Yerelleştirme ya da İktidarın Görünmez Eli

Dünya kapitalizminin genel yönelimi ve Türkiye’deki güncel gelişmeler, sosyalizmin “eski” bir sorununu yeni bağlamı içinde ele almayı gerektiriyor.

Kapitalizmin 70’li yıllarda gündeme gelen, 80’li yıllarda belirgin bir yönelim ve 90’lı yıllarda da toplu bir taarruz niteliği kazanan “yeniden yapılanma” sürecinin temel çizgileri artık belirgindir.

Devletin sermaye birikimine ve sermayenin dünya pazarı üzerindeki hareketine yön verdiği, kurallar ve kimi zaman sınırlar koyarak sermayenin kendiliğinden hareketinin yol açacağı toplumsal bakımdan yıkıcı sonuçları “sosyal devlet”le, “ulusal kalkınmacılık”la dengelediği dönem kapanmıştır. Artık sermayenin hareketini sınırlayan kural ve engeller kaldırılmakta, sermaye ve piyasa tümüyle serbestleştirilmekte, kamu işletmeleri özelleştirilmekte üretim ve yönetim alanları daha önce mutlaka uyulması gereken düzenleyici kurallardan arındırılmakta (deregülasyon), üretim ve emek süreçleri esnekleştirilmekte “kamusal” alan boşaltılmakta, “sosyal devlet” olduğu ve kaldığı kadarıyla tasfiye edilmekte, “ulusal kalkınmacılık” kavram ve imkan olarak tarihe karışmaktadır.

“Devletin küçültülmesi”, klasik devlet ve kamu hizmetlerinin doğrudan ya da yerelleştirilerek özelleştirilmesi, ” merkezi yönetim” kavramının parçalanması, “yönetim” yerine, “yönetişim”in, “merkez” yerine “yerel”in öne çıkarılması kapitalizmin yeni yöneliminin siyasal toplumsal örgütlenme alanındaki yeni yaklaşımlarını özetlemektedir.

Yukarıdaki iki paragrafta özetle değinilen süreci çözümlemek, ya da Türkiye güncelliğinin iki çok önemli konusu olan yerel seçimler ve Kamu Reformu yasalarını tartışmak bu yazının konusu değil. Bunlar, başka yerlerde ve bu arada Gelenek sayfalarında yapılıyor; yapılmaya devam edilecek. Bu yazının amacı, dünya ve Türkiye’deki güncel gelişmelerin etkisiyle yeniden uç veren, tarihi, sosyalizmin kendisi kadar eski olan merkezi yönetim merkezi iktidar, ademi merkeziyetçilik, yerel yönetim, sosyalizm ve siyasal iktidar tartışmalarıyla ilgili saptama ve tezler öne sürmek.

Yazıyı okumaya devam eden okuyucunun çok geçmeden fark edeceği gibi, “erken sosyalizm” diyebileceğimiz zamanlarda ileri sürülen görüşlerle bugünküler arasındaki süreklilik ve benzerlikler çarpıcıdır. Eski görüşlerle, bugün örneğin küreselleşme karşıtlarının söylem ve eylemleri arasındaki koşutluk eski defterleri karıştırmamızın nedensiz olmadığını gösterecektir.

Kapitalizmin bugünkü yönelimi ise soruna yeni ve farklı bir içerik kazandırdı. Yazının sonuna doğru bunu göstermeye çalışacağım.

I. Erken Sosyalizmde Devlet, Siyaset, Yerellik

Siyasetsiz sosyalizm

Burjuva devrimleri ve ulus devletlerin oluşumuyla, sosyalizm içindeki çeşitli akımların siyasi merkezileşme, ulusal devlet, federalizm, özerklik, yerel yönetim konuları üzerindeki tartışma ve ayrışmaları eş zamanlıdır.

En ilkelinden, ütopik ve modernine kadar bütün “sosyalizmlerin”, toplumsal eşitlik ve özgürlük hedefini benimsediklerini söylemek yanlış olmaz. Toplumsal eşitlik ve özgürlükten ne anlaşılması gerektiği ve bu hedefin nasıl gerçekleşeceği sorularının ortaya atıldığı noktada ise çok farklı sosyalizm çizgi ve okulları ortaya çıkmıştır. Konumuzu ilgilendirdiği ölçüde bunlara değineceğim. Ancak ondan önce, hem teorik ve tarihsel, hem de pratik ve güncel bakımlardan kritik önemde olduğunu düşündüğüm devlet ve siyaset sorunlarıyla ilgili birkaç not düşmem gerekiyor.

Marx ve Engels’ten önceki sosyalizm akımı genel bir eğilim olarak, uğruna mücadele edilecek toplumu devletsiz bir toplum olarak tasarlıyordu. Anarşistler söz konusu olduğunda, devletsiz toplum hedefi, devlet ve hükümet düşmanlığı boyutu kazanıyor; anarşist yazarların ufkuna sosyalizmle ilişkili olarak herhangi bir toplumsal örgütlenme biçimi önermek hiç girmiyordu.

Marx öncesi sosyalizm, egemen eğilim olarak yalnız devlete, hükümete, her türlü merkezi örgütlenmeye değil, bunlara karşıtlığın sonucu olarak siyasetin kendisine de düşmandı.1 Devlet karşıtlığı, merkezinde devlet iktidarının olduğu bir mücadeleyi, yani siyasetin kendisini reddetme noktasına gidiyordu.

Anarşizm, bireyle toplum ilişkisini bireyi merkeze alarak kuruyor, toplumsal sorunla siyasal sorun arasında ise herhangi bir ilişki kuramıyordu.

Anarşist görüşlerin oluşmasına katkısı yadsınamaz Max Stirner, bireyden bağımsız her hangi bir nesnel toplumsal gerçeklik olmadığını, toplumsal sınıflar, devlet, kitleler ve insanlık türünden kategorilerin temelsiz soyutlamalar olduğunu, bu yüzden de ciddiye alınmamaları gerektiğini savunuyor, insan eyleminin itici gücü olarak insan egosunu görüyor, kendinin farkında olan her insanın egoist ve kendinden mutlu olacağını yazıyordu.2 Stirner’in argümanının kendisine karşı çevrilebileceğini düşünen Engels ise egoizme toplumsal bir içerik kazandırılabileceğini, bireyciliğin ve özçıkarı savunmanın gerçek toplumsal bağlamı içinde anlaşıldığında, komünizme dönüşeceğini, çünkü bireyin çıkarının ancak toplum içinde güvence altına alınabileceğini savunuyordu.3 Stirner’in bireyci-liberal bakışının o gün ve bugün çeşitli sosyalist akımlar üzerinde etkili olduğu açık. Anarşizmde ve öteki liberter akımlarda toplumsallık dışı bir “birey” temel çizgilerden biridir. Engels, 1872’de yazdığı bir mektupta “birey-toplum” ilişkisiyle ilgili can alıcı soruyu soruyor:

     ” Her birey ve her topluluk özerktir; ama her biri kendi özerkliğinin bir bölümünden vazgeçmedikçe iki kişilik olsun bir toplum nasıl mümkün olur” 4

“Anti-devletçilik”, anarşist-liberter bakış açısında “özgür birey”e varmanın aynı derecede önemli bir başka ilkesidir. Anarşist-liberter yaklaşımda devlet ve her türlü otorite, hemen kurtulunması gereken belalardır. Proudhon’un izleyicilerinden Moses Hess’in sözleriyle, “her türlü yasa ve her türlü merkezi devlet iktidarı aslında gereksizdir.”5

Devletsiz geçiş ya da otoritesiz devrim?

Devrimcilik, yönetilmeyi kabul etmemekle başlıyor. Devrimci yürüyüşün sonul hedefi ise herhangi bir yöneten yönetilen ilişkisini değil, yönetme durumunun kendisini, devleti ortadan kaldırmaktır.6 Devrimciliğin çıkış noktasında ve sonul hedefinde yönetilmenin ve devletin reddinin durması, Marksistlerle anarşistler arasındaki tartışmanın ortak bir zemini olduğu izlenimi veriyor. Bu yanıltıcı bir izlenim, çünkü, anarşizm ve liberter akımlar, devleti ve devlet sorunsalını idealistçe reddederek tartışma zemininin kendisini ortadan kaldırıyorlar.

