Zakkumun inadıyla, ikişer sayarak gelenlerin şiiri

Şiirinden ister şehrin dağdağasında etrafınıza baktığınızda, ister kuytuluk bir el değmemiş bahçede, ister bir bozkır kasabasında, ister göğe bakarken gördükleriniz geçer. Bir de insanlar geçer. Yitirdikleri, yitirdiklerimiz selamlanarak geçer. Fabrikada tarlada terleyenler geçer. Sanki, sanki değil mutlaka, hepsi ellerini birleştirip yoğurmuşlardır Mehmet Barış’ın hamurunu ve o mayasını eritip tüketmemiştir.

Mehmet Barış’a ve şiirine ancak üstünkörü bir ön-değinme olabilecek bu yazı için belirleyici bir tutamak ararken, fark ettim ki, genel olarak şaire ve şiire ilişkin kimi tanımlar “sistem dışı” oluş temelinde olumluluk tonu taşır gibi kabul görse de, sorgulanmaya epeyce muhtaç.

Örneğin, şiirde ve toplumsal planda devrimciliği kanımca sabit Cemal Süreya’nın “şiirin aykırı olduğu” saptaması bile. “Yıkıcıdır şiir. Gayrimeşrudur. Temizleyicidir. Sürekli bir ihtilâldir. Bugün şiirin bir ucu toplumsal planda insanın kavgasını, haklarını kolluyor. Bu onun çekirdeğinde ahlaki bir kaygı olduğundan değil, belki kurulu düzene aykırılık niteliği ağır bastığından oluyor.”

“Kurulu düzenle mücadelenin göbeğinde”yseniz, şaire sonra geliriz, “bağlanmış şiir”le aynı safta durduğunuzun beyanı gibi gelen bu tanımın ve devamının üzerinde pek durmayabiliyorsunuz. “Sürekli bir ihtilâl” de, coşturucu bir söz öbeği oluşu niteliğiyle, hiçbir duraksama yaşatmayabiliyor. Oysa, şiir disiplininin geneline matuf bu tanımlarda, süregenlikle eksilen bir şey olduğu düşünülmeliydi. Nitekim devamı var: “Çünkü insan haklarındaki ilkeler daha yürürlükte değil. Çünkü o ilkeler kurulu düzenle henüz çatışma halinde.” Peki o ilkeler, kurulu düzeni aşıp yürürlüğe girdiğinde? “O zaman şiir kollamayacak artık onları.” Doğru. O çelişkiler, o kötücül durum artık “şiirsel gerilimin dairesi” dışına çıktığında, yeni çelişkiler, yeni itiraz noktaları, yeni devrim alanları arayacak şair ve şiir.

Doğru. Hayat varsa, çelişki biter mi hiç. Burada bıraktığımızda, sanatın ve sanatçının toplumu ileri taşıma işlevi açısından kendisine yeni, farklı, helezonun belki bir üst sarmalında mücadele alanları açacak olması toplumsal bir yasa. Sorun nerede o zaman?

‘ÇOK BAĞLANMA Kİ ÜZÜLMEYESİN’

“Her düzen, her yeni devrim işe sanatı, özellikle de şiiri lanetlemekle başlamıştır.” Neden? Çünkü artık kendisi de bir kurulu düzendir. Aslında buraya kadar da bir sorun yok deyip devam edebiliriz. Ancak, çelişkilerin ve mücadele alanlarının farklı sistemlerde alacağı farklı biçimlerden çıkıp, “düzen/yeni-düzen” kopuşlarında da süregelen bir genel konumlanışa ittiğinizde şairi ve şiirini, bir önceki sistemin değişmesi için yaratısını kullanan bir “bağlanmış”lığın, hem hayal kırıklığını hem baskı altına alınmasını doğuracağı tezine aralıyorsunuz kapıyı. Sonra sıralanıyor Ekim Devrimi’nin canına kıyan şairleri, sanatçıları… Sonra diyor ki Barthes, “yazarın asıl sorumluluğu, edebiyatı ‘eksik bir bağlanma’ gibi taşıyabilmesidir”. Tamam, gerisini biliyoruz.

