Yüzyılın Fiziğinden Kareler

“Evrene dair kavrayışımız değişmek üzere…

“[Bu] çarpışmalarda ortaya ne çıkacağına ilişkin pek çok teori mevcut; ancak kesin olan şu ki, parçacık fiziği evrenin işleyişini tasvir etmeye devam ederken, yeni hızlandırıcıdan fiziğin bir ‘cesur yeni dünya’sı doğacak.” 1

Bu sözler, merak edip de arayanların karşısına Avrupa Nükleer Araştırma Organizasyonu (CERN)’in resmi sitesinde çıkıyor. Fizik camiasında, aşağı yukarı “böyle bir şey” beklendiği söylenebilir. Nihayetinde şimdiye kadar muhtelif sebeplerle yapılamamış bir deney, yine şimdiye kadar (en azından farkında olarak) gözlenmemiş bir olayı gerçekleştirmeye çalışacak. Ama tabi, herkesin bir “cesur yeni fizik” bekliyor olduğunu iddia edemeyiz; en azından tüm yeni yaklaşım beklentileri bu şekilde adlandırılmayabilir. Bir de elbette, evrene dair kavrayışımızın gerçekten değişip değişmeyeceği sorusu var.

Bu son soruyu hızlı geçelim: Bendeniz için bu şimdilik bir nevi kehanettir; deneyin sonucunu henüz görmedik en azından… Ama şunu söylemek mümkün; Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nı (LHC) kurabilmenin gerektirdiği teknik düzey ve test edilen kuramlara yaslanan henüz test edilmemiş fikirler, belli bir süre sonra gerçekten kavrayışımızın değişmeye başladığına işaret edebilir. Bunu zamanla göreceğiz. Bir de tabi, mevcut anlayışımız açısından hâlâ yanıtsız olan sorular bulunuyor. Zamanla göreceğimiz şey de öncelikle bu sorulara yanıt üretilip üretilemediği olacak.

“On yıllarca, parçacık fiziğinin standart modeli doğanın temel kanunlarını kavrama aracı 2 olarak fizikçilere iyi şekilde hizmet etti, ama standart model bütün hikayeyi anlatmıyor. Yalnızca, LHC’nin ulaştığı yüksek enerjileri kullanarak ulaşılacak deneysel veriler bilgiyi daha ileri taşıyabilir; mevcut bilginin doğrulanmasını bekleyenlere ve paradigmanın ötesini hayal etmeye cüret edenlere meydan okuyarak.” 3 Edebi yanın biraz ağır bastığını itiraf etmek gerekir; ancak fizik bölümlerini kapatıp kapatmamaya LHC’nin vereceği sonuçla karar verecek olmasak da, bu merkezin ve kimilerinin “yüzyılın deneyi” olarak adlandırdıkları araştırmaların önemini kavramak gerek. Ama bu yazıdaki amacımız bu değil…

Konu pek çok yayın organında insanlara duyuruldu, pek çok ortamda tartışıldı, üzerine pek ilginç iddialar (kimileri bilim camiasından) ortaya atıldı ve sanırız hemen herkes az çok meselenin ne olduğunu biliyor. İşe yarar şeylerle uğraşmayı sevmeyen fizikçiler, “büyük patlamadan hemen sonraki” koşullarda parçacıkların sahip olabileceği enerjilere kontrollü bir şekilde çıkmayı deneyecek ve bu enerjilerde bir şeyleri çarpıştırıp ortaya nelerin çıkacağına bakacaklar. Kabaca böyle…

Biraz daha ayrıntı isteyenler için, şunu da ekleyelim: Bekledikleri bir parçacığı bulurlarsa, temel parçacıkların nasıl kütle kazandığını/neden bir kütleye sahip olduğunu öğrenmiş olacağız; aranan parçacıkla etkileşen diğerlerinin bu yolla kütle kazandığı fikri sınavı geçmiş olacak. Popüler bilim açısından (her zaman ve bahsedeceğimiz nedenlerle tartışmaya açık bir kavram), parçacıkların nasıl kütle kazandığı sorusu ile neden bir kütleye sahip oldukları sorusu (tabi ki kütlesiz olanlar da var; genel anlamda alalım) arasında pek fark bulunmuyor. Modern bilim açısından ise şöyle bir fark bulunuyor: İlk soru, bir olayın gerçekleşme mekanizmasına dair bir soru iken, ikincisi, daha farklı iki anlam taşıyor. İlk anlam, birden fazla olayın neden-sonuç ilişkisi ile birbirine bağlanması olarak algılanabilir (iki parçacığın etkileşmesi ve birinin bu sayede kütle kazanması). Bu, basitçe ilk sorunun aynısıdır; fiziksel bir mekanizma, birbirine neden-sonuç ilişkileri ile bağlı bir olaylar zinciridir (nedenler de sonuçlar da fiziksel olaylardır). İkinci anlam, bir amaç-sonuç ilişkisi olarak algılanabilir (bu iki parçacığın etkileşimi ile parçacıklardan birinin kütle kazanması amaçlanmıştır gibi). Böyle bir yaklaşımın (yasalar bağlamında amaç-sonuç ilişkilerinin), günümüz fiziğinde yeri yoktur. İkili anlam da zaten, “neden?” sorusunun hem bir olayın fiziksel nedenini hem de (varsa) altındaki amacı öğrenmek için kullanılabilmesinden kaynaklanır.