Engels, Otorite Üstüne’de şunları yazıyor:

” Bütün sosyalistler, siyasal devlet ve onunla birlikte siyasal otoritenin, gelecek toplumsal devrimin sonucu olarak ortadan kalkacağı, yani kamu işlevlerinin siyasal karakterini yitireceği ve toplumun gerçek çıkarlarını gözeten basit yönetimsel işlevlere dönüşeceği üzerinde aynı görüştedirler. Fakat otorite karşıtları, otoriter siyasal devletin, onu doğuran toplumsal koşullar daha ortadan kaldırılmadan, bir vuruşta yok edilmesini istiyorlar. Onlar, toplumsal devrimin yapacağı ilk iş, otoriteyi ortadan kaldırmak olsun istiyorlar. Bu baylar hiç devrim gördüler mi? Devrim dünyanın en otoriter işidir. Devrim, nüfusun bir kesiminin iradesini ötekilere topla, tüfekle, süngüyle -otoriter araçlarla- dayatmasıdır… Paris Komünü, burjuvaziye karşı silahlı halkın otoritesini kullanmasaydı bir gün yaşayabilir miydi Tam tersine, bu otoriteyi yeterince özgürce kullanmadığı için Komün’e serzenişte bulunmamız gerekmiyor mu?” 7

Marksizm, devlet ve siyasetle ilgili görüşlerini anarşizm ve öteki “özgürlükçü” sosyalizm akımlarıyla mücadelesi içinde netleştirdi: Toplumsal düzeni yaratan devlet değildir; devleti yaratan sınıflı toplumsal düzendir; “toplumsal sorun”la “siyasal sorun” arasındaki bağ ancak bir siyasal devrim programıyla kurulabilir. İşçi sınıfı siyasal bir devrimle kendisini yönetici sınıf durumuna getirdiğinde mevcut devlet makinesini olduğu gibi alıp kendi amaçları için kullanamaz; tek yol, eski devlet aygıtının parçalanması ve yerine Paris Komünü tipinde bir yeni devletin, proletarya diktatörlüğünün örgütlenmesidir. Devlet ancak sınıfların yok edilmesiyle ortadan kaldırılabilir; devletin yok edilmesi devrimin ilk değil son sözüdür. Manifesto’nun anlatımıyla:

“Gelişimin akışı içinde sınıf farklılıkları ortadan kalktığında ve üretimin tümü birleşmiş bireylerin ellerinde yoğunlaştığında, kamu gücü siyasal niteliğini yitirir. Asıl anlamıyla siyasal güç, bir sınıfın bir diğerini ezmeye dönük örgütlü gücüdür. Eğer, proletarya burjuvaziye karşı mücadelesinde kendisini mecburen bir sınıf olarak birleştirirse, bir sınıf devrim yoluyla kendini devrimci sınıf haline getirirse ve egemen sınıf olarak eski üretim ilişkilerini ortadan kaldırırsa, bu üretim ilişkileriyle birlikte sınıf karşıtlıklarının varoluş koşullarını, genel olarak sınıfları ve bir sınıf olarak kendi egemenliğini de ortadan kaldırır.

Sınıfların ve sınıf karşıtlıklarıyla birlikte eski burjuva toplumun yerini, birinin özgür gelişiminin herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu bir birlik alır.” 8

Devletin, hemen, bir vuruşta yok edilmesi asla mümkün değildir ve böyle bir yaklaşımın

en önemli sonucu, her devrimin ve siyasetin en temel sorunu olan iktidar sorunundan liberter bir edayla yan çizilmesi olmaktadır. Devlet, siyasal otorite, sınıflı toplumun tüm topluma dayatılan bir gerçeğidir. Devleti ve iktidarı kağıt üzerinde reddeden, ancak bu gerçekliğe karşı, alternatif bir program ve siyasal mücadele hedefini ortaya koyamayan bir hareket, söylemi ne kadar keskin olursa olsun, sonunda duruşunu akılcılaştırıp, merkezi devlet iktidarının dışındaki ve kenarındaki alanlarda var olmaktan başka hiçbir şey yapamaz.

İşçi sınıfı, burjuvazinin hizmetinde olan devleti, fethetmek, parçalamak, yeniden örgütlemek ve tüm bunları yaparak devlet denen aygıtı kendi sınıfsal amaçlarının hizmetine sokmak durumundadır. İşçi sınıfı onu burjuvaziye karşı kullandığı zaman bile devletin hâlâ burjuva karakter taşıdığı doğrudur; ama burjuva egemenliğine son vermenin bu aygıtı amaç disiplini içinde kullanmaktan başka hiçbir yolu da yoktur.

Ulusal devlet sınıf mücadelesi açısından neyi ifade ediyor?

Devleti kutsamak başka, merkezi ulusal devletin toplumsal gelişmede ne tür bir adım olduğunu ve kapitalizmden sosyalizme geçiş konusunda ne ifade ettiğini görmek ve değerlendirmek başka şeylerdir. Ulusal devlet, bir sınıfın, burjuvazinin belli bir coğrafya ve pazar üzerindeki egemenliğini kurarken, kapitalizm koşullarındaki sınıf mücadelesi zeminini de oluşturmuştur. Burjuva devrimlerinin, çoğu yerde, toplumun tüm sınıflarının siyasete, siyasal alana çekildiği, kitle seferberlikleri biçiminde gerçekleştikleri unutulmamalıdır. Ortaçağın ve feodalizmin parçalı, bölünmüş toplumundan “ulusal” denen daha büyük bir coğrafya ve pazar temelinde daha geniş merkezileşmiş bir devlet ve toplum örgütlenmesine geçiş, bu nedenle önemlidir. Burjuva devrimlerinin, özellikle ilk dönemlerinde farklı sınıfların siyasete katılımına ortam hazırlayan temsili demokrasi kurum ve uygulamalarıyla gelmeleri de rastlantı değildir.

“Büyük merkezileşmiş devlet, ortaçağ bölünmüşlüğünden geleceğin sosyalist birliğine büyük bir tarihsel adımdır ve yalnızca böyle bir devlet üzerinden sosyalizme giden bir yol olabilir.”9

Marksistler, öteki koşullar eşitse büyük devletlerden yanadırlar. Yine Lenin’den:

” Marksistler, federasyona ve ademi merkeziyetçiliğe, en başta kapitalizmin gelişmesi için en geniş ve merkezi devlete gereksinim duyması nedeniyle karşıdırlar. Öteki koşullar eşitse, sınıf bilinçli proletarya her zaman büyük devletten yana olacaktır. O her zaman ortaçağ bölünmüşlüğüne karşı olacak, proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesinin geniş bir temelde gelişeceği geniş toprakların ekonomik bütünleşmesini isteyecektir.”10

Merkeziyetçilik ilkesi kapitalizmin gelişmesi için olduğu gibi, kapitalizmle mücadele için de temeldir.

Marksistler açısından sorun, soyut bir merkeziyetçilik – ademi merkeziyetçilik tartışması, bunlardan hangisinin daha demokratik olduğu sorusu değildir. Devlet ve merkezi devlet iktidarı irademiz dışında vardır. Marksistler, bu devlet iktidarının örgütlenme ve yönetim biçiminden önce, sınıfsal içeriğine karşıdırlar ve bu iktidarın kendisine ve bütününe karşı mücadele ederler. Tartışmanın yoğunlaştığı dönemin kavramıyla konuşursak, “demokrasi” de sınıfsaldır ve devlet iktidarı toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçi sınıflara geçtiğinde gerçek olur. Burjuva devrimlerinin “demokratik devrim”le tamamlanması ya da aşılması yaklaşımları da esas olarak buraya oturur.

Çok önemli bir nokta daha: Marksizm, sınıf iktidarının gerçekleşmesinde ve sürdürülmesinde emekçi yığınların siyasete aktif katılımı anlamında aşağıdan oluşum ve aşağıdan denetim yöntemlerini öne çıkarır. Somut örgütlenme biçimleri ise, tarihsel, kültürel birçok etmene bağlı olarak değişiklik gösterecektir. Örneğin, İsviçre kantonlarıyla, Türkiye’deki yönetim düzeni hele de sosyalist iktidarın ilk dönemlerinde birbirinden çok farklı olacaktır. Ayrıca, siyasetin merkezi sorunu yani iktidar sorunu bir biçimde çözüldükten sonra en iyi yerel düzeyde yerine getirilebilecek işlerde yerel girişimciliğe, özerkliğe geniş bir serbestlik alanı vermek gerekecektir. Etkili bir merkezi işleyiş gücünü, kendi alanıyla ilgili konularda karar verme ve uygulama yetkisine sahip yerelliklerden alacaktır.

Konuya doğru bir giriş için, devlet ve siyaset konusuyla ilgili en kritik noktanın bilinenleri yineleme pahasına özetlenmesi gerekiyordu.

Şimdi, mücadelenin odağına siyaseti ve iktidarı koymayan akımların, bunların yerine neyi koyduklarına daha yakından bakabiliriz.

Topluluk sosyalizmi

“Belediye sosyalizmi”, “komün sosyalizmi”, “sendika sosyalizmi”, “kooperatif sosyalizmi”… Bunların tümü, farklı tarihsel dönemlerde merkezi iktidarı alma dışında yol tutanların önerdikleri, sonuçta hepsi aynı kapıya çıkan modellerdir.

Bunlara geleceğim. Ama ondan önce, geçmişten kalan yerel toplulukların gericiliğe karşı demokrasinin dayanağı olabileceğini, hatta sosyalizme geçiş yolu olacağını savunan görüşlere değinmek gerekiyor. Marks, Engels ve Lenin’in bu konuda yazdıklarında merkeziyetçilik-yerellik, yerel parçalanmışlık-demokrasi ilişkileri ve bu ilişkilerin sınıf mücadelesi açısından yaratacağı sonuçlar bakımından kanımca evrensel geçerlilik taşıyan saptamalar var.

