ile vareden ve çıkarı genel olarak üretime doğrudan bağlı sermaye bir tarafta borsa, döviz, emlak ve tahvil piyasalarında dolaşan ve büyüklük olarak ilkini oldukça fazla katlayan spekülatif sermaye diğer tarafta kaldı. Dikkat edilirse, Uzakdoğu’da buharlaşan trilyonların etkisinin fazla olmayacağını düşünen, ama 40 milyar doları gözünü kırpmadan Brezilya’ya sokan emperyalistler, bu ayrımın üzerinden hareket ediyorlar. Meksika ve Brezilya’nın yaratacağı kredi batışları düzen için mali sermayenin “feda edilemez” bölümünü oluşturuyor. 40 milyar dolara rağmen Ocak ayında Brezilya’nın ipinin çekilmesi dünya krizi bitiyor derken özellikle ABD için bitenin yalnızca uvertür olduğunu ilk perdenin yeni başladığını gösteriyor.
– Sonuncu gerilim ise biraz afaki: Altyapı, üstyapıyı belirler. Bu konunun dünya krizi bağlamındaki gündeme geliş biçimi ise mevcut krizin ABD’nin siyasi kontrolünde ve siyasal hegemonyasını ekonomik hegemonyaya dönüştürme yolunda yönettiği bir süreç olup olmadığı… Bugünlerde ikinci gerilimde, büküldüğünden bahsettiğim çubuk tersine dönüyor ve yaşanan kriz dizisinin, ABD hükümetinin siyasi tekelini ekonomik alana taşımak için on yıldır planlanan senaryonun tecellisi olduğu ima edilebiliyor. Evet, gerçekten de ilk bakışta bütün dinamikler ABD lehine çalışıyor görünüyor, ancak dünya kapitalist sisteminin bir plan dahilinde sistematik olarak manipüle edilebileceği tezi son derece abartılı. Bırakın manipülasyonu, konjonktürel müdahaleler bile ciddi yan etkilere neden olabiliyor. Örneğin, içinde bulunduğumuz dönemde Brezilya’da patlayan krizin ABD bankacılık sistemini tehdit etmesinin nedeni, Meksika’nın krizden dış yardımla kurtarılarak bankaları aşırı risk almaya alıştırmak olarak özetleniyor.
Aslında, teorik düzlemdeki bir bakışta yukarıdaki gerilimlerin her birinin bileşenlerinden birinin başına “son kertede” ibaresi koyulduğunda, hiçbirinde problem kalmadığı düşünülebilir. Ancak gözden kaçmaması gereken nokta şu ki, son kertede zaten ölü olan bir düzenden bahsediyoruz. Şimdiki kertede ise son kertede çözümlü olduğu düşünülen her ikili konjonktürel dengelerle realize oluyor. Marksist bir öznenin amacı, Hint Okyanusu üzerinde uçan bir kelebeğin hayatımızda neleri değiştirebileceği tartışmalarına girmek değil; basit ve yan yana görünen nedensellikleri eleyerek ve sistematize ederek tarihsel trendlere hiyerarşilere ve sonuçta siyasi eylem planlarına dökebilecek soyutlamaları yapabilmek olmalı.
Krizin kritik belirleyenleri ve üçten bir buçuğa kapitalist bloklar
Son on yılda etkisi açığa çıkan ve sosyalist bloğun çöküşünden sonraki döneme damgasını vuran en önemli faktörlerden biri, dünya ticaretindeki patlama diğeri ve daha önemlisi ise dünya tasarruflarındaki patlamadır. 1990’dan 1997’ye ilki üç kattan biraz az ikincisi ise 10 kattan fazla arttı. Burada tasarrufların ölçüsü olarak doğrudan portföy yatırımlarını alıyorum. Bu sayılara at gözlüğüyle bakan çoğu uzman kriz patlamadan önce krizin patlamayacağını, patladıktan sonra ise lokalize kalacağını ve en çok 1-1.5 yıl içinde normalize olacağını iddia etti. Çünkü kendini sermaye olarak realize edemeyen tasarrufların, getirisinin düşeceği varsayıldı. Halbuki, sonuç tam bir finansal şişme oldu. Bugün ABD’de sadece iki internet şirketinin borsa değeri Türkiye’nin ilk 500 şirketinin değerine kabaca eşit6 .
