Zoraki Süper Güç Çin’in Obama ABD’si ile İmtihanı

 “İki ülkenin mevcut durumu (statükoyu) değiştirmesi, ondan uzak durması için hiçbir sebep yoktur”1

Her türlü siyasi ve iktisadi analizde Çin’in son dönemdeki “muazzam yükselişi” ve ABD ile olan ilişkileri “yeni bir hegemonik gücün” doğuşu bağlamında ele alınıyor. Bu yaklaşımların daha marksizan etkiler taşıyanları da en az sistem tarafgiri yaklaşımlar kadar Çin’in yükselişinin nedenlerini uluslararası ekonomik krizin yine uluslararası sistemde yarattığı dengesizlikleri bir düzene bağlama gereği noktasında arıyorlar.2 O zaman şu sorular sorulmalıdır: Hegemonik bir gücün yükseliş ve bir öncekinin çöküş süreci kapitalist sistemin bekasını sağlamak için yeni bir istikrar arayışı mıdır? Ya da, “Süper Güç” değişiminin sebebini yeni bir durağan denge yakalama arayışı olarak görebilir miyiz? Bu soruyu yanıtlamadan ABD-Çin ilişkilerinin gelecekte karşılaşacağı olası gerginlikleri tespit etmeye çalışmak fazlasıyla müneccimlik gerektiriyor. Bu nedenle biraz tarih ve teori…

Hegemonik bir gücün “tarih öncesi” ve kimi çıkarımlar

ABD’nin yükseliş dönemine göz attığımızda, bu tarihsel sürecin ilk göstergesi olarak süper güç oluşumunun ulus-devlet inşası ile karşılıklı bir koşullandırma ilişkisi içerisinde olduğunu görüyoruz. 19. yüzyılın başında sınırlarını konsolide etmeye çalışan ABD’de çelişkili gözükse de birbirini paradoksal bir biçimde destekleyen iki görüşün olduğunu söylemek mümkün. İlki ABD’nin bir ulus­devlet olarak kurucu prensiplerini de belirleyen Monroe doktrinidir. 1823’te ilan edilen Monroe doktrinine göre, bu tarihten itibaren hiçbir Avrupa devleti Amerikan kıtasını topraklarının kolonileştirilmesi mümkün topraklar olarak değerlendiremeyecektir. Buna mukabil ABD, Avrupa devletleri arasındaki ilişkilere, özellikle de savaşlara karışmayacaktır. Monroe doktrininin ABD’nin konsolidasyonu için bir nevi izolasyon politikası olduğunu söylemek bir açıdan mümkündür. Bu süreçte Britanya’nın aktif desteğini aldığını ve bunun ABD’ye uluslararası sistemde tanıma sağladığını söyleyebiliriz. Hatta o dönemin dünya sistemindeki İngiliz hegemonyasının yani Pax Britannica’nın önemli bir unsurudur Monroe doktrini (bu anlamda da ABD’nin bir süper güç olarak doğuşunda Büyük Britanya hegemonyasının onu tanımasının ve hatta desteklemesinin önemli bir rolü olduğunu söylemek mümkün).

Öte yandan, Büyük Britanya ile ABD’nin uyuşmazlık yaşadıkları meseleler de oldu. Bu meseleler, Büyük Britanya’nın Amerika kıtasından toprak elde etme arzularının sönümlenmediği dönemlerde baş gösterdi. Bu süreçte ABD bir nota yayınladı: “Bugün Birleşik Devletler bu kıta üzerinden fiilen hakimiyete sahip bulunmaktadır”.3 Bir anlamda, yalıtım politikasının zorunlu sonucu hakimiyetin genişletilmesi oldu. Kimsenin işlerine karışmama politikası kendini gittikçe genişleyen bir hakimiyet politikasına tercüme etti.

ABD’nin süper güçlüğünün tarih öncesinin ikinci bir unsuru ise Amerika-İspanya Savaşı’nın yarattığı atmosferdir. Bu savaşla beraber ABD evde hakimiyet duygusunu pekiştirmiş, savaş deneyimi kazanmış, çatışan sınıf çıkarlarını bir siyasi proje etrafında örmeyi öğrenmiş oldu. Zira ABD’nin bu savaşa girmesini o dönemde ABD’nin Küba’ya yaptığı yatırımlardan dolayı destekleyenler olduysa da bir kısım burjuvazi savaş yükünün altına girmemek için uzun süre direndi. Bu direnci kıran en önemli unsurlardan birisi ise maddi kayıpla karşılaştırılamayacak derecede uluslararası alanda ciddi bir saygınlık kazanımının elde edilecek olmasıydı. Tanınma isteği (ve elbette İspanya’nın küstah kolonyalizmine karşı ABD’nin ada üzerindeki hak iddiası) burjuvazinin kısa erimli çıkarlarına baskın geldi. ABD’nin burada elde ettiği zaferin özeleştirisi aynı zamanda devletin savaş kabiliyetlerinin ve kurumlarının yeniden yapılandırılması gibi bir sonuca da yol açtı. ABD, tarihsel ve somut olarak bağımlı bulunduğu Büyük Britanya’nın askeri gücünden kendisini kurtarmak için kendi donanmasını kurdu.

Fakat bu savaş o dönemde Amerika Birleşik Devletleri’nin emperyalist bir güç olması olarak dünya-tarihsel bir anlam kazanmadı. Aksine ABD, “geri ulusların bir vasisi rolünü bilinçle benimsedi”.4 Hatta ne ironiktir ki, sonbaharını yaşamaya başlamış bir hegemonik güç olan İngiltere bu zaferi kendi hanesine yazılmış bir zafer olarak okudu.

