‘Yeni’ rejimin ekonomi politiği

“1950 Mayıs’ında liberalizm türküleri ile iktidara gelen Menderes ekibi, devlet fabrikalarının satışı vaadini yerine getirmek üzere işe başlamıştır. 29 Mayıs 1950 tarihinde Meclis’te okunan Hükümet Programında, ‘iktisadi sahada devlet sektörünü mümkün olduğu kadar daraltmak, hususi teşebbüs sahasını mümkün olduğu kadar genişletmek’ temel prensip ilan edildikten sonra, ‘Devlet tesis ve işletmeciliğinin tabiatı ve mahiyeti icabı olarak, yalnız ve yalnız hususi teşebbüs ve sermayenin hiçbir surette ele alamayacağı işler ve bir de aynı zamanda amme hizmeti mahiyetinde olan iktisadi işlere hasredileceği’ belirtilmiştir…” Doğan Avcıoğlu’nun “Türkiye’nin Düzeni”nden aktardım.
Burada anlatılan şey “ülkenin düzeni” ile birlikte o düzene rengini veren Türkiye sağının da temel politik-ekonomik yönelimidir. Ekonomiyi liberalize etmek, devletçiliği dağıtmak ve haliyle “hususi teşebbüs” için yolu açmak bir politikadır. Buna sağcılık diyoruz.
Tabii, bunun bir gereği olarak ülkede “dış ticaret özgürlüğü”nün ilanı şarttır. Nitekim Demokrat Parti (DP) hükümeti “Amerikalı müşavirlerin ve Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı’nın tavsiyelerine uygun olarak” dış ticarette liberasyona gitmiştir. Haliyle ülkeye yabancı sermayenin girip yerleşmesinin de önü açılmıştır. Bu amaçla çıkarılan “Yabancı Sermaye Kanunu” DP iktidarı tarafından coşkuyla karşılanmıştır. Arkasından bir de “Petrol Kanunu” çıkarılarak- CHP lideri İsmet İnönü’ye göre bir tür kapitülasyondur- bu konudaki devlet görevleri yabancı sermayeye devredilmiştir. Böylece ticaret, sanayi ve ekonominin yabancı sermayeye ve çokuluslu tekellere devri döneminin kapısı da aralanmıştır.
Gelirler, devletin fabrikalarını satıp yağmalarlar. Bu yağma ile ve bu yağma sonucunda “özel teşebbüs” zuhur eder ki zaten bu sektörün varlık sebebi devletin varlıklarını yağmalamaktır. Devleti iktisadi olarak küçültüp siyasi olarak büyütürler. Dış ticaret özgürlüğü ilan ederler, yabancı sermayenin önünü açarlar ve ülkeyi kapitülasyonlara dayanarak yönetmeye çalışırlar.
Bu politikalar sağın fıtratına uygundur. Çünkü Türkiye’deki sağ siyasi partiler, doğrudan bir sermaye sınıfı koalisyonudur. Çoğu zaman başlarında bizzat patronlar bulunur. Bazen bir toprak ağası veya bir “işveren örgütü” yöneticisi tarafından yönetilirler.

yer alan “Yabancı Sermaye Kanunu” DP iktidarı tarafından coşkuyla karşılanmış, CHP
lideri İsmet İnönü ise bunu bir tür kapitülasyon olarak değerlendirmiştir.
Öte yandan sağ siyaset özünde bir “patronaj” ilişkisidir. Patronaj, bir kimsenin “yanında olanı” koruması, kollaması, desteklemesi, kısacası ona yarar sağlaması anlamına gelir. Siyasette ise, elinde merkezi veya yerel belirleyici bir güç bulunan bir iradenin, kendisine verilen destek sonucu bir kimse ya da topluluğa maddi çıkar sağlama ya da koruma-kollama gibi sosyal menfaatler sağlamasını içerir. Başka bir deyişle, söz konusu irade eliyle siyasi destek metalaştırılır, belirli bir bedel karşılığında satın alınması olanaklı kılınır. Cumhuriyet tarihinde, CHP’nin yozlaşması ile baş göstermiştir. DP eliyle mantıki sonuçlarına vardırılıp bir siyasal gelenek haline getirilmiştir. Özü yoksul köylüler ve emekçilerin devlet desteğini almada “kayırılmasına” dayanır. Karşılığında bu sınıfın oyları kayırmayı yapan partiye yöneltilir. Böylece siyasal bir ilişki metalaştırılmış, maddi bir ilişkiye dönüştürülmüş olur. DP’nin büyük siyasal desteğinin sırrına ulaşmış oluyoruz.