Krizi tanımlamak için son on yıla damgasını vuran önemli bir gerçeği daha vurgulamak gerekiyor. Dehşet dengesizliği: ABD’nin dış ticaret açığı ile Japonya ve AB’nin dış ticaret fazlası. ABD sınırlarından içeri net ve büyük para girişi olan tek büyük emperyalist. Çok para giriyor ve dünyanın en büyük ticaret açığını finanse ediyor. Karşılığında fiktif ve kaydi değerleri şişiriyor. 1998 yılının sonunda Rusya, Brezilya ve seks skandalı üçlemesine rağmen hem de ortalama şirket karlılıkları azalırken rekor kıran New York borsası, göz önündeki en büyük çarpıklık. Açıklaması en ciddi uzmanlar tarafından bile “ne yapalım alıyorlar” şeklinde yapılıyor. Sadece kurumsal fonların 10 trilyon doların üzerinde parası borsada yatıyor. Yatırılan paralar sürekli kazandığı için7 tasarruf oranı sıfıra düştü. Yani ABD, tarihinin en büyük tüketim çılgınlığını yaşıyor. ABD denilince gözönünde bulundurulması gereken diğer devasa olgular ise NAFTA ve bütçe fazlası. NAFTA’nın yarattığı ticari aktivite 1 trilyon dolarlık dev bir pazar yaratmış durumda ve Kanada ekonomisi tarihinin en büyük büyüme hızlarını yakalaması ABD’de işsizliğin son 14 yılın en düşük seviyesine inmesi (1993’ten 1998’e yüzde 7’den yüzde 4.5’a indi), Kuzey Amerika’yı tüketim cenneti ve dünyanın kalan kısmı için en büyük pazar durumuna getirdi. Brezilya krizi sonrası borsa düşüşü devam ederse, sıradan ABD vatandaşının 18 yıldır yükselen borsayı altın yumurtlayan tavuk olarak görmekten vazgeçmesi ve tasarruflarının buharlaşabileceğini farketmesi çok sarsıcı olacak.
AB, 1999’u tek para birimine geçiş sürecinin başlamasıyla karşıladı. Bu sürecin getirecekleri başka birtakım yazılarda irdelendi, irdeleniyor. Ancak son iki yılda Avrupa ülkelerinde ciddi bir “Avrupa şovenizmi” dalgasının yaşandığını söylemek gerekiyor. Bu şovenizmde, Avrupa’nın konjonktürel konumunun payı büyük. Son iki yıldır, Avrupa’daki GSMH büyümesi yüzde 2’nin üzerinde seyrediyor. Ortalama enflasyon beş yıl önceki yüzde 4’ten 1998’de yüzde 1’in altına geriledi ve hızla sıfıra yaklaşıyor. Hızlı düşen enflasyona rağmen ortalama işsizlik oranı, iki yıl önceki yüzde 12’den yüzde 11’e geriledi. Yıllık üretim artışı ise ABD ile aynı seviyede, yüzde 4 civarında seyrediyor. Avrupa’nın yerel başarıları ise daha çarpıcı. Hollanda ve Portekiz’de işsizlik dört yılda yarıya yüzde 8’den yüzde 4’e düşmüş. İşsizliğin krallığı İspanya bile aynı sürede yüzde 24.5’tan yüzde 18’e gelmiş. İrlanda ve Yunanistan daha çarpıcı. İlki yüzde 16’dan 9’a, ikincisi yüzde 11’den 6’ya ulaşmış. Yunanistan’da 1998 üretim artışı yüzde 8 ile Türkiye’nin ve Avrupa’nın iki katına ulaşmış 8 .
