Ekim’e doğru ve Ekim’den sonra: Lenin ve Barış

Ekim Devrimi’nin ikinci yılı kutlamalarında Lenin ve diğer Sovyet liderleri Kızıl Meydan’da (7 Kasım 1919)

Kapitalizm ve sosyalizm yan yana var oldukça
barış içinde yaşayamazlar; ya biri ya da
diğeri eninde sonunda zafer kazanacak,
ya Sovyet Cumhuriyeti
ya da dünya kapitalizmi için cenaze
töreni düzenlenecektir.” [1]

Milyonlarca insanın ölümüne ya da yaralanmasına, dünya çapında büyük bir yıkıma neden olan İkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa ayağının sona ermesinin üzerinden 75 yıl geçti. Alman faşizminin saldırısına maruz kalan, savaşta 26 milyon yurttaşını yitiren, ülkenin işgal altındaki bölgelerinde sanayisi, tarımı, altyapısı yerle bir olan Sovyetler Birliği, bu günden itibaren, savaşın yaralarını sarmaya, sosyalizmi örnek gösterilen bir sistem olarak yeniden ayakları üzerinde doğrultmaya başladı. Birkaç yıl içinde dünyada bir “sosyalist sistem” kurulacaktı. 

Sosyalizmin alan kazanması, Sovyetler Birliği dışında başka ülkelere doğru yayılması, dünya çapında gerçekleşen savaşın sonuçlarından biri oldu. Sovyetler Birliği’nin kendisi de aynı çapta gerçekleşen ilk savaşın çıktılarından biriydi. 

Bu yazıda, Birinci Dünya Savaşı’nın belirlediği dönemi ele alacağız. Lenin’in barışla ilgili yaklaşımını, barış kavramının Lenin’in düşüncesinde nasıl bir yere sahip olduğunu irdelemeye çalışacağız. Bunu dört tarihsel aşamada ele almak mümkün. Bu aşamalar, süreklilikleri ve kopuşları barındırıyorlar ve bir bütünlük oluşturuyorlar. 

İlk aşamayı, Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcına kadar olan dönemle tanımlayabiliriz. Bu dönemi niteleyen en önemli belge, İkinci Enternasyonal’in 1912’de Basel’de yapılan kongresinde kabul edilen manifestodur. Sonraki aşama, 1914’te savaşın başlamasıyla 1917’de gerçekleşen Ekim Devrimi arasındaki dönemdir. Bolşeviklerin iktidara gelmesi koşulları değiştirmiştir. Ekim Devrimi’ni izleyen ve bir “dünya devrimi” beklentisinin sürdüğü kısa dönem üçüncü aşamayı oluşturur. Dünya devrimi beklentilerinin bir dizi nedenle boşa çıktığı ve “tek ülkede sosyalizm” politikasının benimsendiği dönemi de son aşama olarak ele alabiliriz. 

Savaşa Doğru

Genel bir savaşın ayak sesleri, savaşın başladığı 1914 yılından çok önce duyulmaya başlamıştı. Militarizm güçlendikçe ve savaş tehlikesi büyüdükçe, Avrupa’nın çeşitli ülkelerindeki örgütlü işçi sınıfı da bu tehlikeye karşı sesini yükseltmeye başladı. Lenin, 1908’de yazdığı bir makalede bunun bir örneğini ele alıyor. “Britanyalı ve Alman İşçiler Barış İçin Gösteri Yapıyor” isimli makalede, 20 Eylül 1908’de Berlin’de düzenlenen ve Alman işçilerin yanında Britanyalı işçi temsilcilerinin de katıldığı bir eylemi aktaran Lenin, işçilerin kapitalist ülkeler arasındaki gerilime karşı olduğunu anlatıyor. Bu eylemde yapılan ve Lenin’in alıntı yaptığı konuşmalar, hiç kuşkusuz, savaş konusunda kendi yaklaşımını da yansıtıyor. Savaş ya da barış hakkında verilecek olan kararın işçilerin elinde olduğunu belirterek, savaşların mülk sahibi sınıfların çıkarlarına hizmet ettiğini vurguluyor. 