Şimdi geri dönelim. “Evreni algılayışımız değişecek mi?” sorusunu “bekleyip göreceğiz” diye yanıtlamış gibi yaptık ve yanıtını şimdi vermeye çalışmayacağız, ama mevcut kavrayışımızın ne olduğu ve muhtelif gelişmelerden nasıl etkilendiği üzerine biraz düşünmekte yarar var. Belki de yanıtlar gibi yaptığımız soruya ciddi bir yanıt da buluruz.

Birkaç temel soru

Birkaç temel soru belirleyelim ve akıl yürütmelerle devam edelim:

Günümüz fiziği nasıl işliyor ve bugünkü evren algısı nasıl ifade edilebilir? Bugünün bilimine gelinene kadar yapılan çalışmalardan bize ne kalmıştır?

Bugünün bilimi ile toplumsal/ekonomik/siyasi koşulları arasında ne gibi bir ilişki vardır?

İlk sorumuzla başlayalım. Aslında sorular çok yönlendirici görünmüyor; o nedenle kaba bir çerçeve çizerek işe başlamak daha doğru olacak. Bugün fizikçilerin masalarında duran birçok çözülmemiş problemden söz etmek mümkündür. Şimdilik bu problemlerin neden ve nasıl kurulduğunu bir kenara bırakalım. Bunlar (başlangıçta konu ettiğimiz çalışmalarda olduğu gibi) bilinen maddenin ve etkileşimlerin temel bu problemleri nasıl çözeceklerine dair yaklaşımları ve bunlardan beslenen teorik ve deneysel (şimdilerde bir de kompütasyonel 4 ) yöntemleri vardır. Bu yöntemlerin temel varsayımları ya da beslendikleri yaklaşımlar birbirleriyle çelişebilir; örneğin yarı-klasik kuantum mekaniği ve özel görelilik kuramı, birbiriyle çelişen kimi varsayımlar barındırır. Örneğin, bir kuantum mekaniği problemi ortaya konulduğunda, olasılık dağılımlarından söz edilir ve bir elektronun belli bir anda Dünya üzerinde bir noktada, beş saniye sonra da Andromeda 5 galaksisinde tespit edilme olasılığı mevcuttur; varsayımlar bunu sınırlamaz. Ortada bir kuram vardır, böyle bir öngörüsü olabilir; siz de sınayabilirsiniz.

Özel görelilik kuramı böyle bir olasılığı kabul etmez; çünkü bu kurama göre fiziksel parçacıklar için bir hız limiti vardır (ışığın boşluktaki hızı; varsayımlar bunu gerektirmektedir) ve ışık buradan Andromeda’ya kabaca iki milyon yılda ulaşmaktadır. Gelin görün ki parçacık fiziği olarak adlandırdığımız alan genel olarak, hem kuantum kuramının temel alınması gereken ölçekte hem de özel görelilik kuramının temel alınması gereken hareket düzeyinde (ışık hızına yakın hızlarda) meydana gelen olaylarla ilgilenmektedir. Ancak bu, fizikçiler açısından sorun değildir. Zira mesele, bu kuramları bir şekilde uzlaştırmak ya da başka bir deyişle bunların üretebildiği sonuçları üretebilen (bu anlamda kuramları kısmen kapsayan) ve yanıtlayamadıkları sorulara yanıt üreten (bu anlamda bu kuramları aşan) yeni bir teoriye ulaşmaktır. Belki 19.yüzyıl fizikçileri sürekli yeni kuramlar bulmaya bu kadar hevesli olmazlardı; ancak deney ve gözlemlerde karşılaşılan olayların bizim eğilimlerimizden bağımsız olarak gerçekleştiğini düşünüyorsak -ki fizikçiler aksini söyleseler de buna uygun davranırlar 6 -kuramlarımızın mantıksal yapısını ve geçerlilik koşullarını sürekli sorgulamamız gerekir. Bugün geldiğimiz noktada bildiğimiz en önemli şeylerden biri, mevcut kuramların her birinin geçerli olduğu belli bir alan olduğudur. 7

Tabi ki bu yaklaşım, çok önemli bir soruyu da beraberinde getirir: O zaman birbiriyle çelişen varsayımların herhangi bir anlamı kalmıyor mu? Hatta doğanın tasviri ve mekanizmalarının açıklanmasından, “böyle yapınca soru çözülüyor”a düşmüş olmuyor muyuz?