Avrupa’nın dünya krizine omuz silktiğini düşünenlerin çoğunda bu konjonktürel başarının yarattığı sarhoşluk gözleniyor. Önce Uzakdoğu, ardından Rusya ve son olarak Latin Amerika bunalımlarıyla yaşanacak olan pazar daralmasının etkileri, Avrupa ekonomisine belli bir gecikme ile yansıyacak. Bu gecikmenin en önemli nedeni, doğrudan sermaye ihracının Doğu Avrupa haricinde anılan bölgelere fazla yapılmaması, ikincisi de Avrupa’daki görece yüksek oranlı devlet harcamalarının pazar daralmasının etkilerini belli bir dönem erteleyebilmesi. Ancak örneğin, Doğu Avrupa ekonomilerinin en önemli pazarı olan Rusya küçülünce, Doğu Avrupa’daki AB yatırımlarının kârlılığının düşeceğine ve Rusya’nın Avrupa’yı bir dönem sonra ve Doğu Avrupa üzerinden vuracağına kesin gözüyle bakılabilir 9 . Diğer bir problem de ortak para biriminin faiz oranlarını eşitlemesi sonucu Avrupa’nın görece geri güney kuşağının rekabet edebilmek için sömürü oranını artırmak zorunda oluşu. Bu süreç Avrupa sınıf mücadelesine yeni bir boyut katacak ve özellikle kamu maliyesinde Avrupa içi yeni çatlakların zeminini hazırlayacak.
Almanya da tıpkı Japonya gibi ciddi dış ticaret fazlası veren bir ülke. Ancak iç tüketimi ve devlet harcamaları çok kuvvetli. Bu yüzden enflasyona göre yüksek kalan faizin ekonomiyi soğutması, diğer Avrupa ülkeleri tarafından, hatta sosyal demokrat Alman hükümeti tarafından istenmiyor. Ancak sıkı paracı merkez bankası, Almanya ABD’nin örtülü onayıyla AB liderliğine soyunurken tek para birimine giden süreçte faiz düşürmeyerek faizleri daha yüksek olan diğer ülkelerin Almanya faizlerini yakalamasını bekliyor. Bu siyasi hırs Avrupa için durgunluk ve işsizlik günlerinin geri gelmesini hızlandırıyor.
Dünyanın 1999 büyüme hızını beş kez revize ederek 4.4’ten 2.2’ye indiren IMF, ABD ve Avrupa’nın problemleri artıkça sıfıra doğru yolculuğuna devam edecek gibi görünüyor. Önümüzdeki dönem en önemli bilmece, dünya ticareti NAFTA-AB ekseninde odaklanırken bu pazarın dünya kapitalist sistemi için yeterli içsel dinamiği yaratıp yaratamayacağı 10 . Ulaşım, enerji, telekomünikasyon, bilgisayar gibi sektörlerin yarattığı dinamiğin getirdiği baş dönmesi, geleneksel sektörlerde yaklaşan felaketin toplumsal olarak ne anlama geleceğini unutturuyor. Bu sektörlerde öncülük edemeyen ülkeler, artı, gelişmiş ülkelerin geleneksel sektörlerinde çalışan nüfus, hızla yoksulluğa ve daha fazla sömürüye doğru yol almakta 11 .
Bir zamanlar mucizeydi
Sonuncu ve en felaket blok Japonya. Japonya’da dış ticaret fazlası 98’de de hızla yükseliyor (iç pazar daralması yüzünden Eylül’de dış fazla, geçen yılın Eylül ayının yüzde 44 üzerindeydi!). Japon şirketlerinin aşırı yatırımı, büyüme hızı sınırlı olan ihraç pazarlarını doyurunca kâr oranları düştü ve Japonya’nın yoğun sermaye ihraçları bankacılık sisteminin ve emlak fiyatlarının şişmesi sendromları başladı. ABD’de “Japonlar geliyor” paniği bu dinamiğin bir sonucu oldu ve Japon sermayesi Hollywood dahil, girmedik yer bırakmadı. Yine de ihraç edilen sermayenin çoğu, 1997’ye kadar diğer Uzakdoğu ülkelerine özellikle de ilk batan üç ülke olan Endonezya, Güney Kore ve Tayland şirketlerine kredi olarak verildi. Ancak verilen kredilerin kritik iki mahsuru vardı. Birincisi, krediler yen cinsindendi ancak kullanan şirketler satışlarını Japonya’ya değil, ABD ve Avrupa’ya yapıyorlardı. Üstelik kredi verilen ülkelerin para politikaları dolara endekslenmişti. Dolayısıyla döviz kurlarındaki dalgalanmalar, aşırı yatırımın getirdiği kâr marjı daralmasıyla birleşince kredi batışlarına yol açtı. İkincisi, verilen kredilerin vade yapısı yatırımların dönüş hızına uyumlu değildi12 ve ilk panik başladığında hiç batmayacak şirketler bile kredi kesilmesi sonucu zincirleme batmaya başladılar.