Ayrıca bu dönemde uluslararası alanda artan Alman dış siyasetinin ağırlığı da ABD’yi, İngiltere’yle beraber bir güç oyunun içine doğru çekiyordu. Nitekim Roosevelt’in Panama Kanalı’nı açma isteği İngiltere tarafından cömertlikle karşılandı. Burada açık ki, İngiltere bir yandan saflıkla ABD’yi yedeğine aldığını düşünüyor, öte yandan da bu paternalist ilişkiyle olası bir ABD yükselişini önleyeceğini düşünüyordu. Oysa boynuz kulağı geçiyordu. Ne zamanki Almanya, Büyük Britanya ve İtalya, Amerika topraklarında olan Venezuela’ya yeniden göz diktiler, o zaman ABD, bana kalırsa, ileride kullanacağı önemli bir Süper Güç taktiğini keşfetmiş ve bilgi dağarcığına katmış oldu. Zira “Birleşik Devletler, Venezüella’nın iyi bir dayak yemesini görmek isterdi, fakat daha fazlasına izin veremezdi”.5

İngiltere her sürtüşmede ABD lehine davranmaya devam ediyordu. Oysa bu arada ABD, bir hegemonik gücün sahip olması gereken en büyük taktiklerden birisini daha hanesine ekliyordu: Bir başka ülkenin iç işlerini yönetebilme kabiliyeti. Panama Kanalı’nın geçeceği toprakları elde etmek isteyen Roosevelt, bu toprakları kendisine devretmede ayak direyen Kolombiya’da bir operasyon gerçekleştirdi. Önce, “Panama İsyan Edecek Olursa Ne Olur?” adlı bir makale yayımladı ABD’de. Bunun sonucunda Vaşington’da bu ülkede bir kalkışma olacağına inanan bir kamuoyu yaratıldı ve “kruvazörler Panama sahillerine gönderildi”.6 Panama’da “ayaklanmanın” ordu tarafından engellenmemesi için ABD’li askerler müdahale etti ve yeni Panama Cumhuriyeti ABD’ye istediği kanal arazisini sattı. Bu süreçte ABD Kongresini de devre dışı bırakan Roosevelt, önce kanalı alalım da Kongre isterse tartışmasını sürdürürüz diyerek ABD’deki siyasi zemine de özgün katkısını koymuş oldu.

Roosevelt’in ardından gelen Wilson’un ABD’nin hegemonik güç olmasının yollarını yapacak çok kritik kimi unsurları da ülkenin dış siyaset yelpazesine ekledi. Birinci Dünya Savaşı’nın dışında kalmayı benimseyen Wilson için bu ABD’nin elini ayağını dünyadan çekmesi anlamına gelmeyecekti. Aksine savaşın “dışında kalmak” (ABD savaşa katıldığında bile bunu savaşın dışında kalabilmek üzerinden meşrulaştırıyordu) için savaşa başka bir yoldan müdahil olmak gerekiyordu. Bu da bir başka kıtanın topraklarında daha yeni doğmuş bir devlet için Kıta Avrupa’sının kalbinde “Yaşasın Amerika” dedirtebilmekti. Temmuz 1917’de ABD ordusunu temsilen Champs Elysées’de (Fransa) yürüyen bir askeri gruba bu slogan eşlik ediyordu. ABD, Avrupa’nın (ki o dönemde İngiltere-Fransa anlamına gelen Avrupa’nın) ortak ve kutlu çocuğuydu ve ebeveynlerine vefa borcunu ödüyordu.

Yukarıda ABD’nin hegemonik bir güç olmasının tarih öncesine değinildi. Kendi tarih bilincine sahip olan bir ABD’nin bu tarih ışığında Çin’in yükselişinden ürkmesi doğaldır ve olasıdır. Ancak, Çin’in ABD’yi alt edecek bir güç olarak yükseldiği iddiası (ki bu iddia ABD’de en çok neoconların sahiplendiği ve ürettiği bir iddiadır) Irak’ta Saddam’ın elinde nükleer silahlar olduğu iddiasıyla aynı işlevi görmektedir: ABD emperyalizminin daha zengin kanallarla nüfuzunu arttırmasını sağlamak. Neden?

Buna cevap vermeden önce şu soruları yanıtlamamız gerekiyor. ABD hegemonyasının tarih öncesi ABD devletinin hegemonya yükselişi algısında neye işaret eder? Ya da ABD kendi tarihini nasıl okumaktadır?

ABD yukarıdaki tabloda kendi tarihinde geliştirdiği çeşitli hegemonik stratejileri ve bağlamları göz ardı etmekte ve Monroe doktrininin başka ülkelerin iç işlerine karışmama prensibinin aslında nasıl da tam tersine mahal verdiğine odaklanmaktadır. Buna göre bugün Çin’in, Latin Amerika, Güney Asya ama özellikle de Afrika’daki devletlere verdiği “şartlara bağlanmamış” yardımları7 ve Çin’in deklare ettiği “hiç kimsenin iç işlerine karışmama” politikasının olası sonuçlarından işkillenmektedir. Bu anlamda da, Çin’in yükselişinde derin manalar bulmaktadır.

İkinci soru işe şöyle: Peki yukarıdaki tabloda gözden kaçan nedir?

ABD’nin kaçırdığı (aslında gözden kaçırmak istediği) şunlardır: Hegemonik güçlerin doğuşunda o gücün sahip olduğu devlet biçimi önemlidir. Devlet inşası süreci ile hegemonik güç arasında eşgüdümlülük vardır. Hegemonik bir güç kendi istediği devlet formunu uluslararasılaştırır (Panama vakası bunun ilk örneklerindendir).

Hegemonik güçler doğarken bir önceki hegemonik gücün istemli ya da istemsiz yeni adayı ilerletici, geliştirici müdahaleleri olur. Bu eskileşmekte olan gücün kendi hegemonyasını korumak adına attığı adımların bir yan ürünüdür. Örneğin, İngiltere ABD’nin kazanımlarından bir anne gibi onurlanmıştır. Onun başarısını kendi başarısı addetmiştir. ABD ise bu esnada hem vefalı olup hem de kendi çıkarlarını gütme becerisini göstermiştir.