Hayır… Her ne kadar farklı kuramların geçerli olduğu alanlar olduğunu söylesek de, temel kavrayışımız şunları ortaya koymaktadır: Bir çelişkiyi yeni bir kuramla aştıktan sonra, nesnemize dair algımız değişse de, 8 eski kuramları yeni kuramın -hem mantık hem matematik anlamında- kısıtlanmış halleri olan “yapılar/kurgular” vesaire olarak görebiliriz. Yani, yeni kuramın “epistemolojisiyle” (ve isterseniz “ontolojisiyle”) yola devam etmekte bir sakınca yoktur. Meselemiz, kuramları bu şekilde birleştirmektir. Hatta bu yaklaşımı fizikten öteye taşımak da mümkündür; elektromanyetik etkileşimlerin tüm kimyasal ve biyolojik olayların temelinde yatan unsur olduğu görüşünü pek çok fizikçiden duyarsınız ve hatta bunu bu bilimlerin uzmanlarından da duymak mümkündür. Bir başka deyişle bilimimizin “epistemolojisi” (ve yine isterseniz “ontolojisi”) muhtelif kuramların aşılmasıyla tümden değişmemekte, birtakım unsurları (bunların ne olduğu tartışılabilir) biriktirmektedir.

Başlarken konu ettiğimiz “yüzyılın deneyi”, bu tür birleştirme işlemlerinden geçmiş kuramların sınandığı alanlardan biridir. Altyapısında (genel olarak parçacık fiziğinin altyapısında) kuramların birleştirilmiş hali diyebileceğimiz kuantum alan kuramı (qunatum field theory) bulunur. Kuramı küçük bir alıntı ile tanıtalım:

“Olgunlaşmış haliyle, kuantum alan kuramının ana fikri, parçacık ‘alanlarının’ evrenin temel içeriği olduğu ve parçacıkların yalnızca bu alanların enerji ve momentum demetleri olduğudur.” 9 

Bir de şuna dikkat edilmeli; “temel” parçacık/içerik/yasa gibi kavramlardan bahsetmekteyiz. Geldiğimiz noktada, yaptığımız deneyleri muhtelif “kuramlarla” eşleştirebiliyoruz (burada kuramdan kasıt örneğin kuantum alan kuramının kendisi değil, çeşitli spesifik durumlara uygulanmış halleridir). Zaman zaman da, daha gelişkin deneyler sayesinde, bu kuramların “temel” nesne olarak aldığı nesneler, aslında başka “temel” nesnelerin birleşmesiyle oluşan yapılar olarak karşımıza çıkıyor. Örneğin atom çekirdeğinin “temel” bileşenleri olarak bilinen proton ve nötronların, sonradan kuark denilen daha “temel” parçacıklardan oluştuğu anlaşıldı. 10 Bu durumda proton ve nötronları “temel” parçacık varsayan bir kuram, bir tür “temel kuram” olmaktan çıkıp, “efektif” bir kuram halinde ifade edilebilir; örnekleri de mevcuttur. 11 Şimdi tekrar sözcüğü geniş anlamda kullanarak, aynı yaklaşımın örneğin Newton’un “hareket yasaları” (her ne kadar yasa desek de, tam anlamıyla yasa olmayı hak eden başka “yasa”lar mevcuttur; örneğin enerjinin korunumu gibi) ile Einstein’ın özel görelilik kuramına uygulanabileceğini düşünebiliriz. Birinci kuram, ikincisinin sınırlandırılmış bir hali olarak, “efektif” bir kuram olarak yazılabilir; ikinci teori de bu anlamda bir “temel” kuram olarak varsayılmış olur. Bu yaklaşım da farklı kuramları birleştirmenin/ uzlaştırmanın bir başka ifadesidir.

Kısa bir parantezle ilk soruyu kapatalım. Burada kuram sözcüğü, verili sabit bir tanıma yaslanılarak kullanılmamıştır; bir takım muğlaklıkların doğması kaçınılmazdır. Bu tercihin nedeni, fizikçilerin sözcüğü, hem dar hem de geniş anlamda, bu şekilde kullanıyor olmalarıdır. Yani aslında bu kullanımın içinde, yaklaşım, varsayım, paradigma, sorunsal gibi kavramlar kısmen ya da tamamen, inceleyenin bakış açısına da bağlı olarak, mevcuttur.

Bilimsel bilginin ölçütü

Şimdiye kadar bahsettiklerimiz ile aslında ikinci soruya dair ipuçları vermiş olduk. Bir defa, parçacıklardan ve alanlardan bahsettik. Parçacıklardan (görece basit anlamda) Newton da bahsediyordu, onun fiziği de aslında bir tür “parçacık fiziği”dir; nesnesini, boyutları önemsiz olan, bir noktada yoğunlaşmış bir kütle olarak görüyordu ve bir noktanın uzaydaki hareketini inceliyordu. Benzer şekilde alan kavramı da örneğin elektromanyetik teoride hali hazırda var olan bir kavramdı; Maxwell denklemleri de bir “alan”dan bahsetmektedir.

