Yurtseverliği İnşa Etmek

 

Elinizdeki Gelenek’in yazıları hazırlanırken Türkiye bir kez daha askerlerle hükümet arasında bir çekişmeye sahne oluyordu. Avrupa’da Milli Görüş örgütlenmesi ve Türkiye’nin diplomatik temsilcilikleri arasındaki ilişki, 19 Mayıs’ın nasıl kutlanacağı, Avrupa Birliği sürecindeki yeni reform paketi ve özel olarak Kürtçe ile ilgili asker rezervleri, ABD’nin Türkiye’de yaratılan atmosferin tersine hükümeti kayıran ve faturanın adres hanesine TSK’yı yazan açıklamaları, Irak’ta ve Kıbrıs’ta gerilimlerin yine bu tabloya eklenen boyutları… Bütün bunların üzerine genç subayların rahatsızlığına ilişkin bir haber düştü.

Zaten yazımı yeterince gecikmiş olan bu çalışmayı tamamlamak için 26 Mayıs günü Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün yapacağı açıklanan basın toplantısını bekleme durumum yok. Kaldı ki, konu da benzeri somutluklardan hareket etmekle birlikte, belli bir momente ilişkin değil.

Akraba kavramlar: ulusalcılık ve yurtseverlik

Atıfta bulunduğum çelişkinin önde gelen teması “ulusal çıkarlar”. Türkiye komünist ve devrimci hareketi geçmişten bu yana bu temaya yabancı kalmadı. 1970’lerin devrimci demokratlarının, yakın zamanların Kürt devrimcilerinin ve liberal solcularının aykırı konumlarına karşın, Mustafa Suphi’lerden başlayıp hareketin genelini kucaklayan gelenek ulusal çıkarlar başlığını bir mücadele alanı olarak görmekte ortaklaşmıştır. Tarihsel pratiğin doğruları, yanlışları bir yana, bugün de TKP’nin siyasal hattında anti-emperyalizm ve yurtseverlik kavramları anlamlı bir hacme sahip. Ancak kapitalizm içi kurum ve akımların tozu dumana katarak doldurdukları ulusal çıkarlar alanının, birden fazla siyaset kulvarına işaret ettiği atlanmamalıdır. Bize uzak düşen şoven ve faşist uçları bir kenara bırakacağım; hiç olmazsa burada, sosyalist yurtseverlik ve -sol ile yanılsamalı kesişimleri olabilen- ulusalcılık arasındaki sınır çizgilerini bir kez daha belirginleştirmeyi deneyeceğim.

Baştan bir vurgu: ulusal çıkarlar temasıyla bağlı iki ayrı kavram ulusalcılık ve yurtseverlik arasında, bu bağları nedeniyle bir akrabalık ilişkisi vardır. İşimizin “biri burjuva diğeri emekçi halka denk düşüyor” diyerek kısa yoldan çözüme bağlanacağını düşünmek içinde bulunduğumuz dönemde rahatlatıcı bile olmayacaktır. Sorun daha karmaşıktır ve ulusalcılık ile yurtseverliğin iki farklı siyaset olarak ayırt edilmeleri için ikincisinin nasıl inşa edileceği kritik bir önem kazanmaktadır. Ulusalcılık Türkiye toprağında mevcuttur; oysa sosyalist bir yurtseverliğin yalnızca kimi önemli yapı taşları elde bulunmaktadır. Başlarken hatırlattığım sol geleneğin varlığı, bugün sosyalist yurtseverliğin yeniden kurulmasını gereksiz kılmamaktadır.

Açıkçası sosyalist ve emekçi (halk) karakterli bir yurtseverliğin kimliği belirginleşmediği durumda burjuva ulusalcılığı da kendisini -bilinçli biçimde- ayırt etmeyecek ve amorf bir özellik edinerek her kıvrıma akan, yol tıkayan işlev kazanacaktır. Bir ideolojik bütünselliğe sahip olmadığı çokça söylenen kemalizm buraya denk düşmekte, öte yandan sol adına bu amorfluğu var güçleriyle destekleyen ulusal solculuk da tıkanmış kıvrımlardan kan almaktadır.