Sonuç, sermaye ve para piyasalarına hızlı yansıdı. Her tür hisse ve tahvil hızla değer kaybetmesine rağmen, maliyetinin çok altında fiyatlarla elden çıkarılarak dolara saldırıldı. Kimi ülkelerde yüzde 50’leri geçen devalüasyonlarla birlikte kısa vadeli faizler sıçradı ve sermaye kaçışı yaşandı. Batan kredilerin özellikle Japon bankacılık sisteminde yarattığı tahribat hâlâ yoğun devlet harcamalarıyla giderilmeye çalışılıyor. Emlak piyasası da tam anlamıyla çöken ve sermayenin değersizleşmesi sürecini yaşayan Japonya’da 1999’da kesin bir küçülme bekleniyor. Zaten tüketim eğilimi düşük olan iç piyasanın tamamen ölmesi, birçok Japonya kaynaklı uluslararası tekele zarar ettiriyor. En eski banka (LTCB) iflas etti, en büyük aracı kurum (Nomura) zararda. Sözün kısası, Japon ekonomisinin durumu Uzakdoğu’nun egemen sınıflarını analarından doğduğuna pişman etmiş durumda.
Rusya’nın kaderi ne?
“Bunun ne kadar sinir bozucu birşey olduğunu bilemezsiniz. Alkolik uyuşturucu bağımlısı ya da serseri değilim. 20 yıl doktor olarak çalıştım ama şimdi karnımı doyuramıyorum.” Bu sözler, Kızılhaç’ın gıda dağıtımından yararlanmak için kuyruğa girmiş bir pediatrist doktor tarafından söyleniyor. Doktor hanım, kışı aç geçireceklerini, hastane nöbetlerinde hemşirelerin sık sık bayıldığını anlatıyor. Rusya’da pilotlar bile maaşlarını düzenli alsalar da -ki aylardır alamıyorlar- yoksulluk sınırının altında sayılıyorlar. 1999 kışında Rusya’nın büyük bölümünde aç kalmamanın belli başlı iki yolu var. Mafya mensubu olmak veya patates yetiştirebilecek bir bahçe bulmak13 …
Rusya’nın kışı geçirebilmesi için kapitalistler bir milyar dolarlık ayni gıda yardımı yaptılar. Bunu da mafyanın eline düşmemesi için Kızılhaç aracılığı ile doğrudan dağıtıyorlar. Rusya halkı kapitalizmi atlayıp, sosyalizmi yaşadıktan sonra geri dönerken de bir atlama yapmışa benziyor ve ortaçağı yaşıyor. Son iki yıl içinde terk edilmiş çocuk sayısı 113 bin olarak bildiriliyor. Ancak ülkede yalnız Kızılhaç kuyruklarındakiler konuşmuyor: “Halkımız ayaklanmadan bıkmıştır, devrim ülkeyi kırdı ve güçsüz düşürdü. Devrimciler gösterilerde ne kadar bağırırsa bağırsın Rusya tarihinde devrimci dönem sonsuza kadar bitmiştir. Tekrarı olamaz.”
Yeltsin, Bolşevik devriminin 81. yıldönümünde korktuğu başına gelmediği ve meydana 300 binden az insan çıktığı için cesaretlenmişe benziyor. Hızla ortaçağa dönen Rusya’da Yeltsin’i cesaretlendirenler utanmalıdır.
Dünya krizinin Rusya ayağı çok basit mekanizmalarla gerçekleşti. Uzakdoğu krizine kötü yakalanan IMF, iki paralık olan prestijini tamir etmek için Rusya’ya efelendi ve para akışını askıya aldı. Gerekçe yapılan yardımların mafyanın eline geçmesi ve reform yapılmamasıydı. Etkisi büyük oldu: Belki de dünya tarihinin en hızlı sermaye kaçışıydı. Batılı tekeller, paraya çeviremedikleri ne varsa bırakıp kaçtılar ve kalkan toz duman dağılmadan en azından iki yıldan önce değil dönmek, hatırlamak bile istemiyorlar.