Sözünü ettiğimiz kimi nesnelere dair kavrayışımız zaman içinde değişmiştir, hatta bazı durumlarda fazlaca değişmiştir. Zaman içinde kimi nesnelerin varsayılan özelliklerinden ve neredeyse “nesnenin kendisinden” (tabi ki kavramsal anlamda) vazgeçilmiştir. Ancak bir takım somut bulgular veya o bulguları açıklamaya yarayan kimi yöntemler/yapılar bize miras kalmıştır. 12 

Başka miraslardan da söz etmek mümkündür. Bunlardan belki en önemlisi, üzerinde önemli tartışmalar yapılan “bilimsel ölçütler” konusudur. Kendi aralarında bile tam bir görüş birliğine ulaştığı görülmemiş (ve belki ulaşması beklenmeyen) bir topluluğun ürettiği bilginin güvenilir olması nasıl mümkün olur? Bilginin güvenilirliği açısından belli standartlara tabi olması zorunlu mudur?

İkinci soruyu fazlaca tartışmaya gerek yoktur herhalde. Bilimsel etkinliği zamanı bol bir grup insanın sırf meraklarından kaynaklı keyfi bir etkinlikten ibaret görmüyorsak (merakın payını yadsımadan tabi ki), üretilen bilginin bir şekilde yeniden üretilebilmesi ve bu yeniden üretimin kendisinden beklenen ürünleri vermesi gerekir. “Pratik açısından” bakarsak, tartışmaların etrafından dolaşarak meselenin kilit noktasına gelmiş oluruz: Bilginin yeniden üretilebilirliği, bilimselliği açısından önemli bir ölçüttür ve modern bilimin tarihi gibi yaklaşım yelpazesi geniş bir alanda, üretilen bilgilerin kısmen de olsa bir ortamdan diğerine, bir dönemden diğerine aktarılabilmesini, bir açıdan bu özellik sağlar. 13 Ortaya koyduğunuz kuramların kontrollü deney ya da gözlemlerle sınanabilmesi, bunun için ölçülebilir özelliklere dayanması, bunun için nicelleştirilebilmesi, yani belli bir aşamada (doğa bilimleri ile sınırlandırarak) matematiksel yapılara indirgenebilmesi gerekir. Bu ölçüt yaygın olarak dile getirilir, bununla birlikte bu yaklaşıma pek çok itiraz da ortaya atılmıştır. Bu yaklaşımın ötesinde, en bilinen ve bir anlamda geçerliliği de olan bir kıstas da üretilen kuramın “yanlışlanabilir” olmasıdır. 14 Bu yaklaşımı da aslında, bilginin yeniden üretilebilmesi kıstasının içinde görmek mümkündür; sonuçta deneyler ve gözlemler kuramları sınamak gibi bir misyona sahiptir. Sonuçta günümüz bilimi açısından, pratiğin yol göstericiliğinde, bizim eğilimlerimize bağlı olmayan bilimsel ölçütlerin var olduğunu söyleyebiliriz. Bu ölçütleri tam olarak formüle edemesek de üretilen bilginin belli bir “nesnelliği”nin olması, böyle ölçütlerin var olduğunu gösterir. Buraya biraz daha yoğunlaşalım.

Pratiğin yol göstericiliğine başvurduk. Şu halde, soyutlama düzeyi açısından ulaştığımız yetkinlikten ziyade, teknik becerilerimizin ne kadar geliştiğine bakmamız gerekir. Genelde “teori mi pratik mi araştırmanın ilerleyişinde önceliklidir?” gibi bir soru etrafında tartışılan bu konuyu biz, “arada bir geri besleme ilişkisi var, bu soru etrafında tartışılması makul değil” diyerek inceleyeceğiz. Pratiğin yol göstericiliği, teknik becerinin soyutlamaları öncelediği anlamına gelmez. Bir “nesnel gerçekliğin” var olduğunu düşünüyorsak, bunu ancak pratikte tam anlamıyla görebiliriz demektir. Bu açıdan, günümüzde epey hızlı ilerleyen teknolojiye şöyle bir bakmamız iyi olacaktır. Örneğin, başlangıçta konu ettiğimiz çalışmaların gerçekleştirildiği CERN’de, yalnızca bir takım teoriler test edilmemekte, bir yandan belli alanlarda yeni teknolojiler de geliştirilmekte ve diğer alanlara sunulmaktadır. Bunun en bilinen örneği “www (world wide web)”dir. 15 Tabi ki bu üretim ve aktarım, günümüz kapitalizminin üretim ve paylaşım ilişkileri ile uyum içinde yapılmak durumundadır; konunun bu tarafına daha sonra değineceğiz. CERN, bu anlamda yalnızca bir örnektir, her yanıyla herkesin tasvip edeceği türden bir örnek olması da gerekmemektedir. Ama tabi diyebilirsiniz ki Hiroşima da bir örnektir. 16 Burada bilginin nesnelliği algısını yaratan nokta, dünya üzerine eşitsiz dağılmış olmakla birlikte, insanların daha önce belki hayal edemeyeceği bir teknik kapasiteye bugün gerçekten ulaşılmış olmasıdır. Nesnelerimize dair algımızda belki hâlâ çok basit yanlışlar vardır; ancak bizim olası algı bozukluklarımıza rağmen gelişen bir teknoloji olduğunu görmezden gelemeyiz. Mevcut ilişkiler içinde pek çok kez, kesinlikle kabul edilemeyecek amaçlarla teknolojiye başvurulmuştur, bu doğrudur. Ancak yine de teknik düzey açısından bir gelişim yaşanmaktadır. Bir de, bilimin, (genelde “saf bilim” diye anılan) doğrudan gündelik ya da endüstriyel uygulamalardan en uzak alanları bile, deneysel ve gözlemsel çalışmaların yürüyebilmesi açısından gelişen bir teknolojiye mutlak surette ihtiyaç duymaktadırlar. Dolayısıyla teknoloji üretimi, bilimsel etkinliğin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu yaklaşımı, birebir aynı şekilde olmamakla birlikte, şu sözlerle de ortaya koyabiliriz:

Modern deneyim bilimleri eski tipteki felsefi bilimlerden farklı olarak Galilei’nin günlerinden beri, olası teknik kullanımın aşkın bakış açısını yansıtan yöntemsel bir ilişki sistemi içerisinde açınmışlardır. Bu yüzden modern bilimler biçiminden (öznel niyetinden değil) ötürü teknik olarak yararlanılabilir bilgi olan bir bilgi üretirler; genelde uygulama fırsatları sonradan ortaya çıksalar da.” 17 Demek ki bilimsel etkinliğin her alanından geleceğe doğru akan bir şeyler vardır ve teknolojiyle beraber bilim de bir şekilde gelişmektedir. Pratik bize, herhangi bir değerlendirme yaparken bunu veri almamız gerektiğini göstermektedir. Tabi, bir birikim ve bu birikimle ulaşılan üst düzey bir teknik yeterlilik görüyor olmamız ve bu birikimi bir anlamda nesnelliğe ya da bilimselliğe bağlamamız, bu nesnelliği daha başka bir şekilde algılayıp, örneğin yukarıdaki pasajın yazarının sonradan yaptığı gibi, bilim ve tekniğe insan emeğinden neredeyse bağımsız bir üretici güç olma vasfı atfetmemize de sebep olabilir. Bu anlamda dikkatli olmak gerekir. 18

Bilimsel etkinliği çevreleyen koşullar ve kurumlar

Gelelim üçüncü sorumuza. Yeniden sorarsak, içinde yaşadığımız koşullar ile bilimsel etkinliğimiz arasında ne gibi bir ilişki vardır? Düşünmeye güncel gözlemlerle başlayalım. Geçtiğimiz aylarda herkesi telaşa sokan domuz gribi meselesi, bir ara yine gündeme geldi. 19 Domuz gribinin “abartıldığı” söyleniyordu. Bilimsel üretimin nesnel yanlarından, bilginin güvenilirliğinden bu kadar söz ettikten sonra, büyük bir çelişkiye düşmüş görünüyoruz. Bu çelişkiyi aşalım.

Habermas’tan öğrendiğimiz sihirli sözcükle devam edelim: Modern bilimin ürettiği bilgi, biçiminden dolayı, teknik olarak yararlanılabilir bilgidir. Diğer tüm öznel niyetler, herhangi bir bilimsel etkinlikle doğrudan ya da dolaylı ilişki içinde olan insanlara aittir. Örneğin Dünya Sağlık Örgütü’nün bu grip rezaletinden sorumlu yetkililerinin, ilaç şirketlerine danışmanlık hizmeti vererek bir anlamda ek iş yapmak gibi bir öznel niyetleri olabilir. Ortaya dökülenler, sorunun tam olarak “ilaç şirketi” denen kuruluşların varlığından kaynaklandığına işaret etmektedir. Tabi bu görüş tartışılabilir, ancak olası bir tartışma, söz konusu alanda yapılan/yapılacak bilimsel çalışmalara değil, bu çalışmaların kim tarafından, nerede, hangi finansmanla yapıldığı ve ürünlerinin ne şekilde değerlendirildiği ile, yani genel anlamda bu alandaki bilimsel üretimin nasıl örgütlendiği ile ilgili bir tartışma olacaktır. Bu yanıyla alana dair bilimsel bir tartışma olmayacaktır.

O zaman şöyle bir resim çizebiliriz: Bilimsel üretim belli bir bilgi alışverişini, teknik ve finansal desteği, etkinliği kaldığı yerden devam ettirebilecek eğitimli “iş gücü” gibi gereksinimleri nedeniyle, muhtelif ekonomik/siyasi/toplumsal yapıların kendilerine göre az ya da çok şekillendirdikleri bir süreçtir. Bu şekillendirme, mutlaka sürecin bütününü her toplumsal değişimde yeniden tarif etmek anlamına gelmez; tüm nesnel yönlerine rağmen, toplumsal değişimlerle bilimsel üretimin kurumsal yapısının (bilinçli müdahalelerle) değiştirildiğini ifade eder. Bu sözlerden anlaşılacağı üzere, akademik kurumların haricindeki bir takım kurumların da (örneğin okullar, hastaneler, endüstriyel kuruluşlar) aslında bilimsel üretimin örgütlenişinde etkisi olduğu düşünülmektedir. Tabi ki bu etkinin bir de tepkisi vardır.