Hegemonik güçlerin diğer ulusları ve halkları ikna edici bir ideolojik gücü vardır. İkna yollarının tıkandığı yerde devreye Panama kanal arazisi için yapılan türde operasyonlar girmektedir. Bir hegemonik gücün elinde birçok dış müdahale stratejisi bulunur. Gücün derinliğini belirleyen bir anlamda buradaki zenginliktir. Yukarıdaki Venezuela örneği de bu açıdan değerlendirildiğinde şuna işaret eder: Hegemonik bir güç uluslararası sistemde kimin ne derecede hırpalanacağına karar verme becerisini geliştirir.

Üçüncü soru ise şöyle: Çin’in elinde bu üç unsuru da barındıran hegemonik stratejik çeşitlilik var mıdır? Çin hegemonik güç olmak istemekte midir? Eğer istemiyorsa ABD neden Çin’i kerhen bir süper güç ilan etmeye çabalamaktadır?

Değerlendirmeye çalışalım.

ABD’nin Çin politikası

Neoconların yürüttüğü Çin’i “zoraki süper güç” yapma politikasının Obama döneminde farklı bir hatta yürüdüğünü söylemek zor. Değişim yalnızca taktiksel. Obama’nın seçim kampanyası döneminde de danışmanlığını yapan ünlü eski ABD’li diplomat Brzezinski Amerikan süper gücünün devamının Bush’tan sonraki ABD Başkanı’nın diplomatik becerilerine kaldığını bir kitabının ana tezi yaptığını görüyoruz. Aynı Brzesinki, Çin konusunda da bu diplomasinin bir G-2’de şekil almasını salık veriyor. Buna göre, neoconların daha önce doğrudan düşman olarak gösterdikleri ve karşı tarafa yerleştirdikleri Çin’i yan tarafa geçirmenin ve böylece Çin’i “bir rakip” olarak daha verimli bir şekilde kontrol altına almanın önemini vurguluyor. Buna göre, Çin’i alt etmek ya da Çin’e gününü göstermek değil, bu ülkeyi sisteme bağlamanın yollarının zenginleşmesi gerekiyor. “G-2” halihazırda G-20 gibi platformlarda sesi “fazla” yükselmeye başlayan bir Çin’e hem “aslında seninle aynı şeyleri düşünüyoruz” demek hem de bir vadede Çin’in altından kalkamayacağı bir sorumluluğu bu ülkeye yüklemek anlamına geliyor. Diğer bir deyişle, ABD bir yandan Çin’e dünyayı şekillendirmede işbirliği önerirken (ve Çin’i bu yolla taltif ederken) öte yandan da bu ülkeyi kaldırmasının imkansız bir vebalin altına sokmaya çalışıyor.

Obama yakın dönemde Çin’i üç önemli meselede ABD’nin kurulmasına katkısının büyük olduğu uluslararası mimarinin sınırları içerisinde hareket etmeye zorlayacak gibi gözükmektedir. Bunlardan en can alıcısı İran sorunu gibi gözükmektedir. Ardından ise Afrika’daki sınıfsal ve emperyal mücadelelerin patlak verdiği bir merkez olarak Darfur meselesi ve Zimbabve öne çıkmaktadır. Çin’in sıkıştırılmaya çalışıldığı bir diğer alan ise AfPak savaşı olacaktır.

Bu alanlarda sıkışmanın ABD lehine çözülmesi için, çomak sokulmaya çalışılan bir unsur öncelikle Çin’in dış politika belirleyenleridir. Temmuz 2009’da Urumçi’de meydana gelen ve Han kökenli Çinlilerle Uygurlar arasında doğduğu iddia edilen çatışmanın yaratılmasında uluslararası güçlerin oynadığı rol, Çin’in iç siyasetini manipüle etme çabaları olduğu kadar Çin’in dış politika düsturlarının değişmesini de içermiştir. Örneğin Çin’ın ısrarlı bir şekilde diğer ülkelerin iç işlerine karışmamak olarak adlandırdığı politika ABD’nin ve diğerlerinin sinirlerini bozmaktadır. Sincan’da meydana gelen olaylar Çin’i bu vesileyle başka ülkelerin iç işlerine karışmaya doğru bir kışkırtma politikası da gütmektedir. Böylece Çin’in geri kalmış ülkeler gözündeki saygınlığı da kırılacak ve G-2’nin ideolojik alanda ABD lehine oluşması kolaylaşacaktır.

Çin yönetiminin ABD’nin bu politikasının farkında olmadığını söylemek safdillik olur. Çin bu tuzağa düşmemek adına daha “pragmatik” bir dış siyaset gütmektedir. Böylece biraz öngörülemez, ideolojik anlamda kategorize edilemez bir hatta yerleşmeye çalışmaktadır. Böylesi bir pragmatizmin olası tehlikeleri ise Çin’i bekleyen yeni uluslararası sorunlar silsilesini yaratacaktır. Bir yanda arzulanan kalıba bir türlü girmeyen, ABD’nin ayağına basmadan işi halletmeye çalışan bir Çin öte yandan ise Çin’in önüne sürekli ayak uzatan bir ABD.

ABD ayak uzatmayı sadece Çin’e çelme takmak için değil aynı zamanda Çin’in reflekslerini tanıyabilmek için de yapıyor, çünkü örneğin 2007’de Çin, neden açıklamadan ABD menşeli gemilerin Hong Kong limanına giriş izinlerini kaldırdı. ABD böyle zamanlarda Çin’deki karar alma süreçlerine dair karanlıkta kalmaktadır. İş böyle olunca da, ABD’nin eli daha yapısal analizlere (Çin’in sahip olduğu dolar rezervleri, emek-gücü, doğal kaynaklara erişim vb.) mahkum kalmaktatır. Ki böylesi bir analiz, Obama ABD’sinin zihin haritası için de, neoconların sahip olduğu tasvir tarzından farklı olsa da, yine sürekli yükselen ya da yükselmesi gereken bir süper gücün varlığına işaret etmektedir.