Bazı tanımları yaparken, içeriğin belki de -özellikle Cemal Süreya örneğinde- murad edileni zedeleyen hâl almasına örnek olarak aldığımız pasajlardaki sorunlara, açmazlara, karşısına bir Mehmet Barış şiiri koyarak bakabilir miyiz? Deneyeceğiz. Ama bir noktaya daha değinelim öncesinde.

Kapitalist toplumda şiirin diğer sanat dallarına kıyasla daha bir köşeye atılmasını, iki nedene bağlıyordu Cemal Süreya. Şiir, eğlence aracı olamıyordu, kendisine yaklaşanı temizliyor, yetiştiriyor, bileyliyordu. Resim mobilya olabiliyordu, roman vakit geçirtebiliyordu, ama şiirden bu düzlemde yararlanılamıyordu. “Asi bir sanat. Bu yüzden, para-mal-para düzenine pek giremiyor, kapitalist üretimin çarkında ‘başka bir özel planda’ görünerek devinemiyor.” Kapitalizm de yarattığı hayat biçimleri içinde bu elverişsiz uğraşa yer vermek istemiyordu. İkinci neden, kapitalist düzeni besleyen sağcılığın dile karşı oluşuydu. Doğanın sessizliğini kendisine uygun görüyordu. O yüzden “en çok dil olan, hatta bir yerde dilin kendisi demek olan şiiri” itibarsızlaştırıyordu.

Dil ve ses kısmı, ayrıca incelenmeye, üzerinde durulmaya değer. Ama saptanan bir gerçek var: Şiir, “para-mal-para” düzenine sığmıyor. Tabii, şairden, şiirden bahsediyoruz, yoksa çok ses çıkaran “şair”ler de var, para-mal-para dolaşımına çoktan tahvil edilmiş “şiir”ler de, onların burada yeri yok.

Bu noktada, başa dönüp Mehmet Barış şiirine bakabiliriz sanırım.

‘PARA-MAL-PARA’YA KARŞI SOSYALİZM

Mehmet Barış şiiri, ilkçağlardan bugüne, özel mülkiyet, sermaye sistemlerinin kaynak olduğu para-mal-para döngülü “kötülük”lerle mücadele ederken, yukarıdaki sorguya açık tanımların ekseninden çok önemli bir nitelikle ayrılıyor. Kendisini bir duyarlılık, bir haksızlık sorgusu, bir itiraz, bir isyan gibi, şiirinde içkin olan ama asla bunlarla sınırlamayan bir nitelik bu. “Karşı” çıkışlarını, “yana oluş”la tamamlama. Bağlanması, sadece kurulu düzenin çıplak gözle görülen arazlarına karşı değil, yeni bir dünya düşünden yana bağlanma.

Bunu okuyacakların zaten benden iyi bildiği bir özelliğini beyhude tekrarlamak için değil bu vurgu, hani girişte, “tanımlardaki süregenlikle gelen bir eksilme” demiştik ya, onu nasıl ve neyle tamamladığının altını çizmek için. Bir şair olarak Mehmet Barış, sosyalizm mücadelesinin militanıdır ve karşı çıkışlarının alternatifini koymasıdır aslolan. “Militanı” deyişim de, bu yazının konusu olmayan bir farklı öbekten nerede ayrıldığını imlemek için. Destekçisi, gönülden seveni, keşkecisi, olmayınca kendi hayatına devam edeni değil. Bu kesinlikle nüans gibi gelmesin, esastır. Göreceğimizi umuyorum ki, şair olarak duruşu ve “yana”lığı, şiirinin özsuyunu da oluşturur çünkü.

Bu, şu demektir: Bugün mücadele ettiği kurulu düzenin yerini alacak olana, destekçinin müstahkem mevkisinden bakıp, gelişmeleri gözlemleyip, baş gösterdiğini düşündüğü sorunlara soğukkanlı yaklaşarak, kendisine bu “yeni-düzen”le çatışma noktaları bulacak ve şiirinin dinamiğini canlı tutacak bir şair değil, onları bizzat kendi sorunu kabul ederek, gidermeye çabalayacak bir yoldaştır o.