DP’den bu yana sağ partilerin tarihi, bu siyasi patronaj ilişkinin devir teslim tarihidir. DP gider Adalet Partisi (AP) gelir, AP iner Anavatan Partisi (ANAP) görevi üstlenir. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), bütün siyasal alanı bir patronaj ilişkisine dönüştürür…
Demek ki ekonomide liberasyon, halkın siyasi yönelimlerinin metalaştırılması ve yabancı sermayeye-emperyalizme bağımlılık ile kodlanabilecek bir siyasi gelenek ile karşı karşıyayız.
Haliyle, içindeki kavgaların çıkış noktası da bunlardır. Menderes’in DP’sinden Erdoğan’ın AKP’sine, sağ partilerin yıkıcı iç fay hatlarına da böyle bakabiliriz. Siyasi olarak nasıl görünürse görünsün enerjisini, pastadan büyük payı sermaye sınıfının hangi bloğunun alacağı kavgasından alır.
Amerikancılığın geçmişi ve geleceği
Dolayısıyla sağ partilerin emperyalist odaklarla ilişkisi onların tarihinin de en önemli parçasıdır. Yükselişleri ve düşüşleri emperyalist merkezlere ziyaretleri ile belirlenir.
DP, Avcıoğlu’ndan aktardığımız “ekonomik programa” destek sağlamak üzere 1950’de Meclis’i atlayarak Kore’ye asker gönderdi. Bunun karşılığında Türkiye birkaç yıl sonra NATO’ya üye kabul edildi. ABD ile “iyi ilişkiler” tarihimizin başlangıcıdır.
Cumhurbaşkanı Celal Bayar 1954’teAmerikan kongresinde konuşan ilk Türk Cumhurbaşkanı oldu. Bayar’ın Amerika ziyareti sürerken ABD Petrol Dairesi’nin katkısıyla bir “Petrol Kanunu” hazırlandı, 7 Mart 1954’te kabul edildi. Aynı yıl Adnan Menderes de ABD’ye davet edildi. Dışişleri Bakanı J. F. Dulles’tan büyük bir kredi sözü aldı. Dulles’a göre, verecekleri kredi ABD’nin güvenliğiyle doğrudan doğruya ilgiliydi ve Türkiye’nin konumu bunu gerekli kılıyordu. Ancak, kimsenin amacına takılacak hali yoktu, Menderes’in, ABD gezisinden eli boş dönmemesi Türkiye’de büyük coşkuyla karşılandı. Piyasalar rahatladı. DP iktidarı kendisinin ve ülkenin geleceğini ABD’nin ellerine bırakmıştı.
Fakat alınan kredi çabuk tüketildi. İşler iyi gitmiyordu. DP hükümeti kontrolü elinde tutmak için bir “baskı düzeni” kurdu. Ekonomik kriz derinleşiyordu. Darbeden korkan Menderes çok endişeliydi, ABD desteğine ve kredisine ihtiyacı vardı. 1959 başında kalabalık bir heyetle yine yollardaydı. Ama ABD’de çok kötü karşılandı. Eisenhower’la 30 dakika görüşebildi, Dışişleri Bakanının kapısında 45 dakika bekletildi. Washington Büyükelçisi Suat Hayri Ürgüplü durumu şöyle özetlemişti: “ABD Menderes’i sildi kardeşim!” “Silmeyin, kullanın” da dedi mi bilemiyoruz.
