Yeni Dönemin Teorik Meseleleri

Bir zamanlar Milli Demokratik Devrim-Sosyalist Devrim tartışması vardı. Siyasal bir ayrım noktasıydı, örgütsel bir hesaplaşmayı tetikledi ve hiç kuşkusuz teorik temellere oturuyordu. Hareketin bütününü sardı, etkiledi ve sönümlendi. Geriye kalan, Türkiye solunda bu tartışmanın açık ve örtülü izleridir.

Tartışmanın kendisi de geride kaldı. Farklı geleneklerden gelenler gerçek ve ufuk açıcı olduğunda birleşiyor. Doğal, neredeyse bir başlangıç. 1960’larla birlikte kendini hissettirmeye başlayan bir toplumsal enerji, bu enerjiye yön vermeye çalışan arayışlar, hâlâ öykünülen yayıncılık pratikleri… Birkaç yıllık birikimin esaslı bir tartışmayı alevlendirmesi hiç şaşırtıcı değil. Tartışmanın “stratejik” bir damga yemesi de…

İyi tarafı, “iktidar”a odaklanılması. Kötü tarafı, “iktidar” için gerekli derinlikten uzak olunması, daha kötüsü “iktidarı düşünme”nin başka bazı ülkelerdeki sonucu vermemesi, Türkiye solunu sığlıktan kurtaramaması.

Geniş bir döneme yayılıyorsa, sığlığın düşünsel mi eylemsel mi olduğunun bir önemi kalmıyor. Türkiye solu, 1967-68’den 1980’e kadar tarihsel değer taşıyan çıkışların üstesinden gelse de, siyaseti ileriye taşıyan gelişkin teoriye, teorik üretimi canlandıran öncü siyasete hiç ulaşamadı.

1980 sonrası ise malum… Türkiye solu 60’ların “ne yapacağız” sorusundan “nerede hata yaptık” sorusuna geriledi,  “yanlış”ı bulma mesaisiyle derinliğe ulaşılamadı, “biz de ne kadar sığmışız”da karar kılındı, yazılıp çizilenlerin göze daha hoş gözükmesi dışında tüm bu dönemde toplu bir silkiniş, genel bir ilerleme göze çarpmadı. 12 Eylül’ün demir parmaklıkların ardında, gurbette, bodrum katlarında yazıya yönelttiği sol, kahredici bir olumsuzluktan olumluluk çıkarmayı beceremedi.

Zaten Türkiye, karşı devrimin başlangıç topraklarındandı, devamı gelip SSCB yerle bir olunca, “her şey yanlışmış” da kesmedi, “her şey yalanmış”çı sahte mi sahte bir dürüstlükten başlayıp burjuva ideolojisinin değişik renkleriyle kucaklaşmayla sonuçlanan bir başka gerilik, bir başka düzeysizlik peydahlandı.

Daha önce de yazmıştım, gerileme ya da karşı devrim dönemlerinden ileri teori beklemek anlamsız. Örnek olsun, Sovyetler Birliği’nin neden çözüldüğünü tartışmak çok yararlı ama buradan gelişkin, sıçratıcı düşünce çıkmayacağını biliyorsanız. Türkiye solunun başına gelenleri anlamaya çalışması da elbette zorunluydu, lakin  buna yaslanarak ileriye atılmak olanaksızdı.

Zaten Türkiye solu, özellikle çok tartıştığı 1985-1995 döneminde bir türlü tartışan tarafları tasnif edecek teorik gündemlere yoğunlaşamadı. Geriye dönüp bakıldığında, “tarihsel miras”, “sivil toplumculuk” ve biraz da “sınıf tanımları” dışında “üretiyorum” diyen her öznenin ilgisini çeken başlıklar ortaya çıkmadı.

Şaşırtıcıdır, 12 Eylül’le hâlâ gerçek bir hesaplaşmaya girmeyen Türkiye’de sol da başına onca dert açan 12 Eylül’ü masaya yatırıp ilgili başlıkları toparlayan teorik bir çerçeve üretmeyi olsun beceremedi. Darbenin hemen başlarında çeşitli siyasi saiklerle devreye sokulan “faşizm mi değil mi” tartışmasının üzerine tembel işi gazeteci kitaplarının tahribatını hafifletecek hiçbir şey yazılmadı. Nasıl dünyada sol Sovyetler Birliği’nin hangi savaşı kime karşı neden yitirdiğini sormak yerine, “nenelerimiz dedelerimiz nerede hata yaptı”yı araştırmayı tercih ettiyse, Türkiye’de de aynı kısırlığa talim edildi. Sermaye egemenliğinin uluslararası ve ulusal ölçekte ülkenin üzerine nasıl yüklendiği pek az ilgi çekti.

Ne yazık ki, birkaç cevval iktisatçı ve tarihçinin 24 Ocak’la darbe arasında kurduğu sağlam ilişki bu verimsizliği aşmaya yetmedi. 12 Eylül’ü, karşı devrimci dinamikleri kavrayamayan sol daha sonra olup bitenlere karşı tamamen pusulasız kaldı.

Peki ortada hiçbir kazanım yok mu? Teori alanında hepten mi dibe vurduk? Teorik ihtilalciliğin örgütlenmesi gibi bir iddianın içini doldurmaya çalışan “biz”ler, boşa mı kürek çektik?