“Hiçbir şey olmaz”
Yeni binyıla dönerken dünyada olan bitenin ne olduğunu tanımlamak güçleşiyor. Özellikle sosyalist hareketin hâlâ zayıf kalması ve Uzakdoğu’daki kimi ülkeler haricinde siyasal aktörler arasında yer almaması, tekelci sermayenin temsilcilerinin kendi kendilerine gelin güvey olmalarına yol açıyor. 70 yıl sonra yüzsüzce Keynes’e dönelim diyen bir kısım burjuva iktisatçılarına liberaller yenilgiye uğramadıklarını anlatmaya çalışıyorlar: Sistem doğru yalnızca denetim ve düzenleme eksikliği istismarlara yolaçtı(!).
Adını ne koyarsak koyalım parçalı ve sıralı etkili dünya krizinde etkisini 4-5 yıla kadar uzayabilen çeşitli vadelerde gösterebilecek olan çeşitli süreçler başladı. Mali sermayenin spekülatif kesimlerinin uğradığı ciddi kayıplar, merkez ülkelere kaçmalarına yolaçtı. Doğal kaynaklar, tarımsal ürünler, tarım kaynaklı ürünler ve basit imalat süreçli ürünlerde fiyat düşüşleri yeni çatlamalara yol açacak. ABD’nin kuvvetli iç pazarıyla bir süre daha idare edebileceği bu gelişmeler karşısında, Avrupa’daki konjonktürel refah döneminin hızla gerileyeceği ve siyasi olarak tek kutuplu hale gelen dünya kapitalizminin ekonomik olarak da 1.5 kutuplu bir görünüm kazanacağı beklenebilir.
Nasıl ki, Türkiye’de gözden düşen tekstil, deri, inşaat, demir-çelik gibi sektörlerin yol açacağı tahribatın büyüklüğü anlaşılamadıysa, dünyada da üç-dört sektörde görülen parlaklığın ekonomik çarkları döndürüp döndüremeyeceği çok şüphelidir. 1995’teki 5.6 milyarlık dünya nüfusunun 4.3 milyarlık kısmı düşük ve düşük-orta gelir grubundadır. Bu halkların hipermarketlerle, GSM şebekeleriyle, uydu sistemleriyle ve internetle ne yapacakları belli değildir. Ancak dünya devrimci süreçlerinin içinde yer alacakları konumun bir an önce belli olması gerektiğini düşünüyoruz. Aksi halde dünya düzeni bunları da bir tür pazar olarak belki de sadece silah pazarı olarak görmeye devam edecektir.
Bir buçuk kutuplu dünyanın dinamitleri önümüzdeki dönemde yine eksik tüketim ve durgunluğun sermaye kaçışlarının gecikmeli tahribat dizileri olacaktır. İmalat ve ticarette realizasyon sürelerinin getirdiği krize gecikerek girme olgusu, Güneş Taner’in “Eylül’de Türkiye’ye hiçbir şey olmaz” demeçlerini hatırlatıyor. Dünyanın her köşesinde kafasız burjuva siyasetçilerinin en sık telaffuz ettiği söz budur.
Dünya krizi ve Türkiye Restorasyonu:
Yarıda kesen bir alarm mı?
Restorasyon görüntüde kalsa veya geçici olsa bile “sosyal adaletçi” unsurları programına katmadığı sürece taban oluşturamıyor. Ancak görünen o ki mevcut dengesizliği daha fazla bozmadan korumak bile ciddi bir çaba anlamına gelmekte. Türkiye kapitalizmi önemli noktalarda, bazı sürdüremezliklerin eşiğine geldi. 24 Ocak sonrası modelde biriken yapısal bozukluklar, 1994 krizinden sonra da birikmeye devam etti ve ilk anda Türkiye’ye dışsal gözüyle bakılan dünya krizi belli vadelerde ülke toprağında çok sarsıcı boyutlarda sirayet etmeye başladı. Bu vadelerin bir kısmı, Uzakdoğu krizinden hemen sonra çoğu bir yıl sonra doldu. Bir kısım süreç ise henüz işliyor ve zamanını bekliyor 14 . Bu koşullar altında zaten zemin ayaklar altından kayarken, normalde “radikal” olarak nitelendirilebilecek reorganizasyonlar daha cesurca denenebilir. Örneğin AB, Türkiye’de yatırım riskini Rusya’yla aynı ölçütte değerlendirdiğine göre, AB ilişkilerini gözden geçirmek daha kolaylaşır. Kıbrıs mı Avrupa mı sorusunun yanıtı hele de kriz döneminde burjuva milliyetçiliği bir can simidi haline gelirken değişebilir. Sosyal adaletçi bir manevra alanı yoksa, faşizan bir dalga yaratmak hatta Yunanistan’la bir savaş fantazisi konjonktürel olarak daha uygun olabilir…
Türkiye kapitalizminin sarsılan maddi temeli
Son 10-15 yıllık süre zarfında ciddi bir üretim artışı, kentleşme ve ortalama gelir artışı kaydedildi. Ancak buna neden olan temel dinamik, 1988 yılına kadarki ilk dönemde 80 faşizminin düzlediği sınıfsal zemin üzerinde yaratılan borçlanma kaynaklı altyapı ve ihracata dönük sanayileşme yatırımlarıydı. Türkiye, neo-liberalizmin her benzer ülkeye sağladığı fon akışıyla, GSMH’sinin yarısı kadar “açılma” fırsatı buldu. Bu açılmanın rantı ise Körfez ve döviz krizlerine rağmen, 1998 sonbaharına kadar yendi.
