Yirminci Yüzyılda Ulusal Sorun ve Milliyetçilik

“Arkadaş, güzel şeyler söylüyorsun ama, acaba “filanca” konuda ne getiriyorsun?”

Türkiye solunun 1980 öncesinde kendi bünyesindeki iletişim ağında sık sık rastlanan bir soru türü oldu bu. Bir anlamı da vardı

Türkiye solu kendi içerisine yönelik olarak, dört-beş tane ayrışma noktası yakalamıştı. Bir hareket filanca konuda bunu diyordu, ama örneğin, Sovyetler Birliği üzerine ne getiriyordu? Gerçekten önemliydi. 1980 öncesinde pek de derin sayılamayacak bir teorik birikim ile yaşayan Türkiye solcusu, hiç değilse kimi konularda ayrım noktalarını kavrayabiliyor, fazla yol açıcı olmasa da parti, sosyalist sistem, faşizm, ittifaklar, devrim stratejisi gibi konular üzerinde düşünebiliyordu.

Üzerinde düşünülen ve “arkadaş” diye başlanılan konulardan birisi de “ulusal sorun”du.

Türkiye solu, yukarıda bazılarını sıraladığım önemli sorunların hemen hepsinde aşırı kategorik düşünmeyi tercih etti. Bu pek de zararlı olmadı. Sovyetler Birliği’ne “sosyalist”, “revizyonist”, “sosyal emperyalist” diyenler arasında, sırf böyle dedikleri için bile çok önemli ayrımlar vardı. Bu tanımlamalar anlamlıydı, bugün de anlamlı.

“Arkadaş, Türkiye’de faşizm süreklileşmiştir” diyenlerle faşizmi ancak “tırmanabilen” bir şey olarak görenler arasında da önemli ayrımlar vardı. Faşizm ile burjuva demokrasisi arasında kesin sınırlar çizmeyip, burjuvazinin iktidar biçimlerinin çeşitliliğine işaret etmek isteyenler, belki kimi tanımlar geliştirmekte çok iddialı olmadılar ama, onların da varlığı önemliydi. Bu tartışmalar, oldukça önemliydi…

Ulusal sorun söz konusu olduğunda da benzer bir üslup tutturuldu. Sorun, bir “halk” ile mi ilgiliydi, yoksa bir “ulus” mu söz konusuydu? Veya her iki tanımın da ötesinde “milliyet” kavramı mı esas alınmalıydı? Bu ve buna benzer şeyler tartışıldı, “emperyalizmin bir iç olgu haline geldiği”nden, “ulusal pazarın oluşması”ndan sözedildi.

Unutulan bir şey vardı. Kimi teorik çıkış yollarına sahip olsa bile, ulusal sorun sosyalist hareketin karşılaştığı başka sorunlara göre biraz daha politik, hatta zaman zaman pragmatik çözüm yollarını gerektiren bir sorundu. Türkiye solu, zorunlu bazı ilkesel konular üzerinde tartışırken, bu politik özü çoğunlukla kaçırdı. Yazımın son bölümünde değinmeye çalışacağım.

Yine bu yazıda, şimdiye kadar sorunun aslında tam da içinde olan ama Türkiye’de ulusal sorun tartışılırken hiç de önemsenmeyen bir bağlantı noktasını incelemeye çalışacağım: Milliyetçilik…

Ve doğal ki, bu anlamda küçümsenemeyecek bir deney oluşturan 1917 ve sonrasındaki gelişme ve tartışmaları esas alacağım.

Bu bölüme geçmeden önce, ulusal sorunun bir özerk tartışma alanı olmadığını hatırlatmak gerekiyor. Bu sorun, sosyalist devrim sürecine ilişkin tartışmaların dışında, ona yabancı bir şey olarak görülmemelidir. “Ulusların mukadderatlarına sahip olma meselesi, tecrit edilmiş, kendi kendine yeten bir mesele değildir; bugüne tabi ve bütün içinde tetkik edilmesi gereken sosyalist devrimin genel meselesinin bir parçasıdır” 1

Daha sonra sık sık değineceğim, Lenin ve Stalin ulusal sorunu ısrarla sınıfsal süreçlerin, çelişkilerin yol açtığı devrimci dinamiklere bağlama yolunu aradılar. Sosyalist hareketin teorik-pratik geleneğinde bu politik kaygı her zaman kendisini gösterdi. Bu geleneğin unutulmaması için sürekli olarak çeşitli uyarılarda bulunuldu. Proletaryanın ulusal sorunu kendi sınıf mücadelesinin ve proleter devriminin gereklerinin dışında bir şey olarak değerlendirmesinin yol açacağı sakıncalar hep hatırlatıldı2

Ve ortaya şu çıktı:

Sosyalistler ulusal soruna, sosyalist devrim sürecinin çıkarları adına, yararcı bir biçimde yaklaşırlar.

Ulusal sorunun sosyalist hareket açısından olmazsa olmaz ilkeleri, “ayrılma hakkı” ve daha genel olarak “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” sosyalist devrim sürecinin çıkarları ile beraber ele alınmalı, onu örten, ona üstün bir konuma getirilmemelidir.

Ulusal soruna ve onun olmazsa olmaz ilkelerine sosyalist devrim sürecini örten bir nitelik kazandırmak milliyetçiliktir,ciddi bir sağ sapmadır…

1917: Yine Öğretici

Rusya, 1905 Devrimi ile, varolan bir nesnellik üzerinde hızlandırıcı bir etkide bulunarak, çeşitli bölgelerde ulusal kurtuluş kavgalarına moral-ideolojik güç verdi.

1917’nin hem etkisi, hem de kılıcını attığı nesnellik, 1905’in çok ötesinde oldu. Rus Devrimi, ulusal kurtuluş hareketleri anlamında da özellikle Doğu halklarına daha büyük bir coşku verdi, umut kaynağı oldu.

1917 Ekim Sosyalist Devrimi, emperyalizm çağının, yerini kapitalizmden sosyalizme geçiş çağına bıraktığı bir dönemi başlatmıştır. Sosyalist devrim çağında marksizm yeni bir soluk kazanmıştır. Teorik ve pratik olarak.

İşte bu çağın eşiğinde, Ekim Devrimi’nden önce Rosa Luxemburg, Birinci Emperyalist Savaş’ın da etkisiyle, ulusal kurtuluş savaşları döneminin kapandığına inanmıştır. İnananlardan yalnızca bir tanesidir. Bütün devrimci dinamikleri sosyalist devrim sürecinin hanesine yazma kavgası veren Lenin, Rosa’nın Junius Pamphlet’te yer verdiği bu görüşleri eleştirmiştir. Emperyalizm ve sosyalist devrimler çağında, eşitsiz gelişimin, eşitsiz çelişki birikimine yol açması anlamında, ulusal kurtuluş hareketlerinin “tükenmesi”nin henüz mümkün olmadığı tezini savunmuştur.

İşte burada Lenin’i, sosyalizme geçiş çağının başlangıcında, burjuva demokratik devrim süreçlerine prim verme durumuna düşmekten kaçınan bir titizlik içerisinde görüyoruz.

Lenin, Rosa’ya itiraz ederek tükenmediğini ileri sürdüğü ulusal kurtuluş süreçlerini, önce dünya sosyalist devrim sürecinin, daha sonra da (ve daha somut olarak) tek ülkede sosyalizmin kuruluşu sürecinin içerisinde, onun hemen yanıbaşında bir dinamik olarak değerlendirdi. Bu nedenle “bütün”ün, yani dünya sosyalist devrim sürecinin, ilk ve belli bir süre tek kazanımı Rus Sosyalist Devrimi’nin çıkarları, hatta geleceği ile, mevcut bütün devrimci-ilerici dinamikler arasında bir uyum arayışına girdi. Bu arayış içerisinde hiçbir fırsatı kaçırmadı.

1917 Devrimi’nin gözlükleri olmadan, Lenin’in ve daha sonra Stalin’in azgelişmiş ülkelerdeki ulusal kurtuluş sorununa yaklaşımlarını anlamak mümkün olmayacaktır.