“Toplantı, ‘yöneten ve sömüren sınıfların politikasının bencilce ve kıt görüşlü’ olarak damgalandığı ve Stuttgart’taki Uluslararası Kongre’nin sonuç bildirgesi uyarınca, yani savaşa karşı her yoldan, her araçla mücadele etmek için hazır olduklarını belirten bir sonuç bildirgesinin oybirliğiyle kabul edilmesiyle sonuçlandı.” [2]

Burada değinilen Stuttgart Kongresi, 1907 yılında düzenlenen İkinci Enternasyonal kongresidir. Stuttgart Kongresi ile ilgili yazdığı makalede Lenin, yükselmekte olan militarizm ve savaş tehlikesi karşısında sosyalistlerin görevini şöyle açıklamıştı: 

“Öte yandan (Hervé) bir savaşa ‘yanıt verme’ olasılığının, bu savaşın yarattığı krizin karakterine bağlı olduğunu anlamamıştır. Mücadele araçlarının seçimi bu koşullara bağlıdır. Dahası, mücadele yalnızca savaşın yerine barışı getirmekten ibaret olmamalıdır; kapitalizmin yerine sosyalizmi getirmelidir. Esas mesele yalnızca savaşı engellemek değildir; savaşın yarattığı krizi, burjuvazinin alaşağı edilmesi için kullanmaktır.” [3]

Bu dönemde Lenin’in barış konusundaki yaklaşımını en iyi yansıtan belge, 24-25 Kasım 1912’de Basel’de yapılan İkinci Enternasyonal Olağanüstü Kongresi’nde kabul edilen ve Basel Manifestosu olarak anılan metindir. Lenin bu belgeyi, özellikle savaş yıllarında, İkinci Enternasyonal’in sağ kanadını oluşturan, savaş karşıtı tutum almayan ve kendi ülkelerindeki burjuvaziyi destekleyen sosyal demokratlara karşı yürüttüğü polemiklerde temel referans olarak kullanmıştır. Dahası, 1916’da yazdığı Emperyalizm isimli broşürün ekinde yer vermiştir. Son şeklini Lenin, Rosa Luxemburg ve Martov’un verdiği metinde belirtildiği gibi, bu bildirge aslında 1907 yılındaki Stuttgart Kongresi’nde ve 1910 yılındaki Kopenhag Kongresi’nde benimsenen sonuç bildirgelerinin tamamlayıcısı niteliğindedir. 

Bu yaklaşım 1912’deki Basel Kongresi’ne taşınırken, savaşı her ne pahasına olursa olsun engellemek vurgusu, barış vurgusu daha belirgin hale gelmiştir. Basel Manifestosu, işçilerin ve onların temsilcilerinin, savaşın çıkmasını engellemek için ne yapabilirlerse yapmakla yükümlü olduklarına vurgu yapar. İşçilerin uluslararası düzeyde işbirliği yapıyor olması, tehdit altındaki dünya barışını kurtarmak için büyük bir katkı sağlamıştır. Egemen sınıfın, dünya savaşının sonucu olarak bir proletarya devriminin ortaya çıkmasına yönelik duyduğu korkunun, barışın yaşamsal bir güvencesi olduğu kanıtlanmıştır [4].

Bildirgede özellikle Balkanlardaki siyasi karmaşa ve artan gerilimlere değinilmekte ve halkların kardeşliğine vurgu yapılmaktadır. Balkan ülkelerindeki ve bu ülkeler üzerinde emperyalist emeller güden Avusturya-Macaristan ve İtalya’daki sosyal demokratların bu gidişe karşı çıkmaları gerektiği dile getirilir. Bu iki ülkedeki sosyal demokratlar hem kendi ülkelerinin emperyalist emellerine karşı çıkmalı hem de “Avusturya-Macaristan ile İtalya arasındaki barışçıl ilişkilerin sıkılaştırılması için çaba harcamaya devam etmelidir.” [5] Öte yandan, barışa yönelik en büyük tehdit Britanya ile Almanya arasındaki düşmanlıktır. “Bir tarafta Almanya ile diğer tarafta Büyük Britanya arasındaki bütün önemli görüş ayrılıklarının üstesinden gelmek, uluslararası barışa yönelik en büyük tehdidi ortadan kaldırmak anlamına gelecektir.” [6]