Elbette hayır! Savrulmayı engelledik, bir direnç oluşturduk, daha sonraki kritik momentlerde fazlasıyla kurtarıcı olan bir düşünme sistematiği kazandık. Somutlamak gerekirse, özellikle iki başlıkta, tarihselci bir bakış açısının genetik kodlarımıza işlenmesinde ve yol açıcı bir öncülük teorisinin geliştirilmesinde açık bir başarı elde ettik. Tutarlı bir siyasal duruş ve insan aklına karşı benzersiz saldırılara tanık olunan bir ülkede ayakta kalmak için gerekli altyapı bunlarla kuruldu.

Ve bunlarla övünebiliriz, ancak bu kadar. Devrimci teori kendini siyasal alanda sınar. Siyasal olan ise geniş bir zaman aralığında toplumsal olandır. Gelişkin düşüncenin kendini yenileyebilmesi için onun iç dinamikleri bir noktadan sonra yetersiz kalır. Ulaştığımızı sınayacak, besleyecek, yeni kanallar açacak bir toplumsal iddia, bu iddiaya yönelinen on yıl boyunca reel karşılığını bulmadıysa, teoriye onu da rahatlatacak beslenme kaynaklarını barındıran bir toplumsallık için iyi saptanmış roller vermek ve buna yoğunlaşmak gerekir.

Bir dönemin sonuna geldiğimiz açık. Kendimizle ilgili değil ve kendimizle ilgili!

Siyasal alanda yeni görevler, yeni araçlar tarif ediliyor. Peki teoriye verilecek rol, işte bunu nasıl belirleyeceğiz?

“Teoriye onu rahatlatacak beslenme kaynaklarını barındıran bir toplumsallık için iyi saptanmış roller verilmeli” dediğimizde bayağı bir şey açıklamış oluyoruz aslında. Marksist teori nihayetinde evrenseldir ama görüldüğü üzere hep yerel yoğunlaşmaların ürünü oluyor ileri doğru sıçramalar. Bizim örneğimizde, sorun ve çözüm buradadır, Türkiye’dedir.  Marksizm-Leninizmin mevcut birikiminden yararlanarak, teoriyi de kadükleştiren toplumsal kuşatmayı yarmaya hizmet eden özgün teorik hamleler gerekiyor. Evrensele katkımızın yolu da bu.

Ama o zaman evrenselden değil de (çünkü orada muazzam bir tarihsel miras var, çünkü biz de onun parçasıyız, çünkü onun yeri ve değeri tartışılmaz bile), dışarıdan ne kadar besleneceğiz, bunun da yanıtını vermek durumundayız.

Avrupa solundan ne öğreneceğiz?

Düşünce ve eylemde, teoride ve pratikte her yer izlenecek, her gelişme kayıt altına alınacak. Küçümsemek olmaz, umursamamak olmaz. Ummadık taş baş yarar, ummadık tartışma ufuk açar, ummadık açılım döneme damga vurur.

“Takip et, taklit etme” genel geçer bir kural ama bu dönem takibin de kuralları olmalı, aklımızı dağıtmamak için merak ve alışkanlıklarımızı kontrol altına almalı.

Burası Türkiye, “teori” denince uzun bir süredir Batı Avrupa’ya bakıyoruz veya daha doğru bir ifadeyle Avrupa Solu’na… Hani şu başı sonu belli olmayan ama içinde çok değişik eğilimleri barındırmasına rağmen artık kimsenin inkar edemeyeceği bir biçimde tarihsel bir özne olarak kayda geçen toplama.

Bir açıdan doğal, hâlâ en çok orada üretiliyor. Ne üretiliyor, nasıl üretiliyor ayrı ama eski sosyalist ülkelerden devşirdikleri aydınları da bünyesine katarak  Avrupa Solu, Marksist olmasa da, Marksizm esinli yazına damgasını vurmaya devam ediyor. Sonra, Türkiye dünyayı çok uzun süredir İngilizce izliyor. Değersiz kitaplar İngilizceden çevrilirken aniden değer kazanıyor, solcumuz Marksizm gıdasını bu düşünce borsasındaki değiş tokuşlardan almaya çabalıyor.

Hal böyleyken, daha fazlasını söyleyebilirim: Taklit ediyorsan, özeniyor ve büyüsünden kurtulamıyorsan, sonu gelmeyen Avrotik külliyat giderek entelektüel bir obeziteye dönüşüyorsa, takip de etme!

Sahi neyle uğraşıyorlar? Onca yıldan sonra Avrupa solunun üretiminde bir odak noktası yakalayabildiniz mi? Bir zamanlar tartışırlardı, birbirlerini okur, birbirlerine yanıt verirlerdi. Şimdi tartışmaların ölçeği daraldı, üniversiteden oda komşusuna yanıt yetiştiriyorlar internet üzerinden. Her bir kitap bir ötekinden bağımsız. Tonlarca referansa, alıntıya karşın sanki ele aldığı başlıkta ilk kez bir şey yazmış gibi alabildiğine kapalı. İş o noktaya vardı ki, aynı yazarın kitapları arasında bağlantılar, geçişler yok oldu. Çünkü dikiş tutmuyor, sürekli sil baştan…

Oysa  böyle başlamamışlardı. Daha evvelini bir kenara koyalım, Avrupa Solu’nun bugünkü durumunu anlamamız için bize epey veri sunan 50 yıllık serüvene (güneş yüzü görmemiş tatsız bir serüven ama) yakından bakalım.