1917’nin mimar ve yandaşları tarafından toplumsal devrim, gelişmiş ülkelerde proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesi ile, geri ve ezilen ulusların devrimci-demokratik kavgalarının bir toplamı olarak görülüyordu. Yani, ulusal kurtuluş hareketleri bir “bütün” içerisinde değerlendiriliyor, yalnızca iç dinamikleri çerçevesinde değil, o “bütün” içerisindeki yerleri bağlamında da ele alınıyordu. Çok kısa bir sürede o bütünü, tek ülkede sosyalizmin kurulması misyonu belirlemeye başladı. Ulusal kurtuluş başlığı altında topladığımız ve oldukça değişik karakterler taşıyan bir dizi süreç, bu misyonun yanıbaşında, iç dinamiklerinden giderek bağımsızlaşan bir biçimde, yer almaya başladı.

Şimdi, Sovyet Rusya’nın, yani sosyalist ülkenin savunulması ile ulusal kurtuluş süreçleri arasındaki bağların açılabilmesi için yararlı olduğuna inandığım bir aktarma yapmak istiyorum:

“Özellikle iç savaşa yol açıdan müdahaleler sonuçsuz bırakıldıktan sonra, yani 1922 sonrasında, Avrupa bitkin düşüyor. Artık Avrupa’nın Sovyetler’e el kaldıracak, onu Batı’dan sıkıştıracak gücü kalmıyor. Ta ki, 1933 yılında Nazilerin iktidara gelişine kadar. Aradaki dönemde, Lenin ile Stalin’in gördüklerini, emperyalizm de görüyor. Görünen şu: Avrupa’da bir denge var; Avrupa ne devrim yapacak, ne de Sovyetler’i ciddi biçimde tehdit edecek güçte. Avrupa işçi sınıfı devrim yapacak durumda değil. Ama Avrupa burjuvazisi de Sovyetler’i sıkıştıracak güçten uzak. 1923-33 arasında, Avrupa’da böyle bir denge oluşuyor.

“Sonuçta, Avrupa güç toplayıncaya kadar, ‘Sovyetler’e nefes aldırmayacak bölge’ olarak Asya ön plana çıkıyor. Emperyalizmin ilk ‘yumuşak karın’ stratejisi böyle biçimleniyor. Yani, genç Sovyetler’i güneyden kuşatıp onu sürekli sıkıştıracak bir zincir. Bu zincirin Batı’daki ilk halkası Türkiye. Zincir, İran, Afganistan, Hindistan halkaları ile Doğu’da Çin’e ve Japonya’ya uzanıyor. “Batı’da Türkiye Doğu’da ise Çin ve Japonya en önemli halkalar. Anti-sovyet düşmanlık zincirinin iki başında bu ülkelerdeki operasyonlar yer alıyor. 1923-33 arasında dünyadaki politik gelişmelerin göreli ağırlık merkezini bu zincir oluşturuyor. Yani Sovyetler’in yumuşak karnı.3

Yukarıdaki aktarmada bu dönem 1923 yılından başlatılıyor. Ancak, bizzat 1917’den itibaren, genç sosyalist devletin özellikle İngiltere’nin çıkarlarına (devresel olsa bile) çomak sokacak bütün hareketleri destekleme, bu anlamda kendi sınıf konumundan fedakarlık etme çabasında olduğunu biliyoruz. Bir eğilim olarak 1917’den itibaren varolan, 1923’ten yani Avrupa’da devrimci dalganın sönmesinden sonra mutlak bir davranış biçimi haline geliyor.

Lenin’in ulusal kurtuluş hareketleri üzerine tezlerini birazdan açacağım. Ancak hemen belirteyim, Lenin’in tezleri sömürgeler üzerine kuruludur. Bu bir an olsun unutulmamalıdır. Lenin’in ulusal kurtuluş mücadeleleri, hatta genel olarak ulusal sorun üzerine olan tezleri, Birinci Savaş’ın üstüne denk gelmiştir. Sömürgelerin paylaşımının ve gerek iki emperyalist kamp arasındaki çekişmenin yarattığı fiziki boşluk ve gedikler, gerekse de savaşın ulusal bilincin şekillenmesinde önemli bir etkide bulunması yüzünden yükselen ulusal kurtuluş hareketleri, Lenin’in tezlerine damga vurmuşlardır.

Bugün, dünyamızı tarayacak olursak, sömürge sisteminin bir-iki istisna ile yıkıldığını söylememiz gerekir.

Bu hatırlatmadan sonra, Lenin’in özellikle Doğu’daki ulusal süreçlere yönelik değerlendirmelerine geçebiliriz.

Daha önce de vurguladığım gibi, dünya sosyalist devrim süreci, bugün de süregelen bir süreçse, bu sürecin 1917 sonrasındaki “bütün”lüğüne, önemli bir süre Sovyet Rusya ağırlığını koymuştu.

Lenin her fırsatta bu gerçeği dile getirdi. Doğu halklarının devrimci mücadelesinin ancak Sovyet Cumhuriyeti’nin uluslararası emperyalizme karşı mücadelesi ile doğrudan birleşmesi yoluyla sağlıklı gelişebileceğini ileri sürdü4

Ulusal kurtuluş hareketlerinin üzerine 1917 Ekimi’nin gölgesi siniyordu. Kaçınılmaz olarak…

İlginç bir dönemdi bu. Emperyalist sistemin topyekün bunalımı, bölgesel halta ulusal denilebilecek bir ürün olan Sovyet Rusya’yı yaratmış, zincirin zayıf halkası kırılmıştı. Halkanın kopması bir eşitsizlik sonucu olduğu gibi, kopma, yeni eşitsizliklere de kaynaklık etti.

Kopan parça, gelişmelerin merkezi oldu. Objektif tarihsel koşullar bu halkanın merkeze alındığı bir savunma konumunda, Doğu’nun ve Batı’nın tüm devrimci hareketlerini birleştirmeyi zorunlu kılıyordu.5 Tek tek devrim süreçlerinin saldırı konumunda olması, bir bütün olarak, kurulan hattın savunmacı niteliğini engellemiyordu. Dünyanın bütün ilerici güçleri, kendi taşıdıkları gücü, ama bilerek-ama bilmeyerek, bu savunma hattının örülmesinde kullandılar. Bu süreç, Rus Bolşevikleri tarafından teorikleştirildi. Tabii ne ölçüde teorikleştirilebilirse, o kadar…

Bu nedenle, söz konusu savunma hattının ideolojik ve teorik uzantılarına hep ihtiyatla ve anlayışla yaklaşmak zorunludur.

Kesinlikle ihtiyatla yaklaşmak gerekir.

İhtiyatla yaklaşılması gereken, azgelişmiş ülkelerde burjuvaziye yüklenen “ilerici” misyonlardır

Lenin 1919 yılında, Doğu halkları için temel görevin kapitalizme karşı değil, ortaçağ kalıntılarına karşı mücadele etmek olduğunu vurgulamıştır6 Buna ve benzeri tezlere ancak ihtiyatla yaklaşılır.

“Kendinize temel olarak uyanmakta olan burjuva milliyetçiliğini almalısınız”7

İhtiyat ve anlayışla…

Dünya devrimini, kesintili, sıçramak ve eşzamanlı yürümeyen bir süreç olarak değerlendiren Lenin, bazı yörelerin dünya devrim sürecine sınıfsal değil, ulusal bir renk çalmasında hiçbir sakınca görmemiştir. İdeolojik olarak ihtiyatla yaklaştığımız bu tez ve politikalar, son derece önemli yardımlarda bulunmuştur tek ülkede sosyalizmin savunusuna…

Lenin, Doğulu toplumların dünya devrimine olan katkılarını belli bir süre boyunca “ulusal” sınırlar içerisinde tutmanın neden olacağı sıkıntıları, daha henüz her ülkede yola ilk çıkışın acemiliğini taşıyan partilerin tökezleyebileceğini biliyordu.

Özgürlük, zorunluluğun kavranmasıydı…

Zorunluluk ise, kimi risk ve olumsuzluklara karşı “özgür” olmayı gerektiriyordu.