“Topyekûn kırım, açlık ve salgın hastalık olasılığının yarattığı tehdidi hisseden bütün halkların yaşamının ortadan kaldırılmasını engellemek için proletarya, bütün enerjisini ortaya koyacaktır… Kapitalizme ait sömürü ve topyekûn kırım dünyasının karşısına, proletaryanın barış ve halkların kardeşliği dünyasını çıkarın!” [7]

Savaş, mutlaka engellenmelidir. Zira savaşın yarattığı yıkım özellikle işçi sınıfı ve diğer yoksul kesimler üzerinde etkili olacaktır. Öte yandan, savaş döneminde benimsenmesi gereken politikanın işareti, yine bu belgede yer almaktadır: “Buna karşın savaş çıkarsa, bunun hızla sona ermesi için müdahale edilmeli, kapitalizmin çöküşü hızlandırılmalıdır.” 

“Barışın garantisi, işçi sınıfının örgütlü, bilinçli hareketidir.” [8]

Stuttgart ve Basel bildirgeleri, yalnızca savaşa karşı tutumu belirlemekle kalmamış, savaş döneminde Lenin’in ve Bolşeviklerin mücadeleyi doğru bir çizgide sürdürmelerini ve uluslararası sosyalist hareketin sol kanadının meşruiyetini ortaya koymalarını sağlamıştır. Böylece Bolşevikler, İkinci Enternasyonal’in, bileşenlerinin önemli bir bölümü tarafından terk edilen devrimci geleneklerini, özellikle de kapitalizm ve emperyalizm karşıtı mirasını, bir bütün olarak devrimci Marksizm’in mirasını üstlenecek olan yeni bir enternasyonalin temelini atmaya başladılar [9].

1914’te savaş başladığında Lenin, Krakov yakınlarındaki Poronino köyünde yaşamaktadır. Ancak birkaç gün sonra casusluk iddiasıyla tutuklanır. Birkaç dostunun girişimiyle serbest bırakılır ve Avusturya-Macaristan’ı terk etmeye zorlanır. Bundan sonraki durağı İsviçre olur. 5 Eylül’de Bern’e varır varmaz savaşa karşı tezlerini kaleme alır. Bu tezler 6-7 Eylül’de Bolşeviklerin yaptığı toplantıda benimsenir. Tezler, savaşın karakterini “burjuva, emperyalist ve hanedanlara ait”; savaşın amacını ülkelerin yağmalanması, bütün ülkelerin proleterlerinin kandırılması, aralarının bozulması ve öldürülmeleri olarak tanımlamakta; savaşın ideolojik zeminini oluşturan şovenizme ve sosyal demokrasi içindeki oportünizme karşı mücadele edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır [10].

Savaşın başlangıcıyla, Bolşeviklerin Ekim Devrimi ile iktidara gelmesi arasında geçen sürede, Lenin’in ve Bolşeviklerin savaşa karşı mücadelesi, bu eksende gerçekleşmiştir. 

Lenin bu dönemde pasifizme, yani soyut bir barış savunuculuğuna karşı mücadele etmiş; bunun, işçi sınıfını aldatmaktan başka bir anlam ifade etmediğini vurgulamıştır. 27 Şubat-4 Mart 1915’te Bern’de toplanan Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi Konferansı’nda şöyle demiştir: “Günümüzde, devrimci kitle eylemliliği çağrısının eşlik etmediği barış propagandası, yalnızca proletaryanın hayal görmesine ve demoralize olmasına, savaşan ülkelerin yürüttüğü gizli diplomasinin elinde oyuncağa dönüşmesine neden olur.” [11]