Bütün bu tarihsel kesitte, Avrupa solu iç içe geçen ama doğal olarak alt evrelere ayrılacak biçimde dört temel kaygıyla hareket etti: Reel sosyalizmle hesaplaşmak, ütopyayı tarif etmek, yeni toplumsal hareketleri anlamlandırmak, küreselleşme süreciyle irtibatlanmak.

Doğal olarak Avrupa soluna en fazla iyi gelen, en verimli alan olageldi Sovyet deneyimi. Birincisi gerçekti, gerçek olduğu oranda Avrupa solunun değişik varyantlarına da gerçeklik kazandırıyordu. İkincisi, dağılmayı engelliyor, konu savrulmalarının önüne geçiyordu. Üçüncüsü, ertelenen devrimci misyonların mazeretiydi, reel sosyalizmin batılı işçiler üzerindeki ağırlığından kurtulunca işler yoluna girecekti. Teori, bu kurtuluşa yardımcı olacak, bu kurtuluş için gerekli entelektüel iklimi yaratacaktı.

Dönüp bakalım ve elimizden geldiğince dürüst olalım. 1991’de ortadan kalkan sosyalist ülkeler deneyimine dönük onlarca yıl örtülü, en azından 25 yıl açık bir konumlanış içinde olan Avrupa solu, en zayıf anlarını yaşayan Sovyet marksizmine karşı bile siyaset hiç demiyorum, teorik düzlemde gözle görülür bir üstünlük kurabildi mi?

Tabii önce “üstünlük” derken neyi kastettiğimi açıklamalıyım. Teorik düzlemde üstünlük, bir  varsa ortak referanslarla “karşı taraf”ın ilişkisinin zayıflığını göstererek; iki, karşı tarafın kendi iç tutarsızlıklarına işaret ederek; üç, tutarsızlıklardan arınmış daha sağlam bir model kurarak sağlanabilir.                                                                                              .

Avrupa solunun Sovyet deneyiminin Marksizmden sapma olduğunu kanıtlamaya dönük girişimlerine en büyük katkı hiç kuşkusuz Althusser’de en gelişkin formülasyonlarını bulan ekonomizm eleştirilerinden geldi. Ancak işler yolunda gitmedi ve zaman içinde bu eleştiri Avrupa solunu kendi topuğundan (aslında bu tuzağı Althusser’in de hissettiği rahatlıkla söylenebilir) vuruverdi. Uzun süredir ortalama Avrupalı Marksist için Sovyet deneyimi ve onun vurun abalıya aktörü Stalin fazlasıyla volantarist değil midir?   

Sovyet deneyimini Marx’ın gelişmiş komünist toplum tasvirleriyle kıyaslayarak değersizleştirme çabası da aynı akıbete uğradı. Avrupa solu, kendi akametini kabullenebilmek için her yeni saniye hedef küçültme yoluna girmişken Sovyetler Birliği’ni kitaba uygunluk testine tabi tutmaya devam edemezdi. Yıllar ve çözülüşten sonra, Avrupa solunun hemen bütün unsurlarının sosyalist kuruluş toplumlarını ağız birliği etmişçesine “demokratik kriterler” üzerinden yargılamalarının sırrı da burada.

Buraya teorik üstünlük kurmaktan girmiştik, “ortak referanslar” çökünce, iç tutarsızlıklara yönelmek bir çözüm olabilirdi. Denenmedi değil, üstelik Sovyetler Birliği’nin vasat ve heyecanını yitirmiş yazıcılarının bolluğu iyi de bir imkan sunmaktaydı ama kimi örneklerde isyan ettirici bir bayağılıkla malul olsa da, zaman zaman siyasal gereksinimlerin zorlamasıyla saçmalık düzeyine çıkılsa da, Sovyetler Birliği’nde Marksist düşünce temel konularda kendini oldukça muhkem kale duvarlarıyla çevirmişti. Eline aldığı her silahla kendini yaralayan Avrupa solunun bu kale duvarlarının zayıf noktalarına yüklenmesi söz konusu olamadı. Sovyetler Birliği’nde sosyalist kuruluşun kaçınılmaz teorik sorunlarını istismar etmek konusunda sonradan gelen Avrupalı Marksistlerden hiçbiri bir başka Rus devrimcisi Trotskiy’nin eline su dökemedi, ondan daha “sağlam” tezler ileri süremedi.

Geriye, iç tutarlılık açısından pek az gediği olan bir model kurmak kalıyordu. Doğal olarak bu modelin siyaset tarafından sürüklenmesi de gerekecekti. Avrokomünizm, Avrupa solunun bu anlamda en önemli, en cüretli denemesiydi. Belki ilk etapta Avrupa solunu böldü ama bugün artık hepsinin kabullendiği, bizim ise yıllar önce dile getirdiğimiz gibi, Avrokomünizm yaşlı kıtanın kendini geleneksel soldan ayıran sakinlerinin biricik ortak paydasıydı.

Burada Avrokomünizmin neden başarısız olduğu konusuna girmeyeceğim, çok şey söylenebilir. Ancak eğer Avrokomünizm, Avrupa Solu’nun o dönem Yeni Sol diye kodlanan varyantından hak ettiği açık desteği alsaydı, bütün siyasal açmazlarına ve kısa erimde yaşanan hayal kırıklıklarına karşın, bir süre için de olsa geleneksel marksist düşünceyi ciddi sıkıntılara sokardı.