Ulusalcılık ile yurtseverliğin akrabalığı olsa olsa sınıf karakterlerinin farklılaştırılması yoluyla önemsiz hale getirilebilir. Sınıf karakteri ise bir teorik tanım konusundan ibaret değil. Teorik açıklık yalnızca başlangıç adımı olmasıyla kritik önem taşır. Ama asıl bunun ötesi var… Yurtseverliğin “kurulmasında” yol aldığımız ölçüde akrabalar birbirlerine yabancılaşacaktır ve ancak bu yabancılaşma sayesinde ulusalcılığın kapladığı alanda yarılmalar yaratılabilecek, “ulusal çıkarlar”, sosyalist yurtseverliğin, üzerinde hegemonya kavgası vereceği bir temaya dönüşecektir.

Solda bu ilişki çoğunlukla yanlış kavranmıştır. Sol, burjuva ulusalcılığını demagojik ve samimi sıfatlarıyla tarif edebileceğim iki kategoriye ayrıştırma çabasına yönelebilmektedir. Bir tarafta NATO’cu sahte kemalistler vardır, bunlara gardırop Atatürkçüleri de denebilmektedir. Diğer yanda ise ülkesini seven, yurtsever, belki gerçek milliyetçiler…

Bu ayrıştırma bize yetmez. Bir kere, ulus kavramını temel eksen sayan her yaklaşımla marksizmin kavgası vardır. Bu bakış açısı, her şeyden önce emekçilerin gözlerine indirilmiş bir sis perdesinden başka nedir ki?1

Üstelik emperyalizmle iyi geçinmek, hatta bağımlılık ilişkisini kabullenmek ile ulusalcılık arasında var olan ilişkiyi bir reddiyeye indirgemek de doğru değildir. Marksizm sınıf kategorisini her daim merkeze koymakta sonsuz ölçüde haklıdır ve madem ki sözünü ettiğimiz akım kapitalizmi temel alan bir ideolojidir, elbette dünya üzerindeki kapitalist-emperyalist ilişkiler sistematiği içinde dengeci, faydacı bir rotaya sahip olacaktır. Dengeler bağımlılığın niceliğini ve biçiminin belirlenmesini konu alır. Teorik kavram olarak değil de, sözcük anlamıyla “ulusal çıkar” belirli bir ülkede yaşayan insanların ortak çıkarlarını anlatıyorsa, burjuva ulusalcılığından yola çıkıldığında samimiyet veya yalancılık gibi alternatiflere değil, hep aynı sonuca varılacaktır: ulusal çıkarlara ihanet.

Burjuvazi bağımsızlık dediğinde, ya tarihsel anlamda geçici bir manevra yapmakta olduğu bilinmelidir, ya da külliyen yalancı olduğu…

Bu gerçeği Türkiye’de görmek aslında zor olmamalıydı. Burjuva devrim sürecinin tepe noktasını temsil eden Kurtuluş Savaşı, ülke tarihinde en saygın olgulardan biri olmayı hak etmekle birlikte, bağımlılık ilişkisinin yeniden tesisini gözettiği son derece açık olan bir mücadeledir. Tarihsel süreç, Türkiye’nin daha iyi koşullarla masaya sürülmek üzere kurtarıldığını anlatmaktadır. Burjuva devrimi işçi sınıfının ve komünist hareketin tarihsel zeminini oluşturur ve bizim bu zemin hakkında ileri-geri yargılarda bulunmamamız kendi kimliğimizle doğrudan ilgilidir. Bizim burjuva devrimimizin “geçici bir manevra” olduğunu saptamak ise bugün ve gelecek için oldukça önemlidir.

Yeri gelmişken burjuva ulusalcıları arasında kimilerinin sınıf çıkarlarını örtmeye dönük bilinçli faaliyet yürüten yalancılar, kimilerinin ise ülkesine ve halkına karşı pozitif duygularla yüklenmiş samimi unsurlar olmaları, elbette önemsiz değildir. İkinci kümenin sıfırlandığı bir ülke, yurtseverlik ve anti-emperyalizm alanlarının işçi sınıfı mücadelesi açısından anlamını yitireceği bir ülke olurdu. Böyle değildir. Tersine, emperyalizme karşı mücadele sosyalist devrim sürecinin kesinlikle belirleyici eksenlerinden birini oluşturmaktadır. Yine emperyalizme karşı mücadelenin sosyalist devrim atılımının kendisinin de en önemli kaldıracı haline gelmesi ağırlıklı bir olasılıktır.