Bu nedenle, Lenin’in risk ve olumsuzlukları azaltmaya yönelik çabaları fazla önem kazanmadı. İlk sosyalist ülkenin lideri, “biz her burjuva demokratik devrimi değil, yalnızca ulusal demokratik olanları destekleriz” derken, ikisi arasında büyük bir fark olmadığını da biliyor ve belirtiyordu.

Doğu ülkelerinde dünya devrim sürecine katkı, azami hedeflerden geri basılarak gerçekleşecekti.

Bolşevikler, son derece önemli liderlerini Doğu halklarının antiemperyalist konumlarını pekiştirme mücadelesine sürdüler. Lenin’in yanı sıra Stalin, Radek, Ordjonikidze, Çiçerin, Mikoyan, Krestinskiy, Lapinskiy, Marimanov gibi önemli isimler kapitalistleşme anlamında fazla yol katetmeyen toplumların sorun ve pratikleri ile tek ülkede sosyalizmin savunulması arasındaki ortaklıkları bulmaya çalışıyorlardı.

Temel hedef buydu. Temel hedef bu olunca, kimi yerlerden itirazlar gelecekti.

İtiraz edenlerin bir bölümü gerek Rus, gerekse Batılı “sol”lar olacaktı ve oldu.

Diğer itirazlar ise, kendilerine “mütevazı” hedefler koymayı belki biraz abarttıkları güçlerine yediremeyen Doğulu komünistlerden gelecekti ve geldi.

Bu Doğulu komünistler içerisinde, itirazlarını en sistematik hale getireni çok renkli ve biraz fazla zigzaglı bir yaşantısı olan Manabera Nath Roy oldu. 1920 yılında Komintern’in İkinci Kongresi’nde, 31 yaşındaki bu Hintli devrimci, Lenin’in tezlerini şiddetle eleştiriyordu. Ulusal kurtuluş hareketlerine ilişkin birçok konuşmacının söz aldığı oturumlarda, ülkesini değil, Meksika Komünist Partisi’ni temsil eden Roy, Lenin’in önerilerinin yeni uyanmakta olan sınıf bilincini örteceğini ileri sürüyordu. İtalyan Serrati’nin de desteklediği bu görüşler başka birçok delege tarafından benimseniyordu.

1920 yılında otoritesi, yaptırım ve ikna gücü zirvede olan Vladimir İlyiç, sömürgeler sorununa ilişkin görüşlerini kabul ettirmede güçlük çekti. Hatta fazla önemli olmasalar da, tezlerinde bazı değişiklikler yapmak zorunda kaldı.

Asyalı devrimciler, 1917’nin yarattığı olumlu etki ile beraber, Doğu’nun azgelişmiş toplumlarının girdiği dönemeci, biraz da görmek istedikleri biçimde gördüler; öyle değerlendirdiler. Türkiye ve birkaç ülkedekiler dışında Asya’da III. Enternasyonal tarafından kendilerine yüklenen destekleme görevinden hoşnut olan pek kimse yoktu. Hatta öyle ki bazı Asyalı devrimciler devrimin merkezinin Doğulu toplumlara kaydığını bile söylemeye başlamışlardı. Bu görüşü 1920’lerde savunanlardan birisinin o zamanın Niguen Hiu Kuo’su daha sonranın bir onurlu Devlet Başkanı Ho Chi Minh olduğu biliniyor.

Doğu halkları için tek güncelliğin sosyalizm olduğunu ileri süren Roy ve yandaşlarının düşünceleri bir özlemdi. Lenin’inkiler ise acımasız realite…

1918-1945 arası dönemi sosyalizmin gerçekçilik ve özlemler arasındaki dengede çubuğu hep gerçekçilikten yana bükmek zorunda kaldığı bir dönem olarak düşünmek gerekiyor. 1920 yılında III. Enternasyonal için kaleme alınmış ve ağırlıklı olarak Alman, İtalyan ve İngiliz sosyalistlerine hitap eden Sol Komünizm ile yine 1920 yılında Doğu halklarına sosyalizmin dışında güncelliklerin varolduğunu hatırlatan tezler, daha sonra değineceğim marksist teorinin ulusal sorun üzerine olan literatürünün önemli bir bölümü ile aynı dönem ve ruha denk düşer; bir çakışma da vardır.

Tek ülkede sosyalizmin savunulması döneminin “milliyetçi” eğilimlere az da olsa prim veren politikaların bağrında doğan teorik yaklaşımların hiç değilse bir bölümü ihtiyatla değerlendirilmeli, mutlaklaştırılmamalıdır.

Sovyet iktidarının ve III. Enternasyonal’in öğütleri Çin, Türkiye, Afganistan, Moğolistan, İran, Mısır ve Hindistan üzerinde yoğunlaştı. Çok özgün bir geçiş süreci ile sosyalizme yönelen Moğolistan dışındaki ülkeler, 1920’ler 30’lar söz konusu olduğunda Roy’un kaygı ve itirazlarını haklı çıkardılar.

Ancak sorun bu değildi. Rus Bolşevikleri ve dönemi tek ülkede sosyalizmin savunulmasının belirlediğini düşünen Batılı marksistler, sömürgeler üzerine geliştirilecek politikaların kimi zaman trajik sonuçlar doğuracağını zaten biliyorlardı. Bu nedenle sürekli olarak, bu politikaların Sovyet Rusya’nın verdiği yaşam savaşı ile birlikte yol aldığını hatırlatmışlardır. Tarih, onları da bu anlamda haklı çıkarmıştır.

Afganistan, Mısır, Hindistan ve Irak’ta genç burjuvazinin, hatta kimi feodal güçlerin öncülük ettiği İngiltere karşıtı hareketlere, sınıf sloganları ile karşı çıkılmaması, Kore, Çin, İran ve Türkiye’nin de nesnel olarak anti-Sovyetizm’den uzak durmaları, genç sosyalist ülke için büyük bir soluk alma kolaylığı sağlamıştır. Yukarıda sayılan bütün bu ülkeler, Sovyetler’in güney ve güneydoğu güvencesidir.

Sömürgeler üzerine tezler bu bağlamda, hatta kimi zaman yalnızca bu bağlamda ele alınmalıdır.Yoksa örneğin Türkiye’de örneğin Hindistan’da önerilen stratejilerin sosyalist devrim sürecini zorlamaya dönük o perspektif içerisinde bir ara aşama niteliğinde olduklarını söylemenin olanağı yoktur. Bu nitelik aranmamalıdır. Artı, ulusal kurtuluş savaşlarına ilişkin evrensel noktalar içerse bile bu tezler “ulusal sorun” için mutlaklaştırılmamalıdır.

Bu bölümü bir gözlemle kapatmak istiyorum. Lenin’in örneğin Sol Komünizm ve “sömürgeler üzerine tezler”inde kendisini “sağ”a çektiğini söylemek mümkün. Bu anlamda Batı’ya ve Doğu’ya yapılan tavsiyeler hep iki sözcükle özetlenebilir: Temkin ve sabır…

Aynı sırada içerde, yani Sovyetler’de durum nedir?

Konumuz ile ilişkili olarak ise, geçici ve sınırlı kimi uzlaşmalar dışında son derece geri bölgelerde bile ulusallığa prim verilmemiş, Sovyet Rusya, egemenliğini sürdürebileceği tüm bölgelere şöyle veya böyle sosyalist kimlikle girmiştir.

Konumuzla ilişkisiz olarak ise, örneğin dış politikada İngiltere’ye düşman hemen her güce belli oranlarda arka çıkıldığı hatta Alman gerici çevrelerine bile yarı alaycı da olsa “bizi çok seviyorlar” denilen bir dönemde Lenin, uluslararası bir toplantıda Rusya’da bundan böyle Menşevikleri kurşuna dizmeyecekleri yolunda taahhütte bulunan Bolşevik delegasyonu şiddetle azarlamıştır…

Dışarıda düzenli ve ilkeli esneklik sınırlı geri çekilme…

İçerde mutlak otorite…

Güncel Olan Ne?