Bu olmadığı gibi, Avrupa solunun ütopyayı tarif etme iddiası da havada kaldı.  Avrupa Solu ilk başta kendisine çok çekici gelen Sovyet deneyimini Marx’tan, hatta Lenin’den arındırma ve aynı anlama gelmek üzere Marksizmi Sovyet deneyinden kurtarma misyonu ile kendi koordinatları arasındaki çelişkiyi hissetti ve giderek “Marx’tan esinli bir demokratik sosyalizm”de karar kılmaya yöneldi. Ancak burada bir ütopya değil, düpedüz reel Avrupa, emperyalist Avrupa söz konusuydu, zaman geçip Avrupa solunun üzerinden o beğenmedikleri Sovyet deneyiminin baskısı tamamen kalktıkça, reel Avrupa ütopya arayışlarını da silindi gitti. Bugün Avrupa solunun tüm teorik birikimi “Avrupa demokrasisi”nden dişe dokunur toplumsal modelcikler çıkarmak için seferber edilmiş durumdadır. Ütopyalar da ufaldı ufaldı, mikro projeler olarak sunulmaya başlandı.

Onlara fon da buluyorlar hem!

Ütopyanın küçülmesi ile yeni toplumsal hareketleri merkez konu haline getirme girişimleri arasındaki senkron düpedüz “kaba” bir görüntü veriyor ama ne yapalım. Arada, “eni konu bu mesele işçi sınıfının yeni müttefikler bulması meselesedir” diye çıkıntılık edenler olduysa da, yeni toplumsal hareketlerle ilgili üretimin merkezinde bu hareketlerin neye yarayacağı, neyi hedefleyeceği değil nasıl var olacakları duruyordu. Avrupa solunun kendiyle ve durumla barışması için başka da çare yoktu. Zaten küreselleşme süreciyle irtibatlanmma gayretleri de, yeni toplumsal hareketleri anlamlandırma uğraşı da, Avrupa solunun manevi kurtuluşundan öte bir anlam taşımıyordu. Bu süreç geride elbette kendi dinazorlarını bıraktı ama hiç değilse son on yılın teorik üretiminin (hedefi demeyelim de) sonucu toplumsal kurtuluş projelerinin, onlarla ilgili strateji ve taktiklerin tamamen toprağa gömülmesi ve mevcut olanla kurulacak ilişkinin estetize edilmesinden başka bir şey olmadı.

O halde?

Değer taşıyan, namuslu ve ayakta kalmaya çalışan kimi unsurları tenzih ederek, Avrupa solunun teorideki serüvenini şu şekilde özetleyebiliriz: Marksizmi Sovyet deneyinden arındırmaktan bugünle hesaplaşmayı hafifletecek bir geçmiş hesaplaşmasına geçiş; buradan var olanı rasyonalize etmeye yönelmek ve nihayetinde Marksizmin otoritesinden kurtulmak, onu istendiği zaman başvurulan bir esin kaynağı olarak görmek.

Elde ne var?

Avrupa solu iç çeşitliliğini önemsizleştiren bu adlandırmayı hak ettiğini kanıtlarcasına Marksizmin sınırlarını belirsizleştirdi, sosyal demokrasiyle “devrimci marksizm” arasında kurulan uğursuz siyasal bağa teoride flört ve karşılıklı iyi niyet eklendi, sol içi akımlar arasındaki ayrım silikleşerek bunun yerini yazınsal ekollere dayanan aile içi geçici kulvarlar aldı, siyaset ve teori arasındaki ilişki tamamen koptu, post modernizm itibarsızlaşırken “modern” anlamını yitirdi, ütopya bütünüyle devre dışı bırakıldı, “demokrasi kültürü” temel meşruiyet kaynağı olan Fransız devrimine karşı konumlandırıldı.

Şimdi biz buradan besleneceğiz öyle mi?

Türkiye ve Avrupa solunu ilişkilendirmek

Türkiye solunun ilacı Avrupa’da değil. Nasıl olsun? Yıllarca burayı haklı-haksız taklitçilikle, eklektizmle eleştirdik durduk. Avrupa Solu bunu yapmadı mı? En “akademik” olanları bile Marx’a Lenin’e Bakunin’i, Mao’yu, Kropotkin’i, Che’yi katıp, oradan buradan çöplenmedi mi? Bizde 68 bir başlangıç sayılabilir ve başka kaynaklardan beslenmiştir ama Paris’te “çağ açan o büyük meydan okuma”nın yarattığı düşünsel iklimi iyicene sorgulamak neden aklımıza gelmez. Biz, geleneksel soldan Türkiyeliler olarak görevimizi yaptık, Fransa’daki akrabamız FKP’nin 1968 duruşuna notumuzu verdik ama aynı titizlik diğerlerine gösterildi mi?

1968 Avrupası’nda yükselen hareketin solla ne alakası var? Siyaseten bir ayağı Prag karşı devriminde, diğer ayağı her yana çekiştirilebilecek bir otorite düşmanlığında… Ya teorik olarak? 1968’de teori mi var ya da 68’i hangi teorik kriterlerle kayda geçeceğiz?                                                                  ? 

