Avrupa’da Sağın Yükselişi: Bilindik Bir Filmin Tekrarı

Mehmet Erçetin

Devasa savaş makineleri, gösterişli üniformalar, aynı anda nefes alıp veren geçit törenleri: Bir süredir faşizm, Avrupa’nın hafızasında yalnızca bu görüntülerle anımsanmaya başladı. Ne yazık ki…

Yeni faşizmin partilerine gösterilen tepkiler elbette gözardı edilemez. 2023’ten itibaren yüz binlerle sayılacak ölçeklerde eylemler Avrupa’ya yayıldı. Ancak AfD’nin başını çektiği yeni sağın, Ukrayna’da boy gösteren Bandera Nazizmi sayesinde 3. Reich sembolleriyle ilişkilenmekten bile imtina etmemeye başladığını, Batı kapitalizmi nezdinde tam boy meşruluk kazandığını, bu partilerin benzer söylemlerle Avrupa’da ve Türkiye’de güçlendiğini de görmezden gelmemek gerekiyor.

Güç kazanan söylemlerin örüntüsünü izlerken, partileri doğrudan gürültü çıkardıkları konularla ele almak esasında anlamsız. Örneğin mülteci başlığında ne AfD ne Zafer Partisi konuya dair kapitalizm içi bir çözüm dahi getirebiliyor. AfD’nin geçen yılki skandallarından biri, “büyük geri gönderme planı” ve benzeri isimlerle yaptığı gizli toplantıların afişe edilmesi olmuştu. Almanya doğumlu ikinci üçüncü kuşak göçmenlerin bile ikinci sınıf vatandaş sayılarak ülkelerine gönderilmesinin “tartışıldığı” bu gizli toplantılar, açıkçası Buñuel’in ünlü filminde bir türlü ortaya çıkamayan yemek takımlarını andırıyor. Nitekim Türkiye’nin bahtına da otobüs bileti aldık, mancınıkla fırlatıyoruz gibi mizahi(!) pespayelikler düştü.

Dolayısıyla benzer akımlar için ele alınması gereken, perspektif ve söylemlerinin ne ölçüde akıl dışı olduğundan ziyade bu partilere düzen açısından neden ihtiyaç duyulduğu ve nasıl bir alan sağlandığı. Bu açıdan Almanya ve Türkiye’de yeni sağın edindiği işlev, iki ülkenin son 30 yıla yayılan serüvenleri sebebiyle birbirine benziyor.

Yeni Osmanlı, Türkiye’de Erdoğan ile birlikte icat edilmiş bir kavram. Ancak icat eden o olsa da Yeni Osmanlı “sultanı Erdoğan olan”dır denilemez. Kabaca AKP’nin, hem memlekette gerçekleştireceği karşı devrim için elini güçlendireceği, hem de sermayeyi dışarıda daha atik davranarak memnun edeceği doktrine Yeni Osmanlı denilebilir. O halde Yeni Osmanlı, Suriye’de, Mısır’da, Libya’da hatta Güney Amerika’nın derinliklerinde, Erdoğan kadar Türkiye sermayesinin memlekete yakıştırdığı sıfattır. Bu nedenle kapitalist Türkiye, sermaye sınıfı güçlendiği ölçüde uluslararası dengelerde el yükseltebileceği manevra alanına, iç siyasette ise bunları destekleyebilecek farklı enstrümanlara daha fazla ihtiyaç duymaktadır.

Almanya ve Türkiye arasında, farklı ölçeklerde gerçekleşiyor olsa dahi değişimin paralelliğini açıkça izlemek mümkün. Nitekim iki ülkede siyasi partilerin işlevleri, zorlama tespitler yapılmasına ihtiyaç duyulmaksızın birbiriyle benzeşiyor.

Sosyal demokrasinin, işçi sınıfına seslenebilme kabiliyetini sınıfı kötürümleştirme, düzenin ihtiyacını emniyet sübabı olarak karşılama misyonuyla kullanması; geleneksel sağ siyasetin sermayenin palazlanması ve kuvvetlenmesi için doğrudan saldırıya geçmesi; ve son olarak kapitalizm içi krizlerin “düzen dışı” gibi konumlanan radikal sağ partilerce istismar edilmeye başlanması. İki ülkenin hikayesinde siyasi gidişat üst üste biniyor.

Bu bağlamda, siyasetin düzen içi çekişmelerinin ötesinde iki ülkenin kriz ve açılım dinamiklerinin de benzeşmesi beklenir. Ve tam olarak öyle oluyor.

Almanya ve Türkiye: Yeni ufuklar yeni dönem

“Daha az sorumluluk bundan böyle yetinebileceğimiz bir şey değil. Almanya sorumluluklarının farkında mı?”1

Liederhalle’de 2013’te yaptığı konuşmada dönemin Almanya Cumhurbaşkanı Gauck, dinleyicilere bu soruyu yönelterek Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin ilhakıyla sonuçlanan darbeden 23 sene sonra, emperyalist Almanya bir yol ayrımında olduğunu ilan ediyordu. Almanya’nın dünya demokrasisindeki rolü artacak, NATO’ya katkısı büyüyecek, ABD’nin yükü hafifleyecekti. Zira ABD de gidişatı “Yeni Güç, Yeni Sorumluluk” adlı kapsamlı raporla selamladı.2

Almanya, Avrupa’da karşı devrimin öncüsü olarak kapitalizmi birkaç başlığa daraltarak tahkim etti: Refah, güvenlik ve güçlü burjuvazi. Ülkenin yarısı için hâli hazırda fazla büyümüş olan sermaye sınıfı, Demokratik Almanya’nın emek gücünü yağmalamaya başladığında burjuvazinin daha da güçlü hâle gelmesi kaçınılmazdı. ABD ve Batı Avrupa’nın ileri karakolu olarak 40 yıl işlev üstlenen Batı Almanya, DAC’nin ilhakıyla savunmasız bir emek gücüne ve neredeyse sonsuz imkana kavuştu. Yalnız Alman sermaye sınıfıyla sınırlı kalmayan, İtalyan, İngiliz sermayesinin de DAC endüstrisini “ucuza kapatma” imkanı bulmasıyla zenginleşmesini sağlayan süreç, Alman emekçileri adına ani bir cehennem anlamına geliyordu.