“Yoldaştır” mı dedik? O zaman, kendine has kimliği, kendine has şiiriyle, “biz” oldu demektir. Bu, yukarıdaki bütün savları kuşatan niteliktir. Biliriz, şiir ki, belki yaratımların en bireyselidir oysa. Diyor ki bir röportaj sorusuna verdiği yanıtta: “Şiirin doğasında vardır ben’i aramak. Şair ‘ben’i arar; ama bu ‘ben’ sadece şairin kendisi olmamalıdır. Ben’in içinde yaratılmasını istediğimiz ‘biz’ bulunmalıdır. Ben’in içindeki biz’i bulmak, aynı denizin suyu olduğumuzu fark etmek ve ettirmek, bizi birbirimize yaklaştırır. Ortak sorunlarımıza karşı birlikte çözümler arayabilmek için, yanlış akan suların yatağını birlikte değiştirebilmek için, yanlış dönen çarka birlikte çomak sokabilmek için şairin bu arayış içinde olması gerekir. Bunu ne ölçüde başardığımı bilemem; ama yapmak istediğim tam olarak budur.”

Evet, yaptığı tam olarak budur. Buradan bir çıkarım daha? Olur. “Bağlanma”, bir dışsal olguya katışma olmaktan çıkar burada. Hadi söz oyunu olsun, “bağlayan”dır, öznedir şimdi. Biz’deki ben öznesi. Ya da tersi…

Çok gereksiz bir girdi tam burada. Bağlanma, biz, yeni bir dünya uğrunda mücadele filan derken, kendiliğinden çıkan şu “örgütlülük” hakkında. Hani bin yıllık yave vardır ya, gına getiren, yaratıcılığı kısıtlamaktan başlayıp, şu girişteki diskurlara kadar uzanan. Şöyle diyor: “Örgütlülük sanatı neden kısıtlasın ki? Düşünün bir kez, sınıf kardeşlerinizle birlikte yürüyorsunuz ve onlar sizden yeni yolculuk şiirleri bekliyor. Bundan daha güçlü bir motivasyon olabilir mi?”

Ben buna vuruldum. Yeni yolculuk şiirleri bekleyen sınıf kardeşlerinizin verdiği motivasyon. Şair sözü böyle bir şey işte, bu yazı bu cümleden ibaret olsa, eksilmez, artardı.

‘HEP SENİ SÖYLÜYORUM’

Buraya kadar, örgütlü bir sosyalistin şair olarak kendinde tanımıyla, neden farklı bir kulvarda olacağını görsek de, insaf, bir şairden, şiirinden söz ediyoruz, daha tek dize geçmedi değil mi? Öyle ya, örgütlü bir sosyalist şair, eşittir şair olmuyor tabii. O iş biraz zor. Acaba, şiiri kendiliğinden gelir girer usulca diye beklediğimizden mi?

Bir ara verelim gene de, şiirine geçerken, fark ettiğim bir başka nokta için. Kerameti kendinden menkul, düpedüz uydurma bir sav geliştirdim: Şairin ve şiirinin niteliği, değerlendirilmesinde uğraması muhtemel haksızlığa bıraktığı payla da ölçülebilir. İfade edemedim galiba ne de olsa uyduruk, ama söze dökemesem de böyle bir şey hissediyorum desem olur mu?

Bu tuhaf sava bir anlam yüklemeye çalışıldığında, akla ilk gelecek olan, “düpedüz” dizelerin katmansız, boyutsuz anlamlarına karşı, imgelerin yol açtığı çağrışımların çeşitliliği kaynaklı farklı anlamalar ya da algı mesafeleri gibi, işin teknik/estetik boyutu olacaksa da, o da var, ama kastedilen başka bir şey.

Örnekleyeyim. Türkiye Komünist Partisi, 10 Mart’ta, İstanbul Kartal’da bir miting yaptı. Orada kucaklaştık Mehmet Barış’la. Sonra, şehirlerarası otobüste mitingin yankılarına bakayım diye gezindiğim sosyal medyada, sıkça, bir dörtlüğünün parti bayraklarının dalgalandığı kareyle paylaşıldığını gördüm.

Küçüksün narinsin dalların ince

Söyle bana nar ağacı

nerden buluyorsun onca kırmızı

nasıl örgütlüyorsun yerli yerince?