Fransız komünistlerini eleştiriyoruz ama bu partinin andığımız yılki tutukluğu biraz statükoculuğundan biraz da 68 rüzgarının sol adına bir yere konamamasından kaynaklanıyordu. 68’in önde gelenlerinin daha sonra sistemin hangi noktalarına yerleştiğine, bazıları ciddi belgelere dayanan ABD bağlantılarına değinmiyorum bile… Onlardan bakan çıktı, elçi çıktı… Bizim önde gelen dönekler köşe yazarlığının ötesine geçemediler 1

Avrupa Solu’nun teorik zenginliğini tartışırken 1968’in üzerinde durmamın elbette bir nedeni var. Yukarıda özet geçtiğim serüvenin tarihsel referansları neydi? Uzun bir dönemin sonu anlamına gelen 1917-1924 aralığı hiç kuşkusuz genel bir başlangıç noktasıydı ve kendi burjuva devrimlerine hiçbir zaman sıcak bakmadıkları için bu döneme oldukça büyük bir değer biçtiler kendilerince. Sırt dönemezlerdi zaten, Avrupa siyasetinin belli başlı aktörleri orada yeniden yapılanmış, sosyal demokrasi bu zaman aralığında ağırlığını koymuştu. Sonra faşizme karşı mücadele dönemi geliyor. Nitekim iki evrenin bağlantı noktalarına yerleştiği için Gramsci çok etkili oldu. Sonraları küçümsenmeye başlansa da, anti-faşist direniş Avrupa solunun aklını çok kurcaladı, onu teoride örtülü bir biçimde besledi. 1968 değişik coğrafyalardaki değişik içeriğiyle, bir bütün olarak Avrupa solunun uzun zaman diliminden sonra en “gerçek” kaynaklarından biriydi. Sonuncu kaynak ise Sovyetler Birliği’nin çözülmesiydi. 

Bu akıştan devrimci ya da değil, derin teori çıkmayacağı açık değil mi?

Başlangıç noktası “devrimci”ydi evet, zaten bu başlangıç ve Sovyetler Birliği’nin kimsenin kaçamayacağı ağır baskısı değil miydi Avrupa Solu’nu solda tutan? Ve Avrupa Solu’nun 1917-24 arasını konu olan teorik çabalarının küçümsenmeyecek bir kısmı bu zaman aralığından öyle ya da böyle kopmak olduğu gerçeğini kim inkar edebilir?

Devrimci teori eğer aynı zamanda derin olacaksa, geri tarihsel referanslardan çıkmaz.  Kendine yar olmayana umut beslemek çözüm değil.

Ama Türkiye’de de solun tarihsel referanslarında sıkıntı olduğu söylenebilir. Evrensel kaynakları bir kenara koyarsak, Türkiye solunun şu ana kadar teori söz konusu olduğunda dört dönemin gölgesini hissettiği açık. Birincisi hiç tartışmasız, öncesindeki burjuva devrimci birikimle beraber Kurtuluş Savaşı’dır. Dünyayı saran devrimci bir dönemin Türkiye uzantısıdır. Sonra uzun bir boşluk ve 1960’larda değişik altbaşlıklara ayrılabilecek “sol yükseliş” dönemi. Bu dönemi 12 Mart ve 12 Eylül faşizmlerinin karanlığına karşı ayakta kalma arayışları takip etmiştir. Aradaki 70’ler, TKP’nin büyük açılımı, devrimci demokrasinin tarihsel değer taşıyan çıkış denemeleri, solun ülke sathındaki yayılışı, bütün bunlar bir yerden sonra iki faşist darbe arasında sıkışıp kaldı ve 12 Eylül’ün çok uzun süren müdahaleleri ve soldaki liberalleşme ile otolikidasyon girişimlerinin yarattığı erozyonla değersizleşti. 

Solun son referansının Kürt uyanışı olduğuna da herhalde kimse itiraz etmeyecektir.

Bu haliyle Türkiye solunun teorik bir silkiniş için hiç de uygun olmayan bir tarihsel baskı ile karşı karşıya olduğu açık. İlk iki dönem daha ileri bir tarihsel kesitin yokluğunda teoriyi ya yavanlaştırıyor ya gerçeküstü hale getiriyor. Faşizme karşı direniş (bekleneceği üzere) edebiyatımıza doğru dürüst renk katamazken, teoriye nasıl ilaç olsun? Kürt uyanışı ise 20 yılı aşkın bir süredir Türkiye solunda teorik bir canlılık yaratmak bir yana, teoriyi bir kenara koyma eğilimlerini körükledi.

Peki neden hâlâ ısrarla “Avrupa Solu’na bakmayın” diyoruz? Şimdiye kadar söylenenler yeterli değilse, belli bir süre daha Marksist teorinin yerel kaynaklardan besleneceği, beslenmesi gerektiğini iddia edebiliriz. Çok kabalaştırırsak, bugün dünyada devrimci teori, işçi sınıfı hareketinin mevcut “ileri kol”larından pek az çıkar, beklenmesi gereken, ileri kollara doğrultu, ileri kol adaylarına enerji verecek teorik girdilerin yapılmasıdır.

İlk bakışta mütevazı gözüken bu hedef, dünyayı ya da bir bölgeyi sarsan ileri çıkışlardan feyz alan “büyük teori”nin inşasından çok daha zorlu ve bana göre çok daha yaşamsaldır.