Marx’ın, The British Rule in India’da (Hindistan’da İngiliz Yönetimi) yazdıklarından başlayabiliriz:

“…saf ve sevimli köy topluluklarının, zararsız görünümlerine karşın, her zaman Doğu despotizminin temellerini oluşturduklarını, bunların insan zihnini olabilecek en dar çerçeve ile sınırlandırdığını, onu boş inançların karşı konulmaz aleti durumuna getirdiğini, geleneksel kurallara köle ettiğini, onu her türlü büyüklükten ve tarihsel erkten yoksun bıraktığını unutmamalıyız…Bu küçük toplulukların kast ve kölelik ayrılıklarıyla sakatlanmış olduklarını, …insanı dış koşullara bağımlı duruma getirdiklerini, kendiliğinden gelişen bir toplum durumunu asla değişmeyecek bir doğal yazgı durumuna dönüştürdüklerini unutmamalıyız.” 11

Marx, Rus köy komünü ile ilgili olarak da şunları söylüyordu:

“Rusya’da ‘tarım komünü’ nün, onun zayıf yönünü oluşturan bir özelliği var: Soyutlanmışlığı, bir komünün yaşamı ile ötekiler arasında ilişki eksikliği… Bu yerelleşmiş küçük dünyaya (localised microcosm-HY) bu tipe has bir özellik olarak her yerde rastlanmamaktadır, ama o olduğu her yerde komünlerin üzerinde az çok merkezi bir despotluğun kurulmasına yol açmıştır.”12

Ve Engels’in, On Social Relations in Russia’sından (Rusya’daki Toplumsal İlişkiler Üstüne) bir aktarma daha:

“…tek tek toplulukların tüm ülkede benzer, ama ortak olmaktan çok uzak çıkarlar yaratarak tam bir izolasyon içinde olmaları, Doğu despotizminin doğal temelidir ve bu toplum biçimi Hindistan’’dan Rusya’ya kadar egemen olduğu her yerde, her zaman bunu (despotizmi) yaratmıştır..” 13

Burada durup yazıldıkları tarihsel dönemin öne çıkan sorunlarıyla ilgilenen bu alıntılardan konumuz ve bugünkü tartışmalar açısından önem taşıyan iki önemli sonuç çıkartabiliriz. Bir: Asyatik toplumun geri, kapalı, izole komünal toplulukları toplumsal ilerleme açısından elverişli bir zemin yaratmamaktadırlar. Tersine, ilerleme bunların birbiriyle ilişkilendirildiği, siyasal merkezileşmeye çekildiği bir sürecin ürünü olmaktadır. İki: Koşulları benzer olduğu halde, birbirleriyle ilişkisizlikleri nedeniyle ortak çıkar bilinci ve davranışı geliştiremeyen topluluklar, en başta bu özellikleri nedeniyle en merkezi ve en despot biçimde yönetilmeye elverişli bir toplam oluşturmaktadırlar.

Paris Komünü

Ya Paris Komünü? Paris Komünü, komünal, yerel bir sosyalizm denemesi-pratiği değil miydi?

Yanıt çok kısa: Değildi. Bu tür görüşler öne sürülmüş, Paris Komünü’nde Ortaçağ komünlerinin yaşama yeniden dönüşünü görmek isteyenler çıkmış, dahası Paris Komünü ulusların büyük birliğinin, aynı anlamda merkezi ulusal devletinin küçük devletler federasyonu yönünde bozulması girişimi olarak gösterilmiştir. Oysa, Paris Komünü’nün en önemli özelliği, burjuva merkezi iktidarı yıkması, “o güne değin toplumun sırtından geçinen ve onun özgür hareketini kötürümleştiren asalak devlet tarafından emilmiş bulunan tüm güçleri topluma geri vermeyi” hedeflemesi ve yerel değil merkezi bir “işçi sınıfı hükümeti” oluşturmuş olmasıydı.14

Ne ilginç, Avrupa’dakine benzer bir tartışma Rusya’da da yürütülüyor. Plekhanov, toprakların, yerel özyönetim organlarına ait olmasının, yani belediyelere devredilmesinin (municipalisation) gericiliğe karşı bir siper olacağını öne sürdüğünde15 Lenin, “Bu doğru değil. Kapitalizm çağında hiçbir zaman ve hiçbir yerde yerel yönetimler gericiliğe karşı siper olmadı ve olamaz. Kapitalizm, kaçınılmaz olarak devlet erkinin merkezileşmesine yol açar ve eğer devlet iktidarı gericiyse bütün yerel özyönetimler sorgusuz sualsiz ona tabi kılınırlar.” diyor.16 Dahası, merkezileşmiş proletarya tarafından önderlik edilen köylülüğün ülke çapında merkezileşmiş siyasal mücadelesi olmadan, hiçbir ciddi ‘devrimci kazanım’ olamayacağını ekliyor.17 Tartışma tarım sorunu üzerinedir ve toprakların yerel yönetimlere devredilmesini (municipalisation) savunanlarla, kamulaştırılmasını (nationalisation) isteyenler arasında ve hangisinin “demokratik” olduğu noktasındadır.

Lenin’den aktarıyorum:

” ‘Belediyeleştirme’ genel demokratik hareketi desteklemez; onu parçalar; bölgelere ayırarak yalnızca merkezi bir güç olarak zafer kazanabilecek olanı zayıflatır; bir bölgeyi ötekine yabancılaştırmaya hizmet eder…Belediyeleştirme, bölgelerin ortaçağcı izolasyonunu idealize eden gerici bir slogandır..” 18

Belediyecilik, merkezi siyasal iktidara dokunmadan yerel demokrasi ya da yerel sosyalizmin gerçekleşebileceği yanılgısını beslediği için zararlıdır.

Şimdi, tarihsel olarak sosyalizm içinden çıkan, kapitalizmin teorik çerçevesini reddetmeyen, ama dün ve bugün sosyalist hareketi etkilemeye devam eden yerelci, belediyeci, kooperatifçi “sosyalizm” anlayışlarına hızlıca ve kısaca bakabiliriz.

Belediye sosyalizmi yerelleştirme ve yerel yönetimler üzerinden geliştirilen düzen içi bir sosyal reform hareketidir. İngiliz Fabian sosyalizmini belediye sosyalizmciliğinin iyi bir örneği olarak alabilir ve Engels’in 18 Ocak 1893’te Sorge’ye gönderdiği mektupta yazdıklarını belediye sosyalizminin iyi bir tanımı olarak okuyabiliriz:

Fabiancıların temel ilkesi devrim korkusudur…Onların sosyalizmi belediye sosyalizmidir; üretim araçlarının sahibi toplum değil belediye olmalıdır…Onların bu sosyalizmi burjuva liberalizminin aşırı ama kaçınılmaz sonucunu temsil etmektedir ve bunu …liberalizmle sosyalizmi birbirine bulaştıran taktikleri izlemektedir…” 19

Belediye sosyalizmi liberalizmden başka bir yere çıkmamaktadır.

Avrupa’da belediye sosyalizmi, üretim araçları mülkiyetinin belediyelere geçmesini savunmuş, ama daha önemlisi belediye sosyalizmini, toplumun dikkatini ekonomik düzenle ve devlet yapısıyla ilgili bütünsel sorunlardan, yerel özyönetimin küçük sorunlarına çevirmek, “toplumsal barış” ve sınıf uzlaşmacılığı isteklerine güç kazandırmak için özel bir eğilim durumuna getirmiştir. Burjuvazinin sınıf egemenliğini, bu egemenliğin temel araçlarını sorgulamak yerine küçük yerel sorunlara yoğunlaşmak, yerel zenginliklerden arslan payını alan burjuvazinin kırıntıları nasıl dağıtacağıyla ilgilenmek anlamına gelmektedir. Belediye sosyalizmi, bu adla anılsın anılmasın, sol içinde bugün de ciddiye alınması gereken bir eğilimi temsil ediyor.20

“Belediye sosyalizmi” aslında belediye kapitalizminden başka bir şey değildir!

Özü itibariyle yerel, topluluk (community) temelli, kendiliğinden karakterde bir hareket olan, kooperatifçilik hareketi de çeşitli dönemlerde ve çeşitli ülkelerde bir sosyalizme gidiş yolu olarak önerilmiştir.21 “Kooperatif”, bir mal ve hizmetten yararlananların sahip olduğu, onların çıkarına çalışan, tüketim, kredi ve üretim mekanizmalarını dayanışmacı bir temelde işleten bir organizasyon olarak tanımlanıyor.

Sosyalist iktidar altındaki sosyalizm kuruculuğu döneminde özellikle de tarımın örgütlenmesinde kooperatifleşmenin rolü ve işlevi ile, kooperatiflerin ve bu adla anılan hareketin kapitalizm altındaki konumu tümüyle farklı konulardır.

Kapitalizm altında, işçi-emekçi kooperatiflerinin sağladıkları organizasyonlarla emekçilerin ekonomik koşullarını kısmen iyileştirmeye katkı yaptıkları, emekçilerin yığınsal ekonomik ve siyasal eylemlerine destek olabilecekleri, emekçileri kooperatifler içinde örgütledikleri ölçüde onları bağımsız yönetim, dağıtım organizasyonu konularında eğiterek ekonomik yaşamın gelecek sosyalist toplumdaki örgütlenmesi konusunda deneyim kazandıracağı türünden görüşler öne sürülmektedir ve bunların tümü yanlış da değildir. Öte yandan, Marx’ın Lasalle ile yaptığı tartışmalardan bu yana, kooperatifçilik hareketinin sınırları ve açmazları çok açıkça ortaya konmuştur. Kooperatiflere “devlet yardımı” ile sağlanacak “emeğin sosyalist örgütlenmesi”nin bir işçi örgütlenmesi değil devlet örgütlenmesi olacağı, üretim araçları burjuvazide olduğu sürece kooperatif topluluklarına çok sınırlı bir hareket alanı kalacağı, rekabet basıncı altındaki ticari kuruluşlar olmaları nedeniyle kooperatiflerin sürekli olarak burjuva anonim şirketlerine dönüşme yönünde bozulma eğilimi gösterecekleri ortaya konulmuştur. Daha önemlisi, kooperatifler sermayeye karşı doğrudan mücadele örgütlenmeleri olmadıkları halde toplumsal problemleri çözebilecekleri yanılgısı yayarak sınıf mücadelesine zarar vermektedirler. İktidar burjuvazinin elinde olduğu sürece düzenin kenarında ve düzene tabi küçük birimler olmanın ötesine gidememekte ama sınıf hareketinde temelsiz beklentiler yaratmaktadırlar.