Almanya’da karşı devrim, sosyalizmin arkasında durmuş emekçileri acımasızca cezalandırdı, yalnızca birkaç hafta içerisinde milyonlarla ölçülen işsizlik yarattı. New York Times Eylül 1990’da, “birleşmeden” birkaç hafta sonra yayınladığı makalede batılı yatırımcıların doğululardan şikayetçi olduklarını çünkü serbest piyasada fiyatlandırmayı anlamadıklarından yazıyordu. Otomotiv patronları “Çalışanların arkadaş canlısı ve iyi ancak ekonomik açıdan yaratıcı olmadıklarından” yakınıyor, yazılım firmaları birleşme esnasında “komünist bürokrasiye takıldıklarından dolayı” faaliyetlerini durdurma kararı alıyordu.3

Karşı devrimde ünlü şok terapisinin batılı bir versiyonunun izlerini sürüyoruz. Acımasızlık baki, yalnızca Şili’den daha az kanlı…

Nitekim kapitalist Almanya, Avrupa’nın başat gücü olmak için önündeki en önemli engeli kaldırdı. Artık Almanya sosyalizmin iş güvencesinden, toplu konutlarından, ulaşılabilir yüksek öğretim imkanlarından “kurtulmuştu” ve geriye toplumu ikna edecek yeni hedefler bulmak kalmıştı.

Bu yeni hedefler konusunda sosyal demokrasiye büyük görevler düştü. Devletin topluma karşı sorumlulukları olduğunu bilen, hatta reel sosyalizm deneyimleri sayesinde bu sorumlulukları sınıfsal bağlamda ele almayı başarabilen toplumsal duyular yavaş yavaş sakat bırakılmalıydı ve buradaki en büyük rol sosyal demokrasinindi.

Türkiye örneğinde siyasette bugün egemen hâle gelen birçok uygulama bir parantez olarak örnek verilebilir: Toplumun kendi çıkarlarına dönük mobilizasyonunu türlü kılıflar bularak engellemek, toplum hafızasını zedeleyerek sürekli kısa erimli ve burjuva siyasetinin egemenlik alanına hapsolmuş hedefler için propaganda yapmak, pragmatizmi tek yol olarak göstermek… Özetle sosyal demokrasinin belirli ölçeklerde örgütlü olan işçi sınıfına seslenebilme işlevi, o örgütlülüğü tamamen dağıtmak üzere kullanıldı. Yeni dönemde bu yaklaşım düzen adına daha işlevseldi.

Ancak örgütlülüğü ve aklı dağıtılan işçi sınıfı, birçok bağlamda sınıf olma özelliklerini yitirdiğinde sosyal demokrasinin emekçilerle kurduğu ilişki de kendisini tasfiye etti. Zira siyaset, artık sınıfın öz değerlerini dışlayarak yapılırken silahları sosyal demokrasiye göre çok daha kuvvetli olan sağcı-popülist akımlar, bu akıl dağınıklığından faydalanmayı bildi. Tıpkı egemen sınıfların kendi mezar kazıcılarını yaratması gibi, geleneksel sosyal demokrasi de kendi kuyusunu kazdı.

Türkiye’de CHP’nin bir parti olarak tasfiye olup, birkaç figürün etrafına kümelenen grupları temsil eden bir organizasyona dönüşmesinde de bu dinamik etkili oldu. Sınıfla, sınıfın en geri talepleri aracılığıyla iletişim kuran sosyal demokrat siyaset yöntemi yeni dönemde o denli boşa düştü ki kişiler etrafında konumlandırılan ve yalnızca liderlerin öne çıktığı, esasında sağa ait olan siyaset biçimi tamamen egemen hâle geldi. Dolayısıyla Türkiye’de sosyal demokrasinin geleneksel taşıyıcısı seçim başarısının etkisiyle daha konsolide ve yönü belirli bir imaja sahip olsa da parti olma özelliklerini artık büyük ölçüde kaybetti.

Orta şeritteki patinaj

Almanya’daki süreçten devamla: Birleşmeden sonra Alman siyasetini SPD ve CDU arasında pinpon mücadelesi gibi gidip gelen ittifaklar ve devlet başkanları belirledi. Ne patlayan milyonluk bağış skandalları, ne de Alman tekellerinin siyasilerle kurduğu kirli ilişkileri ifşa eden belgeler olan bitenin sorgulanacağı bir siyasi atmosferi sağlayabildi. Alman seçim sisteminin tek parti hükümetini neredeyse imkansız kılan kuralları, birleşmeden sonra da farklı partiler arası hükümet formlarının ortaya çıkmasıyla sürdü. Bir yandan da kapitalizme tam anlamıyla geçiş için devlet sermaye ilişkilerinin ve toplumsal dinamiklerin rehabilite edildiği bu dönem, Almanya’nın 2020’lere yansıyacak adımlarını planlamayı da içerdi. Dolayısıyla sosyal demokrasinin işlevsizsizleşme süreci, Almanya’da da kendini hissettirmeye başladı.

Ancak görünen o ki geleneksel siyaset sınırlarının zorlandığı bu dev ülke, 2013’te Gauck’un yaptığı iddialı çıkışa rağmen emperyalist sistemde kendine istediği alanı açmak için bir iç uzlaşı geliştiremedi.