Şimdi şu soruyu sorabiliriz: Bilim insanları bu kurumsal meselelerden ya da örneğin mevcut siyasi atmosferden nasıl etkilenirler, bunları nasıl etkilerler?

Tekil örnekler üzerinden, bireyler ve kurumsal yapılar arasında, farklı kurumlar arasındaki gibi bir ilişki tarif etmek doğru olmaz, bu nedenle sorunun ikinci kısmının yalnızca usulen sorulduğunu belirtelim. Birinci kısma gelince; bu konuda benzer sorularla uğraşılmış ve değerli çalışmalar ortaya konmuştur. Bir yaklaşım, bilim insanları arasında bir şekilde oluşmuş kimi “gelenek”lerden (ya da problem çözme alışkanlıklarından), bunlara kavramsal çerçeveler sunan paradigmalardan ve bu paradigmalar çerçevesinde örülmüş bir usta-çırak ilişkisinden (yani bilimsel eğitim sürecinden) ve kimi yeni problemlerle karşılaşıldığında işlerliğini yitirmeye başlayan paradigmaların devrimsel dönüşümlerle değişiminden bahseder. 20 Burada, örneğin üretimin yapıldığı yerdeki diğer kurumsal yapılardan bahsedilmemektedir; ancak bu geleneklerin, bilim insanlarını bir araya getiren kurumsallıklar içinde, zaman zaman (tarif ettiğimiz şekliyle) bilimsel olmayan süreçlerle edinildiğini iddia etmek sanırım yanlış olmayacaktır. Bu tasvirde görmediğimiz bağlantıyı başka bir yerde, bilimsel ve siyasi devrimler arasında çizilen benzerlikte görebiliriz: “Gerek siyasi gerek bilimsel gelişmede devrimin önkoşulu, düzenin bunalıma varan ölçüde işlerliğini yitirdiğini haber veren belirtilerin algılanmasıdır.” 21 Burada, daha ziyade kurumsal ilişkilerden bahsedilmekte, örneğin bilimsel etkinlik içindeki bir topluluğun güncel siyasetle kuracağı ilişkiye dair açık ipuçları verilmemektedir. Buna dair ipuçlarını, başka bir çalışmada bulabiliriz:

“[Aydınların] Dizginleri kendi ellerinde bulunmayan yasalarla belirlenmiş bir çerçevede yerine getirdikleri pratikleri, içinde yaşadıkları ve dışına çıkmaları da gerekmeyen bir ideolojiyi kendiliğinden üretmektedir. Dahası da var. Kendi ideolojileri, kendi pratiklerinin kendiliğinden ideolojisi (yazın ya da bilim konusundaki ideolojileri) yalnızca kendi pratiklerine bağımlı değildir: Üstelik ve de son kertede içinde yaşadıkları toplumun egemen ideoloji sistemine bağımlıdır. Sonuçta, bu ideolojik sistem onların yazın ya da bilim konusunda sahip oldukları ideolojilerin biçimlerini yönetmektedir. Önlerinde olup biter gibi gözüken her şey, aslında arkalarında olup bitmektedir.” 22

Etkinliğin içindeki insanların kişisel ideolojik belirlenimleriyle, içinde yaşadıkları toplumun belirlenimleri arasında bu şekilde bir ilişki varsa, örneğin bugünün koşullarında Türkiyeli bilim insanlarının ülkenin teknolojik düzeyinin yükseltilmesi bahanesiyle, sermayenin ihtiyaçlarının “üniversite – sanayi işbirliği” olarak dayatıldığını algılamakta neden zorluk çektikleri ya da bilimsel yetkinliğin artırılması adına, akademisyen adaylarının (rekabet ortamının “geliştiriciliğinden faydalanmak amacıyla) iş güvencesi olmadan üniversitelerde istihdam edilmelerine neden ses çıkar(a)madıkları anlaşılabilir. Ve durum, aynen bu şekilde anlaşılmaktadır.

Şimdi, bir birleştirme işlemi yapalım; bilimsel etkinliğin, en azından modern bilimin tarihi boyunca, özellikle teknik gelişme yoluyla bir “bilgi yığını” oluşturarak evrildiğini söyledik. Bu etkinliğin, belli kurumsal yapılar içinde, başka kurumsal yapılarla etkileşim içinde icra edilen bir insan etkinliği olduğunu vurguladık. Bu yapılar ve etkileşimler yoluyla, hem etkinliğin içindeki bireyler hem de bahsettiğimiz kurumlar açısından, ne gibi toplumsal etkilere maruz kaldığına değindik. Şu soruyla bitirelim: CERN ve “yüzyılın deneyi”, bu çerçeveye oturan bir resim veriyor mu?