Komünist hareketin bu gücü örgütleme görevi, verili bir ulusalcı/yurtsever birikime yakınlaşmak olarak tarif edilemez. Bu tariflerden askerlerden başka bir şey çıkmıyor. Burada sorun “askerler” değil, “Asker Partisi”. AsParti’ye sahip olmadığı nitelikleri atfetme çabası Türkiye ulusal solculuğunun belirgin özelliğidir ve performans raporları tüm açıklığıyla ortadadır: NATO’cu İsrail’ci ABD’ci çizgisini asla gizlemeyen bir düzen kurumunun aslında “bildiğiniz gibi olmadığı” anlatımı, aynı kurumun son derece işine gelmiştir. Egemen güçler ulusal çıkarları satışa çıkartmaktan geri durmazlarken, birilerinin sol adına “bir şey olmaz, satmazlar” anonsunu sürekli tekrarlamasının anlamı bellidir.

Söz konusu faaliyetin bir diğer ürünü de şudur: Aklı başında bir izleyicinin “Türkiye solu ne diyor” sorusunun yanıtını bir-iki yıl aynı mahfilde bulmaya çalıştığını düşünün; bu izleyicinin, her dediği terslenen bir solculuğa saygı beslemeyi sürdürmesi mümkün müdür? Bana kalırsa, ulusal solcuların iki işlevi açığa çıkmıştır: emperyalizm yanlısı politikaları aklamak ve solu itibarsızlaştırmak.

Ulusal solcuların icraatı bir yana, yurtseverlik mücadelesini burjuva ulusalcılığına yaklaşmak, benzeşmek ve bu akıma kimi pozitif özellikler atfetmek olarak kavrayanların sosyalist devrimle bir bağlantıları olmayacaktır.2

Düzenin ilkeleri var

AsParti’ye ve genel olarak burjuva ulusalcılığına hayali nitelikler atfedilmesine değindikten hemen sonra gerçeğe dönmekte yarar var. Özel televizyonların Kürtçe yayın yapmasına karşı çıkmak ve AB süreci pratikte karşı karşıya geliyor. KKTC’nin gerisine dönülmeyeceğinin ilanı yine aynı biçimde… Elbette işin bir de ABD boyutu var. Irak Kürdistanı’ndaki “kırmızı hatlar” Türkiye-ABD ilişkilerinde belirli bir karşıtlık anlamı içeriyor.

Öncelikle dikkat edilmesi gereken nokta, bir öznenin değerlendirilmesinde, ilgili öznenin kendisine dair dile getirdikleri, ne kalkış noktası olabilir, ne birinci sınıf veri. Tarihsel maddecilik daha doğuşuyla birlikte öznelcilikten farkını ortaya koymuştu. Tersine bu yanıltıcı verinin değerlendirilebilmesi için, ötesine geçilmesi, aşılması gerekir. Türkiye bir muz cumhuriyeti değildir ve bu ülkede kapitalist egemen güçlerin “ilkeleri” olduğu asla unutulmamalıdır. Türkiye kapitalizmi açık denizde pusulasız, yelkensiz sürüklenmeye bırakılabilecek bir tekneden çok daha büyük ve önemlidir.

Emperyalist merkezlerle ilişkide direnç çizgileri tarif eden çevre ve kurumların, bir diğer söylediklerini ihmal edemeyiz. Maddi gerçekliğe, güç ilişkilerine, her şeyden önemlisi sınıf karakterine uygun düşen bu diğer mesaj, Türkiye’nin ABD ittifakına ve AB rotasına sadakatini ifade etmektedir.

Ana ilke kapitalist Türkiye’nin kâbesinin Washington olduğudur. AB projesi bu yön tayiniyle çelişki değil, uyum içindedir.