Bunun için birden fazla gerekçe sayılabilir. Ancak öne çıkanlardan bir tanesinin, İkinci Dünya Savaşı’nın Alman toplumu üzerinde yarattığı büyük travma olduğunu görebiliyoruz. Almanya’da iktidar koalisyonlarına yansıyan “uzlaşı” kültürünün aksi yöndeki siyasi eğilimleri bir biçimde aynı potada eriterek cevap vermesi, son yıllar dışarıda bırakılırsa Alman hâne halkı ekonomisinin üretimden gelen güç sayesinde belirli bir standarda erişmesi bu travmayı aşmak adına ihtiyaç duyulan adımlardı. Nitekim sol ve sağ sosyal demokrasi bu bağlamda da işlevlendi. 

Lakin travmayı aşmanın Alman kapitalizmine kimi manevralar için alan açması, sağın modern paketli değil tarihsel olarak mahkum edilmiş en gerici uçlarının serpilmesine olanak sağlaması elbette tesadüf değildi.

Kısa bir parantezle şu soru da sorulmalı: Peki bu alanı solun, sosyalist bir sınıf hareketinin doldurma imkanı yok muydu veya Alman burjuvazisi bundan hiç ürkmedi mi?

İşin açığı, Almanya’daki sosyalist solun uzun süredir içerisinde bulunduğu kadro ve iletişim krizi, burjuvazinin bu açıdan ürkmesini sağlayacak seviyeden çok uzakta. Hoş, bir yandan da Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun (RAF) 30 yıldır yeraltında olan üyeleri için yapılan operasyonların kapsamı, Almanya’daki karşı devrimci otoriter ve ideolojik baskının boyutlarını gösteriyor.

Nitekim Alman siyasetinin orta şeritte bir süre çektiği patinaj ve ürkeklik hâli, yumurtanın kapıya dayanmasıyla bazı saflaşmaları kendiliğinden yarattı. İngiltere’nin Brexit ile kendisi adına denklemi bambaşka bir noktaya çekmesi, Fransa’nın bırakın emperyalist hiyerarşide oyun kurmayı, Mısır ve Libya’da Türkiye’yle dahi güreşemeyen görüntüsü topu Alman burjuvazisinin kucağına bırakıyordu. Suriye’de girişilen emperyalist operasyonda Almanya bir noktaya kadar idare etmeyi başardı ancak filmin koptuğu nokta kapısına dayanan Ukrayna-Rusya savaşıydı.

Dış politikada Almanya’nın alacağı konum içerideki anlaşma arayışının inisiyatifinden artık çıkmış oldu. Enerji, sanayi, tarım gibi bir çok başlıkta etkili olacak kocaman bir düğüm Almanya’ya neredeyse komşu sayılacak iki ülkeyi sarmıştı. Bu düğümün, Alman toplumundaki savaş karşıtı, son raddede pasifist denecek ruh hâlini de istismar etmek için fırsat sağladığı açık. Bu fırsatı yeni faşizm Almanya’nın en büyük partilerinden birini yaratarak değerlendirdi. Artık siyasi atmosferin geri dönüşü mümkün olmayan biçimde değiştiği, Alman toplumunun Avrupa’nın geri kalanına öncülük edecek biçimde tansiyonu yükselten adımları desteklemeye hazır hâle geldiği açık. Elbette bu durumda, faşizm karşıtlarının da tasfiye olan sosyal demokrasinin kanatlarının altından ayrılması beklenir. Bu ayrılmanın yaşanıp yaşanmayacağını uluslararası işçi sınıfı mücadelesinin, onun temsilcilerinin belirleyeceğini söylemek mümkün.

Almanya savaşa mı hazırlanıyor

Rusya’nın Almanya ile tarihsel bağlantıları ve kritik sektörlerdeki ticari ilişkileri son derece geniş. Zaman zaman kendisini farklı açılardan Rusya bağımlılığından kurtarmak adına adımlar atmış olsa da Alman burjuvazisinin bir kısmının Rusya ile kurduğu derin bağın inceldiğini söylemek güç. Örneğin enerji alanında Rusya’nın büyük müşterilerinden biri olan Almanya’nın geliştirdiği yeşil dönüşüm projeleri, kendi göbeğini kesmek için önemli bir olanaktı ancak bunların ve benzer projelerin çoğunluğunun uzun vadeli hedeflerinden çok uzakta kaldığını belirtmek gerekiyor. Geçtiğimiz yılın başlarında Friedrich Naumann Vakfı, İnsan Hakları Merkezi gibi kurumların üst üste yayınladığı “Alman şirketler Rusya’daki operasyonlarına savaş yokmuşçasına devam ediyor” haberlerini de bu bağlamda okumak mümkün. Ancak belirtmek gerekiyor ki burada tek yanlı bir ilişki yok, Rusya ile ilişkilerini sürdürdüğü için eleştirilen Alman sermayesi, Ukrayna’daki fırsatlar konusunda da gözünü açık tutuyor. Almanya Şansölye Yardımcısı Robert Habeck, Kiev’e Nisan ayında gerçekleştirdiği sürpriz ziyarette büyük “iş ve yatırım” fırsatları keşfetmişti. Enerji ve silah sanayisinden patronların oluşturduğu delegasyonla Ukrayna’nın yeniden inşasına “Alman etiketi” basmakta istekli olduklarını açıkladılar.4

Nitekim Almanya, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesiyle başlayan savaşta bu kararsızlığın da etkisiyle siyasi partileri parçalayan, yeni partilerin patlamasına yol açan, hükümetler devirip kuran bir kaosa sürüklendi. ABD’nin, Almanya’nın NATO’da daha fazla sorumluluk alması gerektiğine dönük çağrıları, hatta zaman zaman Alman savaş envanterinin çağdışılığıyla diplomatik dili aşan dalga geçmelerine yanıt mı verilecekti yoksa Rusya ile özellikle enerji üzerinden kurulan ilişkilerin kopmamasına mı dikkat edilecekti?