Sosyalistlerin nasıl bir barış istemeleri gerektiğini ise, yine kendi burjuvazilerini destekleyerek savaş yanlısı tutum alan sosyal demokratlara değinerek tanımlar. Savaşın çeşitli taraflarından gelen genel barış çağrılarını karşıya alır; zira bunların hepsi, tarafların kendi çıkarları doğrultusunda ortaya atılmış olan çağrılardır. Oysa barış çağrılarının özü, kitlelerin sosyalizm ile kapitalizm arasındaki ayrımı net olarak ortaya koymak olmalıdır; iki düşman sınıfı, iki düşman siyasi çizgiyi uzlaştırmak değil. Her türlü işgal ve ilhak politikasına son verilmelidir. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı tanınmalıdır. Bütün halklar ve sömürgeler özgürlüklerine kavuşmalıdır. Ve bütün bunlar ancak bir dizi devrimle, sosyalist devrimin başarıya ulaşmasıyla mümkün olabilecektir. 

“Bu, kitlelerin giderek artan barış talebine sosyalistlerin kayıtsız kalabileceği anlamına mı gelmektedir? Asla. İşçilerin sınıf bilincine sahip öncüsünün sloganları bir şeydir; kitlelerin kendiliğinden talepleri bambaşka bir şey. Barış isteği, kapitalist sınıfın kitleleri aldattığı, ‘kurtuluş’, ‘anavatanın savunulması’ ve benzeri burjuva yalanlar karşısında duyulan hayal kırıklığını ortaya koyan en önemli belirtilerden biridir. Sosyalistler bu belirtiye azami ilgiyi göstermelidir. Bütün çabalar, kitlelerin barış arzusunu değerlendirmek için harcanmalıdır.” [12]

Lenin’in kaleminden sosyalistlerin “Barış Programı”nı, aşağıdaki uzunca alıntıyla özetleyebiliriz.

“Sosyal Demokrasinin ‘barış programı’ en başta barış hakkında burjuvaların, sosyal şovenlerin ve Kautskycilerin sözlerindeki ikiyüzlülüğü teşhir etmek zorundadır. Bu, yapılması gereken ilk ve en temel iştir. Bunu yapmadığımız takdirde, isteyerek veya istemeyerek, kitlelerin aldatılmasına yardımcı oluruz. Bizim ‘barış programımız’ bu sorunla ilgili esas demokratik hususun – ilhakların reddedilmesi – sözde kalmayıp pratiğe dökülmesini, milliyetçi ikiyüzlülüğün değil enternasyonalizmin propagandasının güçlendirilmesine hizmet etmesini talep eder. Bunun için ilhakların reddedilmesinin, yani kendi kaderini tayin hakkının tanınmasının, yalnızca bütün ülkelerin sosyalistleri kendi ulusları tarafından ezilen ulusların ayrılma hakkını talep ettiğinde samimi olduğunu kitlelere anlatmalıyız. Kitleleri devrimci mücadeleye çekebilmek ve ‘demokratik bir barış’ sağlamak için devrimci önlemler alınmasının zorunluluğunu açıklayabilmek için, pozitif bir slogan olarak, devletler arasında bağlanan borçların reddedilmesi sloganını öne çıkarmalıyız. 

Son olarak bizim ‘barış programımız’ emperyalist güçlerin ve emperyalist burjuvazinin demokratik bir barış sağlayamayacağını açıklamak zorunda. Böyle bir barış geçmişte, emperyalist olmayan bir kapitalizme ilişkin gerici ütopyada ya da kapitalizm altında eşit uluslardan oluşan bir birlik kurulmasında değil, gelecekte, proletaryanın sosyalist devriminde aranmalı ve bunun için mücadele edilmelidir. Gelişmiş emperyalist devletlerde hiçbir demokratik talep, sosyalizm bayrağı altında verilen devrimci mücadele dışında bir yolla kayda değer ölçüde ya da kalıcı bir şekilde karşılanamaz. 

Sosyalist devrim vaadinde bulunmaksızın ya da onun için mücadele etmeyi reddederek – ki bu mücadele bugün, savaş sırasında verilmek zorundadır – uluslara ‘demokratik’ bir barış vaat eden herkes proletaryayı aldatmaktadır.” [13]

Savaşın yarattığı yıkım, başka halklarla birlikte Rusya halkını da bezdirmişti ve barış talebi son derece yakıcı hale gelmişti. Bolşevikler de devrim sürecinde bu talebi, başka bir dizi siyasi başlıkla birlikte, siyasetlerinin en önüne yerleştirdiler. 