Elbette tek bir ilke formülasyonundan ibaret öykü olmaz. Elbette ABD ile Avrupalı emperyalistler arasında gerçek çelişki ve mücadeleler bulunmaktadır. Elbette Türkiye burjuvazisi belirlediği rotayı kendi mevcudiyetinin inkarı olarak kavramamaktadır. Elbette egemen güçlerin geleneksel Kıbrıs ve Kürt politikalarının emperyalist ana yönelimler doğrultusunda işlenmesi gerçek bir ihtiyaçtır. Ve elbette, ne çok sayıda ülke arasında ne de tek tek ülkelerde bu söylenenlerle ilintili politikalar türdeş, tek kanallı, tek sesli ve güdüktür. İlkenin iyi bellenmesi olup biteni doğru okumanın ve sonuçta sosyalist sınıf siyaseti üretebilmenin ön koşulu. Burada gerçek çelişki ve mücadelelerin önemsenmemesi mümkün değildir. Kapitalizmin ekonomik, siyasi ve ideolojik krizleri uzaydan düşmez; kriz dinamikleri kapitalizme içseldir. Tarafları düzenin tam tamına içinde yer alan çelişki ve mücadelelerin birer kriz kaynağı olabilmelerinde yadırganacak bir durum da yoktur. Sermaye egemenliğinin köklü bir alt üst oluşla yıkılmasını öngören komünistlerin tüm bunları, “ana ilke”ye feda etmeleri neden gereksin?

Ancak devrimci siyasetin değindiğimiz çelişkilere ve bunların taraflarına angaje olmasına karşı koruyucu işlev de, doğaldır ki, ilkelerden türetilecektir. Hem marksizmin ilkelerinden hem de içinde yaşadığımız düzenin ilkelerinden. Ne marksistler düzen içi çelişkilerin sosyalist devrim hedefini örtmesine ve ertelemesine rıza gösterebilirler, ne de kapitalizm kendi kendisine yabancılaşma ve inkarla sonuçlanacak gelişmelere izin verir.

Bu yazı Kıbrıs veya Kürt sorunlarının derinliğine yönelmeyecek. Yalnızca belirlemelerle yetineceğim: Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB üyeliği ile Türkiye’nin aday üyelik süreci adadaki Türk silahlı varlığı ve siyasal belirleyiciliğinin ne yönde değişeceğini ve hatta bu değişimin takvimini herkese sunmuştur. Bu sorunların kapitalizm içi çözümlere kavuşturulmasına artık karar verilmiştir.

Karara giden yolculuğun sancılı olması ise sınıf mücadelelerinin doğasındadır. Komünist siyaseti ve emekçi sınıfları doğrudan ilgilendiren başlıklardır bunlar. Sosyalist devrim süreci, kapitalizm içi çözümlerin yetersizliğinin açığa çıkartılmasıyla yol alır. Sosyalizmin çözümü acil ve somut bir ihtiyaç ve alternatif olarak kitleleri kucakladığı ölçüde, sancılardan düzeni sarsan krizler türeyecektir. Tam da bu noktada komünist siyaset emekçi halkları çeşit çeşit şovenizme ve sermaye egemenliğini güçlendirecek reformlara teslim etmemekle yükümlüdür. Denktaş’a güzellemeler düzmek de, ABD-BM-AB sıralarından destek aramak da solun işi olamaz. Kürt kimliğinin karşısında şovenist yargıları pohpohlamak da, emperyalistlerin “TC” üzerindeki basıncına bel bağlamak da bizim işimiz değildir. İşimiz, tersine, halkımızı ve komşu halkları ana ilkeleri baştan belirlenmiş bu oyundan kurtarmak ve bizzat sömürü düzeniyle bağlı ilkelerin çözüm değil sorun ürettiğini teşhir etmektir.

Somut sorunlar etrafında verilen çok taraflı mücadelelerde komünist hareketin gözeteceği faktörlerden biri de, ulusalcılığın dışında bir sosyalist/emekçi yurtseverliğinin inşa edilmesidir. İşte bu yol ete kemiğe kavuştuğu, bir güç biriktirildiği ölçüde akraba kavramların arası açılmakla kalmayacaktır. “Güçlenmek”, taraftar toplamak, kitleleri kazanmak anlamına da gelir. Peki bu kitleler nereden gelecektir ki? Kuşkusuz, bugün burjuva ulusalcılığının hegemonyası altında devinen çevre, odak ve kitlelerdir söz konusu olan. Yukarıda geçerken sözü edilen, ulusalcılık alanında devinen samimi veya yurtsever unsurların kazanılması elbette kritik bir hedeftir. Sınıf mücadelesi, karşı cephenin yalnızca konsolide olmasına yol açıyorsa ortada bir yanlışlık var demektir. Güçlenmekten anlayacağımız bir şey de, karşı tarafın kırılganlaşmasıdır.