Almanya ölçeğindeki bir kapitalist ülkenin iki noktadan bir tanesini tamamen tercih ederek diğerine kapıları kapatmayacağı açık. Zaten bu sebeple hükümet koalisyonu içerisinde sürekli büyük çatlaklar oluşuyor, Almanya siyasetinin sol ve sağ kanatları yeni aktörler üretiyor. Ancak bir gerçek ortada: Almanya’nın bu düzlükte kesin olarak atmaya karar verdiği adım askeri anlamda elini güçlendirmek ve oyun kurmaya başlamak oldu.

2023’ün sonunda yaşanan kriz bunun önemli örneklerinden: Alman koalisyon hükümetinin son ana kadar üzerinde uzlaşmayı başaramadığı ve bir hükümet krizine kapı aralamak üzere olan bütçe planlaması, “savaş bütçesi” denilebilecek oranda askeri harcama oranı ve eğitim, sağlık gibi alanların tamamında kesintiye gidilmesiyle teslim edildi. Ayrıca Ukrayna’ya maddi desteğe devam etmeyi de garanti altına alan karar, aylar süren krizin ardından imzalandı. Almanya’da hükümetlerin bütçe planlamasında aşamayacağı bir borçlanma oranı bulunuyor. GSYH’ye göre belirlenen bu oran yalnızca acil durumlarda askıya alınmıştı. Pandemi ve savaş nedeniyle iki yıl üst üste askıya alınan tavan limitin bu sene  de askıya alınmasını isteyen SPD ve Yeşiller’in aksine FDP yeşil enerji ve sosyal yardım bütçesinin azaltılmasını ve oranın korunmasını savunuyordu.

Koalisyon, söylenene göre zor da olsa bir “orta yol” bulmayı başardı. Ancak görülüyor ki bahsedilen orta yol, tam anlamıyla emek düşmanı bir savaş bütçesi.  Ukrayna’ya yapılacak 8 milyar avroluk yardım paketi, ordu ve silahlanmaya 1945’ten beri en yüksek bütçenin verilmesi kamu harcamalarının tamamı kesilen bütçenin korunan maddeleri. 

Uzun yıllardır sürdürülen orduda bulunan asker nüfusunu azaltma politikasının tartışılmaya hatta göçmenlerin askere alımının konuşulmaya başlanması, savaş durumunda eyaletler arası bürokrasiyi ortadan kaldırmak için planlanan ve kara-demir yollarının savaş durumu için yeniden dizayn edilmesini öngören “Savaş Schengen’i” uygulaması bütçenin bu alanda atılan tek adım olmadığını, Alman militarizasyon döneminin başladığını gösteriyor. Bu dönemin siyasi taşıyıcıları ise beklendiği gibi yalnızca “faşistler” değil, bir yandan da “gizli faşistler”.

Yeşilin kamuflaj tonu

Almanya’daki mevcut hükümet koalisyonu “trafik lambası” olarak adlandırılıyor. Kırmızı Sosyal Demokratlar, Sarı Hristiyan Demokratlar ve Yeşiller. Bahsedilen savaş bütçesinin ve “şahin Alman siyasetinin” kolonları şimdilik bunlar. Peki bu koalisyon içerisinde silahları yağlamaya dünden razı olan kim? Hiç şüphesiz Yeşiller!

Siyasi spektrumun solunda kaldığı iddia edilen Yeşiller Partisi’nin yıldızı, aynı zamanda Almanya Dışişleri Bakanı olan Annalena Baerbock en büyük NATO ve Amerikan yanlılarından biri. Ukrayna’daki savaşın sona ermesinin tek şartının Rusya’nın askerlerini çekmesi ve Ukrayna’nın NATO’ya katılımı olduğunu savunan Bakan, Alman dış siyasetini de bu felsefeyle daha iddialı bir noktaya taşımaya çalışıyor. “Beyaz bayrak çağrısı” yapan Papa Francis’e dahi haddini bildirmeyi görev bilen Baerbock, elbette partisinden ayrışan bir figür değil. Yeşiller Partisi, İsrail’in Filistin’de giriştiği katliama tam onay vermesi ve anti-komünist olmasıyla da biliniyor.

Bu noktada, Yeşiller Partisi’nin, sosyal demokratların aksine dış ve iç politikada bütünlüklü bir yaklaşıma sahip olduğunu, seçmenini bu yaklaşım doğrultusunda konsolide ettiğini ve taraflaşmanın öznelerinden biri olduğunu vurgulamak gerekiyor. Nitekim Rusya’dan uzaklaşmayı sağlayacak olan yeşil enerji programlarının da dış politikada şahin bir batıcı strateji izlenmesi gerektiğini de aynı anda söylemlerinin bir parçası hâline getirdiler. Bunun üzerine askeri harcamaları artırmak ve Ukrayna-İsrail cephelerine daha fazla müdahil olmak gerektiği eklendi. Dolayısıyla Yeşiller, partinin temel, sevimli görünen değerleriyle çelişkili görünse de bir hattı tutmayı başarıyor.

Buradan hareketle, Alman işçi sınıfının bütçe planından sonra mobilize olarak ortaya koyduğu devasa grev dalgasını Yeşiller’in politik iddialarını karşısına alan nitelikte ele almak mümkün.

Bir başka deyişle emekçiler “Almanya’da bizlerin cebi boşalırken Ukrayna’ya neden 8 milyar avro gidiyor” sorusunu beklenenden erken sormaya başladı.