Ekim’den Sonra 

Bu eksende verilen mücadele, Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesi ile önemli bir dönüm noktasına ulaştı. Bolşeviklerin iktidarı aldıkları gün toplanan İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyetleri İkinci Tüm Rusya Kongresi’nin ertesi günkü oturumunda Lenin “Barış Hakkında Rapor”unu sundu. Rapor, kongre tarafından kabul edilecek olan “Barış Hakkında Kararname”yi içeriyordu. Söz verdikleri gibi, Bolşevikler iktidara gelir gelmez savaşan tüm halkları ve hükümetlerini derhal adil, demokratik bir barış için müzakerelere başlamaya çağırmaktaydı. Adil, demokratik bir barıştan kastedilen, ilhakların ve tazminatların olmadığı bir barıştı. 

“Hükümet, bu savaşın güçlü ve zengin ulusların fethettikleri zayıf ulusları nasıl paylaşacakları meselesi üzerinden sürdürülmesini insanlığa karşı işlenmiş en büyük suç olarak değerlendirmekte ve kati bir şekilde bu savaşı, istisnasız tüm uluslar için aynı ölçüde adil olan, belirtilen şartlarla sona erdirmek üzere derhal barış şartlarını imzalamakta kararlı olduğunu ilan etmektedir… Hükümet, yukarıdaki barış şartlarını bir ültimatom olarak görmediğini de ilan eder; diğer bir deyişle hükümet, savaşan ülkelerden herhangi biri tarafından mümkün olduğu kadar hızlı bir şekilde öne sürülen başka her türlü barış şartını, yapılan barış önerisinin mutlak bir netliğe sahip olması ve hiçbir belirsizlik ve gizlilik içermemesi kaydıyla, değerlendirmeye hazırdır.” [14]

Bu yaklaşımın ilk sonucu, Almanya ile 3 Mart 1918’de imzalanan Brest-Litovsk anlaşması oldu. Anlaşma, Rusya için ağır koşullar içeriyordu; ama başdüşman ile yürütülen savaş sona ermiş oluyordu. Savaşın sona ermesi, sosyalizmin kuruluş koşulları için gerekliydi. Şimdi buna odaklanma şansı doğmuştu. 

Lenin, Barış Kararnamesi’nde başka ülkelerin işçi sınıflarına, özellikle de Britanya, Fransa ve Almanya işçi sınıflarına, savaş ve barış meselelerine müdahale etmeleri çağrısı yapıyor ve bu konuda onlara yardımcı olmak gerektiğini vurguluyordu. Bu, Rusya’da gerçekleşen devrimin, diğer ülkelerde de yaşanması umudunu, daha doğrusu, beklentisini yansıtan bir vurguydu. 

Brest-Litovsk’tan sekiz gün sonra Lenin şöyle diyecekti: “Eğer Rusya, şimdi bir ‘Tilsit’ barışından [15] ulusal bir dirilişe geçiyorsa –ki yüzde yüz geçiyor- bunun yönü, bir burjuva devlete doğru değil, bir dünya sosyalist devrimine doğrudur… Alman işçileriyle kardeşçe ittifaka bağlı kal! Onlar yardımımıza gelmekte geciktiler. Biz zaman kazanacağız, onların geldiği günleri göreceğiz, ve onlar mutlaka yardımımıza gelecekler.” [16]

Ancak hem dünya devrimi gerçekleşmedi hem de Rusya, kendi gerici güçlerinin ve onları destekleyen emperyalist güçlerin saldırısına maruz kaldı. Halkın barışa kavuşması, birkaç yıl süren içsavaşın ve dış müdahalenin sona ermesiyle mümkün oldu. 

Bir yanda dünya devrimi beklentisi, diğer yanda Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kurulması ve ülkenin ayakta kalması. Bu iki sürecin, aralarında sürekli bir gerilimin olmaması mümkün değildi. Ve bu gerilim kaçınılmaz biçimde Sovyetlerin barış konusundaki yaklaşımına, dış politikasına damga vurdu. 