Şimdi. O ki, “biz” olmuşuz ve çarkın çekicin şiirini yazar olmuş, kim buna siyasal terim de bilen bir şairin doğadaki bir ağaca yazılmış şiiri diyecek? Gördüğüm kadarıyla kimse demedi. Şiirin adı da “örüntü”. Bakın anlamına, işte o.

İmge meselesi mi, dolaysız çağrışım mı? Yok, o kadar basit değil. İşte “haksızlığı” göze alma şakası bundan. Sevdiceğine, doğaya, komşuya, böceğe, tanrıçaya, neye yazarsa yazsın, beyhude. Her biri, bizim algımızda, “aha bizden bahsediyor” olacak. Dedik ya, o ki “biz” olalım istedi! Bileceğiz tabii, zaten bizi yazdığını.

Hep seni söylüyorum

en güzel şiir sensin

Ben bir kırık aynayım

o güzel cisim sensin

“Yaprağın Ardı Kiraz”da iki kez yer alsa da, birinde adı “Çocuk” birinde adı “Sensin” olsa da, şairle şiiri ayna ve yansıttığı cisim biziz işte. “Kırık” da aynanın gördüğü fiziksel hasar değil, şairin prizmasından geçen gerçekliğin şiirsel kırılması. “Biz”in yorumu böyle, kim itiraz edebilir?

Haksızlık biraz böyle bir şey, bizim maceramızla iç içe akan kendi macerasını ayırt etmekte, tarihsel değilse de şiirsel açıdan biraz tek yana meyledici olunabiliyor. Dolayısıyla, seçici algı, çok şeyi ıskalayabiliyor ve bu şiir söz konusuysa pek bağışlanır değil. Ama, biraz da o sebep:

Yüreğimdin yetmedi

Aklım oldun yetmiyor

Şiirim ol, mürettibim

sen diz hurufatımı

Türküm ol

yüreğimi berkit

Partim ol

isyanımı örgütle

Eh, madem öyle…

MATEMATİK VE ŞİİRİN BİLEŞİMİ

Mehmet Barış’ın şiirinden Köy Enstitüleri’nin o aydın kuşağı ağıyor. Helva demeyi de halva demeyi de bilenlerden; bütün bir şairler kuşağını sindirmiş ve tümüyle zenginleştiğini söyleyecek kadar kadirşinas; halk deyişlerini, destan formunu, “oralardan” gelmişliğini yerli yerinde yansıtıyor. Şiir okulu olarak Ali Yüce’yi görüyor ve kelime seçimlerinden dizelerindeki matematiğe bunu biz de görüyoruz.

Şiirlerinde kimi kelimelerin ağırlığı göze çarpıyor. Ekim, zakkum, gül, deniz, su, kızıl, mavi, kiraz, çiçek… Bu, nereye ne gerekiyorsa onu koymasından, anlamı arayışa boğmayışından, hayattaki karşılığınca…

Bakın şimdi, tam şiirlerindeki temalara ve işleyişine geçecektim, demin matematik dedim. Matematik öğretmeni çıkmış Mehmet Barış. İlkokullar için hazırladığı “Oyun-Eğlence-Matematik” kitaplarını da okudum ve çocuklara verdiği problemlerin öykülemesindeki hayattan izlere öyle dalmışım ki, “sırf bu yüzden” çoğunu çözemedim. Bu bileşimin ifadesini de ondan aktaralım.

“Matematikçi ve şair düşüncesini üç boyutlu uzayla sınırlamaz. Onlar ‘farz ederek‘ n boyutlu uzayda gezinebilir. Zor bir yolculuktur bu, arada bir keşfetmenin mutluluğunu duyarlar, o kadar. Evet, şiir ve matematik keşfetme etkinliğidir.