İçerde sosyalizm…

Yüzü aşkın halkın yaşadığı Rusya’da 1917 Ekimi’ne hiçbir zaman ulusal bir damga vurulamamıştır. Oysa Rusya, Lenin’in deyimiyle bir “uluslar hapishanesi”dir. Böyle olmasına karşın, Rus sosyalist devriminde ulusal temalar söz konusu nesnellik oranında olmamıştır.

Kavga önemlidir burada…

Rusya’da demokrat tepki ve hareket geleneği, tarım sorunu çevresinde yoğunlaşmıştı. Büyük bir nesnel sorun teşkil eden ulusal sorun ise bu anlamda hep geri planda kalmıştı. 1917’de, ulasallığın önemli bir damga vuramamasının bir nedeni budur. İkincisi ise hep tekrar ediyorum ve edeceğim; sosyalist mücadelede esas olan sınıfsal kategorilerdir. 1917’de bunun üzerine kurulmuştu. 1917 Şubatı demokrat bir içerik ile “mili şuralar”ı (işçi, köylü, asker, sovyet-şuralarının yanısıra) ortaya çıkardıysa, Ekim bunları yerle bir etmiştir. Bunlar ile beraber sınıf uzlaşmacılığını da…

Bolşevikler, Rusya’daki dinamiği, ulusallığın çok ötesinde görmüşlerdir. Buna göre davranmışlardır. Rusya’nın güncelliğinin “ulusal demokrat” hedefler ile sınırlandırılamayacağını düşünmüşlerdir.

Burada biraz durup, marksizmin önemli iki özelliğine dikkati çekmek istiyorum.

Birincisi marksizm için sınıfsal olan ulusal olana göre hep ayrıcalıklıdır. Teorik olarak bu zaten böyledir; siyasi mücadelede ise sınıfsal kategorilerdir sosyalist programın iskeletini oluşturan.

İkincisi marksist teori sınıfsal çelişki ve bu çelişkilerin yataklık ettiği çeşitli sorunlar üzerinde daha kalıcı ve olgun çözümlemeler yapmıştır ve doğrusu da budur. Ulusal olan ve özel olarak ulusal sorun bu teorik olgunluk ve otoritenin biraz uzağındadır.

Bu iki özelliğe değindikten sonra günümüzde ulusallaşma ve sınıf mücadeleleri arasında ilişkiye geçmek istiyorum.

Emperyalizm çağında kapitalizmin sınır tanımayan bir uluslararasılaşması söz konusudur. Ulusallaşma da kimi zaman bu uluslararasılaşmaya bir tepki kimi zaman da tohumları iç dinamiklerindeki bir evrenin gecikmiş dışavurumu olarak ortaya çıkmaktadır. Veya bunların her ikisi de aynı anda geçerli olabilmektedir.

Ancak sermayenin uluslararasılaşması bir sonucu da beraberinde getirmiş ulusal demokrat çıkışların antiemperyalist mücadele anlamında tamamen yetersiz kalmalarına neden olmuştur.

Ulusal kurtuluş mücadeleleri üzerinde durulurken bu yetersizlik hiç unutulmamalıdır.

Yüzyılımızda iki kez birincisi 1918-1925 arası ikincisi 1939-1970’ler arasında yoğunlaşan ulusal demokratik süreçlerin aynı yoğunlukta bir kez daha tarih sahnesine çıkmaları gerek emperyalist sistemin bugünkü entegrasyonu gerekse de ülkelerin tek tek iç dinamikleri açısından olanaksızdır.

Bugün gelişmiş ve azgelişmişinde bütün ülkelerde sınıfsal dinamikler ön plana çıkmaktadır.

Ulusal kurtuluş mücadeleleri büyük ölçüde tamamlanmıştır.

Bugün ulusallığın belirlediği mücadele ve tepkiler nesnellik ve etkinlik anlamında giderek önemsizleşmektedirler.

Ama bugün dünyanın hemen her ülkesinde bir şekilde ulusal sorun vardır. Ulusal kurtuluş hareketlerinin tarihsel misyonunun hemen hemen tamamlandığını söylerken ulusal ayrılıklar ve ulusal çelişkiler nedeni ile varlıklarını koruyan siyasal ve toplumsal sorunları yok saymak mümkün değildir. Tam tersine dünyanın birçok ülkesinde ulusal nitelikteki sorunlar çözüm beklemektedir. Biz ulusal nitelikteki sorunların ulusal çözümlere sahip olamayacağını söylüyoruz; hepsi bu!

Ulusal nitelikteki sorunlara ulusal çözüm yolları arayanlar ise hep olacak. Bunlarla hep mücadele edilmesi gerekiyor.

Özellikle ezen “sınıf-millet-ülke” emperyalist olmadığı oranda ulusal sorunun çözümünde sınıfsal özün altının iyice çizilmesinde büyük yarar vardır.

Emperyalist bir ülkenin bünyesinde ezen ulus-ezilen ulus ilişkisinin bulunduğu hallerde ulusal kimlikli bir mücadelenin özellikle uluslararası dengeler açısından belli bir işlevi olabilir. Ancak bu durumda da bu işlevi abartmamak genelleştirmelerden kaçınmak gerekiyor.

Türkiye’de ise hangi türden olursa olsun bir milliyetçi akım ve ideolojinin devrim sürecinde ilerici konum alabilmesi mümkün değildir.

Kapitalizmin belli bir gelişkinliğe ulaştığı yerlerde ulusalın altının çizilmesi yanılsamaya yol açma anlamında ciddi sorunları ortaya çıkaracaktır.

Ulusal sorunun ulusal ayrımcılığın sınıf mücadelesinin üzerine gölge düşürmesi anlamında burjuvazi tarafından körüklendiği dönemler hep olmuştur. Ermeni-Kürt-Çerkes çatışmaları ABD’de İrlandalılar’ın zencilere karşı kullanılması sözünü ettiğim duruma çarpıcı örneklerdir.

Bugün Sovyetler’de Kazaklar ile Ruslar Azerbaycanlılar ile Ermeniler arasındaki sürtüşmeler yalnızca hatta temelde ulusal sorunun çözümündeki pratik yanlışlıklardan kaynaklanmıyor. Cumhuriyet parti yöneticilerinin bu sürtüşmelerde taraf olmaları hatta açıkçası ulusal tepkilere sözcülük etmeleri sosyalistlerin ayrımcı psikoloji ile oynarken ne kadar dikkatli olmaları gerektiğini göstermiştir. Sorunlar sosyalist ideolojinin kimi zaman milliyetçi ögeleri içine alması ve belli dönemeçlerde bunları kusmasında düğümlense de bu ulusların siyasi önderlerinden daha dikkatli ve ilkeli yaklaşımlar beklenebilirdi.

Konumuz Sovyetler’deki sorunlar değil. Konumuz ulusal sorunun yanılsamaya yol açıcı etkileri ile ilgili…

Ulusal sorunun ulusal çelişkilerin varlığı kimi yanılsamalara işçi hareketinin birliğini zayıflatıcı sonuçlara neden olabilir. Yalnızca ezilen ulus açısından değil.

Ulusal sömürünün varlığı ezen ulusun işçi sınıfında da (ekonomik sus paylarından sözetmiyorum) bir psikolojik gericiliğe yol açabilir. Bunun en çarpıcı örneği geçmişte Hollanda ve Fransa olmuştur. Cezayir kurtuluş mücadelesinde büyük bir bocalama içinde olan işçi sınıfının Fransız burjuvazisinin çizdiği ideolojik çerçeveyi aşmakta güçlük çektiğini bunun Fransız Komünist Partisi’ni bile etkilediğini biliyoruz.

Ancak ulusal baskıların gündemde olduğu her ülkede ulusal baskı ekonomik ve siyasal açıdan işçi sınıfında benzer bir etki yaratmaz.