Türkiye bu açıdan özgün olanaklar sunan bir ülke. En başta bir “ileri çıkış” bu ülkede her şeye karşın mümkün. Ama aynı zamanda Türkiye solu, yukarıda sayılan tarihsel referansların hepsini kontrol altına alacak, onların olumsuz etkisini hafifletecek ama onlardan yararlanmaya devam edebilecek kadar “özgür”dür. Toplumsallaşmanın henüz kapısından girmeye çalışan Türkiye solunun tutuculaşmasını, kötürüm  hale gelmesini gözümüzde büyütmeyelim.

Devrimci bir program, sağlam bir tarihselci bakış, tutarlı bir siyaset ve gelişkin kadrolar sorunu çözer.

Geçmişin yükünü hafifletmek

Türkiye solu işe tarihsel referanslarını yerli yerine oturtarak başlayabilir mi? Yani, Kurtuluş Savaşı’na, 1960’ların belli başlı dinamiklerine, 12’den vuran faşist darbelere, Kürt uyanışına “yeni” bir yaklaşım geliştirmek Türkiye solunun teoride ilacı olabilir mi?

Bu başlıkların her biriyle ilgili Türkiye solunun asıl sözünü söylediğine inanmıyorum, dolayısıyla böyle bir görevden kaçmak olmaz. Ancak işe oradan başlamak da faydasız. Başka bir yerden güç almadığı oranda buralarda akıl dağılır bu saatten sonra. Bence yapılması gereken, her bir dönemle ve bu dönemlerin tartışmasız başat özellik taşıdığı bütün bir tarihle solun düşünsel temasını güçlendirici “mikro” çalışmalardır. Postmodernizmin “çatal-bıçak” kültürüne denk düşen bir mikro ölçekten söz etmiyorum, sol kendini güçlü ve özgür hissettiğinde ve kendini başka bir tarihsel döneme, açılmakta olan bir döneme bağlamanın özgüveniyle değerlendirilecek “parça başı” çalışmalardan söz ediyorum.

Andığım dört tarihsel dönemden birer örnek verebilirim daha anlaşılır olmak için. Söz gelimi, Kurtuluş Savaşı’nın ne kadar demokratik, ne kadar anti-emperyalist, ne kadar halkçı, ne kadar devrimci olup olmadığına ilişkin “makro” bir tartışma yerine “Kongreler dönemi”nin başka ülkelerdeki ikili iktidar olgusuyla ne kadar ilişkilendirilebileceğini araştırmak bana şu aşamada çok daha ufuk açıcı geliyor.

27 Mayıs’a karşı nasıl bir konum alınacağı da bana göre geride kalmış ve geleceğimizde duran bir soru. Ama Birinci Türkiye İşçi Partisi’nden sermaye sınıfının çıkardığı derslere hiç de hakkı verilmedi, üstelik ciddi teorik bağlantıları olan bir konu olarak fazlasıyla önemli gözüküyor. Dediğim gibi, yalnızca bir örnek.

Faşizm… Türkiye solu 12 Eylül’ü bir yere koyamadıysa, şimdi beklemeli ve kendisini “komplolar havuzundan sıçrayan kirli su”dan koruyacak başlıklara odaklanmalı. .. 12 Eylül dış dinamiklerin mi, iç dinamiklerin mi ürünü? Faşizm mi değil mi? Sola karşı mı yapıldı, sol başka bir şey için mi kullanıldı? Bırakın bunlar bir kenarda dursun. Ama örnek olsun, darbenin ilk üç ayındaki cunta toplantı ve icraatları bir an önce didik didik edilmeli, her boyutuyla araştırılmalı. Fransa’da Sınıf Mücadeleleri tadı verecektir hiç kuşkunuz olmasın.

Kürt uyanışına gelince… Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı’nın ne kadar “verimli” bir alan olduğu herhalde artık görülmüştür! Ve yetmiştir. Ama şimdilerde, belli oluyor ki, yerini PKK’nin kökenlerine ilişkin bir hayli ilginç bir tartışmaya bırakacaktır. Türkiye’nin liberal-gerici ittifakı solun bazı kesimlerini bu konuya çekecek ve eminim birileri bu başlıkta harikalar yaratacaktır. Oysa şu an için anlamı yok. Tıpkı Türkiye devrimi ile Kürt uyanışı arasındaki bağlar konusundaki umutsuz teorik ve de siyasal turlar gibi… Halbuki, Kürt coğrafyasındaki laisist damarın kökenlerine, işsizliğin Kürt yoksulunun ideolojisine nasıl biçim verdiği  gibi alanlara odaklanmanın sonsuz yararı var.

Neden?

Çünkü Türkiye solu tarihsel referanslarının baskısını hafifletecek ki, yeni bir döneme kapılarını açsın, oradan alacağı güçle tarihsel referanslarına yeniden yüklensin. Bağları yitirmemek, saklı enerjiyi harekete geçirmek için “mikro” başlıkları önemsiyorum. Ama hepsinden önemlisi, yeni bir döneme bağlanmaya teorinin nasıl yardımcı olacağı konusu…

Yeni dönemin gücünü teoriden alacağını söylemiyorum ancak teorinin de şu an için yeni dönemden alacağı fazla bir şey yoksa, o kendini ihtiyaçlara göre ayarlayacak, derinlik kazanırken kritik noktalara odaklanacak.