Türkiye’de yurtseverlik teması ve anti-emperyalist mücadeleyi önemli kılan, ulusal çıkarları belirleyici bir yarış alanı haline getiren bir nesnellikten bahsetmemizin somut karşılığı, anlamı budur.

Paranoya mı?

Egemen güçlerin belirli kesimlerinin “kırmızı çizgileri” zaman zaman öylesine bir hezeyanla ifade edilir ki, yukarıdaki formülasyon denemesine bazı ekler yapılması da ihtiyaç olur. Hele geleneksel politikanın Kürtler, şeriat, dış güçler gibi saplantılı başlıklarda seksen yılda kat ettiği mesafe hatırlanırsa…

Yok sayılan Kürtler bugün oldukça gelişkin, hatta kanımca bir daha asimilasyon kulvarına sokulması imkansız ölçüde oturmuş bir kimliğe sahiptir. Dinci gericilik burjuva liberal geleneği fethetmiş konumdadır. Dış güçler konusunda gelinen nokta her düzeyde karar yeteneğinin emperyalist merkez ve kurumlarla paylaşılmasının kanıksanmasıdır. İlginç değil mi? Türkiye’nin sermaye sınıfı 20. yüzyıl boyunca aşağı yukarı düzenli bir yönelim içinde giderek “ulusal çıkar” kavramına yabancılaşmıştır; ama bu sınıfın egemenliğinin başlıca ideolojik vurgularından biri de ulusal çıkardır!

Bu performansa bakıp bugünkü direnç noktalarının da orta veya uzun vadede “palavra” haline geleceğini düşünebiliriz. Ancak böyle bir yaklaşım Türkiye sermaye düzenini, egemenlik aygıtlarını ve siyasal geleneklerini fazla hafife almak olacaktır. Hem bu doğru değildir, hem de birkaç kez ağır yenilgilere uğrayan komünist hareketin hasmını bu denli küçümsemeye hakkı da bulunmamaktadır. Geçerken not edelim, egemen güçlerin fiyasko yaşamadıkları tek hezeyan konuları komünizmle ilgili olandır… Şimdilik!

Açıklayıcı bir tutamak noktası önerebileceğimi sanıyorum.

Karşımızda beceriksiz veya hastalık derecesinde saplantılı egemen güçler bulunmuyor. Kaldı ki, bunların “değişen dünya”nın gereklerini kavradıkları da bellidir. Kıbrıs ve Kürt başlıklarının derin dondurucuya sokulamayacağı bu kesimlerin zoraki kabul ettikleri bir durum değil, neredeyse siyaset üretiminde başa güreştikleri bir açılım alanıdır. Üstelik marazi gelenekle çağdaş gerekler birbirlerini dışlamakta da değildir. Türkiye için, örneğin AB üyeliği, en geleneksel ve marazi “saplantıya”, dış güvenliğe de çare anlamına gelir.

Karşımızdaki durum, milli hezeyanın bir yönetme biçimi haline getirilmesi, sermaye iktidarının ana motiflerinden biri olarak sahiplenilmesidir. Türkiye’de egemen güçlerin ulusal çıkar temasına en fazla oynayan kesimlerinin görüşü şöyle formüle edilebilir: “Bu ülkede kapitalizmin yaşatılabilmesi, yani bu halkın yönetilebilmesi için, düzenin, ulusal çıkarı temsil yeteneğini abartılı biçimde yansıtması ve bu amaçla da milli hezeyan kaynaklarının diri tutulmaları gerekir.”

Türkiye’de dinci gericiliğin gerçek bir tehlike olduğu ne kadar doğruysa, tehlikenin paranoik biçimde abartıldığı da açıktır. Türkiye’nin bağımsızlık sorununun çok acil olduğu açıktır, ama ulusal güvenlik vurgusunun (sadece demagojik boyutuyla değil) hastalıklı olduğu da kesindir. Bizim meselemiz ise ne bu paranoyaya destek olmak, ne de tarikatları sivil topluma, emperyalistleri de demokrasiye dahil etmeyi savunan liberal saçmalıklara prim vermektir. Komünistlerin bu konuda başka bir pozisyonlarının olması gerektiği çok açıktır. Eğer hak dağıtmakla değil siyaset yapmakla ilgili isek.