Avrupa’daki kooperatif hareketinin vardığı nokta ortadadır. Kooperatif hareketi hiçbir yerde, kapitalist işleyişten bağımsız bir emek örgütlenmesi yaratmamış, kendisine kapitalizm altında biçilen “sosyal” rolü olsun yerine getirememiştir.

Belediyecilik, kooperatifçilik hareketi, sendikalizm, anarko-sendikalizm… Bunlar son çözümlemede işçi sınıfı hareketi içindeki anarşist, liberal, zaman içinde sosyal-demokrat akımların ortak temel çizgiler taşıyan proje ve uygulamalarıdır. Anarşizm, bir yönüyle doğru ama eksik olarak “kapitalizmin sosyal eleştirisiyle, sosyalizmin liberal eleştirisinin bileşimi”22 olarak tanımlanmıştır. Anarşizmin kapitalizme yönelttiği eleştiri de “sosyal” olmaktan çok liberaldir; “liberterlik”le liberallik arasındaki mesafe ilk bakışta göründüğünden kısadır.

Bu bölümü şöyle kapatabiliriz: Belediye sosyalizmi ve ötekiler, geniş tanımıyla sosyalizm içinden çıkmalarına rağmen, mülkiyet, devlet ve merkezi siyasal iktidara karşı tutumları nedeniyle düzen içi konumdadırlar. Üretim araçları üzerindeki kapitalist mülkiyeti reddetmiyor, onun “kolektif” versiyonlarını savunuyorlar; oysa kapitalizm mülkiyet biçimlerini zaten kolektifleştirmiştir. Merkezi olarak örgütlenmiş devlet erkine karşı merkezi, ülke çapında bir mücadele, örgüt anlayışları yoktur. Anarşistler örneğinde olduğu gibi, devlete ve iktidara en şiddetli ve radikal bir söyleme sahip olmak asla bunlara karşı gerçek bir mücadele yürütüldüğü anlamına gelmemektedir.

II. FRANSA ve İTALYA DENEYİMLERİ

1975-1980 yılları arasında Fransız ve İtalyan Komünist Partileri yerel seçimlerde kayda değer başarılı sonuçlar elde ettiler. Belli bir dönem bu iki ülkenin çok önemli kentlerini, ilçe ve beldelerini yönettiler.

FKP 1925 yılından itibaren belediye seçimlerine giriyor. İkinci dünya savaşından sonraki ilk seçimde ülke çapında 300 yerde yerel iktidarı alıyorlar. Asıl yükseliş, 1959-1981 yılları arasında gerçekleşiyor. 1983’de düşüş başlıyor. Fransız Komünist Partisi’nin 30.000’den fazla nüfusun yaşadığı yerlerde 1959 ile 1983 yılları arasında kazandığı belediye başkanlığı sayıları şöyle: 1959’da 158’de 25, 1965’te 158’de 34, 1971’de 192’de 45, 1977’de 221’de 72 ve 1983’de 220’de 57. Yükselişin tepe noktası 1977’de FKP 30.000’in üstünde nüfusun yaşadığı 221 belediyenin 72’sinde iktidarda, 69’unda da iktidar ortağıydı.23 1977’de Fransa’da on milyon insan komünist belediye başkanlarının yönetimi altındaki yerlerde yaşıyordu.24

Partinin 1959’da yönetime geldiği 11 belediyede yıllar içinde aldığı oy oranları da şöyle: 1959’da 41.1, 1965’de 58.4, 1977’de 63.5. Aynı biçimde FKP’nin ilk kez 1965’te 43.4 oy alarak iktidara geldiği 9 belediyede oy oranları 1971’de 56.1’e ve 1977’de 60.2’e ulaştı.25 Paris’in işçi sınıfının yoğun olduğu banliyölerinde komünist belediyeler bir “kızıl kuşak” oluşturdular.

İtalyan Komünist Partisi 1975 yerel seçimlerinde 12 milyon oy alıyor; 2 milyon üyesi var. Oyların 25’i tarım işçilerinden 45’i fabrika işçilerinden geliyor.26 1975’ten sonra İtalya’daki 94 ilden nüfusun 60’ını oluşturan 48’i belkemiğini komünistlerin oluşturduğu koalisyonlar tarafından yönetiliyor. 8068 komünden tüm nüfusun 54’ünü oluşturan 2779’unu da tek başına ya da bağlaşıklarıyla komünistler yönetiyor. 30 binle 100 bin arasında nüfusu olan 189 komünden 97’sinde sol ittifak iktidarda. İtalya’nın en büyük on kentinden sekizini, Roma, Milan, Napoli, Turin, Cenova, Bologna, Venedik Floransa’yı da sol koalisyon yönetiyor….27

Bu kısa döküm, “Avrupa komünizmi”nin başını çeken bu iki önemli partinin yerel seçim ve yerel yönetim deneyimlerinin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. İki parti de yerel seçimlerde büyük oy oranlarına ulaşmış, yer yer çok başarılı yerel yönetim örnekleri vermiş, ülkelerinin bir dönemine bu alandan renk çalmışlardır. 70’li yıllar, bu iki partinin yalnız yerel seçimlerde değil, genel seçimlerde de oy oranlarını artırdığı, iktidara ortak ya da aday olduğu yıllardır. İki ülkenin yönetsel yapısı, partilerinin gelenek ve çizgileri, belediye yönetimlerindeki uygulamaları ve yerel iktidarların sosyalizm mücadelesindeki işlevine ilişkin görüşleri arasında çeşitli farklılıklar olmakla birlikte deneyimlerinin ortak yönleri ağır basmaktadır.

FKP ve İKP’nin sağladığı seçmen desteğinin kaynakları, nedenleri üzerine çeşitli sosyolojik çözümleme ve araştırmalar yapılmış, oy oranlarındaki farklılığın bölgelerin yapısından, sınıf bileşiminden, partinin ülke çapında izlediği çizgiden gelen nedenleri üzerinde durulmuştur. Burada, bunların tümüne girme olanağı yok. Bu yüzden, İKP ve FKP’nin seçim ve yerel yönetim başarılarının daha genel ve ortak yönleri üzerinde kısaca duracağım.

Bir: İki parti de, özellikle faşizme karşı mücadelede toplumsal meşruluk ve taban kazanmış, aktif kitle desteğine sahip tarihsel partilerdi. Genel ve yerel seçim başarılarında bu tarihsel geçmişin katkısı küçümsenemez.

İki: Fransız Komünist Partisi’nin yerel seçim başarılarını ele alan Martin Schain’in somut araştırma ve anketlere de dayanarak yaptığı değerlendirmede dile getirdiği gibi, FKP’ye verilen destek partinin konumu, programı ve kadrolarıyla ilgili pozitif bir kabulden çok, var olan düzene en açık ve en güçlü muhalefeti temsil etmesinden kaynaklanıyordu. Emekçi ve yoksul halk yığınlarının düzene olan tepkileri, onları, hoşnutsuzluklarını en iyi ifade eden partiye yaklaştırıyordu.28 Emekçiler ve yoksullar KP’lerin çıkar ve geleceklerini savunduklarına inanıyorlardı. Bu değerlendirmenin İtalyan partisi için de geçerli olduğunu düşünüyorum.

Üç: İki parti de etkili ve iyi çalışan parti örgütlerine sahipti. Fransız Komünist Partisi’nin 800 bin ve İtalyan Komünist Partisi’nin 2 milyon üyesi, birçok sendika, kitle örgütü, dernek, gönüllü yardım kuruluşunda aktif ve etkiliydi. Yerel parti örgütleri, yerleşik, sürekli ve sistematik bir çalışma yürütüyorlardı. Tekrarlanan seçim başarılarında bu örgütlü, sistematik çalışmanın çok önemli bir payının olduğu kesindir.

Dört: İki partinin oylarındaki yükselişin gösterdiği çok önemli bir benzerlik daha var. İki partinin de, merkezi siyasi iktidara aday ve yakın olduklarını güçlü biçimde ortaya koydukları uğraklarda oylarını artırdıkları, tersine, bu iddia ve olasılıktan uzaklaştıkları zaman (Fransa’da 1983’den İtalya’da 1985’ten sonra) güç ve oy kaybettikleri görülüyor. Genel seçim sonuçlarıyla yerel seçim sonuçları bir eğilim olarak paralellik gösteriyor. Hem Fransa’da ve hem de İtalya’da komünist partileriyle sosyalist partilerin oyları arasında ters orantı var. Sosyalist partilerin oyu esas olarak komünist oylardaki düşme ya da kaymalarla artıyor.