Tereddütlerin aşılması

Dış siyasetin toplumsal düzlemde akademide ele alınan hâliyle yankı bulması neredeyse imkansız. Çoğu zaman devlet bürokrasisi içerisinde dahi dış politika departmanının ayrıksı kaldığı biliniyor. Dış politikada hükümetlerden bağımsız biçimde sürdürülmesi gereken kimi metod ve gelenekler, işin doğasında bulunan “uzmanlık” ihtiyacı, elbette dış politikayı “politikanın” bir parçası olmaktan çıkarmıyor ancak toplumsal algıda devletler arası süren güç ilişkileri ve manevralar çoğu zaman çok daha kolay soğurulabilir hâle geliyor.

Dolayısıyla toplumların dış politikaya dair talepleri, örneğin ekonomi alanında emeklilik politikasına ya da fiyatlandırmaya dair detayları içeren bütünlüklü bir manzume olmaktan ziyade genel stratejiye ilişkin itirazlardan ve isteklerden oluşuyor. Bunlardan tarihsel olarak en yaygını ve meşrusu elbette “barış” talebi. Geçmişte birçok ülkede yüksek sesle dile getirilen, emperyalist ülkelerin hemen hemen tamamında emekçi sınıfların “silahları susturun” olarak seslendirdiği talep, silahlar sahiden konuşmaya başlamadığı müddetçe hayatın akışındaki diğer siyasi meseleler kadar belirleyici hâle gelmiyor. 

Avrupa esasında bu bağlamda yakın dönemde yaşanan savaşlar ve kıtayı tamamen sarsan gelişmeler sayesinde belirli düzeylerde toplumsal hafızasını koruyor. Yazının bu noktasına dek Almanya’nın tereddüt gerekçelerinden birinin pekala bu duyarlılıkla ilişkilendirilebileceğini açıklamış olduk. Ancak burjuva ideolojisinin toplumsal hafızaya farklı araçlarla saldırdığını ve deforme ettiğini artık açıkça görebiliyoruz.

Öyle ki bu deformasyon projesi, siyasetin güya sağ ve solunda bulunan partilerin çok çelişkili nosyonlar bulundurmasına yol açıyor. Yeşiller’in ne ölçüde Filistin karşıtı olduğunu söylemiştik. Alman solunun parçası olarak algılanan bu partinin Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla ortaya çıkan “Antideutsch” siyasi akımından izler taşıdığını, vaktinde Almanya’nın İsrail’e karşı tarihsel bir borcu olduğunu ve her İsrail karşıtı argümanın anti-semitizm anlamına geldiğini iddia ederek popülerleşip marjinallikten merkeze yaklaşan akımın bu nosyonlardan göze batan bir tanesi olduğunu söylemek mümkün. Hatta bu argüman yalnızca Almanya’da değil Avrupa solunun geri kalanında dahi egemen hâle geldi, bir başka örneğini İngiliz İşçi Partisi’nden Corbyn’in antisemitizm suçlamalarıyla gerçekleşen tasfiyesinde görmüştük.5

Bunun aksine, İsrail’in Filistin’deki eylemlerini haksız bulan ve Filistin yanlısı bir tutum alan halk kesimlerinin en büyük kısmının AfD’ye oy veriyor olması, oluşan politik arap saçını başka bir ölçüde de ortaya koyuyor.

Dolayısıyla bu çift taraflı beslenen çelişkili hâlin, Almanya’nın dış ve iç politikasına dair toplum gözünde çeşitli örüntüleri oluşturduğunu, yani sosyal demokrasinin bir anlamda “orta şeritteki” tasfiyesini sağlayan etkenlere bir yenisinin eklendiğini söylemek mümkün. Artık iç ve dış siyasette üretilen argümanlar, birbirleriyle bütünlük oluşturduğu ölçüde emekçi sınıflar üzerinde etkili oluyor, birbirinden bu anlamıyla kopuk, ürkek, hattı belirsiz ve üst üste paralellik kurulamayan yaklaşımlar ise hızla alan kaybediyor.

Bu sayede Alman toplumunun da Avrupa’nın geri kalanında da savaşın ve faşizmin egemenliğindeki tarihsel uğrakların oluşturduğu tereddütler ve alışkanlıklar geride bırakılabildi. Yani aslında toplumun bazı konularda çıkardığı dersler, düzen solunun o dersleri düzenin menfaati yönünde kullanması neticesinde hem karşıtını yarattı hem de deforme oldu. Aslında bir ölçüde burjuva ilerlemeciliğinin de sınırlarını tekrar görmüş oluyoruz: Yüksek eğitim düzeyine sahip emekçi sınıflar, tarihin acı dönemlerinden dersler çıkarmış. Fakat aynı emekçi sınıflar, bu değerler politikleştirmediği ve farklı bir düzen perspektifiyle buluşturulmadığı müddetçe vardıkları noktadan çok taraflı saldırılar neticesinde geri çekilmeye mahkum. Sisifos’un aşamadığı dağ sınıfların birbirini sömürmesi olarak önümüzde duruyor. Eğitim, kültür, sanat… Emekçi sınıflar gerici söylemlere karşı ne ölçüde birikim elde etmiş olurlarsa olsunlar düzen her zaman bulunduğu yeri çürütmenin bir yolunu yaratıyor.

Avrupa Solunda Yeni Sayfalar

“Avrupa’nın en büyük 500 tekeli ortadan kalksa ve tüm varlıklarını, altyapılarını, üretim ve yönetim merkezlerini faaliyet gösterdikleri ülkelere bıraksalar; Avrupa hem içeride hem de dışarıda yeni bir yüze kavuşur. Böylece şimdiye kadar tekel lobisinin uğraşları sonucu hayata geçirilemeyen tüm değişiklikler yapılabilir: Avrupa’ da bireylerin ve şirketlerin kâr hırsını değil, her ülkede bireylerin yaşam koşullarının aynı seviyeye getirilmesini hedefleyen bir birlik (…) Bugün önümüze sunulan ve hiçbir işe yaramayacağı açık, sadece sahte bir demokrasi etkisi yapacak olan anayasa taslağının ötesinde; yeni bir Avrupa Anayasası.”