“Milliyetçilik” tehlikesi üzerinde daha somut bir biçimde durmakta yarar bulunuyor. Şu anda dünyamızda ulusal mücadele anlamında en fazla öne çıkan Filistin halkının mücadelesidir. Bu mücadele evrensel bir temele çok zor oturur. Ancak bundan daha önemli bir sorun vardır. Filistin’deki mücadelenin ilerici ve demokrat olması (sanıldığından farklı nedenlerden böyle) Filistin burjuvazisinin Arap milliyetçiliğinin ve İslam radikalizminin iç karartıcı etkisini unutturmamalıdır.

Unutmaya başlayınca İran hatırlatılmalıdır.

Burada artık milliyetçiliğin sosyalist hareket için ne anlama geldiğini açmamız gerekiyor.

“Milliyetçilik, ulusu sosyal varlığın tarih dışı, sınıf dışı en yüksek biçimi olarak tanımlayan ve sınıf ilişkileri ve engelleri de içinde olmak üzere bütün öteki biçimlerini geri plana iten bir ideoloji ve politika ve aynı zamanda bir psikolojidir” 8

Milliyetçilik varsa hatta ulusallığın altı çiziliyorsa sınıflararası işbirliği de vardır. Veya onun için bir zemin…

Filistin’de de Sri Lanka’da da Türkiye’de de…

Bunun birtakım sonuçları vardır. Bu sonuçlardan bir tanesi sınıf uzlaşmacılığına kurduğu sistemde bir yer vermeyen tarihsel materyalizmin hiçbir ulusal kurtuluş mücadelesine tam anlamıyla egemen olamayacağıdır. Bu egemenliğin söz konusu olduğu bir durumda ise sosyalist iktidar mücadelesi gündemdedir.

Sonuçlardan bir diğeri ise oldukça siyasaldır: Milliyetçilik tehlikesinin varolduğu her yerde ulusallık geriye çekilmelidir. Bu tehlike tarihsel siyasal ve kültürel olarak saptanabilir birşeydir.

Bu bölümün sonuna geliyoruz. Sona yaklaşırken bir sorunun cevabını almakta yarar vardır.

Marx yazdı, Lenin yazdı… Ulusal baskılar işçi hareketinin birliğini engelleyici bir nitelik taşır. Bu nesnel bir olguya parmak basmaktı. Burada soru şudur: Sosyalist devrim için ulusal baskıların ortadan kalkması zorunlu mudur?

Bundan sonraki bölümde vurgulayacağım. Bu konularda demokrat kazanımlar konusunda kestirmeci çözüm yoluyla hiçbir yere varılamaz. Soruya soru ile karşı çıkılır: Ülkenin veya bölgenin yakın geleceğine yönelik nasıl bir strateji izlenecek? Sosyalizm mi, konjonktürel ilericilik mi?

Bu sorunun cevabı belirleyicidir. Bu soruyu cevaplamak cesaret ister. Bu soru cevaplandığında bir ülke ya da bölgede “geleceğe” ulusal mı yoksa proleter bir damga mı egemen olacak o ortaya çıkacaktır. O konuda bir tercih yapılmış olacaktır.

Sosyalizm mi, konjonktürel ilericilik mi?

Bu soruya sosyalistlerin vereceği cevap bilinmeyen bir şey değil!

İlkeler ve Politika (İlkeli Politika-Politika İlkeleri)

Bundan önceki sayfalarda 1917’nin kimi öğretici özelliklerine değinmeye çalıştım. 1917’den yararlanmaya devam edeceğim ancak daha önce öne çıkardığım bazı noktaları özetlemek istiyorum.

Lenin’in ulusal sorun üzerine tezleri bir paylaşım savaşı ve bu savaşla beraber ortaya çıkan ulusal dinamiklere denk düştü. Dönemin etkin süreçlerini dikkate alarak geliştirilmiş tezler bugüne aynı kalıcılık ve etki ile uzatılamazlar. Bu anlamda ulusal soruna yaklaşımda her türlü nostaljik eğilim terkedilmelidir. Burada ilke ve deneyimlerden sözetmiyorum. Terkedilmesi gereken bu ilkelerin harmanlandığı somutluklardır; bunlara artık uzak durmak gerekiyor. Dünya 1920’lerde veya 60’larda değildir.

Yine önceki sayfalarda belirttiğim gibi Lenin’in tezlerinde bazı geri kalmış bölge ve uluslar söz konusu olduğunda burjuvaziye belli bir ilerici misyon yüklendiği doğrudur. Örneğin bu bugüne taşınamaz.

Lenin’in kimi teorik zorlamalar ile savunduğu politik açılımlar burjuvazinin evrensel olarak ilerici niteliğinin bittiği dönemin sınırlarında gezinmektedir. Çağ olarak…

Lenin de bunun bilincindedir. Örneğin kimi Asya ülkeleri için burjuvazinin ilericiliğinden sözederken “halen tutarlı demokrat” 9 “şimdilik gericiliğe karşı halkın yanında10 diye yazmakta bunu yaparken halen ve şimdilik kelimelerinin altını özellikle çizmektedir.

Lenin 1917 Ekimi ile yeni bir çağa girildiğini burjuvazinin bazı yörelerdeki ilerici konumunun kalıcı ve yapısal olamayacağını bilmektedir. Bilmenin de ötesinde hatırlatmaktadır.

Rus deneyiminin başka özellikleri de var. Rus deneyiminde “ulusal sorun” denince herhalde ilk akla gelen Polonya oluyor. 1917 öncesinde Ruslar’dan en fazla çeken gerçekten Leh halkıydı. Ancak Polonyalılar’da genel olarak varolan Rus düşmanlığı Polonya devrimcileri içerisindeki bazı kesimlerde tam tersi bir etki yaptı. Bir anlamda çubuk büktüler ve her zaman Rus sosyal demokratları ile beraber mücadele etmenin yolarını zorladılar. Belki ipin ucunu bile kaçırarak kendi uluslarını ilgilendiren bir soruna ulusal soruna zaman zaman kayıtsız bile kaldılar. İşin bu olumsuz yanı bir yana Polonyalı sosyalistler ulusal sorunu sınıf mücadelesinin önüne koymayarak önemli bir miras da bırakmış oldular. Bu ülkede sosyal demokrat işçi partisi Rusya’dan ve 84 Bulgaristan’dan daha önce kurulmuş ve önemli bir saygınlığa ulaşmıştı. Daha sonra Çeka bünyesinde çok önemli hizmetler veren Feliks Dzerjinskiy işte bu parti ile ezen ulusun partisi RSDİP arasında bir noktada kimliğini bulmuştur. Ortak mücadelenin en güzel örneklerinden birisi belki zamanla deforme olmaya başlamıştır ama önemli ürünler de vermiştir.

RSDİP tarihinde ayrımcılığın üzerine gidildiği dönemeçlerden birisi de 2. Kongre’dir. Burada sosyalist hareket içerisinde “özerk” bir adacık olma imtiyazını savunan Bundçular önemli bir darbe almışlardır. Bundan sonra Bundçuluk yokolmasa bile hiçbir zaman belli bir bölgedeki hareket üzerinde yönlendirici olamamıştır. Bu merkezi örgütlenmeyi savunanların önemli bir başarısıdır. Hem teorik hem de pratik olarak.

Bir diğer konu ulusal sorunun sosyalist iktidarda nasıl çözüleceğiydi.

Çok uluslu bir devlet olan Rusya’da Lenin henüz sosyalist iktidar mücadelesi sürecine girilmemişken “federatif” örgütlenmeye kesinlikle karşı çıkıyordu. Bu konuda yapılan tartışmalar da Rus devrimci hareketi içerisinde önemli bir yer tuttu. Lenin burjuva devletinin bağrında “geniş bölgesel özerklikleri” savunuyordu. 1914’te de “federal ilişkiden değil merkezileştirmeden yanayım” 11 diye yazıyordu.