Beş: İki parti de, yönettikleri belediye ve yerel yönetimlerde yer yer önemli başarılar elde ediyor ve bu yolla bir kez seçildikleri yerlerde yeniden seçim kazanıyorlar. Paris ve Roma’yı çevreleyen “kızıl kuşak” ve “komünist kaleler” olarak bilinen belediyeler var. Bu belediyelerde, emekçilerden yana birçok düzenleme ve uygulama yapılıyor. Yüzlercesinden, en çarpıcı bir tanesi olarak “komünizmin Avrupa’daki en büyük tanıtımı” diye sunulan, Newsweek’in bile “Avrupa’nin en iyi yönetildiği kabul edilen kenti” dediği Bologna örneği verilebilir. Bologna, tarihsel olarak sol eğilimli bir kent. İlk komünist belediye başkanı 1920’de seçilmiş. Komünistler, uzun yıllar bu kentin yönetiminde kalıyorlar. Planlı ve halktan yana bir kent yönetim düzeni kuruyorlar: Trafiğin yoğun olduğu saatlerde parasız otobüs ulaşımı uygulamasıyla beş yılda toplu taşınan yolcu sayısı 50 artırıyor, özel otomobil kullanımı ciddi biçimde azalıyor, trafik tıkanıklığı diye bir şey kalmıyor. 1975’de 3-6 yaş arasındaki çocukların 70’ine, 1978’de 90’ına kreş sağlanıyor. Bütün özürlü çocuklara özel okullarda eğitim veriliyor. Getto tipi okullar kapatılıyor. Kent zenginlikleri üzerinden spekülatif kazanç önleniyor. Tüketici kooperatifleriyle yiyecek fiyatları İtalya’nın öteki kentlerinden 3-5 arasında daha ucuza elde edilebiliyor. Hastane yatak sayısı artırılıyor. Konut, eğitim, sağlık, spor, temizlik, trafik, parklar, ticaret, özürlülere, yaşlılara yardım… Her şey belli bir plan içinde yürütülüyor. Bologna’da kent planlamasına ve yönetimine katılım geliştiriliyor. Seçimlerde oy kullanma oranı 90. “Komşuluk konseyleri” yoluyla kent halkının mahalle mahalle katılımı örgütleniyor…29

Fransız ve İtalyan partilerinin yerel seçim ve yönetim alanındaki yükselişleri önce duraklıyor, sonra da düşüşe geçiyor. 90’lı yıllarla birlikte, İtalyan Komünist Partisi bölünerek, Fransız Komünist Partisi de toplumsal taban ve desteğinin bir bölümünü Sosyalist Parti’ye kaptırarak zayıflıyor, 1970’li yıllarda yerel yönetimlerde edindikleri mevzileri de önemli ölçüde yitiriyorlar.

Avrupa komünist partilerinin ve özel olarak da bu yazıda konu edindiğim Fransız ve İtalyan Komünist Partilerinin yerel seçim-yerel yönetim pratiklerinin çok önemli bir deneyim oluşturduğunda, önemli dersler içerdiğinde kuşku yok. Dolayısıyla, bu deneyimi değişik açılardan çözümlemek, bu deneyimden farklı doğrultularda dersler çıkartmak mümkün. Ben bu yazı çerçevesinde çözümlemeyi iki soru ekseninde yürütmek istiyorum: Bu iki partinin yerel yönetim deneyimleri sosyalizm mücadelesi, o dönemlerin moda kavramıyla “sosyalizme barışçıl, tedrici geçiş” açısından ne ifade etmiştir ve parti çizgilerini hangi yönde etkilemiştir?

İki deneyimin de gösterdiği önemli noktalardan biri şudur: Yerel iktidarların, iki ülkede de daha baştan çizilmiş, yasal idari ve mali kesin sınırları vardı. Bu sınırların Fransa’da daha katı, İtalya’da yerel yönetimler lehine daha esnek olması durumu değiştirmedi. Komünist belediyeler, yukarıda değindiğim Bologna örneğinde olduğu gibi, söz konusu sınırlar içinde de kent yaşamıyla ilgili çok önemli reform ve değişiklikler yaptılar; komünistlerin “daha iyi” yönetebileceğini gösterdiler. Ancak, düzenin ve merkezi iktidarın koyduğu sınırlar bu belediyelerin birçok temel sorunda çaresiz kalmalarına yol açtı. Örneğin, bütünlemeye kalan öğrencilerin sınavlara hazırlanması için, merkezi hükümet nüfusu, Bologna’nı üç misli olan Milan’a 2000 öğretmen tayin ederken Bologna’ya yalnızca 25 öğretmen gönderiyor, ya da borçlarına yüksek faiz uygulayarak Bologna belediyesinin borç yükünü artırıyordu. Merkezi mali, kadrosal desteklerin kısıtlanması, bütçe onay ve harcamalarındaki engellemeler türünden zorluklar bir yana, kapitalizmin sürekli olarak ürettiği işsizlik gibi yapısal sorunların faturası da komünist belediyelere çıkarıldı.30 Tüm bunların önemli sonuçlarından biri, komünistleri destekleyen halk kitlelerinin, komünist yerel yönetimleri “başarısız” ya da son çözümlemede ötekilerden farksız görmeye başlaması oldu. Fransız Komünist Partisi’nin 1983 seçimlerinde en çok oy ve belediye kaybıyla uzun süredir yönettiği yerlerde karşılaşması bu saptamayı doğrulamaktadır. 1983 seçimlerinde, 24 yıl sonra ilk kez komünistler daha önce seçildikleri yerlerde oylarını artıramadılar ve daha önemlisi komünistlerin kalesi olarak bilinen yerlerde İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez ağır oy kaybına uğradılar. Bu “kale”lerdeki oy kaybı 15 civarındaydı. Martin Schain, FKP’nin kalelerinde çok büyük oranda oy kaybetmesini, partinin sol hükümete katılmasının geleneksel emekçi seçmende yarattığı tepkiyle açıklıyor.31

Ara sonuç yazmak gerekirse, İKP ve FKP’nin yerel yönetim deneyimleri kapitalizm altında yerel sosyalist adacıklar kurmanın olanaklı olmadığını bütün açıklığıyla göstermiştir.

Öte yandan, belediyelerden başlayarak iktidara tırmanma stratejileri benimsenmesinin, ya da yerel iktidarlardaki başarılarıyla “toplumu yönetme yeteneklerini” kanıtlayan komünistlerin sosyalist seçeneği güçlendirdikleri türünden tezlerin, bu partilerin siyasal çizgisini sağa çeken bir etkisi oldu.

1977’de, biri İtalyan ve biri Sovyet iki gazeteci Barış ve Sosyalizm Sorunları dergisi (World Marxist Review) için, İtalyan Komünist Partisi yöneticileri, belediye başkanları ve yerel yönetim sorumlularıyla bir dizi söyleşi yaptılar. Bu söyleşilerden aktarmalar yaparak sözünü ettiğim etkiyi göstermeye çalışacağım.

İlk aktarma, İKP üst yönetiminden Armando Cossutta’dan. Cossuta, yerel yönetimlerin desantralizasyon ve demokratik katılımın araçları olması gerektiğini söylüyor ve ekliyor:

” İKP, çeşitli toplumsal güçlerin nesnel olarak ülkenin yenilenmesinden (renovating the country) çıkarı olduğunu düşünerek çalışıyor. Bu sınıflar, temel düşmana, tekellere karşı mücadelede nesnel olarak ortak çıkarlara sahipler. Bu nedenle, biz endüstriyel işçi sınıfının,… öteki ezilen sınıfların ve orta sınıfın- kırsal alanda köylüler ve zanaatkarlar, kentlerin küçük esnaf ve üreticileri, aydınların geniş ilerici kesimi- nesnel olarak yenilenme siyasetinden çıkarları olduğunu düşünüyoruz. Bu gruplaşmada, çıkarı toplumun sosyalizm yönünde değişmesinde olan işçi sınıfı her şeyden önce krizin üstesinden gelmede ve ekonomik-demokratik yenilenmeye canlılık kazandırmada nesnel olarak öteki sınıf ve gruplardan daha önder bir rol oynamaktadır. Bizce, demokrasinin tam desteklenmesi mücadelesiyle, sosyalizm için mücadele arasında bir ayrım çizgisi yoktur.(…) İtalya’nın krizden çıkması ancak tüketimin karakterinin değiştirilmesiyle mümkün olacaktır.”32

Sosyalizm programının, sosyalist iktidar hedefinin sözünün bile edilmemesi bir yana, bunların yerini, “ülkenin yenilenmesi”, “tekellere karşı mücadele” alıyor. Çok daha önemlisi, İKP yerel yönetimlerde iktidar ortağı bir parti olarak, önüne kapitalizmin ekonomik-toplumsal krizine çare üretme görevi koyuyor.

Milan Belediye Meclisi Komünist Grup Başkanı Maurizo Mottini, Milan’ın ekonomik problemlerini tartışmak için düzenledikleri bir konferansa sanayici ve finansörleri de çağırdıklarını söyleyince, gazeteciler ” İki karşıt gücün, sendikalarla patronların desteğini sağlamayı nasıl başarıyorsunuz?” diye soruyorlar. Mottini’nin yanıtı şöyle:

” Patronlar, tüccarlar ve bankacılar söz konusu olduğunda onlara, her şeyden önce komünistlerin yerel yönetimde olmasının Milan için önemli olduğu kadar, onların gelişmesini ve başarılarını garanti eden bir olgu olduğunu …göstermemiz gerekiyor.”33

Milan’ı “yöneten” İKP, patronların, kapitalistlerin gelişmesinin ve başarılarının garantisi olduğunu söylemek ihtiyacı duyuyor. Bu durum, İKP yöneticilerinin tercihinden çok egemen sistemin kapitalist olmaya devam ettiği bir durumda “herkesin” yöneticisi konumunda olanların kapitalistlere hizmet etmek, düzeni işletmek zorunda kalmalarıyla ilgilidir. Kapitalist bir toplumda, merkezi ya da yerel iktidara ortak olan bir komünist partisinin zor bir ikilemle karşı karşıya kalması kaçınılmazdır. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin ve sömürünün sürmekte olduğu kapitalist bir toplumda siyasal ya da yerel iktidara bir biçimde ortak olan bir komünist partisi, kısa erimde ya sosyalizm programını rafa kaldırmak, ya da “yarım” iktidar konumunu terk ederek düzen karşıtı konumlara geçmek zorunda kalacaktı ve Fransa, İtalya örneklerinde, iki parti için de bu ikilem en olumsuz biçimdeçözüldü: İktidar olamadılar, iktidarda kalamadılar ama bu arada düzen dışı, karşıt parti olma özelliklerini de önemli ölçüde yitirdiler.