Böylece “tek ülkede sosyalizm” dönemi açıldı. “Soru şuydu: Sovyet iktidarının temel stratejisi ne olacaktı? Olası bir dünya devrimine yardımcı olmak mı, yoksa geniş bir coğrafyada otoritesini sağlamlaştırmakta olan sosyalist devleti savunmak mı? İkisinin aynı ağırlıkla sürdürülemeyeceği açıktı, birinden biri tercih edilecekti. Böylece Sovyet dış politikası daha hemen başlarda ciddi bir rota değişikliğine gidiyordu. Öncelik Sovyetler Birliği’nin kendisine hasım bir dünyada ne pahasına olursa olsun ayakta kalmasına veriliyordu. Bu, dünyadaki devrimci dinamiklere sırt çevrilmeden hayata geçirilecekti. Niyet buydu ama tek ülkede sosyalizmi savunurken dünya devriminin çıkarlarını düşünmek arasındaki uyum her zaman sağlanamıyordu.” [17] Özellikle 1920’den itibaren tek ülkede sosyalizm olgusu öncelik kazandı.

Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşa edilebilmesi için kapitalist-emperyalist ülkelerle ticari ve siyasi ilişkiler kurulması, uluslararası diplomasi sahnesinde yer alınması zorunlu idi. Dış politika uygulamaları bu eksende şekillendi. Sovyetler Birliği tarihi boyunca belirleyici olan “barış içinde bir arada yaşama” politikası da bu dönemde ortaya çıktı. 23 Eylül 1919’da Lenin şöyle diyordu:

“Sürekli bir barış, Rusya’nın emekçi halkını öyle ferahlatacaktır ki, onlar, belirli imtiyazların verilmesini hiç kuşkusuz kabul edeceklerdir. Makul koşullarda imtiyazlar verilmesi, sosyalist ve kapitalist ülkelerinyanyana bir arada yaşama döneminde, teknik bakımdan daha gelişmiş ülkelerin yardımlarını Rusya’ya cezbetmenin bir yolu olarak bizim de arzuladığımız bir şeydir.” [18]

Öte yandan Lenin, Sovyetler Birliği ile kapitalist dünyanın, emperyalizmin sonsuza dek barış yapamayacağı gerçeğini ısrarla vurguluyordu:

“Azami imtiyazlar pahasına da olsa, ticari ilişkiler sağlamak için her fırsatı yakalamalı ve her çabayı göstermeliyiz. Çünkü emperyalist devletlerle uzun süreli ticari ilişkilerde bulunabileceğimize bir an için bile inanamayız. Soluklanma süresi geçicidir. Devrimler ve büyük çatışmalar tarihinin tecrübesi bize savaşların, bir dizi savaşların kaçınılmaz olduğunu öğretiyor. Kapitalist ülkelerin yanısıra bir Sovyet Cumhuriyetinin varlığı -kapitalist ülkelerle çevrili bir Sovyet Cumhuriyeti- kapitalistler için öylesine tahammül edilmez bir şeydir ki, yeniden savaşa başlamak için her fırsata sarılacaklardır.” [19]

Barış içinde bir arada yaşama, sermaye sınıfı ile değil, işçilerle mümkündü:

“Yeni bir hayata; sömürücülerin, toprak sahiplerinin, kapitalistlerin, tüccarların bulunmadığı bir hayata gözlerini açmakta olan bütün ulusların işçileri ve köylüleriyle, bütün halklarla barış içinde bir arada yaşama.” [20]

Lenin, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşa edilebilmesi için kapitalist hükümetlerle barış yapılması gerektiğini belirtse de; kapitalizm ve emperyalist sistem ortadan kaldırılmadıkça, sosyalizm egemen kılınmadıkça halklar için kalıcı bir barışa ulaşmanın mümkün olmadığını vurgulamaya devam etti. Barış içinde bir arada yaşama, kapitalizmle sonsuza dek birlikte yaşamayı kabullenme anlamına gelmiyordu. 