ABD’nin Çin’i içine sürüklemeye çalıştığı diğer bir geleneksel emperyalist strateji ise “denizaşırı kalkınma yardımı” nosyonudur. Çin’in dış ülkelere yaptığı yardımlar (borçlar, borç affı, kamu hizmet binalarının inşası, ticaret ve yatırım anlaşmaları) gelirken kendileriyle beraber şartlı yükümlülükler getirmemektedir. Çin’in gittiği ülkelerden yegâne talebi “Tek Çin” politikasının (Tayvan’ın Çin’in bir parçası olduğunun, özerk bir ülke olmadığının) tanınması olmaktadır. Bunun haricinde Çin’in şartsız yardımları, ABD’nin dağıtma yönünde insiyatif kullandığı tüm devletleri dolaylı olarak konsolide etmeye sebep olmaktadır. ABD’nin yeniden yapılandırmaya çalıştığı tüm ülkelerde Çin var olanının konsolidasyonu yönünde hareket etmektedir. Bu açıdan Çin, hegemonik güç olmanın önemli bileşenlerinden birisi olan kendi istediği devlet biçimini uluslararasılaştırma gibi bir çabanın içerisinde gözükmemektedir.

Neoconlar tarafından ABD’nin Asya’daki müdahale alanını artırmak amacıyla Çin’in ABD’ye düşman bir “süper güç” olarak gösterilmesi, kısacası Çin’i kerhen bir süper güç olarak gösterme çabaları 2005’ten sonra Çin’de de bir politika değişikliğine sebep oldu. Çin bu kartı gördü ve kendisine atfedilen bu gücü, “gönülsüz bir güç “olarak stratejik bir dış politika aracı haline getirdi. 2005’te yayımlanan bir siyaset belgesinde Çin, arzu ettiğinin Çin’in ekonomik büyümesinin önünü kesmeyecek barışcıl bir uluslararası çevre olduğunu deklare etti. Bu bağlamda bir tür “kazan-kazan” durumu yaratmaya çalıştı. ABD karşıtı retoriğin sesini kıstı ve kendi yükselişini dünya sahnesinde “barışçıl bir yükseliş” olarak dillendirmeye başladı. Bu dönemde Çin’in Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletlerle ilişkilerini daha organik hale getirdiğini görüyoruz. Çin birçok uluslararası anlaşmanın oluşmasına öncülük etmeye çalıştı. Bir araştırmacının da dediği üzere Çin bir tür “Güliver stratejisiyle” ABD’yi bir dev gibi orasından burasından bağlamaya başladı.

Ancak ABD’nin (biraz da “yükselen Çin” sopasıyla elde ettiği) Asya’daki egemenliğini kırmayı çok başaramadı. Örneğin Birleşmiş Milletler’de Çin yardımlarıyla hayatını idame ettiren ve hatta iç siyasi arenada kendini güçlendiren birçok Afrikalı ve Asyalı devlet yöneticisinin buna karşılık Çin lehine oy kullanma yolunda bir irade sergilemedikleri biliniyor. Nitekim Doğu Asya Zirvesi adıyla Pekin’in kurduğu forumdaki Doğu Asya ülkeleri, Çin’in ABD’yi dışlayan ve kendi liderliğini “barışçıl” bir şekilde ispata çalışan bu sürece ikna olmadılar. Hatta ABD ile olan sıkı fıkı ilişkilerinde hiçbiri geri basmadı. Aynı şekilde Çin’in Şangay İşbirliği Örgütü aracılığıyla Orta Asya’da artırmaya çalıştığı nüfuzu üye devletlerin 11 Eylül’den sonra ABD askerlerine ve üslerine ev sahipliği yapmalarına engel olamadı.8 Bu anlamda Çin Asya kıtasına, ABD’nin kendi süper güçlüğünün tarih öncesi döneminde Amerika kıtasına sahip çıktığı gibi çıkamıyor. Çin, hegemonik bir güç olabilmek için göze alınması gerekenleri göze almıyor.

Böyle olmakla beraber Çin dile getirdiği “barışçıl” yükselişine uygun adımlar atmaya devam ediyor. Burada en kritik gelişmelerden birisi, Çin’in ilk defa yabancı bir devletle, Rusya’yla, “milli güvenlik istişarelerinde” bulunmuş olması. Ayrıca Rusya’nın Çin’e iki-üç sene içerisinde bir doğal gaz boru hattı açması öngörülüyor. Bu anlamda Çin’in ABD’nin istediği tarzda gürültücü bir güç rolüne ısınmadığını, ama ABD’yi sürekli tetikte ve huzursuz kılan bir strateji izlediğini söyleyebiliriz. Öte yandan Çin, kendisine tehlike ya da en banal anlamıyla “bela” yaratabileceğini düşündüğü konularda ABD ile işbirliğinden kaçınmıyor. Kuzey Kore’nin nükleer programı konusunda Pekin ve Vaşington arasında aynı doğrultuda ortak bir çaba olduğunu söyleyebiliriz. Üstelik Çin bu adımı, İran’la ilişkilerini zedeleyeceğini bile bile göze alıyor.