Söyleşi yapılan en yetkili parti yöneticisi Cossutta’ya sorulan ilginç bir soru var:

“Geçen yüzyılın sonlarında, işçi sınıfının belediyelerde çoğunluk sağlaması durumunda, kapitalizme ‘biraz sosyalizm’ karıştırmanın ve bu yolla sınıflı toplumdan sınıfsız topluma evrimci geçişi başarmanın mümkün olacağı öne sürülürdü. İtalyan Komünist Partisi’nin son deneyimleri ışığında bunu yorumlar mısınız”

Yanıt şöyle:

“Biz komünistler, belediyeler aracılığıyla sosyalizme ulaşma düşüncesini her zaman hayalci ve tipik reformist bir düşünce olarak değerlendirdik… Ama belediyelerin dönüştürülmesi için gösterilecek tutarlı çabanın toplumun dönüştürülmesine yardım edebileceğini düşünüyoruz.”34

Cossutta belediyeler aracılığıyla sosyalizme varılacağı düşüncesini reddetmekle birlikte, son çözümlemede toplumun belediyelerin dönüştürülmesi yoluyla dönüştürülebileceğini söylemiş oluyor.

Avrupa Komünizminin Sözü, The Promise of Eurocommunism’in yazarı Carl Marzani’nin Bologna’nın başarılı belediye başkanı Renato Zangheri’ye ilettiği soruya ve aldığı yanıta da bakmamız gerekiyor. Marzani soruyor:

“İtalya’da ve dışarıda birçok solcu etkili sosyalist kent yönetiminin kapitalizme yardım etmek olduğunu söylüyorlar. Avrupa’da birçok kent Sosyal-Demokrat yönetimlere sahip oldu. Reformlar sistemi değiştirmiyor; New Deal birçok reform yaptı yine de kapitalizm eskisinden daha güçlü değil mi”

Yanıt şöyle:

” Reformlar iki yönlü işler. New Deal’de reformlar temel statükoyu korumak, sistemi güçlendirmek için kullanılıyordu. Eğer Hristiyan Demokrat reformların kendisi yolsuzlukları yok etse, bu onları güçlendirir. Reform onlar için sürecin sonudur. Biz komünistler için ise reformlar sürecin başıdır. Reformlar için mücadele sırasında biz halkı, kendisini örgütleme ve eğitme deneyiminden geçiririz ve böylece statükonun ötesine geçebiliriz. Rüşvet, yolsuzluk, vergilendirme reformları ve sosyal sermaye bizi kapitalist sisteme daha az bağımlı hale getirir.”35

Zaghari, yerel reformlarla, statükoyu değiştirecekleri, kapitalist sisteme bağımlılıklarını azaltacakları görüşünü savunuyor. Ancak, sözü edilen “reformların”, eksiksiz gerçekleştirildikleri zaman bile, bunları yapanların kim olduğundan bağımsız olarak kapitalizmi güçlendireceklerini söylemiyor.

Son olarak, İtalyan Komünist Partisi önderlerinden G. Napolitano’nun E.Hobsbawm’ın bir sorusuna verdiği yanıtı aktarıyorum:

“Yeni toplumsal ve siyasal güçler – temel olarak işçi sınıfı ve işçi sınıfının esas partisi- önderlik rolünü üstleniyor, karşılıklı güçlerin zor denge koşullarında ve hatta öteki ve eski toplumsal ve siyasal güçlerle uzlaşmanın zorunlu olduğu koşullarda yeni egemen sınıfın bir parçası haline geliyorlar. Eğer durum gerçekten böyleyse, o zaman bizim, tarihte hiçbir zaman yeni egemen sınıfın eski sınıfların derin bir krizinin olmadığı, eski rejimin çökmediği ya da çürümediği bir toplumda önderliği üstlenmediği olgusuna yanıt vermemiz gerekmektedir. Şeylerin olabileceğinin en iyisinden gittiği zamanlarda, ister klasik devrimci ister barışçıl biçimlerde olsun yeni toplumsal ve siyasal güçlerin toplumun liderliğini aldıkları olmamıştır. Biz bugün gerçekten çok zor bir mirasla karşı karşıyayız; ama tarihte doğmakta olan yeni sınıf ve toplumsal güçlerin reddedebileceği bir miras yoktur. Bunlar yalnızca toplumun dönüştürülmesi perspektifinin bir parçası olarak cesaretle kabul edilebilirler”36

Napolitano’nun bu alıntıda değindiği işçi sınıfının ve partinin “yeni egemen sınıfın bir parçası” haline gelmekte olduğu saptamasıyla İtalya’da sürmekte olan kriz arasındaki ilişki kritik bir önem taşıyor. Başına “yeni” sözcüğünün eklenmesi saptamanın dramatik içeriğini gölgelemiyor. Yukarıdaki alıntının çıplak anlamı, İtalyan Komünist Partisi’nin burjuvazinin kriz yönetiminde sorumluluk ve ortaklık üstlenerek, kendini egemen sınıfın bir parçası, uzantısı haline getirdiğidir. Yoksa, murat edilen kriz koşullarında İKP’nin hegemon olduğu devrimci bir seçenek değildir.

Çok açık ki, İtalya ve Fransa’nın yerel seçim-yerel yönetim deneyimleri ile ilgili tama yakın bir resme ulaşmak, bu sürecin genel olarak “Avrupa komünizmi”yle, özel olarak bu iki ülke ve partinin ülke çapında izledikleri genel siyasal çizgiyle bağını kurmayı gerektirir. Bu yazıda bu bağı ancak ana konu olan yerel iktidar-siyasal iktidar ilişkisi içinde ve bir ölçüde kurabildim. Ancak bu kadarının belli sonuçlara varmak için yeterli olduğunu düşünüyorum.

Fransa ve İtalya deneyimleri, belediyelerden, yerel iktidarlardan başlayarak merkezi siyasal iktidarın fethedilmesinin mümkün olmadığını, yerel iktidar ortaklıklarının toplumu sosyalizm yönünde dönüştürmediğini, böyle bir dönüşüme anlamlı bir katkı yapmadığını, partilerin toplumsal desteğinin esas olarak ülke çapındaki siyasal sorunlara bağlı kaldığını göstermiştir. Öte yandan aynı süreç, kuşkusuz ülke çapındaki öteki siyasal sorunlardaki tutumlara da bağlı olarak komünist partilerinin “düzen içi güç” konumlarına sürüklenmelerine önemli “katkı” yapmıştır.

III. BUGÜN ve İKTİDARIN GÖRÜNMEZLİĞİ

Kapitalist dünyanın bugünkü egemen çizgilerinden biri yerelleştirmedir. Yerelleştirme, sermayenin yalnız ekonomik değil, aynı zamanda siyasal ve kültürel gereksinimlerine de en iyi yanıt verecek bir yöntem olarak tüm dünyada öne çıkarılıyor.

Kentlerin ve yerel birimlerin de kapitalizmin tarihine paralel bir tarihleri olduğu söylenebilir. Piyasacılığın, post-Fordizmin, tüketim merkezciliğin, bireyciliğin, post-modernizmin, kültürel parçalanmanın, çok kültürlülüğün, sivil toplumculuğun, egemen kavram ve yönelim olduğu koşullarda kentin ve yerelliğin tanım ve işlevleri de yeniden yapılıyor.

Yerel kavramının en önemli özelliklerinden biri, kendi başına değil, içinde yer aldığı bütüne göre tanımlanabilmesidir. Yerelin olması için, “merkez”in, yerel birimin olabilmesi için “üst birim”in olması gerekir. Dolayısıyla yerel kavramı göreli bir karakter taşımaktadır.37

Kent ve yerellikler konusunun en önemli boyutu, bugün bütün-parça, merkez-yerel, üst-alt ilişkilerine eskisinden tümüyle farklı bir içerik kazandırılmakta olmasıdır.

Yerelleşme-yerelleştirme süreci ile, ulusal devlete, özellikle de az ve orta gelişmiş kapitalist ülke devletlerine biçilen yeni rol arasında yakın bir ilişki var. Çok yinelenen ve soruna sermayenin yaklaşımını iyi anlatan bir formülasyonla, “Ulusal devlet, global sorunların çözümünde çok küçük, kimi yerel sorunların çözümünde ise çok büyük kalıyor.” diyorlar. Böylece ulusal devletin geleneksel işlev ve yetkilerinin hem emperyalist merkezler ve hem de kendisine bağlı yerel birimler karşısında azaltılmasının düşünsel gerekçesi “özlü” biçimde ortaya konmuş oluyor.