“Benim için önce şiir vardı. Beğendiğim şiirleri yazar ve ezberlerdim. Dişim kamaşırdı şiirden. Matematikteki güzelliği öğretmen okulunda iki güzel öğretmenim sayesinde fark ettim. Kullanacağımız her bağıntıyı ve her formülü sınıfta yeniden üretirdik. Keşfetmenin o doyumsuz lezzetini tattık. Öğretmenliğimde de öyle yapmaya özen gösterdim. Matematiği öğrenirken ve öğretirken şiirin sözcük seçiminde istediği özen ve sözcüklerin çağrışım gücünden yararlanabilme becerisi işimi kolaylaştırdı. Burada, şiir işçiliğinin bana kazandırdığı titizliğin çok büyük payı olduğunu düşünüyorum. Şiir yazarken de matematiğin kazandırdığı sadelik, yalınlık ve iç disiplin bana yardımcı oldu.”

Dişim kamaşırdı şiirden… Sadelik, yalınlık… Matematiği çaktırmadan savuşturup başa dönelim. Evet sade, evet yalın. Ama o sadelikte ve yalınlıkta, “keşfetmenin lezzetini” sunan katmanlar var, pentimento içeriyor benim için. Ve kazıdıkça diş kamaşıyor… Bütün bölmelerin yanlış olduğunu söyleyen bir matematik öğretmeni. Sınıf’tan başka yani…

Uzun trenler bazen

uzun tehirler yapar

Söyle, beklesin bizi

o coşkun sular

Şiirinden ister şehrin dağdağasında etrafınıza baktığınızda, ister kuytuluk bir el değmemiş bahçede, ister bir bozkır kasabasında, ister göğe bakarken gördükleriniz geçer. Bir de insanlar geçer. Yitirdikleri, yitirdiklerimiz selamlanarak geçer. Fabrikada tarlada terleyenler geçer. Sanki, sanki değil mutlaka, hepsi ellerini birleştirip yoğurmuşlardır Mehmet Barış’ın hamurunu ve o mayasını eritip tüketmemiştir. Şairlere, şiirlere göndermeler, hep onun da söyleyeceğidir. Örneğin “Gitme/Kal!” diye seslenir o da.

TARİHE HEM DE TARAFGİR TANIKLIK ETMEK

Mehmet Barış şiiri, bir yanıyla, gündökümüdür. Onun tanıklığında bir tarihi izleyebilirsiniz. Kendi prizmasından süzer, kayıtlara geçirir. “Esin perisi” dizeler dökmeye zorlayacaksa, amacını şairin belirleyeceğini de bilmelidir orada.

Amacını? Nasıl yani, bir şairin, “iyi şiir” yazmaktan başka amacı mı olur? Terkisinde imgeler, metaforlar, çağrışımlar, gizemler, sezgilerle üst-dil kurulumuyla gelende “esin perisi”, şair bunlardan bir evren kurmayı iş edinmeli değil midir? Evet, vardır öyleleri.

Metalik metaforlardan

yorgundu şiir.

Sonra sen geldin de

ipekli sesin ve sıcacık nefesinle…

Ha, tamam, “kendi prizmasından”, yani kendi yaşantısından, kendi algısıyla, yansıtmak istediklerinin kaydedilmesinden bahsediyoruz değil mi, amaç olarak? Evet, vardır öyleleri.

Vardır, vardır da öyle iyi şairler, bir de Mehmet Barış gibiler vardır. Onların şiiri. Yaşananlar, yaşayanlar vardır orada, insanlar, ülke, dünya. Geçmiş, bugün, gelecek. Ve onlar olduğu içindir ki, bir Mehmet Barış şiiri de vardır. “Esin perisi” mi? Geçin, o buyruğu altındadır.

Mehmet Barış üzerine bir şeyler söyleme ihtiyacı, zihni açıyor. “Gündökümü” deyince… Niye kökenleri, bileşimleri bu kadar ortak olup da, “vak’anüvis” deyince “zamanın olaylarını kayıtla görevli resmî devlet tarihçisi”, “vakayinüvis” deyince “olan biteni yazan” gibi anlamları fark taşır oluyor, bilmem. Az fark da değil hani. İlk bakışta, ikisi de ne olup bittiğini yazıyor ama biri devletlû himayesinde onun “tarafgir” hikâyesini kaydediyor, biri tarihe kendi gözünden notlar düşmeyi kendine iş edinmiş.