Tarih boyunca egemen siyasetin hesap yapmakta zorlandığı anlarda sistemin birden fazla alternatife olanak tanıdığını, serpilmelerine izin verdiğini biliyoruz. Bu olanaklar kimi zamanda kabına sığmayarak beklenenden büyük kırılmalara, kopuşlara yol açtı. Çoğu zaman ise beklendiği üzere misyonlarını tamamladıktan sonra sönümlendi.

Avrupa’da son 15 yılda göz önüne çıkan yeni sosyal demokrat partilerin tamamı aynı kaderi paylaştı: Syriza, Podemos, die Linke artık posaları kalmış partiler.

Yukarıda ise Sol Parti’den (die Linke) ayrılarak kendi partisini kuran Sahra Wagenknecht’in 2003’te yayımlanan “Kapitalismus im Koma” kitabından bir pasaj okudunuz. 30 yıllık siyasi kariyerinde genellikle ayrıksı, radikal ve kimliği itibariyle “egzotik bir siyasetçi” olan Wagenknecht, Sol Parti’nin ölümünün gerçekleştiğine kanaat getirerek bir grupla birlikte geçen yıl partiden ayrılmıştı.

Wagenknecht’in kendine has özellikleri olduğu açık. Kitabında Irak’tan, Arjantin’den, Guantanamo hapishanesinden bahsediyor, Duvar’ın yıkılmasının, ABD’nin giriştiği kirli işlerin, Alman tekellerinin astronomik sömürüsünün peşine düşüyor.

Ancak Wagenknecht, pasajda da görüldüğü gibi en iyimser tabirle tekelleşme karşıtı bir sosyal demokrat. Bundan ileriye, siyasi kariyerinin en başında dahi gitmedi. Ve aradan geçen 30 yılda Alman siyasetinde yaptığı kilometrenin, kendisinin solunu daha da budamasına yol açtığı, kimi son derece sorgulanabilir ilişkilere sahip hâle getirdiği bariz.

Wagenknecht, Sol Parti’den birlikte ayrıldığı ekiple partileştiğini Ocak’ta resmi olarak ilan etti. BSW, aynı zamanda medya tarafından “Sarah Wagenknecht Birliği” olarak adlandırılıyor. Sol Parti liderleri, 2023’ten itibaren Wagenknecht’i tutumu nedeniyle eleştirmeye başladı ancak BSW’nin de eleştirilerinde geri kalır yanı yok. Avrupa’daki diğer düzen içi sol partilerden de Wagenknecht bu tutum sebebiyle belirli ölçülerde ayrılıyor: BSW, sosyal demokratları emekçileri terk etmekle suçluyor ve söylemini bu talepler üzerine inşa ediyor: En çok göze çarpan noktalar; Ukrayna’ya silah yardımının durdurulması, göçmen politikasının değiştirilmesi ve asgari ücretin yükseltilmesi.

BSW, beklenmeyen ölçüde hızla büyüdü ve sempati topladı. Alman medyası durumu, Wagenknecht’in söyleminin ırkçı parti AfD ile benzeşmesine bağlıyor ve özellikle Rusya’yla ilişkilerin sürdürülmesi talebi üzerinden partiyi sıkıştırmaya çalışıyor. Buna rağmen Wagenknecht, İsrail’in Nisan ayının başında Gazze’de insani yardım faaliyeti yürüten gönüllüleri vurmasının üzerine İsrail’e silah ambargosunu yüksek sesle dile getirdi. Alman siyaseti adına Filistin ile herhangi bir dayanışma talebinin tabu olduğu düşünülürse, Wagenknecht’in özellikle uluslararası alandaki söylemi Almanya’daki egemen siyasetten açıkça ayrışıyor.

Dolayısıyla Almanya’da sistemin en geniş mağduru olan emekçilerin, mevcut ekonomiden en fazla etkilenenlerin bu sözlere kulak kabarttığını, destek verdiğini söylemek mümkün. Özellikle liberal solun seslenmekte zorlandığı ve destekçi bulamadığı emekçi yoğunluklu kentlerde, eski Demokratik Almanya Cumhuriyeti eyaletlerinde BSW örgütlenmeyi başarıyor.

Peki tüm bunların Almanya’da düzen dışı bir sosyalist siyasete alan açacağını söylemek mümkün mü? Söylemek gerekiyor ki Wagenknecht, bu politik hattı aracılığıyla Alman siyasetinde kimi tabuların kırılmasını sağlayacak olsa da dünya perspektifi ve görüşü, Almanya’nın emperyalist hiyerarşide tırmanabilmek için ihtiyaç duyduğu manevra alanını sağlamak dışında bir işleve sahip olmayacak. Bu bağlamda, sosyal demokrasiyi çürüten ve inandırıcılıktan uzaklaştıran kirin pasın temizlendiği ve makyajlandığı yeni bir aktör var karşımızda.

Sağ düzen dışı olabilir mi

Almanya, Avusturya, Fransa, İtalya, Hollanda… Bu ülkelerde üst üste kuvvetlerini artıran ırkçı sağ partiler, benzer tonları ve söylemleri taşımaları ile dışarıdan bakıldığında sahiden benzeşiyor. Ancak bu partilerin dinamiklerinin, yalnızca “prim yapılan göçmen karşıtlığı” kisvesinde özetlenmesi mümkün değil.

Bu partileri belirleyen dinamik, düzenin esneme sınırlarını farklı yönlerden genişletmesi ve buna alan açmasıı. Esasında zaten benzerlikleri de bu. Toplumsal hafızanın bizzat düzen solu adına tahrif edildiği, “sol”un gerçek bir taraflaşma anlamına gelmemeye başlaması, bu bağlamda sınıf çelişkilerinin oluşturduğu politik zeminlerin potansiyel olarak adeta sola kapatıldığı düzlemde “düzen dışı” görünen ırkçı partiler, bu zeminlerin tamamına düzenin temas etme olanağını sağlıyor.