Sosyalizmin güncellik kazanması ile beraber herşey değişti. İlk sosyalist devlet federatif temeller üzerine kuruldu. O temeller halen sağlam. Devrimci mücadelede henüz burjuva demokrat aşamanın psikolojik olarak aşılamadığı bir sırada Lenin federatif örgütlenme ile hem halklar arasındaki birleşik mücadele ruhunun önemli yararlar alacağını hem de ulusal sömürünün tamamen meşru bir nitelik kazanarak federasyonlar uyutmacası altında Rus ulusunun mutlak egemenliğinin pekiştirebileceğini düşünüyordu. Sosyalizmin gündeme geldiği 1917’de ise federatif örgütlenme ile ayrılma hakkını saklı tutan bir entegrasyon süreci başlatılmıştır.

Koşullar, perspektifler değişmektedir. İlkesel politika ve politika ilkeleri arasında bulunan bir sentez dünya sosyalist hareketinin yaratıcı eyleminde önemli bir yere sahiptir. Değişmeyen bu sentez arayışıdır…

1917 Ekim Devrimi gerçekleşmiştir. Ruslar Kazaklar’ın Don Kazakları dışındaki bölümü Ukraynalıların bir bölümü ve Gürcüler arasındaki ilişkiler buralardaki siyasi önderliğin de katkısıyla dostça bir niteliğe bürünmüştü. Ancak bazı uluslarda milliyetçi eğilimler enternasyonalist tutuma göre daha etkin bir konuma gelebildi. Devrimden sonra Bolşevik liderler bu milliyetçi direnişe son vermek için ellerinden geleni yaptılar. Zaman zaman doğru ve sağlıklı sonuç alabilmek için gerekli dozun ötesine bile geçtiler. Burjuva demokrat birikimi azgelişmiş yörelerde anti-sovyet bir cephenin içerisine itmemek için titizlik gösteren Lenin böylesi aşırılıkları dostça eleştirdi. 30 Aralık 1922’de Dzerjinskiy Ordjonokidze ve Stalin’e yönelttiği suçlamalarda olduğu gibi zaman zaman bu eleştirilerinde sertleşti 12 Milliyetçi hareketlere gerektiğinde “esnek” yaklaşılabileceğini vurguladı.

Esneklik gösterildi. Sovyet iktidarı Ermeni Azeri ve bazı Türk ulusları içerisindeki milliyetçi eğilim ve hareketlerle işbirliği yapa yapa yol aldı. Biraz da çaresizlikten. Bugünkü problemler sınır çizgilerinin belirlenmesindeki bazı hatalardan değil işte bu çaresizliğin yol çatığı kimi tavizlerden kaynaklanmaktadır. 70 yıldır sosyalizmi reel olarak yaşayan iki halk arasında “sınır”lar nedeniyle sürtüşme çıkmaz.

Eğer bazı bölgelerde sosyalist örgütlenme ve kadro sorunları ile karşı karşıya kalmasalardı Bolşevikler dönemin yaygın bir deyişiyle “Leningrad işçisinin ülküsünü Özbek, Türkmen, Kırgız halklarına benimsetmekte” pek zorlanmayacaklardı. Ancak okuma ve yazmanın mollalara ait bir imtiyaz olduğu kitap denince Kur’an dışında bir şeyin akla gelmediği bölgelerde kızıla yeşil çalındı. Bu politika başarılı da oldu…

Bugün bu başarının 70 yıldır eritilemeyen faturası ödeniyor. Çok önemli olduğu ve olacağı düşünülmemeli.

Artık bugüne doğru uzanmanın zamanı geldi. Geleneksel Sol’un “ulusal sorun” denildiğinde elinde önemli bir deney zenginliği bulunuyor. Sorun bu zenginliğin içerisinden kalıcı ve bugüne ışık tutucu ögelerin saptanabilmesinde.

Güncele İlişkin Notlar

Günümüzde ulusal kurtuluş hareketlerine baktığımızda bu hareketleri sınır ötesi güçlere karşı mücadele etmeyenlerinin bir kural olarak burjuva demokratik damga yediklerini görüyoruz. İdeolojik olarak. Filistin bu yükten kurtulamıyor İrlanda böyle Bask’taki mücadele öyle… Irak’taki Talabani çizgisi de… Hepsinde gerek bölgesel gerekse evrensel zeminde tuhaf bir dengeci anlayış egemen. Sınıfsal kategoriler belirleyici değil. Sınıf karşıtlıkları fazla ciddiye alınmıyor her biri dünya politikasında da önemli bir yere sahip bu hareketler aynı anda iki dünya sistemine de oynayabiliyorlar. Kimi zaman işi cambazlığa vardırıyorlar. Belki Türkiye’de şu anda bu denli sıkışmış bir Kürt hareketi yok ama sosyalist hareket içerisinde ayrılıkçı yönelimlerde ısrar edilmesi halinde aynı dengeci yaklaşımların belirleyici olabileceği konusunda bazı ipuçları var.

Bugünü anlamak için tarihsel bir mirasa bu kez farklı bir koldan başvurulabilir.

Ekim Devrimi birçok konuda “tabu yıkıcı” bir işlev de gördü. Bolşeviklerin ama bilerek ama sezerek ulaştıkları birçok sonuç tarihsel bir sıçrama ile tescil edilmiş oldu. Bu sonuçların en önemlilerinden birisi sosyalizmin elde edilebilir ve güncel bir şey haline gelmesi ile birlikte burjuva devrimlerinin demokrat özelliklerini yitirmesiydi. Oysa Rus devrimci hareketinin öyle bilip öyle ezberlediği sosyalizmin güncelleşebilmesinin diğerleri bir yana toprak reformu ve ulusal sorunun çözülmesini izleyeceğiydi.

Bunun tersi yaşandı sosyalizmin güncelleşmesi ve daha ötesinde reel bir süreç haline gelmesi tarım ve ulusal sorunların çözümünü güncelleştirdi.

Sosyalist devrimin önüne birtakım aşamalar dikmenin gerekçelerinin geçersiz olduğu fiilen ortaya çıkmıştı. Üstelik tarımda sömürünün vahşice sürdüğü bir uluslar hapishanesinde…

Bu fiili durum bugüne ve evrensele nasıl uzanır?

Stalin Şubat ve Ekim ile birlikte 1917 deneyiminin milli demokratik devrim ile ulusal özgürlüğün kazanılamayacağını aynı anlama gelmek üzere ulusal sorunun çözülemeyeceğini kanıtladığını söylüyor. “… emperyalist savaşla Rus devrimi doğrulaşmıştır ki ulusal sorun ancak proletarya devrimi ile birlikte ve bu devrimin tabanına dayanılarak çözülebilir13

Bugün ulusal sorunun burjuva demokratik kalıplar içerisinden çözümünün mümkün olmayışı büyük önem taşıyor. Burjuva demokrat kalıplar esas olarak 18. 19. yüzyıllarda yükselen kitlesel burjuva devrimlerine denk düşer. Burjuva devrimlerinin ürünlerinden ve işlevlerinden birisi ve hata ana teması “ulus-devlet”lerin oluşması ve meşrulaşmasıdır. Bugün ulusal sorun ile devrim stratejisi arasında bir bağ kurulduğunda halen “ulus-devlet” süreçlerini çalıştırmak isteyen marksistlere rastlıyoruz. İşin içinden ulusların kaderlerini tayin hakkı ulusların ayrı devlet kurma hakkı diyerek çıkılabilmesi ise mümkün değil. En azından marksizm adına. Çünkü bugün sosyalizmin güncelliğinin karşısına ulusal ayrılıkları çıkarmak mümkün değil. Bugün kapitalizmin nesnel olarak bir iç pazar oluşturduğu her birim (çağımızda genellikle devlet) bağrında taşıdığı ulusal ayrımların ötesinde ve bunlara rağmen tek bir bunalım ve devrim sürecini yaratacaktır. Aynı ulus ya da halkın 3 veya 4 devletin sınırları içerisinde varlığını sürdürmesi hiçbir şeyi değiştirmez. Bu ulus 3-4 ülkenin sınıfsal dinamiklerinin dışında ve onlardan bağımsız apayrı bir dinamiğe oturabilir mi? Gerek zamandaş, gerekse aynı sınıfsal dinamiklere seslenerek ayrı bir devrimci zayıf halka oluşturabilir mi?