Çin’in ABD ile kriz yaşama ihtimali bulunan konularda geri adım atma konusunda sıkıntı çekmediği söylenebilir. Örneğin uzun süredir Çin’in yaşanacak bir karışıklığı kendi çıkarlarına aykırı bulması nedeniyle yardım ve yatırımları ile dolaylı olarak desteklediği Burma yönetimi de artık Çin üzerinde siyasi bir yük oluşturmaya başlıyor. Burma’da cuntaya karşı gelen toplumsal güçler (!) Çin’i hükümete destek vermekle suçluyorlar. Çin kendisini Burma’daki siyasi mücadelenin içinde bulmak ve ilan ettiği “içişlerine karışmama” ilkesini zedelemek istemiyor. Bunun iki sebebi olabilir: Birincisi Çin’in bu ilkesi halihazırdaki hükümetleri, verdiği yardım ve yatırım destekleriyle konsolide etmeye yönelik bir ilke olarak tezahür ediyor. Çin, konsolidasyonun bozulmasından hoşnut olmamakla beraber bunun karşılığında uluslararası toplum tarafından ve ABD tarafından oluşturulan siyasi baskıyı da taşımak istemiyor. Öte yandan, Çin atacağı her adımın ABD tarafından daha fazla didiklenmek anlamına geleceğinin farkında. Dışarıda konsolidasyon politikasından vazgeçen bir Çin, kendi varlığının da, “Tek Çin” mücadelesinin yeniden sorgulanmasına da daha fazla mahal vermiş olacak.

Tüm bunlarla beraber, Çin yürüttüğü bu düşük profilli ve kendini sivriltmeme politikalarının sonucunu elinde tuttuğu yüklü dolar rezervlerini de bu politakının etkisini artıracak şekilde ekleyerek almış oldu: Obama ABD’si, Tibet ve Sincan meselelerinin Çin’in kendi iç meselesi olduğu yönünde bir söyleme geçiş yaptı. Elbette, bunun kısmen Obama’nın diplomatik diliyle ilgili olduğunu da söylemek mümkün. Ancak Obama’nın diplomasi konusunda Çin’le yarışa girmesi de mümkün değil. Çin’in kıvrak diplomasisi ve düşük yoğunluklu profili onu su götürmez bir biçimde ABD’nin önüne geçiriyor. Bu açıdan da, Obama’nın ABD’nin gücünü yeni kılıfıyla dünyaya yuttururken Çin diplomasisinden, Çin’in gerçek ekonomik gücü karşısında olduğundan daha fazla endişelendiğinden bahsetmek mümkün gözüküyor.

ABD, Çin’i kendi arzu ettiği ve neoconların uzun çabaları olan zoraki “süper güç” konumuna sürüklemiş olabilir.

Çin’in pasifikasyon yanlısı tutum ve ilerleyişi ABD karşısında bir kazanç yaratmış olabilir.

Bu nedenle, ileri dönemde Çin’in atacağı adımların toplam etkisi Çin’i ya ABD yanlısı bir aktör olarak sivriltebilir ya da Çin ABD karşıtı olmayan, ama daha aktif “ABD”vari bir aktör olarak dünya sahnesinde yer alabilir. Her iki durumda da verili dünya sistemini değiştirmeyeceğe ve ABD’nin gerilemesi durumunda efendiye sadık bir vekil olacağa benziyor (bu açıdan da ABD’nin kendi tarih öncesinde İngiltere’yle kurduğu ilişkide İngiltere’nin sahip olduğu kocamış kurt halinin ABD-Çin ilişkisinde yeri olmadığını söylemek gerekiyor).

Obama’nın Çin politikası selefleri Clinton ve Bush’tan iki konuda ayrılıyor. Clinton, 1992’de “Pekin Kasapları” Kampanyası başlatmıştı. Bush ise Çin’i neconların da desteğiyle dünya meseleleri karşısında olabildiğince “sorumluluk” altına sokmaya çalıştı. Obama ise iki ülkenin de oldukça stratejik davranacağını kabullenmiş gözüküyor ve bu nedenle de karşılıklı bir “güvenceler sistemini” inşa etmek istiyor. Bu güvence sistemi talebini, Çin’in elinde bulundurduğu dolar rezervlerinin geleceği konusunda duyduğu “siyasi” endişe de tetiklemiş olabilir. Zira Çin de bu rezervleri eritmek ve dolaylı yoldan bağımlı hale geldiği ABD’den kurtulmak için Afrika’ya “ederinin çok üzerinde” yatırımlar yapıyor. Genel taktik değişikliklerine karşın, Obama da seleflerinin “gizli” yöntemlerinden vazgeçmişe benzemiyor. Kendisi bu güvence sistemi konusunda öncelikle Çin Komünist Partisi’ndeki kimi çatlak ve yarılmalardan faydalanmaya çalışacağa benziyor.

Çin’in iç çelişkilerinin dış çelişki ile olan ilişkisi

Çin Komünist Partisi’ndeki yarılmaların aslında nasıl da çoğulcu bir siyasetin yolunu açacağı, Çin’de “demokrasi”nin bu yoldan gelişebileceği, nasıl ki her Batı devleti aynı hedefe farklı yollardan vardıysa Çin’in de bunu kendi yollarıyla halledeceği yönünde iman tazelemelerinin ve dahası bu yönde bir propagandanın Obama’nın önemli destekçilerinden ve danışmanlarından biri olan Brookings Enstitüsü’nün Thornton Merkezi’nin sayfalarında rastlamak mümkün. Buradaki değerlendirmelere göre, “parti-içi demokrasi” Komünist Parti içindeki farklı çıkar gruplarının gelişmesini sağlayabilir. Bu merkeze göre, ABD eğer bu farklı grupların varlığını göz ardı eder ve Çin Komünist Partisi’nin liderliğini monolitik bir blok olarak görürse hata edecektir.