Bugünün ihtiyaçları…

Yeni dönem dedik, ideolojik mücadele alanını tahkim etmemiz gerekiyor. Bu mücadele “sol içi” veya “kendinde” bir gündem değilse, sağ ile hesaplaşmadan başka bir şey olamaz.  Sol, Türkiye’de sağın sığ ve referansları son derece zayıf halde elde ettiği ve giderek katılaşmaya başlayan ideolojik üstünlüğünü belli alanlarda geriletecek hamleler yapacaksa, illa teorinin yardımına gereksinecek. Şimdiye kadar bu mücadeleyi daha çok sağın sol içindeki etkisine, uzantılarına ya da ajanlarına karşı yaptığımız için zaman kaybettik, sonuç da alamadık.

Bu biraz da kaçak güreşmek anlamına geldi. Hep söylediğimiz gibi, ideolojik mücadelenin en önemli unsurlarından birisi topluma taraflaşmayı nasıl kurduğunuzu göstermektir. Mutlak olarak böyle yapıldı demiyorum ama karşı tarafımızda Belge, Uras, Oran, İnsel, Çalışlar gibileri varmış gibi bir yanılsamanın ortaya çıkışına hizmet ettik. Varlar ama bizi oyalamak için varlar. Sağın kendisini “sol”dan tarif ettiğine ilişkin iddiamızı biraz abarttık, döneklerin ve truva atlarının rolünü gereksiz yere büyüttük. Kendi toplumsallığımız sınırlandığı için kaçınılmaz olarak böyle bir sonuç çıktı ama artık düzeltmekte yarar var: Sağ, ideolojide “sol”daki sağcılardan çok daha fazlasıdır.

Bu nedenle Türkiye’de din olgusu, dinci hareket ve milliyetçilik bütün boyutlarıyla incelenmek ve “sosyolojik” analizlerin sınırlayıcılığından kurtarılmak durumundadır. Kanımca teorik üretimin temel konularından biri budur.

Son yıllarda ortaya attığımız ama henüz sistematik bir bağlama yerleştiremediğimiz devletin çözülmesi, Cumhuriyet’in tasfiyesi gibi tarihsel açıdan çok büyük önem taşıyan süreçlere ilişkin her durumda “siyasal” müdahale esas olmakla birlikte, birbiriyle bağlantılı üç soruya verilecek yanıtın bizi süreci tarihsel bir bağlama yerleştirmek açısından oldukça avantajlı kılacağını düşünüyorum. Bunlardan ilki, emperyalizmle ilişkilerde Türkiye burjuvazisine hareket serbestliği sağlayan özgün konjonktürlerin bütün boyutlarıyla incelenmesidir. Söz konusu serbestliğin Türkiye’ye bağımsızlık değil, mahkumiyet getirmesinin nedenleri de geçerken çözülmesi gereken meselelerden biri olarak kendini hissettiriyor. İkinci olarak emperyalizmin “Türkiye” projeksiyonlarını şekillendiren faktörlerin her birinin ayrıntısıyla ele alınması ve Türkiye’nin anlanmandırılımasındaki oynamaların nedenlerinin ortaya çıkarılması gerekiyor. Bir bölgesel güç olarak Türkiye, bir kaynak aktarım aracı olarak Türkiye, bir kavga alanı olarak Türkiye… yüzeysel çalışmalara terk edilemeyecek kadar önemli inceleme nesneleridir. Eğer buna, Lenin’in emperyalizm teorisinin temel taşlarından yararlanılarak örülecek Türkiyeli bir “emperyalizm” tasviri eklenebilirse, mayınlı bir arazide çok yol almış olacak ve yurtseverliğin tarihsel anlamına ulaşmış olacağız. Sorulardan üçüncüsü, Türkiye’de devletin siyaset, ekonomi ve ideoloji düzlemlerindeki yeri ve rolüne ilişkin radikal değişikliklerle ilgilidir. Bu radikal değişikliklerin doğrultusu açık edilirse, “çözülme”nin şifrelerini de kırmak mümkün hale gelecektir çünkü sözünü ettiğimiz değişikler olmadan, yalnızca eski bazı aktör ve kurumların tasfiyesi ve yeniden yapılandırılmasına “çözülme” diyemeyiz.

Bütün bunlar iyi hoş ama “işçi sınıfı nerede” diye sorulacak olursa, sorunumuzun tam da bu olduğunu söyleyerek devam edelim: İşçi sınıfı nerede?

Türkiye’de devrimci dönüşümlerin öznesinin işçi sınıfı olacağı, uzun bir süredir Marksistler için tartışmasız bir veri durumunda. Ancak ortada gelişkin bir sınıf hareketi yok, bu da bir başka gerçek. Şimdiye kadar bu iki gerçekten kısır bir görev çıkardık teori adına: İşçi sınıfının sınırları nerede başlar, nerede biter? Sanıldı ki, işçi sınıfını dar bir tanımın içine sokmayıp, daha geniş bir yüzeyde tariflersek rahatlayacak ve sınıf hareketi adına daha fazla enerji elde edeceğiz. Kazın ayağı öyle değil, ortada baskın bir hareket varsa, onun sınıf karakterini ve sınırlarını çizersiniz ama hareket örtülü ise, ölçeği belirleme uğraşı gerçekten verimsizleşir.