Fakat DP iktidarı, “besleme basını” kullanarak bu hezimetten “görülmemiş zafer” çıkarmayı başardı. “ABD fatihi” Menderes yurda dönüşünde gösterişli bir törenle karşılandı. Fakat silindiğinin farkındaydı. Son çare Sovyetler Birliği ile yakınlaşabileceğini düşündü.
1959’da Sağlık Bakanı Lütfü Kırdar başkanlığında bir heyet Moskova’yı ziyaret etti. Arkadan Menderes’in de geleceğini duyurdu. Ancak 27 Mayıs 1960’ta devrildi, Moskova yerine Yassıada’ya gitti.
Arkasından gelenler, Demirel ve Özal, bu dersi hiç unutmadı. Ayakta kalabilmelerinin tek yolunun ABD’ye koşulsuz teslimiyet olduğunun farkındaydılar. Henüz hiçbir resmi sıfatı yokken ABD’ye davet edilip törenle karşılanan Tayyip Erdoğan da bunun anlamını çok çabuk öğrenmişti. “Kötü karşılama” düşmek anlamına geliyordu. Bu tür karşılamalardan birinde gayrı resmi tercümanı ABD’li yetkililere “faydalı bir adam, deliğe süpürmeyin, kullanın” diye yalvarmıştı. Haliyle her iç sarsıntıdan sonra ABD’ye koşuyor, ABD başkanıyla fotoğraf çektirmeye çalışıyor. Sağın geleneksel davranışıdır.
İşler yine iyi gitmiyor ülkede. Ağır ekonomik kriz kapıda. AKP tıpkı DP gibi ağır bir baskı rejimi kurdu. Hezimetten hezimete sürüklenirken besleme basınıyla her gün yeni bir zafer icat etmek zorunda. Suriye macerasına da bu umutla atıldı. ABD’nin desteğine ve kredisine ihtiyaç büyük. Ama sıkıntı büyük ve işleri hiç kolay değil.
Siyasetçi- tüccar geleneği
Büyük toprak sahibi Adnan Menderes bir darbe ile silinince Süleyman Demirel çıktı sahneye. Demirel tartışmasız bir kasaba tüccarıydı. Siyasete atılmadan önce ABD’li şirket Morrison-Knudsen’in temsilciliğini yaptığı için “Morrison Süleyman” lakabıyla anılıyordu. Sahneye çıkışından sonra ülkede hâkim sağ siyasetin temelini oluşturan piyasacı, muhafazakâr ve antikomünist politikaları kendi üslubunca sürdürmeyi başardı. O üslup yarı köylü, yarı kentli bir kasabalının üslubuydu. Anadolu’nun muhafazakâr ortalamasının toplaştığı kasabalarda başat ekonomik ilişkiyi ticari faaliyetler oluşturuyordu. Haliyle bu ilişkiler daha kuralsız ve daha riskliydi. Kurnazlığı besleyen de o kuralsızlık ve risklerdi. “Tüccar kurnazlığı” Demirel’in sağ siyasete katkısı oldu.
Demirel’in tüccarlık geçmişi, kendinden sonra gelen sağ siyasetçiler için ilham kaynağı oldu. Sağcı gelenek, siyaseti ve ticareti aynı heybede taşımakta hiçbir beis görmedi.
İktidarda kalıcı olmanın emperyalist merkezlerle iyi ilişkiler kurmaktan geçtiğine inanan Demirel, Menderes’in Türkiye’yi “Küçük Amerika” yapma programını tereddütsüz sürdürdü. 1970’li yıllarda sermayenin istediği emek düşmanı politikalar partisinin içinde bulunduğu Milliyetçi Cephe hükümetleri eliyle uygulamaya konuldu. Bu yıllarda kayırdığı akrabaları ve himaye ettiği patronlar ile verdiği “aile fotoğrafları” sınıfsal konumlanışının bir sonucuydu. Yeğen Yahya, Demirel iktidarının ilk yıllarında hayali mobilya ihracatı ile ünlenmişti. Yurtdışına mobilya yerine sunta gönderdiği, devletten haksız vergi iadesi aldığı söyleniyordu. Kapanışında ise Egebank’ın içini boşaltan diğer yeğen Yahya Murat Demirel vardı. Cavit Çağlar, Ali Şener, Kamuran Çörtük, gibi patronlarla bir “Demirel hanedanlığı” oluşturmuştu. Ama artık sermaye daha sert bir yol tutturmak istiyordu.