1990-1998 döneminin en önemli özelliği, yatırımların durması ve bütçenin çoğunun iç ve dış kaynak transferine gitmesidir. 1983-88 para transferi Çiller hükümetinin 1993’teki aşırı borçlanması hariç tersine dönmüştür ve Türkiye son dört yılı çok büyük miktarlarda olmak üzere on yıldır yurtdışına ve yurtiçi sermayeye kaynak transferine sahne olmaktadır.
Yatırımların durması, ilk başta dünya rekabetinde, 1990’ların ilk yarısında ucuzlatılan işgücü sayesinde fazla etki yaratmamıştır. Ancak, 1998 Türkiye’nin ucuz emekle ürettiği malların bile yüksek maliyetli üretim nedeniyle pahalı kalmasına, sonuçta pazar kaybına ya da ciddi karlılık düşüşüne sahne oldu (çoğu basit teknolojili sanayi mallarında bile işçilik maliyeti toplam maliyetinin yüzde 5’inin altına geriledi). Geçen yıl, “işte Anadolu mucizesi” diye pazarlanan Denizli ve Gaziantep batak şirketler mezarlığı durumuna düşmüş haciz memurlarının fazla mesai yaptığı illerimizdir. Türkiye’nin nicelik olarak güçlü imalatı, nitelik ve maliyet olarak sakattır. Bu sakatlığın faturası daha yeni ödenmeye başlıyor. Bütün dünyada kaynak ve girdi fiyatlarının ucuzladığı bir dönemde, Türkiye burjuvazisi iç ve dış pazarlarda realizasyon sorunu yaşamaya başlamıştır. Bu sorun yapısaldır, etkisini uzun vadede göstermeye devam edecektir ve emekçi sınıfların hayatını zindan edecek niteliktedir.
Bahsettiğim 1983-88 döneminin hemen sonunda, işçi sınıfına atılan çiçekler de sıralı üç krizle birlikte faiziyle geri alınmış ve emekçi sınıfların yaratılan toplumsal değerden aldığı pay cunta dönemini bile aratacak kadar küçülmüştür. Bunun en büyük günahı kuşkusuz sendikal harekette ve sendikal hareketin kısmen rehavetini ve kısmen de ihanetini zamanında saptayıp müdahale edemeyen Türkiye solundadır. Bugün gelinen nokta, sendikal hareketin ihanet içinde olduğunu saptamayı gereksizleştirmektedir. Türkiye’de sendikacılık, artık Çalışma Bakanlığı’nın bir dairesi işlevini yürüten devletin ideolojik ve idari bir aygıtıdır. Şube sendikacılığındaki insanüstü mücadelenin sonucu gelen umut verici kazanımlar ise konjonktürel genel görüntüyü ne yazık ki değiştiremiyor.
Türkiye’de krizin üretim ayağı yeni başlıyor. Seçimlerden sonra yeni bir hükümet gelir, nasılsa IMF yardım eder15 rahatlığı burjuvaziyi miyoplaştırmaktadır. Dünya kapitalizmi panik yaşarken, bizimkiler hâlâ devlet ihalelerinin peşinde koşup milletvekili pazarlığı yapıyorlar. Egemen sınıfın bu gaflet uykusuna güçlü bir sol yanıt verilemezse, egemenler cephesinde panik başladığında, emekçi sınıfların kaderi sadece işsizlik ve yoksulluk değil; faşizm savaş ve yıkım olabilir. Türkiye topraklarındaki güçlü bir sosyalist çıkış sadece Türkiye’nin değil bütün dünyanın krizine verilecek yanıt olma şansına sahip.