Soruna, tek dünya pazarının ve sermayenin bugünkü gereksinmeleri çerçevesinde yaklaşmak gerekiyor. Kapitalizmde siyasal örgütlenmenin boyutlarıyla, pazarın büyüklüğü ve sermayenin hareketi arasındaki optimum ilişkiyi kurmak esastır. Bugün sermaye tüm dünya düzeyinde serbestçe hareket ediyor; işgücü, hammadde, pazar, bilgi ve teknoloji, altyapı vb. bakımlardan kendisine en uygun ölçek ve ortamı arıyor. Ulusal devlet ve ulusal devlete bağlı yönetsel ya da özel yerel birimler ile son çözümlemede azami kâr elde etmenin araçları olan bu koşullar ise her durumda üst üste düşmüyor. Bugün “yerelleştirme” olarak tek sözcükle anlatmaya çalıştığımız yönelimin altında bu çelişki var. Başka türlü ifade etmek gerekirse sermaye, yeryüzündeki hareketini ulusal devlet-ulusal pazar birimleri üzerinden değil, kendisine daha büyük bir esneklik, serbestiyet ve seçim şansı sağlayacak olan, tersinden söylenirse hiçbir engel ve kural koymayacak olan daha küçük birimler üzerinden gerçekleştirmeye yöneliyor. Tamamlayıcı bir öğe olarak, bu yerel birimlerin ulusal devletle ve birbirleriyle bağlarının giderek zayıflaması gerekiyor. Kentler böylece “kendine yeten” birer ekonomik birim haline getirilecek, ulus devletlerin ekonomik etkinlikleri alan ve konu olarak daralırken, bu devletlerin alt/yerel birimleri olan kentler, sermayeyi kendilerine çekebilmek, dünya pazarında yer edinebilmek için öteki kentlerle yarışmaya zorlanacaktır.

Kapitalizm açısından zamanı dolmuş, sırları dökülmüş “temsili demokrasi”nin yerine, “demokrasi” uygulamaları yerel ölçeklere kaydırılıyor. Sermaye, yerel yönetimlere geleneksel temsili demokrasi kurumları dışındaki “üst kurul”, “kent konseyleri”, “sivil toplum örgütleri” türünden mekanizmalarla katılıyor, yönetimin yerini “yönetişim” yöntemleri alıyor.

Yerelleştirme süreci, bir desantralizasyon sürecidir. Merkezi siyasi iktidarın elinde bulunan planlama, karar verme yetkileri, yerel kamusal kuruluşlara, onlardan yarı özerk, özerk kamu kurumlarına, oradan da sermaye ve “sivil toplum örgütlerinin” oluşturdukları örgütlenmelere devrediliyor. Yerelleştirme, aynı zamanda bir özelleştirme mekanizmasıdır: Yerelleştirerek özelleştirme! Kamunun yalnız ekonomik değil, giderek toplumsal işlev ve etkinlikleri de, merkezden yerele, yerelden özele ve özelden de “yabancı” sermayeye geçiyor.

Kentler ve yerel yönetimler giderek sermayenin ve emperyalizmin doğrudan, birebir ilişki kurduğu birimler haline geliyor. Bugün, dünyanın birçok yerinden yüzlerce kent, doğrudan uluslararası kuruluşlarla ilişki kuruyor, projeler geliştiriyor, krediler alıyor, borçlanıyor vb.

Bu sürecin daha birçok yönü ve ayrıntısı var. Bunlara girmeden, yerelleştirme “yerel yönetişim” süreçlerinin sınıf mücadelesi açısından kritik önem taşıyan birkaç noktasının altını çizeceğim.

En başta, yerelleştirme yönelimi dünya kapitalizminin çok önemli bir gereksinimini karşılamaya yardım ediyor. Kapitalizm, tarih sahnesine çıktığı, kendisini ilk kez egemen-yönetici sınıf yaptığı dönemlerden farklı olarak, toplumun ortak çıkarını temsil, tüm toplum için kamusal hizmette bulunma misyon ve yükümlülüklerinden boşanmıştır. Bir dönem için üstlendiği “sosyal devlet” maliyetlerinden de kurtulmak istiyor. Desantralizasyon, yerel birimlerin özerkliği, kamusal hizmetlerin yerelleştirilerek özelleştirilmesi ve ticarileştirilmesi bu amaca mükemmel hizmet ediyor. Kapitalist devlet gericileşiyor. Kapitalizm, yerelleştirmeyi merkezi devlet ve siyaseti sorumluluk ve yükten kurtarmanın bir yöntemi olarak öne çıkarıyor.

“Kabileleşme”, “mikro milliyetçilik” eğilimleri günümüz kapitalizminin bir gerçeğidir. Söz konusu olan iki yönlü bir süreçtir. Emperyalizm, ekonomik, siyasal ve askeri cephelerde ileri derecede merkezileşmiş bir devletler hiyerarşisidir. Uluslararası askeri örgütlenmeler, tekeller, uluslararası ekonomik, mali, kültürel kuruluşlar, bunların tümü emperyalist örgütlenmelerdir. Uzatmadan ve ulusal devletin bugünü ve yarıyla ilgili tartışmalara girmeden söylemek gerekirse, bugün yaşanan asla bir merkezsizleşme ve devletsizleşme süreci değildir.

Aynı madalyonun öteki yüzünde, bağımlı ülkelerin ulusal devletlerinin zayıflatılması, merkezi siyasal sorumluluk ve yetkilerin bağlı oldukları merkezle ve birbirleriyle her türlü bağı zayıflamış saçılmış yerel birimlere devredilmesi, söz konusu yerelliklerin emperyalist merkezlerin doğrudan ilişki ve her türlü müdahalesine açık hale getirilmesi süreci bütün hızıyla işlemektedir. Bu sürecin, yukarıda değindiğim sermayenin hareketi önündeki engelleri temizlemenin ötesinde emperyalist merkezi otoriteyi güçlendirdiğini görmek gerekir. Bu yazının başlarında aktardığım, Engels’in Rusya ile ilgili sözlerini bugüne uyarlayıp şöyle okuyabiliriz: Tek tek yerelliklerin tüm ülkede benzer, ama ortak olmaktan uzaklaştırılmış çıkarlarıyla birbirlerinden izole edilmiş olmaları emperyalist despotluğu sürdürmenin önemli güvencelerinden birisini oluşturmaktadır. Kaldı ki, sorunun kavranması açısından son derece önemli bir nokta daha var: Ulusal devletin, ekonomik ve kamusal yetki ve işlevlerinin azaltılması, bu işlev ve hizmetlerin yerelleştirilmesi ve özelleştirilmesi, devlet iktidarının, siyasi ve cebri öğelerinin zayıflatılması, devletin bu alanlarda küçültülmesi anlamına gelmiyor. Yalnız Türkiye’de değil, tüm kapitalist dünyada güvenlik, kolluk örgütlenmeleri güçlerini ve merkezi yapılarını koruyor, hatta pekiştiriyorlar. Yalnızca bir örnek: Kamu Yönetim Reformu Kanunu taslaklarına göre, üç bakanlığın taşra birimleri eskiden olduğu gibi valilik üzerinden merkeze bağlı olmaya devam edecektir: İçişleri, Çalışma ve Maliye. Güvenlik, işçi hareketi ve merkezi bütçe, hiçbir durumda siyasi merkezin yetki ve müdahale alanı dışına çıkartılmamaktadır.

Buradan son noktaya geçebiliriz. Ulusal devlet, başka şeylerin yanında bir sınıf mücadelesi birimi, işçi sınıfının pratik örgütlenme çerçevesi, sermaye iktidarının elle tutulur biçimde cisimleştiği alandır. Bugün, elbette ki yalnızca öznel niyetlerin değil, sistemin nesnellik kazanmış eğiliminin de bir sonucu olarak tam da bu çerçeve belirsizleşiyor. “Piyasanın görünmez eli”nden sonra kapitalizm şimdi de “devletin görünmez eli”ni icat etmiş bulunuyor. Siyaset, toplumsal ortamın dışına, uzağına itiliyor. Bunu başlıca iki yoldan yapıyorlar. Bir yol, Avrupa Birliği örneğinde olduğu gibi, üst birimler biçiminde örgütlenmeyle siyasal sorumluluğun sahipsizleştirilmesi, siyasal iktidarın doğrudan ulaşılamayacak, muhatap alınamayacak biçimde anonimleştirilmesidir. Bunun nasıl yapıldığı ve buna karşı ne yapılması gerektiği Kemal Okuyan’ın Gelenek’teki bir yazısında var.38 Bir başka yol yerelleştirmedir. Merkezi devletin, işlev ve yetkilerinin yerel yönetimlere devri, bunlarla birlikte kamusal yükümlülüklerin yerele, oradan da özele kaydırılması, temsili demokrasi ulusal çapta ıskartaya çıkarılırken “yerel demokrasiciliğin” parlatılması bir kez daha merkezi siyasal iktidarı görünmez kılıyor… Sınıfsal olanın yerine bölgecilik, evrensel olanın yerine yerel bağnazlık, ülke çapında sınıfın sınıfa karşı iktidar merkezli mücadelesi yerine, orada burada saman alevi gibi yanıp sönen çıkışlar… Eğitimin, sağlığın, bugün kamu hizmeti kavramı içinde bildiğimiz başka etkinliklerin yerel yönetimlere devredildiğini düşünün. Böyle bir durumda, bu sorunlarla ilgili eleştiri ve muhalefetin muhatabı kim olacak, bu ülkenin farklı yerlerindeki emekçiler, öğrenciler, hastalar özünde aynı olan ama sistemin küçük birimlere bölerek farklılaştırdığı sorunlarını kime nasıl anlatacaklar? Bu sorunlar için nasıl hangi temelde ortak mücadele yürütecekler?