Bizi ilgilendiren sorun söz konusu olduğunda buna olumlu cevap vermek mümkün olmuyor. Mümkün olmayanın uluslararası mücadele ve dengelerin zorlaması ile gündeme gelmesi halinde ise zaten verili ulusun kaderini tayin etmesi tamamen tali hale gelecek yepyeni özgün bir durum ortaya çıkacaktır.

Tıpkı Filistin sorunda olduğu gibi.

Türkiye’de ulus-devlet süreci aşılmıştır.

Buna bağlı olarak ve evrensel planda “birleşik örgütlenme” esastır!

Aradaki bağlantı nedir? Açmaya çalışacağım. Zayıf halka teorisinden yola çıkarak…

Emperyalizmin zayıf halkası birbirine organik olarak bağlı olan ve sosyo-ekonomik yapı ile devlet de dahil olmak üzere kurumsallaşmış siyasal yapının iç içe geçtiği bir dizi birim içerisinde gerek bağrındaki çelişkileri daha fazla taşıyamama gerekse bu çelişkilerin bir toplumsal patlamaya dönüşmesi halinde kendisini bu dizinin dışına itebilecek konjonktürel olanaklara sahip olma anlamında istisna olan halkadır.

Halkanın taşıdığı çelişkilerdeki ögelerden bir tanesi merkezi otoritedir. İster çok uluslu ister tek uluslu bir devlet olunsun bu kural bozulamaz. Merkezi otoriteyi saran bir bunalım ise bölgelere göre eşitsiz dağılsa da (kapitalizmin gelişkinliği mücadele geleneği vs. açısından) sonuçta bütün bölgeleri saracaktır. Sosyalizm eğer devlet iktidarı ile ilgili bir şeyse merkezi otoritenin meşru ve nesnel tüm sınırları ile de ilgilidir. Bunalım zaman zaman ulusal temalara sahip olabilir ancak belirleyici olan hep sınıfsal dinamiklerdir. Devrimci durum söz konusuysa artık uluslar yok sınıflar vardır.

Birleşik örgütlenme esastır!

“Ezilen ulusların sosyalistleri özellikle o örgütsel birlik dahil olmak üzere ezilen ve ezen ulusun işçilerinin tam ve koşulsuz birliğini savunmalı ve aşılamalıdırlar”
14 .

Lenin ulusal baskılara ulusal imtiyazlara karşıdır; ama uluslararası kaynaşmaya karşı çıkanlara da karşıdır. Hele sosyalist mücadeleyi bölenlere karşı son derece acımasızdır.

Ayrı örgütlenme III. Enternasyonal Dünya İşçiler Birliği gibi deneyimleri de olan bir gelenek için anlamsızdır. Bu nedenle “işçi sınıfı milli meseleyi boynuna muska yapmada aşırılıklarda bulunamaz”15 .

Ne kayıtsızlık ne de bayrak açma…

Lenin devrim öncesinde “kültürel özerklik” talebinde bulunanlara da bu nedenle ciddi eleştirilerde bulunmuş ve bunun burjuvaziye hizmet etmek anlamına geleceğini ileri sürmüştür. Bu tür talepler işçi hareketinin birliğini bozucu etkide bulunurlar 16

Sosyalistler bir kural olarak aynı sınıfsal ve nesnel etkiye açık ulusların birarada mücadelesinden yana bir tutum izlerler.

Peki ya ayrılma hakkı?

Önce ulusların kaderlerini tayin hakkına ilişkin açıklayıcı olduğuna inandığım bir aktarma yapmak istiyorum.

“Sosyalistler için ‘ulusların kaderlerini tayin hakkı’ demokratça bir ilke değildir. Ama bir ilke; her somut durumda oturacağı çerçevenin netlikle analiz edilmesi gereken kesinlikle soyut olmayan bir taktik ilke. Taktik nitelemesini eklerken vurgulamak istediğim şu: Bu hak somut uygulanışı tek olmayan bir ilkedir. En uçlarda ulusal bir topluluğun bağlı bulunduğu devletten ayrılması ya da bağlılığını sürdürmesinin yeraldığı bir alternatifler dizisi sayılabilir. En genel ve en olası uygulama 19. yüzyıldan gelen bir süreklilikle ‘büyük ve güçlü’ birimlerin yeğlenmesi yönünde… Bu ilkeyi savunmakla işçi sınıfının geleceğiyle örtüşen somut uygulamanın nasıl olacağı arasında açıklayıcı bir ilişki bulunmuyor” 17

Ulusların kaderlerini tayin hakkının sosyalistler için izlenecek yolun belirlemede gerekli araçları sunmaması bu hakkın bir “demokratik” hak olmamasının yanı sıra “ulusal sorun”un birçok parametrenin ortaya çıkıp kaybolduğu bir sorun niteliğini taşımasından da kaynaklanıyor. Örneğin çok somut bir durumda varolan “ayrılma hakkı”nın karşısına “birleşme hakkı” ile hatta bundan da öte “birleşmenin savunulması” ile karşı çıkılabiliyor. Burada sosyalistlerin tercihleri bellidir.

Sosyalistler mümkün olduğunca büyük devlet kurmaktan yanadırlar. Bu nedenle ayrılma hakkının kendisi ile bu hakkın savunulması kesinlikle bir ve aynı şeyle değildir18

Herhangi bir demokratik haktan farklı olarak burada sosyalistler gerçekleşmesini pek arzulamadıkları bir hak ile karşı karşıyadır: “Besbelli ki belirli bir devlet içinde hangi milliyetten olursa olsun her topluluğun örgütlenmesi dahil her türlü örgütlenme özgürlüğünü asla reddetmemekle birlikte sosyal-demokratlar böyle birşeyi isteyemezler ve böyle bir birliğe arka çıkamazlar”.19

Demek ki ulusal sorunun vazgeçilmez ilkelerinde bir özgünlük var. Acaba bu özgünlüğün sınırı ne? Veya bu özgünlük ilkenin anlamını tamamen yitirmesine neden oluyor mu?

Gelenek‘in bir önceki kitabında Aydın Giritli bu sorunun cevabını Marx’ın çalışmaları içerisinden çekip çıkarmaya çalıştı. Ve kanımca oldukça da başarılı oldu. Herşey bir yana hemen her konuda bu arada ulusal sorunda “ilke”lerden başka hiçbir şeyi görmemeye ve düşünmemeye niyetli olmayanlar için yararlı olduğuna inanıyorum.

Marx yaşadığı dönemde karşılaştığı “ulusal” nitelikli sorunlarda gerçekten de belli bir pragmatik yaklaşım sergiledi. Yalnız başına ilkeler adına hareket etmeyi hiç düşünmedi. Rusya örneğinde sırf her tür ilerici adımın celladı olarak değerlendirilen Çarlık Rusyası’nı zayıf düşürecek diye birçok ulus bünyesinde sınıf işbirliğini savundu. İrlanda sorununda da benzer bir pragmatik yaklaşım söz konusu oldu. Hatta gönül rahatlığıyla şu söylenebilir: Marx’ın İrlanda sorunu üzerine olan yaklaşımları ne kendi başına “ulusal sorun” açısından ne de sosyalizm mücadelesi açısından bir ilkesellik taşır. Politik kaygılar ve İngiliz işçi hareketinin geleceğine yönelik hesaplardır söz konusu olan.

Burada ayrılma hakkı konusuna yeniden geliyoruz. Ayrılma hakkı sosyalist teori ve pratiğin ulusal sorun konusundaki yaklaşımının temel taşlarından bir tanesidir. Ancak ayrılma hakkı bir ulusun ulus olarak kendi soyut çıkarları bağlamında savunulacak veya bu bağlamda ele alınacak bir şey değildir. Başkaları öyle sanabilir veya ele alabilir; ama bu sosyalistlerin işi değildir. Sosyalistler bu soruna sosyalizme geçiş sürecinin evrensel çıkarları adına yaklaşır ve öyle davranırlar. Bu anlamda ayrılma hakkı bir ilke olsa da her durumda politik olarak yeniden üretilir. Ve artık söz konusu olan bu hakkın varolması değil somut bir durumda bu hakkı nasıl değerlendirecekleri ve neyin savunuculuğunu yapacaklarıdır.