Dipnotlar
- Bu süreçte adı “gelişmekte olan” ama aslında ABD ve Avrupa ülkelerinden daha yavas büyüyen ülkelere, sermaye akışı 1996’daki 190 milyar dolardan 1998’de 65 milyar dolara düştü.
- Arap ülkeleri, basta Brezilya ve Şili olmak üzere Latin Amerika ülkeleri, Güney Afrika, Rusya basta geliyor. Dünyadaki teknolojik gelisme sonucu kişi basına petrol tüketimi yirmi yıl içinde yüzde 20 civarında geriledi (The Economist 1998 yıllığı).
- SHAİKH Anwar; “Bunalım Kuramlarının Tarihine Giriş” 1978 Dünya Kapitalizminin Bunalımı içinde derleyenler: Nail Satlıgan, Sungur Savran, Alan Yayıncılık, İstanbul 1988; s.126. Kâr sıkısması kuramı, “ücretler yükseldikçe kâr azalır” varsayımına dayanıyor. Kriz dışındaki dönemlerde bir eğilim olarak varolabilen bu durum, işçi sınıfının sendikal ve siyasal örgütlenme oranının düşük olduğu her yerde kolay geri alınabilir bir özellik. Ülkemizde krizlerde beyaz yakalıların, hatta bunların mühendis kesiminin bile ücretlerinin ortalama ücrete yaklaştığı ve genel olarak ücretlerde çok hızlı reel gerilemeler olduğu biliniyor.
- “Kapitalist sistem varlığını sürdürebilmek için büyümelidir fakat büyümesini sürdürmek için (kapitalist olmayan dünya gibi) bazı dıssal talep kaynaklarına gereksinim duyar.” aktaran SHAİKH Anwar; agm.; s.127.
- Verimlilik artışı, bir malı üretmek için gereken emek gücünün zaman olarak kısalmasıdır. Organik bilesim artışı ise bir malı üretmek için daha çok bağlı sermaye (ölü birikmis emek)gerekmesidir. İlk eğilim, isçinin geçimlik ihtiyacı olan malların değerini düşürür, dolayısıyla sömürü oranını artırır, ikinci eğilim ise üretilen malın içindeki canlı emek miktarını dolayısıyla kârın esas kaynağı olan artı değer oranını düşürür. Marx’ın yaklaşımında ikinci eğilimin, ilk eğilime tarihsel olarak üstün gelmesi kapitalizmin doğası gereğidir ve kâr oranlarındaki düşme eğilimi olarak adlandırılır. Bu konuda ve eksik tüketim konusunda daha teknik bir yaklaşım için adı geçen derlemedeki diğer bir makaleye bakılabilir: WRIGHT Erik Olin; “Marksist Birikim ve Bunalım Teorisinde Almaşık Perspektifler” 1977.
- ABD’nin en büyük internet servis sağlayıcısı America Online’ın hisse senetleri o kadar yükseldi ki, piyasa değeri 50 milyar doların üzerine çıktı. Bu İstanbul borsasındaki bütün şirketlerin, (bu şirketler içinde Türkiye’nin en büyük 500 sirketinin yaklasık yarısı buluyor) piyasa değerini fazlasıyla geçiyor. Geçen yıl Netscape’i satın alan bu sirketin yıllık satışları yalnızca 2.6 milyar dolar. Amazon.com adlı internetten kitap satışı yapan kitap deposunun değeri ise 17 milyar dolara yaklaştı. Hissenin fiyatı, 1998 yılının son altı ayında tam on iki katına çıktı. Bazı borsa araştırmacıları, Amazon için 50 ilâ 400 milyar dolar arasında fiyat biçiyor. İşin ilginç yanı ise şirketin zararda olması! (Kaynak: Financial Times)
- ABD ve Avrupa’da mali sistem “hiçbir sey olmaz” prensibine dayanıyor. En çok islem gören yatırım kağıtları (likit enstrümanlar) 10 yıllık devlet borçlanma kağıtları. 5 yıla kadarki vadeler, kısa vade sayılıyor. Uzun vadeli olanları ise 30 yıllıklar. Avrupa’da 1 yıllık tahvil yüzde 3, 30 yıllık ise yüzde 5 kazandırıyor. ABD borsası 15 yıldır hep kazandırıyor. Öyle ki insanlar geçici krizler dışında borsanın düşmesi ne demek bilmiyorlar ve bizde döviz büfesinden döviz alındığı gibi orta sınıf maaşlı insanlar birikimlerini çoğunlukla hisse senedine yatırım yapan fonlarda değerlendiriyor.