Demirel’in açtığı yolda: Turgut Özal
Demirel de bir darbe ile sahneden çekildi. Sağ siyaseti sürdürme görevi Başbakanlık Müsteşarlığı’na atadığı “muhafazakâr” Turgut Özal’a miras kalmıştı.
Özal, Menderes ve Demirel’e göre “İslamcı kimliği” daha belirgin bir sağ siyasetçiydi. 1977 Genel Seçimlerinde Erbakan’ın İslamcı Milli Selamet Partisi’nden aday olmuş ancak kazanamamıştı. Ardından bir patron sendikası olan MESS’de (Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası) görev yaptı. 1980’de Türk ekonomisinin liberalleşmesini hedefleyen “24 Ocak Kararları”nın hazırlanmasında aktif görev aldı. Bu programla Devletin varlıkları satılacak, ekonomi “dış pazarlara” açılacaktı.

Ama bunun için askeri darbe yapılması ve ekonomik programın önündeki engellerin kaldırılması şarttı. Öyle oldu. 12 Eylül 1980’deki darbeden sonra kurulan Bülend Ulusu Hükümeti’nde ekonomik işlerden sorumlu Başbakan Yardımcılığı görevine getirildi. 1983’te Anavatan Partisi’ni kurdu. “Dört eğilim”i birleştirme iddiasındaydı. Milliyetçi kanatta Mustafa Taşar, muhafazakâr kanatta Mehmet Keçeciler ve liberal kanatta Mesut Yılmaz başı çekiyordu. Bazı eski “solcuları” da partiye davet etmişti. Amerika’daki Türk öğrencilerle temasa geçti. “Özal’ın prensleri” olarak ünlenen bu gençler tecrübeleri olmamasına rağmen kamu kuruluşlarında önemli yerlere yerleştirildi. Çoğu kısa süre sonra arkalarında bir sürü yolsuzluk dosyası bırakarak geldikleri yere geri döndü.
Amerikancılığı yanında, kendisini Reagan ve Thatcher’e çok yakın hissediyordu. Bu iki isim 80’li yıllarda kapitalist emperyalizmin baskın yöneliminin temsilcileriydi. Ekonomide liberasyon, siyasette sıkı yönetim ve devletin hızlandırılmasıydı bu yönelimin esası. Doğal olarak yeni bir ahlak anlayışını da beraberinde getiriyordu. “Muhafazakâr” Özal bu yeni ahlakı topluma kabul ettirmeye gönüllü oldu. Dönemin tek meşru hedefi zenginlikti. “Ben zenginleri severim” demişti o da bir keresinde.
Irak’a yönelik Amerikan işgalinde de gözü kapalı gönüllü oldu. Bir koyup üç alacaktı dediğine göre. 1993’te bir rivayete göre kebabı fazla kaçırdığı için öldü. Menderes’in hemen yanına gömüldü. O da akrabaları ve semirmesine yardımcı olduğu patronlarla bir “Özal hanedanlığı” kurmuştu.
ANAP’tan AKP’ye kalan
Dört eğilimi birleştirme hedefinin mucidi Özal, bu yolla darbe öncesi düzen partileri CHP, AP, MHP ve MSP’yi de temsil ettiğini ima etmeye çalışıyordu.
Kuruluşunun ilk yıllarında AKP de aynı yoldan ilerlemeyi denedi. CHP eski Genel Sekreteri Ertuğrul Günay, Baykal muhalifi Haluk Özdalga, eski solcu Zafer Üskül, “ülkücü” Musa Serdar Çelebi, “Alevi” ve DYP eski Genel Başkan Yardımcısı Reha Çamuroğlu bu amaçla transfer edildi. ASO Başkanı Zafer Çağlayan, İSO eski Başkanı Hüsamettin Kavi yeni dönemde ekonomi politikalarına yön verecekti. Bülent Arınç ve çevresindekiler muhafazakâr kanattı. Liberal kanadı Egemen Bağış, Yaşar Yakış gibi isimler temsil ediyordu. Ömer Çelik, Cüneyt Zapsu gibi isimler yeni “prensler”di. AKP sağ siyasi geleneğin patronaj ilişkisini böyle devşirdi. ANAP’tan bakiye tek adam düzeni, dört eğilim, Papatyalar, Prensler olduğu gibi AKP’ye biat etmişti.