Lenin bu tür soruların cevabının hiçbir şekilde kitaplarda bulunamayacağını bu nedenle belirtmiştir20 . Aynı biçimde Stalin de tartışmaların eğilimlerle ilgili olduğunu net sınırlara sahip olmadığını bir topluluğun halk mı ulus mu milliyet mi olduğunu saptamanın bile çok nesnel kıstasları olmadığını vurgulamıştır 21 .

“Milli mesele mutlak bir şey değildir. Bu mesele her zaman için geçerli sabit ve değişmez bir şey olarak konamaz” 22 Ve en sonunda buram buram öznellik kokan ama böyle olduğu için politik mücadelede yaratıcılık ve zenginliğe açık bir değerlendirme: “Sosyaldemokrasi ancak eylem içinde olan bu yüzden de başkalarını kendisini hesaba katmaya zorlayan gerçek ulusları göz önümle tutabilir” 23

İşte “ulusal sorun”u sosyalist mücadeleye bağlayan da budur. Verili bir ülkede sosyalist iktidarı düşünen bir hareketin kendi kontrol ve etki alanı dışında ve başka temellerden kan alan bir mücadele sürecine kayıtsız kalması mümkün değildir. Ancak burada şu unutulmamalıdır: Merkezi bir örgütlenmeyi hedefleyen bir sosyalist hareketin ulusal temayı bayraklaştıran bir başka mücadele sürecine yaklaşımı “olağan” dönemler ile devrimci durum sırasında çok farklı olabilir. Devrimci durum sırasında eksiklik ve zaaflar yüzünden kimi ilkesel yaklaşım ve doğru politikaları pragmatik hesaplar lehine terketmek mümkündür. Bunun çok örneği vardır. Böylesi bir gelecek zaman manevrasının muhtemel olması ise çirkin bir açık artırmacılığı haklı çıkarmaz.

Ne devekuşu mantığı ne de açık artırmacılık!

Türkiye’de, Türkiye sosyalist hareketinde bir ezen ulus şovenizminden belirleyici bir psikoloji ve oportünizm olarak sözetmenin doğru olmadığını düşünüyorum. Türkiye sosyalist hareketinin özel olarak bu konudaki kişiliksizliği genel olarak iktidar olgusunun yakın bir hedef biçiminde güncelleştirilememesinden kaynaklanıyor. Ancak ülkemizde bir ezilen ulus milliyetçiliğini oluşturma yolunda çaba gösteren eğilimler olduğu çok açıktır. Milliyetçilik kapitalizmin feodalizme karşı mücadelesi bağlamında meşru (idi). Bunun kafalara sokulması gerekir. Bir yanda marksizmin geleneksel kazanımlarına sahip çıkıldığı iddia edilecek öte yandan da ayrımcı bir harekete gerekçe olarak başkalarını örneğin ezen ulusun şovenizmi gerekçe gösterilecek. Bu sosyalistlerin geleneğinde yok.

Dahası da var. Milliyetçilik hadi biraz yumuşatalım ulusal temaların öne çıkması için yine sınıfsal bir temel gerekir. Bu da burjuvazinin ezen ulus burjuvazisinden ayrı sosyo-ekonomik dinamiklere sahip olmasını zorunlu kılar. Yazımın başında konjonktürel ilericilik dediğim buydu. Türkiye’de böyle bir ilericilik için bile sınıfsal temel yok.

Neden birlikte mücadele? Bu sorunun cevabını aramaya devam edelim.

Bugün dünyanın birçok bölgesinde sınırların oluşmasında sayısız anomali göze çarpmaktadır. Bazı uluslar iki üç ayrı devletin sınırları içerisinde yaşarken Afrika örneğinde olduğu gibi hiçbir nesnel temel gözetilmeden masa başında cetvel ile çizilmiş sınırlar da vardır. Bu şu nedenle önemlidir: Bölünen uluslar günümüzde ayrı ekonomik ilişki ağı içerisinde değil sınırları içerisinde oldukları bütünün bir parçası ve bu parçanın ilişkileri içerisindedirler. Hiç değilse son tahlilde. Bu bölünmüş ulusların çelişki üretmekte eşzamanlı bir süreç yaşamalarını engellemektedir. Bütün bunlar toplumların temel çelişkilerinin sınıfsal olduğunu önsel olarak kabul edenler için geçerli. Buna inanmayanlar için zaten bir şey yazmıyoruz!

Yeri gelmişken Vietnam-Fransa, Angola-Portekiz, Mozambik-Portekiz deneyimleri ile bugünkü Türkiye arasında kurulan analojilere de değinmek istiyorum. Kurulan bağlantı yersiz ve zorlamadır. Birincisi yukarıdaki üç örnek de sömürgeleşme sürecinin belli bir süre sonra statikleşen klasik ürünleridir. İkincisi ezen ulus ile ezilen ulus arasında coğrafik uzaklık söz konusudur. Üçüncüsü yukarıdaki örneklerde ırkçı ayırım meşrulaşmıştır hukuki dayanakları vardır. Son olarak ekonomik sömürü mekanizmalarının dışında bir ekonomik haraç sistemi her üç örnekte de geçerlidir. Bu üç ulus da ulusal kurtuluş süreçleri ile toplumsal kurtuluş sürecini kısa zamanda birleştirip egemen birer devlet olmuşlardır.

Ancak ortak sınırlara sahip aynı merkezi otoritenin kontrolü altında benzer mücadelelere pek rastlamıyoruz. Buna örnek olabilecek Bangladeş’te bizim örnek olarak alacağımız bir şey yoktur.

Ortak mücadeleyi gerektiren kıstaslardan önemli bir diğeri ayrı bir pazarın oluşma sürecinin yaşanıp yaşanmadığıdır. Çağımıza damga vuran ayrı pazarın oluşması değil entegrasyon sürecidir. Türkiye’de de…

Ayrı pazar ayrı sömüren ve sömürülen sınıflar var demektir. Ayrı örgütlenme zaten kendisine bunu gerekçe gösterecektir. Başka türlüsü mümkün değil. Bir ulusun ulusal kurtuluşu gündemdeyse ve bir ulus yalnızca emekçilerden meydana gelmiyorsa mutlaka ezen ulustakilerden farklı bir sınıflar tablosu gerekir. Bu nedenle Türkiye’de ezilen “Kürt toprak sahipleri” edebiyatı yapılmıştır. Hem de ilericilik adına…

Yok sınıfsal işbirliğine karşı çıkılıyor ve emekçilerin kurtuluşundan sözediliyorsa burada ulusal kurtuluş değil sosyalizm söz konusudur. Türkiye’nin gündeminde sosyalizm vardır…

Dipnotlar

  1. Stalin, Marksizm ve Milli Mesele, 1967 s. 133
  2. G. Kim, Lenin on the National Liberation Revolution, 1978 s.37
  3. M.Çulhaoğlu, Sosyalist İktidar, Ekim 1979 s. 121
  4. Lenin, Adress to the Second All-Russia Cong. of Com.Org.of the Peoples of teh East, 1977 s. 5
  5. B. Gafurov, National Liberation in the East,, 1978 s. 8
  6. Lenin, Adress… s. 16
  7. Lenin, age s. 17
  8. K. Brutents, Ulusal Sorun, 1979 s. 30
  9. Lenin, Collected Works, cilt 18 s. 165
  10. Lenin, Collected Works, cilt 19 s. 100
  11. Lenin, Collected Works, cilt 21 s. 105
  12. Lenin, Collected Works, cilt 36 s. 605
  13. Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 63
  14. Lenin, Collected Works, cilt 22 s. 148
  15. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, 1968 s. 106
  16. Lenin, age s. 29
  17. A. Giritli, Gelenek Kitap Dizisi no: 16 s.48
  18. Lenin, Ulusların … s. 88
  19. Lenin, age s. 36
  20. Lenin Adress… s. 17
  21. Stalin, Marksizm ve … s. 20
  22. Stalin, age s.84
  23. Stalin, age s. 84