Ne yapmalı?

En başta, eğilim ve yönelimlerin olmuş bitmiş, kurgulandığı gibi tamamlanması kaçınılmaz süreçler olmayıp, tersine birçok yeni çelişkinin ortaya çıktığı sınıf mücadelesi başlıkları olduğunu akılda tutmakta yarar var. Türkiye’den örnek vermek gerekirse “Kamu Yönetimi-Yerel Yönetim” gerici reform dayatması ülke çapında son derece önemli bir siyasal mücadele konusudur.

İkincisi, sol gerici reformların “yan ürünü” olarak sunulan “yerel demokrasicilik” oyununa hiç prim vermemelidir. Merkezi devletinkiler azaltılırken yerel yönetimlerin yetki ve ekonomik kaynaklarının artırılmasının, sivil toplum örgütlerinin de katılacağı yerel danışma meclislerinin vb. tüm bunları yapanlar hiç istemeseler de “yerel demokrasi”yi güçlendireceği düşüncesi ciddi bir yanılsama içeriyor. İşin özeti, sermaye düzeni, sistemin temel direklerini dokunulmaz, ulaşılmaz yapar, temsili demokrasiyi kapitalizmin koruma alanlarında işlemez hale getirirken, bir bölüm liberal solcuya da, “kumda oynayabilirsiniz” demektedir. Bu oyuna ortak olmamak, tersine oyunu bozmak gerekiyor.

Üçüncüsü, komünistlerin, tüm olanakları siyaseti toplumsal yaşamın merkezine koymak için seferber etmeleri, toplumsal alanı siyasallaştırmaları gerekiyor. Siyasallaştırma, tekil görünen konularla kapitalist düzen arasındaki bağın her gün yeniden kurulması, tüm sorunların işçi sınıfının bağımsız görüşleriyle yeniden aydınlatılması, olguların ve olayların ilk bakışta görünmeyen özünün gösterilmesi, sosyalist iktidar hedefiyle bu sorunlar arasındaki ilişkinin somut mücadele başlıkları olarak yeniden üretilmesi demektir.

Geldik, yazının bağlanacağı kritik soruya: Kapitalizmin ele alınacak düzeye göre belli nesnellik taşıyan eğilim ve yönelimlerine karşı şu üç başlıkta saydığım ve daha da sayılabilecek görevleri nasıl, hangi araçlarla yerine getireceğiz?

Bizim, TKP’lilerin bu soruya yanıtı açıktır: Yerelleştirme, siyasetsizleştirme, siyasal iktidarı görünmez, ulaşılmaz kılma yönelimlerine karşı, işçi sınıfı ve emekçilerin genel, ortak, uzun erimli çıkarlarını bilince çıkaracak, farklı ve dağınık emekçi kesimleri arasında bağı kuracak, sınıfın sınıfa karşı siyasal mücadelesini örgütleyecek ve bu mücadeleye önderlik edecek olan temel, başat örgütlenme Parti’dir. Kapitalizmin yeni yönelimleri, yönetme ve yönetişim yöntemleri öznel öğenin, Parti’nin rolünü olağanüstü düzeyde önemli hale getirmektedir. Merkezi olarak örgütlenmiş, temsili demokrasi, sosyal devlet yüklerinden önemli ölçülerde arınmış bir devlet ve egemenlik sistemine karşı işçi sınıfının merkezi ve toplu bir güç olarak ortaya çıkmasının zorunlu koşulu Parti’dir. Sermayeden farklı olarak işçi sınıfının siyasal merkezileşmesi ancak öznel kurucu bir siyasal iradenin ürünü olmaktadır. Sendikalar, kooperatifler, mesleki kitlesel örgütlenmeler, yerel girişimler sivil toplum örgütleri doğaları, işlevleri ve kapsamları nedeniyle bu görevi yerine getiremezler.

Yalnız yerelleştirme değil, özelleştirme, taşeronlaştırma, işçi sınıfının değişik bölmelerinin konum ve çıkarlarını “türlü çeşitli” “iş”, “işçi” tanım ve kalıplarıyla birbirine yabancılaştırma, sınıfın sınıfa karşı toplu mücadele alan ve konularını belirsizleştirme, tüm bunlarla sınıfın toplu davranış, toplu mücadele yeteneğini aşındırma girişimlerini boşa çıkarmada temel kaldıraç, siyaset ve Parti’dir. Parti’yi ise bir durum değil bir süreç, yalnızca bir aygıt ve hatta örgüt değil, amaç disiplini içinde birlikte davranabilen, hareketle örgüt, hatta örgütler toplamının iç içe geçtiği bir siyasi yoğunlaşma olarak anlamak gerekiyor.

Son bir soru: Yerel siyasetin, yerel çalışmanın hiç mi önemi yok? Elbette var. Hatta bu yazı boyunca söylenenler, saldırının odaklaştığı alanlar olarak yerel birimlerdeki mücadelenin öneminin arttığına işaret ediyor. Yerelleştirme eleştirisi ve “yerel demokrasi” oyununa katılmama çağrısı ile bu saptama arasındaki tutarlılık ise şurada: Sınıfın sınıfa karşı mücadelesi anlamında merkezi, genel ve ülke çapında olması gereken siyasetin her yerelliğe, her birime götürülmesi ve her ortamda o ortamın koşullarını da kapsayarak yeniden üretilmesi gerekiyor.

Bütün yerellikler “ülke” kavramının içindedir ve komünistlerin sermayenin saldırısını en çok yoğunlaştığı alanlarda da püskürtmesi can alıcı önem taşımaktadır.

17 Şubat 2004.

Dipnotlar

  1. Hal Draper, Karl Marx’s Theory of Revolution, Volume IV: Critique of Other Socialisms, Montly Review Press, New York, 1990, s.109
  2. Aktaran, Hal Draper, agy. s.115
  3. agy.
  4. Engels’in Cuno’ya 24 Ocak 1872 tarihli mektubu, aktaran H. Draper, agy.s.137
  5. agy.s.116
  6. Haluk Yurtsever, Sınıf ve Parti, Etki Yayınevi, İkinci Baskı, İstanbul, Ekim 1992, s.125-126
  7. Engels, On Authority, Marx and Engels Selected Works in three volumes, Cilt :2, s. 376-378, Progress Publishers, Dördüncü Basım, Moscow 1977.
  8. Marx-Engels, Komünist Parti Manifestosu, Almanca’dan çeviren: Erkin Özalp, NK Yayınları, İstanbul, Üçüncü baskı, Mart 2003, s.30
  9. Lenin, Collected Works, C. 20, s. 46, Progress Publishers, Moscow, Üçüncü baskı, 1977.
  10. Agy. Cilt:20, s. 45
  11. Marx, The British Rule in India, Marx-Engels, Selected Works in three volumes, cilt. 1, s. 492, Progress Publishers, dördüncü basım, Moscow, 1977.
  12. Marx-Engels, Selected Works, agy. c.3. s. 157
  13. agy.c.2, s.394
  14. Marx, The Civil War in France (Fransa’da İç Savaş) Selected Works, agy. c. 2s. 222
  15. Aktaran Lenin, Collected Works, cilt: 15, s.173
  16. Lenin, agy.
  17. Lenin, agy, c.13.s.332
  18. agy, s.336
  19. Engels’in Sorge’ye 18 Ocak 1893 tarihli mektubu. Marx and Engels Correspondence, International Publishers, 1968. www.marxist.org’dan alındı.
  20. SHP gibi bir partinin 28 Mart 2004 yerel seçimleri sürecinde, arkasına ÖDP, EMEP, SDP türünden partileri ve DEHAP’ı katarak canlanma belirtileri gösterebilmesinin başka şeyler yanında “belediye sosyalizmi” anlayışının gücüyle ilgili olduğunu düşünmek gerekiyor.
  21. Tom Cahill, Co-operatives and anarchism: a contemporary perspective, For Anarchism, History, Theory and Practice, Edited by David Goodway, Routledge, London 1989, s.237
  22. agy. s.1
  23. Martin Schain, French Communism and Local Power, London, Frances Printer 1985, p.43
  24. agy.s.35
  25. agy.s.43
  26. Carl Marzani, The Promise of Eurocommunism, West Part Conn.Hill, 1980. s. 169
  27. Communists in the Municipalities, Experience and Problems of the Left Giuntas in Italy, World Marxist Review, October 1977. s. 50
  28. Communists in the Municipalities, Experience and Problems of the Left Giuntas in Italy, World Marxist Review, October 1977. s. 50
  29. Martin Schain, agy.s.36
  30. Carl Marzani, The Promise of Eurocommunism, s.183-184
  31. agy.s.103-104
  32. Martin Schain, agy. s. 45-46
  33. Communists in the Municipalities, agy. s. 52
  34. agy.s.60
  35. agy.s.67
  36. Carl Manzini, The Promise of Eurocommunism, agy. s. 187
  37. The Italian Road to Socialism: An Interview by Eric Hobsbawm with Giorgio Napolitano of the Italian Communist Party, Translated by John Combrett Victoria De Grazia, London, Journeyman Press 1977, s. 115
  38. Ali Ekber Doğan, Birikimin Hamalları, Kriz, Neo-Liberalizm ve Kent, Donkişot Yayınları, İstanbul, Mayıs 2002, s. 91
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×