Elbette AKP de ANAP gibi bir tarikatlar koalisyonuydu. Her biri aslında Nakşibendilik tarikatının bir başka kolu olan tarikatlar AKP iktidarı boyunca desteklerini esirgemedi. AKP de bunun karşılığında, bu tarikat ve cemaatlerin yasal uzantıları olan dernek ve vakıfları devlet olanaklarını dağıtırken kayırdı. Çoğunu “kamu yararına çalışan dernek ve vakıflar” listesine aldı, “imar kıyakları” ve “tahsisler”le besledi.
Sermaye birikimi ve milliyetçi dincilik
Özal 12 Eylül cuntasının yürürlüğe koyduğu “dinci milliyetçi” ideolojinin temsilcisiydi. Dinciliği tahkim ederek, tarikatları iktidar ve devletin güvenlik aygıtının içine taşıyarak bu ideolojiyi tahkim etti.
Ama bu politikanın mantıki sonucu da bir “milliyetçi dincilik”e dönüşmek oldu. Bu dönemin temsilcisi Tayyip Erdoğan AKP’sidir. ANAP’a ve Özal’a borcu büyüktür. Özal’ın konsolide ettiği yeni sağ ideoloji, Türkiye’nin geleneksel sağının da rengini değiştirerek bu gelişme için ortamı hazırlamıştı. 12 Eylül’e temelleri atılan, kurucularının Özal ve Erdoğan olduğu bir yeni rejimdir.
AKP’yi Türkiye siyasal tarihinde önemli kılan işte bu rejim değişikliği iddiası. AKP temel işlevi Cumhuriyeti yozlaştırıp tasfiye etmek olan geleneksel sağ partilere ilave olarak “milliyetçi dinci” bir yeni rejim kurma amacında. Ancak son günlerde “milliyetçi dinci”liğin sınırlarına ulaştığını acıyla idrak etmek zorunda kaldı.
Rejim değişikliği ile birlikte sermayenin yeniden dağıtılması gibi zor bir görevi de üstlendi. Bu İslâmiliği kuşkulu, ancak AKP’ye bağlantısı kuşku götürmez olan sermayedarlara kamu kaynaklarının aktarılması ve ihalelerin dağıtılması şeklinde oldu. Böylece AKP ile birlikte yenilenmiş bir sermaye sınıfı oluştu. Bütün bunlar sermaye sınıfı içerisindeki çatışmada, safların yeniden belirlenmesi anlamına geliyor.
AKP iki şeyi başardı: Bunlardan biri devletin olağanüstü hızlandırılması (tek adam yönetimi) ve kuralsızlaştırılması. Hızlı ve kuralsız devlet 1958’den bu yana dünya sermaye sınıfının siyasi programıydı. Türkiye sermayesi rekabet edebilmek için bu dönüşümü gerçekleştirmeliydi. AKP programa en uyumlu parti oldu.
Rant, talan, usulsüz ihale dağıtma, yakınları koruma ve kollama, kuralsızlık; bunlar sermaye sınıfının yeni habitatıdır. Dolayısıyla AKP’nin işleri, sermaye sınıfının istekleridir.
Ancak daha büyük bir ekonomik kriz kapıda. Faturayı emekçilere ve yoksullara ödetmek için yeni ve daha inandırıcı aktörlere gerek var. Sermaye yeni düzene rengini veren “milliyetçi dincilik”e zarar vermeden bir yumuşak geçiş istiyor. AKP krizlerle sarsılıyor. Sancı sermayenin karnındadır. Patronlar, yine sağa çekiyor.