AfD, içlerinde bu trendin en erken ve belki en kurumsal temsilcisi olduğundan daha yakından incelenebilir: Almanya’nın Doğusuna ve kültürel olarak “hor görülen” emekçi kesimine seslendiği iddia edilen AfD, son yerel seçimlerle birlikte artık bütün Almanya’nın partisi olduğunu savunuyor. Sonuçlar da bunu destekler nitelikte.Koalisyon hükümetinin yetki döneminin ortasında, hükümete güvenoyu niteliği taşıyan seçimlerde çok ciddi seçim başarısı elde eden AfD’nin sözcüsü Alice Weidel’in büyük bir özgüvenle “Almanya’nın tamamına hitap ettiklerini” söylemesi de bu yüzden. 

AfD’nin arkasındaki ekonomik gücün hem Alman hem de Kuzey Avrupalı milyarderler olduğu, Alman bürokrasisi ve ordusu içerisinde bağlantılar edindikleri, üye sayısını hızla katlamalarının yanında devletin kimi noktalarında da tutundukları ve karşılık buldukları biliniyor. Dolayısıyla artık Almanya’da bir takım gericilere ya da heyecanlı küçük burjuva gençlere değil, Alman sermayesinin desteğine dayanan bir faşist partinin varlığından rahatça söz edilebilir. Bir diğer önemli özellik ise, AfD’nin kıtalı benzerlerinden bir “lider partisi” olmamasıyla ayrışması. Avrupa’nın diğer ülkelerinde, hatta Türkiye’de, bu tip partiler liderlerin özellikleri ve kişisel imajları ile öne çıksa da AfD, içlerinde en güçlüleri olarak gerçek bir parti olma özelliğini çok daha açık biçimde taşıyor.

Peki nasıl oluyor da bu parti, son derece düzen içi olan bu kaynaklara ve aritmetiğe yaslanmasına rağmen kendisini mevcut egemen siyasi düzenin dışındaymışcasına konumlayarak destek bulmayı, hatta sola ait kimi alanlara girerek denklemi bozmayı başarıyor?

Sorunun bir cevabı, sosyal demokrasinin tasfiyesiyle doğrudan ilişkili. Dağılmış işçi sınıfının dağınık taleplerini bir demet hâline getirebilmek, faşist siyasi ajandaya bu argümanlar eklemlense dahi somut bir politik güce dönüşebiliyor. Sosyal demokrasinin düzenin görevlendirmesiyle sınıfsal referanslarını dağıttığı emekçiler, bu dağılan referansların parçalarıyla asimetrik yapbozlar oluşturan sağcı sermaye partilerinde kendilerinden bir şeyler buluyor.

Bu tespitin yeni CHP yönetimi tarafından dahi yapılabildiğini söylemek gerekli. Özgür Özel, son katıldığı SPD kongresinde kürsüden bu minvalde çağrılar yaparak sosyal demokrasinin solun ne olduğunu hatırlaması gerektiğini savundu. Ancak işin komik yanı şu, ne kongresinde konuştuğu SPD’nin olan bitene bir itirazı var, hatta kongrenin sonuç metninde iyi gittiklerini ilan ettiler, ne de Alman sosyal demokrasisine solu hatırlatan CHP’nin kendisinin ne yaptığına dair bir fikri.

Bunun üzerine düzenin diğer partilerine nazaran örgütlü görünen söylemin etkisi olduğu da eklenebilir. Örneğin AfD’nin geçtiğimiz yıl üye oranını yüzde 40’a yakın artırdığı ve 40 bin üyenin üzerine çıktığı biliniyor. Mobilize edilen, düzen içi olsa dahi mevcut biçimin dışına ulaşan hedeflerle konsolide edilen, emekçilerin hayatına dokunan günlük siyasetin tüm alanlarında cevaplar üretebilen bir politik strateji, envanterinde ülkeye ailesi 100 yıl önce gelmiş vatandaşları geri yollamak gibi deli saçması fikirler bulundursa dahi diğer burjuva partilerinden ayrışmayı ve inandırıcı hâle gelmeyi başarabiliyor.

Sağ, Sınıf İçerisinde Kalıcı Olabilir Mi?

Solda ayrışmalar yaşanırken AfD ve benzerleri ülkelerindeki en büyük siyasi partiler hâline gelmeyi, hatta doğrudan iktidara ya da iktidar ortaklığına yükselmeyi başardı. Dolayısıyla şu an Avrupa kamuoyundaki en büyük tartışmalardan biri, yeni faşizmin Avrupa için arz ettiği tehlike. Bu tartışmayı büyük oranda AfD’den daha az savaş destekçisi yahut anti-komünist olmayan sol liberaller yürütüyor.

Duyarlılıkların ve tarih bilincinin tahrifatı mı demiştik? Alın size bir yenisi daha!