Bu görüş kimi Çinli aydınlar tarafından da destekleniyor. Çin Komünist Partisi’nin Merkez Komitesi’ne bağlı Çeviri Bürosu Başkanı ve Pekin Üniversitesi’nde Profesör olan Yu Kepin’in ünlü “Demokrasi İyi bir Şeydir” adlı makalesi Çin’de demokrasiye adım adım geçilebileceği temasını işliyor.9

Bu meyanda Çin’e dair tartışılan ve kuşkusuz ABD’nin de gündemini meşgul eden bir mesele de “Pekin Konsensüsü” adı verilen Çin’in büyüme modelinin diğer ülkelere ihracı konusu oluşturuyor. “Pekin Konsensüsü” kavramını kullananlar (ki bu bakış açısının sahipleri aslında Çin’in hegemonik bir güç olduğuna işaret ediyor) “Vaşington Konsensüsü” yerine Çin’in kendi büyüme modelini ve bu anlamda da “otoriter devletlerin daha hızlı büyüdükleri” çıkarımını yaydığı fikrindeler. Fakat Çin tarihi ve siyasi yapısı üzerine detaylı çalışmaları olan Arif Dirlik, böyle bir etki alanından bahsedilecekse bunun ancak şu koşullarda anlamlı olacağını iddia ediyor: Çin’in uluslararası alandaki etkisinin ekonomik anlamda gücünden kaynaklanmayacağını teslim etmek. Bu etki, eğer olduğu iddia edilecekse, ancak ve ancak Çin’in sosyalist döneminden kalan ulusal iktisadi entegrasyon, özerk büyüme, siyasi ve iktisadi egemenlik, sosyal eşitlik temaları sayesinde vuku bulur. Bu anlamda Çin, eğer hegemonik bir güç olacaksa, bu neoconların da pek sevdiği “otoriter”lik meselesinden değil, bir önceki rejimin yani sosyalizmin mirası sayesinde olabilir. Yoksa Çin’deki iktisadi büyüme inanılmaz derecede eşitsiz bir gelişimle malüldür.

Çin’in olağanüstü ekonomik büyümesini bu açıdan sosyalizmin toplumsal dokuda hâlâ var olan nüvelerinden tamamen koparmak ve onu farklı sebeplere bağlamak için NATO’nun da çaba gösterdiğini, örgütün internet sitesinde yer alan şu değerlendirmeden anlıyoruz: “Çin, ABD vagonuna atlamıştır ve ABD tarafından ayakta tutulan uluslararası sistemden oldukça faydalanmıştır. Pekin’in sağladığı bu faydalar onu Vaşington’un liderliği altında kalmaya teşvik edecektir”.

Aynı zamanda Çin’in kendisinin de ekonomik büyümeyi yükselişinin temeline oturtmaya çalıştığını ve böyle bir propagandayı tercih ettiğini biliyoruz. Çin Hükümeti, geçtiğimiz yıl içerisinde kamusal propaganda ve eğitim amacıyla 12 bölümlük “Büyük Ulusların Yükselişi” adlı bir belgesel yayınladı. Bu belgeselin ana teması şöyleydi: “Büyük bir küresel gücün uzun vadeli başarısını belirleyen imparatorluk değil piyasadır”. Burada imparatorluktan kasıt ABD karşıtlığını da içeren bir ideolojik adanmışlık anlamına gelmektedir. Çin şu anda bunu bir lüks olarak görmektedir.

Çin devletinin sermaye ile olan ilişkisi de Çin’in hegemonik bir güç olarak yükselmesini koşullayan bir unsur olarak tartışılagelmektedir. Kapitalizmin temel ayırt edici özelliğinin devlet gücü ile sermaye arasındaki ilişkide yattığını söyleyen Arrighi’ye göre, Pekin sermayedarlar arası rekabeti canlandırarak sermayenin “milli çıkar” adına işlev görmesini sağlamaktadır. Bu nedenle de, Çin’de devlet ulusal kalkınma amacıyla özerkliğini korumakta ve rekabeti kızıştırmaktadır. Ancak, Çin’de devletin böylesi bir özerkliğe sahip olduğunu söylemek eldeki kimi verilere göre neredeyse imkansız. Mao döneminin ardından yapılan büyük özelleştirmelerde, özelleştirilen tüm büyük fabrika ve kurumların yeni sahiplerinin, bu anlamda Çin’deki sermayedarların büyük kısmının, parti-devlet kompleksi içerisinden çıktığı biliniyor.10

Çin Komünist Partisi içerisindeki ayrışmanın da şehir merkezli elitist kadrolarla kır merkezli popülist kadrolar arasında olduğu ve şehir merkezli elitist kadroların kıyı bölgelerindeki tüccar zengin sınıfların içlerinden geldiği ve siyasi bürodaki çoğunluğu oluşturdukları söyleniyor. Şu anda Çin Başkanı Hu Jintao’nun popülist kesimden olduğu ve Çin’deki eşitsiz gelişimin Çin’i bir düşüşe geçirmemesi için (iç pazarı kuvvetlendirmeye ve ülkenin Kuzey Amerika’daki tüketici pazarına bağımlılığını kırmaya yönelik) kıra dönük ekonomik ve siyasi politikalar geliştirdiği biliniyor. Ancak, 2012’de başa geçecek olan ve parti tarafından seçilen müstakbel lider ise Xi Jinping’in kıyı şehirleri tabanlı elitist kadronun içerisinden olduğu da bir diğer bilgi. Bu durumda, iki yıl sonra Çin’in Jintao’nun da temsilcisi olduğu “Çin Modeli” ekonomik gelişim mantığını (bu açıdan da elde kalan sosyalizm kalıntılarının) tarım sektörü aleyhine tasfiye edileceği beklenebilir. Böylesi bir siyasi süreç, Arrighi’nin beklentilerini (devlet-sınıf ilişkisini göze alacaksak) daha da boşa çıkaracağa benziyor.