Ne yazık ki, Sovyetler Birliği’nin ileriki dönemlerinde aynı politika, kapitalizm karşısında inisiyatifin yitirilmesine neden olacak doğrultuda evrildi.  

Öte yandan, barış için sürekli bir mücadele verildi. Sosyalizmin doğası, sosyalizm için verilen mücadele ile barış için verilen mücadele arasındaki bağı hep canlı ve sürekli kıldı. Örneğin, Sovyetler Birliği 1922’de Cenova’da düzenlenen Uluslararası Konferans’tan itibaren dünya çapında silahsızlanma konusunda somut ve elle tutulur öneriler geliştirdi. Silahsızlanma, halklar arasında kalıcı barış sağlanması için vazgeçilmezdi. Barış için verilen mücadelede Sovyetler her zaman samimi oldu ve kapitalist dünyayı da barışa zorladı. 

Dipnotlar

1. V. İ. Lenin, “Speech Delivered at a Meeting of Activists of the Moscow Organisation of the R.C.P.(B.) – 6 Aralık 1920”, Collected Works, Cilt 31, Progress Publishers, 1965, Moskova, s. 438-459.

2. V. İ. Lenin, “British and German Workers Demonstrate for Peace”, Collected Works, Cilt 15, Progress Publishers, 1973, Moskova, s. 210-212.

3. V. İ. Lenin, “The International Congress in Stuttgart”, Collected Works, Cilt 13, Progress Publishers, 1972, Moskova, s. 75-81.

4. V. İ. Lenin, Emperyalizm, Yazılama Yayınevi, 2019, İstanbul, s. 136.

5. a.g.e., s. 137.

6. a.g.e., s. 139.

7. a.g.e., s. 140.

8. V. İ. Lenin, “The Bourgeoisie and Peace”, Collected Works, Cilt 19, Progress Publishers, 1977, Moskova, s. 83-84.

9. S. Marcy, The Bolsheviks and War: Lessons for Today’s Anti-war Movement, 1985, World View Forum.

10. O. H. Gankin, H. H. Fisher, The Bolsheviks and the World War, 1976, Stanford University Press, Stanford, s. 140-143.

11. V. İ. Lenin, “The Conference of the R.S.D.L.P. Groups Abroad”, Collected Works, Cilt 21, Progress Publishers, 1974, Moskova, s. 158-164.

12. V. İ. Lenin, “Question of Peace”, Collected Works, Cilt 21, Progress Publishers, 1974, Moskova, s. 290-294.

13.V. İ. Lenin, “Barış Programı”, Devrime Doğru, Yazılama Yayınevi, 2018, İstanbul, s. 21-22.

14. V. İ. Lenin, “İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyetleri İkinci Tüm Rusya Kongresi”, Devrime Doğru, Yazılama Yayınevi, 2018, İstanbul, s. 464-465.

15. 1807’de Napoléon önderliğindeki Fransa’nın, Almanya’yı zorladığı ve koşulları Almanya için ağır olan barış anlaşması.

16. V. İ. Lenin, “Günümüzün Başlıca Görevi”, Sosyalizm ve Savaş, Sol Yayınları, 1992, Ankara, s. 146.

17. K. Okuyan, “1917-1945 Arası Sovyet Dış Politikası: Tek Ülkede Sosyalizm Dönemi”, 100. Yılında Büyük Ekim Devrimi, Ed: E. Zeynep Suda, Nevzat Evrim Önal, Yazılama Yayınevi, 2017, İstanbul, s. 241-242.

18. V. İ. Lenin, “Amerikan İşçilerine”, Barış İçinde Birarada Yaşama, Ekim Yayınları, 1990, Ankara, s. 38.

19. V. İ. Lenin, “İmtiyazlar Üzerine”, Barış İçinde Birarada Yaşama, Ekim Yayınları, 1990, Ankara, s. 88-89.

20. V. İ. Lenin, “Universal Service Berlin Muhabiri Karl Wiegand’ın Sorularına Cevaplar”, Barış İçinde Birarada Yaşama, Ekim Yayınları, 1990, Ankara, s. 45-46.