Kabul etmek gerekir ki, işçi sınıfının sınırlarını belirlemeye dönük uğraşı anlamlı kılacak olan, açık bir ittifaklar politikasıdır. Türkiye’de pek az örnekte böyle bir arayış söz konusu olduğu için “sınıf tanımları” kavramsal kimi boşlukların doldurulmasından öte bir sonuç vermemiştir. Ama zaten Türkiye’de şu anda işçi sınıfını komşu sınıfsal katmanlarla ilintilendirmek için bir “ittifak politikası” geliştirmenin zemini bulunmamakta. Dolayısıyla önümüzdeki dönemi “Türkiye’de işçi sınıfı nedir”le geçirmenin özel bir yararı yok.

Verimsizleşen bir başka alan, emekçi kitlelerin örgütlenmesinde araç ve mekan sorunsalıdır. Sendikalar mı parti mi, mahalle mi işyeri mi soruları elbette değerli, üstelik bu konularda dünya ve Türkiye’de son derece önemli çalışmalar yayınlandı ama şu an itibariyle bu başlıklarda inat etmek doğmamış çocuğa kefen biçmek anlamına gelecek. Bir yerden sonra merkeze bu iki soruyu koymak, topu taca atmak oluyor, sanki her iki soruya ilişkin optimum yanıt bulununca sorun çözülecekmiş gibi!

Eh, bugünkü verilerle ekonomik ve siyasi örgütlenmeleri yan yana koy, mahalle ve işyerlerinde solun sınıf üzerindeki etkisini üstlerine bindir, yine bir şey olmaz.

Can alıcı soru şudur: İşçi sınıfı neden mücadeleden kaçmaktadır?

Bu sorunun  ideolojik mücadeleyle, dolayısıyla sağın ideolojik salgısıyla ilişkisi var elbette. Ama orada durmuyor, bir de solun işçi sınıfına seslenme kanalları gibi bir boyuta sıçrıyor. Türkiye solu devrimci bir iddia taşıyacaksa, işçi yığınları üzerindeki sağcı hegemonyayı kırmanın yollarını bulmalıdır. Ezberle olmuyor, bilinen yöntemlerle olmuyor ve “dili basitleştirmek”le hiç olmuyor!

Çünkü burada basbayağı bir “mücadele” var; ideolojik mücadele, işçi sınıfının aklının özgürleştirilmesi mücadelesi var. “Hayır efendim, işçi sınıfının aklı özgürdür” diyenler devam etsinler oyunlarına… “Doğruları anlatmak” ekseninde yaratıcılık denemeleri de artık oyuna eklemlenmektir. Çünkü Türkiye solu olarak doğrulara mümkün olan her biçimde ses verildi.Ve her noktadan; içeriden, dışarıdan, yakından, uzaktan…

Ama mesele yine de “seslenme”yle ilgilidir. Seslenirken doğruları haykırmaktan daha çok, sağın sesini bastırmak gerekiyor ve bu düpedüz “iletişim” gibi solun nal topladığı bir alana sağlam bir giriş yapmak anlamına geliyor. Kültür, popüler ve popüler olmayan boyutlarıyla ve de sanat…

İşçi sınıfı hem doğrudan kendisine yönelen bir kültürel kuşatmayla hem de kendisini saran orta sınıfların kültürel tecavüzüyle zayıf düşürülmüşse, karşı tarafı püskürtmeden, yani burjuvazinin kalkanı aşındırılmadan “doğrular” bir değer taşımıyor. Gericilikle ama sınıfın gündelik pratiğine hakim olan gericilikle nasıl baş edilecek, televizyon bir mücadele alanı mıdır, futbolu neremize koyacağız gibi sorular artık desteksiz yanıtlarla değil, bütünlüklü bir “seslenme” paradigmasının içinde sonuca vardırılmalıdır.   

Tekrar olacak, sınıfla ilgili olarak “örgütlenme modelleri” konusu teorik aciliyet ve önemini geçici olarak yitirdi, bu büyük ölçüde pratik bir meseledir artık. Önemli olan, emekçi kitlelerle temas yüzeyini artırırken, sözünü ettiğim kalkanı nasıl aşındıracağımızın bulunmasıdır. İşte bu tek başına pratik bir mesele değildir. Sabır ve inadın o kalkanı delmediğini bunca deneyden sonra kabul etmekte yarar var!

Ve devrim!

Marksist-leninist teorinin anakaraları devlet, öncülük, emperyalizm ve devrim teorileridir. Şimdiye kadar söylenenlerden “devrim” adına bir şey çıkmadıysa, son derece bereketli ve yararlı olduğunu düşündüğüm “meşruiyet krizi” başlığına balıklama atlanmasından yana olduğum içindir. Egemen sınıf meşruiyet krizine girmeden bir ülkede devrim olmaz. Artık Türkiye’de sermaye egemenliğinin meşruiyet kaynaklarını ve bu kaynaklardaki aşınma noktalarını ortaya çıkarmak gerekiyor diye düşünüyorum.

Teoriyi devrimci stratejiye bağlamanın en iyi yollarından biri olarak görülebilir “meşruiyet krizi” konusu…

Sona bırakmam en fazla önem vermemdendir…

Ama sonuçta teorik çalışma sınır tanımaz, bu yazıda söylediklerim bir doğrultu tarif etme girişimi olarak görülmeli. Bir de elbette kolektif bir iddia var ortada. Bunun  parçası olarak, tarif ettiğim doğrultuda bir katkım olursa ne mutlu bana…

Dipnotlar

  1. Ertuğrul Günay’ı saymıyoruz, Dev-Yol ona teğet geçmiş…
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×