İç pazarını kuvvetlendiremeyen, bu anlamda fazlasıyla ihracata bağımlı bir Çin’in ekonomik anlamda zaafları olduğu aşikar. Çin’in ihracata dayalı kalkınması dolaylı olarak Doğu Asya’daki diğer ülkelerin de ticarete dayalı kalkınması anlamına geliyor, çünkü Çin’in bu ülkelerden yaptığı büyük miktardaki ithalat, o ülkelerin ürettiği ara mallardan oluşuyor. Doğu Asya’da endüstriyel üretim oldukça bölgeselleşmiş bir durumda. Bu nedenle de Çin ekonomisindeki en ufak bir sarsıntının bölgede ciddi sıkıntılar yaratması mümkün.11 Bu sıkışmışlığa rağmen, Çin’deki ihracat sektörünün, Çin hükümetinin iç pazara yönelik yaptığı atılımlardan rahatsız olduğu da biliniyor. Örneğin hükümetin çıkarmaya çalıştığı Yeni Emek Sözleşmesi Yasası -ki bu yasa işçilerin yaşam koşullarında bir iyileşme öngörüyordu- bu kesimin rekabet gücüne kötü etkide bulunacağı propogandasıyla baltalandı. Küresel krizin ardından da devlet tarafından yaratılan mega mali uyarı paketinin yerli sektör/iç pazara yönelik bir denge göz etmediği de söyleniyor. Bu sürecin, elinde tuttuğu dolar rezervlerine rağmen Çin’i Kuzey Amerika’ya daha da bağımlı kılması kaçınılmaz.

ABD-Çin ilişkilerinin geleceğine dair kimi olasılıklar

Tam da böylesi bir süreçte Obama’nın çıkıp Çin’e bir tür “G-2” rolü önermesi boşuna değil. Çin’i bir anlamda aynı kabın içinde olmaya, tüm bu yapısal sıkıntıların farkında olarak, iten Obama bu sayede zaman da kazanacaktır. Obama’nın bu dönemde ABD ekonomisini hızla dünya ekonomisinin yeni parlayan sektörlerine, yeşil teknolojiye yönlendirmeye çalıştığı söyleniyor. Buna göre, uzun vadede ABD hegemonyasının yeniden sağlayacak bir başlık olarak bu “yeşil” alan tarif ediliyor. Çin’in de bunun farkında olarak bu sektörün gelişmesine ayak dirediği 18 Aralık’ta sonuçlanan Kopenhag Zirvesi’nden de anlaşılıyor.

Çin’in ihracata yönelik büyümesinin onu ticaret ve kaynak erişimine iteceğinden bahsetmek de mümkün.12 Bu nedenle, Çin’in ABD’ye nazaran ciddi miktarlarda ticari faaliyet yürüttüğü ve kaynak erişimi konusunda üstünlüğe sahip olduğu Afrika, Güney Amerika, ama özellikle de İran üzerinden Pekin-Vaşington arasında yeni gerginlikler çıkması beklenebilir. Örneğin Sudan, Çin’in toplam petrol ithalatının yüzde 7’sini sağlıyor. Buna karşılık Çin bu bölgede çok büyük altyapı projelerine (otoyol inşaatları vb) imza atıyor. 2009 itibariyle, Çin ve ABD bölgede bir görüşme yarışına girmiş durumda. Çin son olarak, Afrika ülkelerine 10 milyar dolarlık kalkınma amaçlı kullanılacak bir kredi önerdi.

Ancak Obama ABD’si Çin’in bu ekonomik yayılımının önüne örneğin Çin’den İran’la olan ilişkilerini kesmesini önererek geçmeyi planlamıyor. Bu noktada Çin’in pragmatik siyasetine güvendiklerinden olsa gerek, Çin için İran’ın sağladığı ekonomik imtiyazlara karşı çekici alternatifler yaratmanın sofistike bir ABD stratejisi olacağı dillendiriliyor. Bu durumda, Çin ve ABD arasındaki olası gerginliklerin siyasi bir ton kazanmasını Çin’in tutumu belirleyecek. Kısacası hegemonik bir güç olma yönünde iradi bir atılım göstermeyen Çin’in ABD ile ciddi siyasi gerilimler yaşaması pek mümkün gözükmüyor. Örneğin Çin’in İran’a yönelik yeni bir yaptırım kararı karşısında veto hakkını kullanmaktan ziyade yaptırımları hafifletme yönünde bir eğilim sergileyeceği düşünülüyor. Nitekim Çin, aralık ayı içerisinde İran’ın Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı ile ortak çalışacağını umduğunu beyan etti. Bu göstergeler, Çin’in statükoyu koruma konusunda Obama ile ortaklaştığını düşündürtüyor.

Çin’in Afganistan tarihindeki en büyük yatırım projesinin de sahibi olduğunu bu tabloya eklemeliyiz. Afganistan’da şimdiye kadar hiç işlenmemiş olan ve dünyadaki en büyüklerinden biri olan bakır madenlerinin geliştirilmesi ihalesini alan Çin, aynı zamanda burada bir elektrik fabrikası ve Tacikistan-Pakistan arasında uzanan bir tren yolu da inşa edecek. Bu süreç ABD egemen sınıfının büyük kısmı tarafından, Çin’in ABD tarafından yaratılan ortamdan hiçbir katkı koymadan faydalanan bir asalak olarak görülmesine yol açıyor. Hatta Afganistan’daki ihalelerde Çin’in ABD firmalarını kolayca alt etmesi de eldeki veriler arasında. Üstelik yakın dönemde kaleme alınan bir Dünya Bankası raporuna göre, madencilik sektörü Afganistan’ın devlet-inşası sürecinin en önemli bileşeni olacak! Bu açıdan, böylesi bir sektörün Çin’in elinde kalması Karzai’yi sevindirse de bunun ABD’yi hoşnut etmediği açık. Ancak burada ABD-Çin geriliminin başka mecralara sürüklenmesi mümkün… Zira Afganistan ve Pakistan’da Çin de direnişçiler tarafından diğer işgalci devletlerin gördüğü muameleye tabi tutuluyor. Bu açıdan bu ülkelerdeki “istikrar” Çin için de oldukça önemli.