Elbette… Sondan başlarsak, kişisel tecrübelerime dayanarak, çok farklı dünya görüşlerinde insanların burada çalışma yaptıklarını ve bazılarının, bahsettiğimiz ideolojik etkilere diğerlerinden çok daha açık olduğunu söyleyebilirim. Ancak kişisel tecrübelerle bu tür görüşleri örneklendirmek çok hoş karşılanacak bir davranış olmasa gerek. O yüzden, soruya kurumsal açıdan bakalım:

“Hepimize sürekli olarak, innovasyonun (yeniliğin) büyüme ve refaha giden yolda esas itici güç olduğu rekabetçi bir dünyada yaşadığımızdan bahsediliyor. Böyle bir dünyada, topluma kısa dönem katkısı derhal uygulamaya geçirilemeyen bilgi olan temel bilimlerin yeri nedir? Temel bilim, gereksiz bir lüks müdür? Dünyanın kaynaklarını kamu sağlığı, temiz enerji, temiz su gibi daha acil ihtiyaçlara mı yönlendiriyor olması gerekir? Tabi ki öyledir ve inanıyorum ki temel bilimlere yatırım yapmak bu amaçlara hizmet eder. Bu, gelecek yeniliklerin ve refahın temellerini hazırlayan uzun dönemli bir yatırımdır.” 23 Bu sözler de yeterince açıklayıcı olsa gerek. Yazarın kişisel eğilimlerini ya da kişisel anlamda ne gibi ideolojik etkilere maruz kaldığını burada tartışmaya sanırım gerek yoktur; çünkü ortada öznel niyetlerden bağımsız olarak tartışılabilecek bir konu vardır. Elbette insanlar, herhangi bir ekonomik örgütlenme biçiminde temel bilimlere ne kadar ve nasıl para ayrılacağını soracaklar ve makul yanıtlar isteyeceklerdir; dolayısıyla bu soruya bugün de bir yanıt üretmeye çalışmanın anlaşılmayacak bir yanı yoktur. Mesele şu ki, yanıtınızı doğrulayacak olan, sokaktaki vatandaşların tek tek ya da toplu halde yapacakları bir muhakeme değildir:

“Temel bilimin uzun vadeli rolü, Avrupa Birliği’nin finansal organı olan Avrupa Yatırım Bankası tarafından gayet iyi anlaşılmıştır. 2003 yılında banka, Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nın (LHC) inşasının finansmanına yardım etmek için CERN’e 300.000.000 avro kredi vererek temel bilime büyük bir destek sağlamıştır. Banka neden dünyanın en büyük temel fizik projesini değerli bir yatırım olarak görsün? İnanıyorum ki sebep, temel bilimin gelecek yeniliklerin yolunu döşüyor olmasıdır.” 24

Bir noktada yollar kesişiyor; LHC’yi kuracaksanız, bundan kaçış yok. Tabi ki söylediklerimiz şu açıdan eleştirilebilir: Tabi ki adamlar finansman arayacaklar, banka da vermiş zaten desteğini, burada sorun olan nedir?

Baştan sorun olarak tarif etsek de etmesek de, bilimsel etkinliğin nasıl, nerede, kimler tarafından, ne amaçla yapılacağı, içinde yaşadığımız sisteme en temelinden bağlıdır; en azından belli bir ölçekten sonra… Burada mevcut siyasi kurumların/yapıların, bilim insanlarına ne ölçüde karar özgürlüğü bıraktığı pek çok insan için tartışma konusu bile olmayabilir. Nihayetinde onlar “işi uzmanlarına bırakmışlardır”. İşin her zaman uzmanlara bırakılmadığını biliyoruz, ancak bundan bağımsız olarak, ortada bilimsel etkinliğe kendinden menkul bir kıymet, kutsiyet, öncelik vs atfetmemize neden olacak hiçbir somut belirti yoktur. İşleyiş, mevcut düzenin doğal işleyişidir ve herhangi bir konuyu değerlendirirken, bu doğal işleyişin kurallarına göre değerlendirmek gerekir. Günümüzün bilimsel etkinlikleri de bundan bağışık değildir. Daha basitçe söylersek, bilimsel etkinliği değerlendirirken egemenlik mekanizmalarının temel eğilimleri/yönelimleri her zaman göz önünde bulundurulmak zorundadır. Günümüzün bilimsel etkinliği, bu anlamda farklı bir örnek teşkil edememektedir.