Hani başlarda da söylemiştik, bir gözlemci, bir kaydedici değil, yazdığı tarihin bizzat öznelerinden olan bir şair, etkiyen bir şair olunca, dile getirmekte beis yok, taraflı bir yazıcı o. Partizan.

(“Taraflı yazıcılığın” nesnellik anlamına, gerçekler anlamına geleceği tek ayrıcalığın komünistlerde, sosyalizmde olacağı tezinin tam yeri.)

‘SONRA SEN GELDİN DE…’ DİYE BAŞLAYAN HAYAT

Özelinde parti, genelinde sosyalizm, kişileşiyor, insan oluyor, yâre dönüyor Mehmet Barış şiirinde.

Kâh çağrılıyor, kâh paylanıyor (biçsene usta makastar şu kumaşı!), hep geliyor, geliyor ve öpüyor, tutup kaldırıyor, alıp götürüyor. “Sonra sen geldin de…” diye başlayan yeniden doğuş öyküsü gibi anlatıyor yaşamını, oradan başlıyor anlam, şiir, Mehmet Barış.

Yetiyor mu? Yetmiyor, o da başkalarını çağırıyor. Kalk, ayağa kalk, gel! Söyle, Ferhat da gelsin! Kim gelmesin? Şamandırası mantardan davul tozları, minare gölgeleri, mangalda kül üfürenler.

İtidal tavsiye edenlere, yenilgilerden dem vuranlara, “öncü” kavramını açımlar:

Ne aldanması?

Bilerek erken açar badem ağacı

ıslığıyla çağırmak için kırlangıçları

Dedik ki, partiyle, sosyalizmle sevgili imgesi kaynaşıyor, hemhal oluyor. Hem ne sevda! Yüreğine dayan dedirtiyor, şu son kavgamız bir bitsin, harnupça, böğürtlence uzun susacağım. Ama, şimdi sırası değil, yoldaşlarım bekler… Bundan vazgeçilir mi? Yani, üşüyen ellerden, kanayan dizden, yenilgiden, bozkırda yiten ince sudan, rötarlı trenden, ıssız istasyondan vazgeçilir mi? O parti, o sevgili, bütün bunlarla sevilir, yenilgileriyle, yenilgileriyle de. Ama başka nedir? Yaşama sevincidir, çoğul ekimdir, memlekettir. Şair der ki: “Yalnız hissetme kendini/rahmine al, çoğalt beni”…

Mehmet Barış, bir onurlu kavgaya “kendini yalnız hissetme, beni al” derken çoğalır.

“Cılız bağlanma” mı? “Örgütlenme tedirginliği” mi?

Yüzümüzde aldatılmış işçilerin isyanı

şiiri namluya sürmenin tam zamanıdır.

Mehmet Barış umarım bağışlar bizi, bu “hakkını yemiş” değinmeden dolayı. İyi ki diyelim burada, iyi ki çarkta çekiçte sınanmış da gelmişiz buluşmuşuz, iyi ki şiir dolamış sarmaşığını dalına, iyi ki sağmışsın mor memeli sözcükleri.

Bitirirken… Mehmet Barış’ın, yoldaşlarım bekler, sırası değil, dayan dediği organdan ameliyattan çıktığımda, elime “Ferhat da Gelsin” kitabı geçmişti. İşte o vakit, okuduğumda bana da “dayan” dedirten, hatta sonradan küstahlık edip “keşke kitabın adını buradan alsaydın” dediğim şiirini paylaşayım izninizle. Sonra siz, Yapıcılar grubunun seslendirdiği “Hoş Geldin Çarkım Çekicim”i dinleyin lütfen…

Suyun geleneğidir

bu sargın geceler, ateşin töresi

ha gayret

Söyleyin harnup ağacına

taksın küpelerini

Boyasın dudaklarını gül

Söyleyin

çizsin gözlerinin altını menekşe

çünkü gözleri çok önemlidir.

Geleceğiz,

söyleyin!

Kaynakça

Cemal Süreya, Papirüs dergisi, 1969 / 35

Cemal Süreya, Papirüs dergisi, 1969 / 38

Mehmet Barış, Hem Eylül Hem Deniz

Mehmet Barış, Ferhat da Gelsin

Mehmet Barış, Yaprağın Ardı Kiraz

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×