Solun bu bağlamda die Linke’den veya Yeşiller’den öğrenebileceği, akıl alabileceği, cephe kurabileceği hiçbir ortak nokta yok. Zira örneğin Hitler nasıl tarih üstü, nereden çıktığı belirsiz kaçık bir psikopat olarak resmediliyorsa ve tekellerle ilişkisi, Alman kapitalizminin desteği tarih okumasında yer bulmuyorsa bugün AfD’ye ve benzerlerine dönük eleştirilerde de aynı durum geçerli. AfD’nin sistem açısından nasıl bir işlev edindiğini kapitalizm içi bir pozisyondan okumak mümkün değil. Yapılabilecek en derin analiz, “Göçmen entegrasyonunda yeterince başarılı olamadığımız için halk tepki gösteriyor” ile sınırlı. Halbuki bugün AfD’nin Almanya’nın emperyalist hiyerarşideki sürtüşmelerde kullanabileceği ciddi bir alan yarattığı, birden fazla denklemde farklı konumlar almasını kolaylaştırdığı, örneğin gerekli durumlarda AB’nin aksine Rus yanlısı olabilme, gerekli durumlarda ABD’nin hegemonyasına karşı çıkabilme kredisini verdiği aşikar. Ancak emperyalizmi mahkum etmek algı limitinin dışında durduğu ve dokunulamaz bir tabu olarak kaldığı sürece yeni sağ partilerle hesaplaşmanın yolu da yok. Bir yandan da söylemek gerekiyor ki burjuva siyasetinin zaten böyle samimi bir niyeti olamaz.

Bu doğrultuda solun, yeni sağ-faşizan hareketlerin emekçi sınıflarla nasıl ilişkilendiğini tespit etmek için kullandığı cetvel öncelikle bahsedilen dinamikleri hesaba katmalı. Sınıf hareketinin güçlenmesi ve siyasi taraflaşmayı sadeleştirmesinin, bu partilere açılan alanı daraltmaya başlayacağı bilinmeli. Aksi takdirde kabullenilmesi gereken “nesnellik” 21. yüzyılda emekçilerin, milyonlarca insanın katledilmesinin, zorla sürgün edilmesinin, kafatası ölçümleri yapılmasının; sosyalizmden daha gerçekçi bir seçenek olduğuna inandığını düşünmek olur.

Yoksulluğun ve tarihsel kriz koşullarının, komünist partiler tarafından devrimle buluşturulmadığı takdirde faşizmi yarattığını tarihte gördük. Dolayısıyla olan bitenin geçici bir trend olduğunu iddia etmek yersiz. Mevcut modern iletişim araçlarının nüfuzunu kolaylaştırdığı, imajlar ve sloganlar üzerine kurulu, teorik derinlikten yoksun ancak planlı bir ideolojik saldırı ile karşı karşıyayız. Fakat solun bırakın devrimi kaçırmayı, kadraja dahi giremediği bir konjonktürde kapitalizm kendi koşullarını ve kurumsallığını ciddi biçimde dağıtma potansiyeli olan hareketlere kalıcı iktidar alanları açmaktan uzak durmayı, bir süre daha bu hareketleri siyaset mozaiğinin içinde bir aparat olarak kullanmayı tercih edebilir. Elbette sınıfsal dengenin, uluslararası koşulların burjuvazinin hâlâ hesap yapabilmesine olanak tanıdığını varsayarak…

Solun alacakları

Emekçi sınıflara sirayet edebilecek iki farklı ruh durumunu düşünelim: Biri mevcut düzenin sonsuzluğuna iman etmiş, bu düzendeki taşların yerinden oynamaması ve huzurun korunması için uzlaşı arayışında olan, önemli insani değerleri bayrak edinen ancak bu değerlerin pekala sömürü düzeninde var olabileceğini düşünen, ders çıkardığını düşündüğü için daha ileri gitme enerjisi olmayan, zorlamayan, kavga etmeyen, durağan…

Ve bir diğerinde memnuniyetsiz olan, kimi aşırılıklara daha açık hâle gelse dahi kaybedecek az şeyi olduğunu hisseden, düzenle barışık olmayan, yanlış giden şeylerin farkında olan ve bir biçimde değişikliği duyumsayan…

İkinci kategorinin tarihteki ilk taşlarını emekçi sınıfların en alt katmanlarından ziyade küçük burjuvazinin attığını görebiliyoruz. Hem ilerici hem de gerici yönde. Zira kaybedecek az şeye sahip olma hissi, cam tavanın üst katlarında daha hissedilir oluyor. Kapitalist düzenin verili koşullarını biçim itibariyle yıkarak uçlaşmasını sağlayan ırkçı siyasi hareketlerin öncelikle bu sınıflardan sempatizan toplaması bunun ispatı. İtalya’da 1919’da toprak sahipleri tarafından kurulan ve daha sonra Mussolini’nin Kara Gömlekliler’inin parçası hâline gelen Squadristi, Nazi Partisi’nin kasaba ve köylerdeki protestan nüfustan aldığı devasa oy ve kaynak desteği, Türkiye’de MHP’nin ve faşist hareketin üniversiteli öğrenciler arasında örgütlenmeye başlaması… Bunların hiçbiri bu bağlamda tesadüf değil. Nitekim yeni faşist-ırkçı partiler de aynı yere yaslanıyor.

Fakat hatırlatmak gerekiyor ki aynı tarihsel koşullar içlerinden çok önemli komünist kadrolar çıkardı, yeni dinamikler yarattı ve sınıf hareketlerinin barutu oldu.

Yani denebilir ki sol, tarihin biriktirdiği dinamikler karşısında artık alacaklı durumda. Kapitalizmin yarattığı yeni koşulları ve imkanları, kapitalizmin farklı üniformalı fedailerinin hazırlıklı karşılaması şaşırtıcı değil. Ancak solun da bu nesnellik karşısında doğru adımları atarak hakkını alma vakti geldi.

1: https://www.bundespraesident.de/SharedDocs/Reden/DE/Joachim-Gauck/Reden/2013/10/131003-Tag-deutsche-Einheit.html

2: https://www.swp-berlin.org/publikation/neue-macht-neue-verantwortung-neue-aussenpolitik/

3: https://www.nytimes.com/1990/09/20/business/east-germany-s-economy-far-sicker-than-expected.html

4: https://www.politico.eu/article/robert-habeck-wants-germany-to-rebuild-ukraine/

5: https://haber.sol.org.tr/haber/corbyn-davasi-reformistleri-de-vururlar-14600