- Financial Times, 30 Ekim 1998 tarihli Avrupa Ekonomisi eki.
- Krizin yayılmasında domino etkisinin belli geçislerde bir vade sonra etkide bulunması oldukça sık rastlanan bir durum. Aynı vadeli etki ülkemizde de çalısıyor. Türk bankaları yurtdısından aldıkları krediler Rusya krizi sonrası kesilince kendi verdikleri kredilerin pesine düştüler ve bir vade sonra tekstil demir-çelik türünden sektörlerde sirketlerin bir kısmı kredi kesilmesinden battı. Mali milat, kumarhanelerin kapatılması ve uyuşturucu-çete operasyonlarının da ekonomiyi dolaylı ve vadeli olarak soğuttuğu bir gerçek.
- ABD, Kanada ve Meksika’nın olusturduğu NAFTA ülkelerinin 1995 yılı toplam ithalatı 1 trilyon dolar. Batı Avrupa’nın ithalatı ise 2 trilyon dolardır. İhracatlar ise ilk grupta 850 milyar, ikinci grupta 2.14 trilyon dolardır. Bu rakamlara gruplar içi ticaret de dahildir. Bu arada aynı yıl bütün dünyada ithalat 5 trilyon dolar olarak gerçekleşmiş ve “gelişmekte olan ülkeler”in payına 1 trilyon dolar düşmüstür. Kaynak: Dünya Bankası 1997.
- Dünyanın gözde isleri dışında kalan her seyin fiyatı düşüyor, isyeri ve isçi sayısı azalıyor, emperyalist ülkelerde petrol türünden gözden düşen sektörlerde sirketler birlesiyor. Bu dinamik intikamını satın alma gücündeki düşüş ve küresel durgunlukla alıyor. Bahsettiğim geçis vadeleri dolunca, intikam “acıtmaya” başlayabilir ve gözde denilen sektörler bile pazar sıkıntısına girebilirler.
- Yatırımın tam kapasiteyle faaliyete geçmesinden sonra bile niteliğine göre değişen ve borçları ödedikten sonra kendini ödeyerek kâra geçmesi gereken bir vadeye ihtiyacı vardır. Uzakdoğu’daki kredi bolluğu bankaların verdikleri kredilerinin vadesini yatırımların dönüş süresine göre değil, finansal olarak en kârlı olan süreye göre ayarlamalarına neden oldu. Kısa vadeli krediler kesilince kârlı olan (pazarı hemen küçülmeyen) yatırımlar bile henüz kendilerini geri ödemedikleri ve kredilerinin yenilenmesi gerektiği için sıkışıp battılar.
- Financial Times, 12 Kasım 1998.
- Domino etkisi, ekonomik faaliyette de belli vadeleri gözetiyor. Örneğin turizm sektöründe kuyumcular, halıcılar vs. fazla ensesi kalın oldukları için ölü geçen ilk sezonda dayanıyor, ikincide sendeliyor ancak üçüncüde zincirleme batıyorlar. Tekstilciler de sezonluk sipariş aldıkları için etki bir yıllık gecikmeyle vurdu.
- Neo-liberaller, güven verici düzenlemeler yapılırsa sermayenin merkez ülkelerde yüzde 4-5 faize fazla sabredemeyeceğini tekrar “gelişen” piyasalara yüzde 15-25 faizlere doğru akacağını iddia ediyorlar. Seçim olmasaymış, enflasyon artı yüzde 40’a ulaşan faize koşa koşa gelirlermiş. Bu insanın yüzde ikiyüz vereceğini iddia eden bir sokak serserisine para vermemesine benziyor. Neo-liberaller serserilere kravat takmaya çalısıyorlar.