Yoksa Hoca Nasrettin fıkrasında olduğu gibi her iki taraf da haklıdır. İşaret edilen sorunlar büyük tehlikelerdir ve düzenin bu tehlikelere yaklaşımı hastalıklıdır.

Bu noktada bir vurgu daha kesinkes yapılmalıdır. Küreselleşme terimi ile anılan uluslararası ortam sermaye sınıfı için, ulusal pazar, ülke kaynakları, ulusal kalkınma gibi düpedüz kendi pratik kullanımına dair kavramlara karşı bile yabancılaşma üretmektedir. Sermaye sınıfının vizyonu dev uluslararası tekellerle organik bağlantı tesis etmekten ibarettir. Buradan, ulus ölçeğinde bir egemenlik mekanizmasının da gereksiz sayılmasına yelken açılmıştır. TÜSİAD tipi emperyalizm yanlılığı, “Özal vizyonu” ve “tüccar siyaset” bu sınıfa girmektedir. Emperyalizmin bugününde tekil sermaye sınıflarının yerelliklerine yabancılaşmaları baskın bir eğilim durumundadır. Bu eğilimin düzen içi gerilimler yaratması kaçınılmazdır. Doğal olarak yerel sermaye sınıfları ile emperyalist merkez arasındaki ilişkinin evriminin sonucunda, ulusal çıkar teriminin arkasına saklanılarak egemenlik mekanizmalarının karakteri konulu bir tartışma yürütülmektedir.

Komünist hareketin kendisini farklılaştırması bir dozaj ayarı ile de olamayacaktır. Dozajlar düzenin içinde de sonsuz salınım göstermiyor mu, zaten? Bizim “tehdit” tanımımız mevcut kapitalist düzenin idamesi ile ilgili değildir; gericiliğin veya emperyalizmin asıl önemli tehlikesi, acil bir görev olarak kavradığımız sosyalist cumhuriyetimize yöneliktir. Gericilik ne kadar güçlü ve ülkemiz emperyalizme ne denli bağımlıysa, bu tablo toplumda ne ölçüde kanıksanmışsa, sosyalizmimiz o kadar zayıf olacaktır, bu bir. İkincisi, sosyalizmi kitlelerin zihninde meşru bir alternatif olarak yükseltmenin yolu da, bu tehlikelerin karşısına komünist hareketin dikilmesidir.

Sonuç olarak bizim işimiz taraf tutmak değil cephe açmaktır. Cephemizin gücü oranında verili burjuva tarafların da değişim geçirmesi olanaklıdır. Öyle ki, belki de bugün kimilerinin nafile arayıp durduğu, “sosyalist olmayan yurtseverler”, mücadelenin bir ileri evresinde açığa çıkacaklardır. Ya da bir diğer deyişle, bu tür bir yurtseverliğin sahneye çıkması, ya da daha klasik bir deyimle, orta sınıfların bölünmesi “bizim” ürünümüz olacaktır.

Bu formüller yakın geçmişin “ne bu ne şu” çizgisiyle de karıştırılmasın. Siyaset hak dağıtma eylemi olmadığı gibi, mesafe ölçmekle de ilgili değildir. Taraf olmayı atalım, ama Türkiye’yi bir ülke/devlet birimi olmaktan çıkartmaya eğilimli küreselleşmeci mantığın atacağı her pratik adım, işçi sınıfının üzerine iktidarını kuracağı zeminin çürümesi anlamına gelir. Komünistler bu zemini elde tutalım mı, yoksa eritelim mi tartışmasında burjuva saflar arasında seçiş yapmazlar, ama hangi mevcut tarafa daha yakın, hangisine daha uzak durduğumuz da bellidir. Doğaldır ki, yakın olduğumuz taraf, aynı zamanda, sosyalist devrim sürecinde, içinde fırtınalar estireceğimiz alanı da tanımlamaktadır.