Sonuç olarak Çin’in “uluslararası siyasi aktörlüğü” ile “ekonomik aktörlüğü” arasında eşitsiz bir gelişim bulunmaktadır. Öte yandan da, dünya sahnesindeki sosyal ve siyasi çatışmaların yeni bir hegemonik gücün gelişini gerektirdiği teorik bir veriyse, bu çatışmalarla hegemonik geçiş dönemleri arasında eşitsiz bir gelişim bulunması elimizdeki bir diğer teorik veridir.

Çin, kendisinin şekillendirdiği ideolojik ve siyasi bir irade olmadığı sürece ABD’ye mahkumdur. Çin’in yükselişinin tarih öncesinin böyle bir iradenin oluşumu açısından hegemonik bir gücün yükselişine işaret ettiği kuşkuludur. Çin’in “süper güçlüğü” ise uzun bir süre ABD’nin de ekmeğine yağ süren bir söylem zeminini teşkil etmiştir.

Dipnotlar

  1.  Fu Mengzi, Çin Uluslararası İlişkiler Enstitüsüne bağlı Amerikan Çalışmaları Enstitüsü Müdürü
  2. Bkz. Arrighi, Giovanni, Adam Smith Pekin’de: 21. Yüzyılın Soykütüğü, Yordam, İstanbul, 2009; “Hegemonik İstikrar Kuramı” için Robert Gilpin, Stephen Krasner vb. yazarların yapıtlarına bakılabilir.
  3. Commager, Henry Steele, ABD Tarihi, Doğubatı, Ankara, 2005.
  4. Commager ,Henry Steele, age, s. 356.
  5.  Commager, Henry Steele, age, s. 359.
  6. Commager, Henry Steele, age, s. 360.
  7. Çin yatırım ve ticaret anlaşmaları, Batı ülkelerinin kendi yardımlarına karşılık olarak talep ettikleri iyi yönetişim, insan haklarının ilerletilmesi, çevre kalitesi düzenlemeleri vb. hiçbir şart içermemektedir.
  8. Ancak örgüte ABD’nin üyelik başvurusu üye ülkeler tarafından reddedildi. Ayrıca Şangay İşbirliği Örgütü üyesi olan Özbekistan, Karşı Hanabad’da bulunan ABD üssünü kapattı ve ABD güçlerini ülkeden defetti. Taşkent, ülkeye yaşatılmaya çalışılan “Renkli Devrimi” başarısızlığa uğrattı ve yüzünü Çin ve Rusya’ya döndü. Bu anlamda, Çin’in kendi iradi edimlerinden ziyade etrafındaki ülkelerin ona atfettiği yer ve stratejik önem bu ülkenin bir süper güç olarak geleceğini belirleyeceğe benziyor. Çin ABD tarafından itildiği ve bir anlamda bir tuzak olan süper güçlük poziyonuna, kimi bölge ve Latin Amerika ülkelerinin daha gerçek ve ikiyüzlü bir yan taşımayan çabaları tarafından da taşınıyor. Burada Arrighi’nin, ABD hegemonyasının çöküşü halinde onu takip edecek dönemin Çin’in merkezinde durduğu bir Doğu Asya hakimiyeti dönemi olacağı tespitine, yazarın bölgeye yaptığı vurgu sebebiyle katılınabilinir. Buradaki mesele Çin’in merkezde durmasını sağlayan bir Doğu Asya uyarı sistemidir. Onun da ötesinde, Çin’in onu ideolojik ve siyasi anlamda sarmalayan bir “Doğu” düzeni olmadan hegemonik bir güç haline gelemeyeceği iddia edilebilir. Bu açıdan da Güney Asya’da sıkı bir ABD müttefiki olan Hindistan’ın böylesi bir “Doğu” oluşumunda nerede duracağı önem kazanıyor. 2005’te ABD ile imzalanan bir anlaşma ile, Hindistan alacağı kimi nükleer rüşvetçikler karşılığında dış ve savunma politikasını Vaşington’a bağımlı hale getirmiş oldu. 2008’de ise Tokyo ve Delhi “küresel stratejik ortaklık” ile ilgili ortak bir bildirge yayınladı. Sadece Japonya’da 124 adet Amerikan askeri üssü bulunuyor. Tüm bunları, Asya NATO’sunun bir başlangıcı olarak görenler de var. İşin bir diğer ilginç yanı, sözü edilen Rusya-Çin-Hindistan işbirliği ve ABD karşıtı gücü Irak-Pakistan ve Afganistan’daki direnişe güç taşımak yerine, kendi pozisyonunu buradaki direnişin güçlü olmasından devşiriyor. Diğer bir deyişle, bu üçlü eğer ABD karşısında kuyruğu dik tutuyorsa ve hatta Japonya tarihinde ilk defa bir hükümet ABD’nin ülkedeki varlığını, Okinawa Adası’ndaki üssün geleceğini tartışmaya açıyorsa, bunda Asya kıtasındaki direnişlerin rolü büyük.
  9.  “Renkli Devrimler”in gönüllü çalışanlarını her ülkede bulmak mümkün.
  10.  Daha detaylı bilgi için bkz, Andreas, Joel, “Changing Colors in China”, New Left Review 54, Kasım-Aralık 2008.
  11. Örneğin Çin bugün 87 Amerikan askeri üssüne sahip Güney Kore’nin en büyük ihracat pazarı.
  12. Daha detaylı bilgi için bakınız, Çağlayan, Ergun, “Çin’in ‘muazzam’ yükselişi”, www.sol.org.tr, 16.12.2009.