 

 

 

Dipnotlar

  1.  http://public.web.cern.ch/public/en/LHC/LHC-en.html
  2. “Araç” sözcüğü yerine yöntem, paradigma, çerçeve vs gibi sözcükler de kullanılabilirdi. Bu, biraz da bir bilimsel modelin nasıl algılandığı ile ilişkili. Şahsen, “model” sözcüğünün kendisinin yeterli olduğu kanaatindeyim.
  3.  http://public.web.cern.ch/public/en/LHC/LHC-en.html
  4. Kompütasyonel yöntem gibi bir terim bildiğim kadarıyla yaygın olarak kullanılmıyor, ancak mevcut kuramların ya da yarı­empirik (temel kavramlarla ilgili varsayımlara dayanmak zorunda olmayan) modellerin ürettiği çok karmaşık problemlerin bilgisayarlar yardımıyla çözülmesi anlamında kullanılabilir.
  5. Bu örnek ilk olarak tarafımca ortaya atılmamıştır; geçen yıl takip ettiğim bir dersi veren hocamızın ara sıra başvurduğu bir  örnektir.
  6.    Sakata, Shoichi, “Theoretical Physics and Dialectics of Nature”, 1947, http://www.marxists.org/subject/japan/sakata/ch01. htm . Sakata, bu makalesinde, biraz daha ileri gidiyor: “… saygıdeğer arkadaşım M. Taketani’nin genelde tavsiye ettiği gibi, fiziğin kendisini fizikçilerin sunduğu yorumlardan kesinlikle ayırmak gerekir.”
  7.   Sakata, agm.
  8. Kuhn, Thomas, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, çeviren: Nilüfer Kuyaş, İstanbul, Kırmızı Yayınları, 2006, s. 211-212. Kuhn bu algı değişikliğini bir “dünya görüşü değişikliği” ile ilişkilendiriyor ve görece farklı bir bağlamda ele alıyor. Bizim bağlamımızla ortak noktası ise, dışarıda bilim insanının algılarından bağımsız bir nesnel gerçekliğin olduğu fikri.
  9.  Weinberg, Steven, “What is Quantum Field Theory and What Did We Think It Is?”, 1997, http://arxiv.org/abs/hep-th/9702027
  10. Kuarklarla ilgili temel bilgi için örneğin şu kaynağa bakılabilir: http://en.wikipedia.org/wiki/Quark
  11.  Weinberg, agm.
  12.  Kuhn, age, s. 203. Esasen yazar eserinin bu kısmında, bir kuramın, kendi deyişiyle paradigmaya dönüşümünü örnekliyor. Bizim tartışmamızın, bir kuramın bilim camiasında nasıl etkinlik kazandığı olmadığı açık; ancak verilen örnek, bilim insanlarının yaklaşımlarındaki ciddi değişimlerden bile geriye bir şeyler kalabildiğini göstermek açısından güzel. Sanırım bu durumu, modern bilimi, bugün bilim olarak kabul edemeyeceğimiz “bilimlerden” ayıran özelliklerin bir yansıması olarak görmek yanlış olmaz.
  13. Sakata, agm. Tabi ki bu “yeniden üretilebilme” kriterinin, bizim algılarımızdan bağımsız bir nesnel gerçekliğin var olduğu düşüncesiyle yakından ilişkili olduğunu da eklemek gerek.
  14. Kuyaş, Nilüfer, “Bilimsel Devrimlerin Yapısı’na Çevirmenin Sunuşu”, Bilimsel Devrimlerin Yapısı içinde, İstanbul, 1982, s. 33.
  15. http://public.web.cern.ch/public/en/About/WebStory-en.html
  16. Sakata, Shoichi, “Philosophy and Methodology of Present Day Science”, 1968, http://www.marxists.org/subject/japan/sakata/ch02.htm
  17.  Habermas, Jürgen, “İdeoloji Olarak Teknik ve Bilim”, İdeoloji Olarak Teknik ve Bilim içinde, çeviren: Mustafa Tüzel,İstanbul, 1997, s. 49. Bu makale, içinde yazılanlara bütünüyle katılmak mümkün olmasa da, üretim ilişkilerinin evrimi ile bilim ve teknolojinin evrimi arasındaki bağı net biçimde ortaya koyması açısından değerlidir.
  18.  Habermas, agm., sf. 53.
  19. http://haber.sol.org.tr/dunyadan/dso-yoneticisi-domuz-gribi-abartildi-haberi-23698
  20.  Kuhn, age.
  21.  Kuhn, age., s. 186-187.
  22.  Althusser, Louis, Felsefe ve Bilim Adamlarının Kendiliğinden Felsefesi, çeviren: Alp Tümertekin, İstanbul, 2006, s. 48. Aslında bu düşünceleri veri kabul etmiyoruz; bunların temellendirilmesine dair de birkaç söz söylemek gerekirdi. Yine de Kuhn’un çizdiği resmin arka planında çok da farklı bir manzara olamayacağını varsaymak yanlış olmaz. O nedenle, kendi başına incelenmeye değer olan bu konuya dair, şimdilik bu kadarla yetiniyoruz. Tabi Althusser’in bu temellendirmeyi takdire şayan bir şekilde yaptığını belirtmeden geçmemek gerekir.
  23.  Aymar, Robert, “Basic Science in a Competitive World”, 2006, http://public.web.cern.ch/public/en/About/BasicScience-en.html . Makalenin sahibi olan kişi, CERN’in o dönemki yöneticisidir.
  24.  Aymar, agm.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×