Dipnotlar

  1. “Gerçek milliyetçiler” olumlayıcı bir kavram olarak marksist harekette kullanılmıştır. Nerede nasıl kullanılmış olursa olsun teorik olarak yanlış olmuştur. Siyasetin her zaman teoriyle tam uyum arz edemediği bilinir. Sosyalist ülkelerin burjuva veya küçük burjuva ulusal hareketlere en azından şemsiye açtığı 20. yüzyılın uzun bir dönemi için bu tür kullanımlar anlaşılır. Bugün ise saçmalık. İki çağrışım noktasına değinmek zorundayım. Bir taraftan ulus-devlet çağının bittiğini ilan eden liberal söylem duyuluyor, diğer taraftan ise “milli devlet, milli ordu direnir” uydurması. Biri diğerinden daha saçma olan bu gürültüde kaynatılmak istenenin sınıf olduğu açık.Diğeri ise, Güney Amerika’da esen sol rüzgarların dünya konjonktürünü az önce hatırlattığım 20. yüzyıla döndürme olasılığı. Yeri değil, ama açık olunmalıdır, şu anda “kapitalist olmayan yolun” sosyalizmden ayrı düşmesi için herhangi bir neden bulunduğuna inanmıyorum.
  2. Bu sapmanın uluslararası arenadaki karşılığı Avrasya ve Doğu oluyor. Meraklısına Bilim ve Ütopya dergisinin son sayısını önerebilirim. Kapaktan anons edilen bir yazıda Çin Halk Cumhuriyeti, Güney Kore, Malezya, Tayland, Endonezya, Singapur, Hindistan, Hong Kong güzellemeleri okuyabilirsiniz. (Arslan Başer Kafaoğlu, “Ekonomide yeni lider bölge: Doğu ve Güney Asya –II”, Bilim ve Ütopya, 107, Mayıs 2003, s. 26-38.) Ben solculuk adına utanç duyduğum birkaç bölümü paylaşmakla yetineyim: “(…) Japon ekonomi yönetimi herhangi bir malda dış ülkelerde pazar payını arttırmayı hedeflediğinde, ona girdi veren her endüstri, bankalar ve işçi sendikaları onun maliyetlerini düşürmek için ellerinden geleni yaparlar…” (s. 27)”Çin Komünizmi komünist ilkeler kadar şu Çin atasözünü de yerine getirmek zorundaydı: ‘Facai zhifu shi guangrong de’, yani ‘Zengin olmak şan getirir.’” (s. 32) “Bu programın ne kadar başarılı olduğu, özellikle işçi sınıfının grevsiz, toplu sözleşmesiz bir sömürü düzeninde çalıştırılması ve ardından gelen yolsuzluklar öne sürülerek çok tartışılmıştır. Ancak 10 senelik dönem sonunda Kore’nin karşılaştırmalı üstünlük yapısının göze çarpar bir biçimde değiştiği, programın kapsadığı bu altı sanayi dalının çoğunda, ülkenin dünya çapında bir oyuncu durumuna geldiği ortadadır.” (s. 33) “Aslında çoğu zararına çalışan yüzlerce KİT yaratıldı. 1980’li yılların sonunda yükselen kamu açıkları karşısında Malezya hükümeti yön değiştirerek enerjik bir özelleştirme programı başlattı ve bu tarihten sonra Malezya sanayi ve ihracatı önemli ilerleme kaydetti.” (s. 34)”Singapur’un bütün bunları başarması, ancak işçi sendikalarının iktidar gruplarıyla işbirliği içinde olması ile mümkündü.” (s. 35)Kuşku kalmasın, yazara göre bunlar iyi şeyler! Uzatmayayım, sosyalizm dünyada bir olasılık olarak görülmediğinde, devletçi/korumacı burjuva ekonomi politikaları yere göğe sığdırılamayabiliyor. Benim anlamakta zorlandığım, etatist, üçüncü dünyacı bir burjuva solculuğunun var olması değil. Varsın olsun. Ama yukarıda adları geçen ülkelerin veya genel olarak Avrasya’nın, Türkiye halkı tarafından cazip bir seçenek olarak kabul edilme olasılığını gerçekçi sayıp, sosyalizmin hayalci görülmesini anlayabilmem imkansız!
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×