Sinemada Lenin: Devrimi ve sosyalist iktidarı ölçüt kılmak


Dziga Vertov’un Lenin’in ölümünün onuncu yılında yaptığı “Lenin İçin Üç Şarkı” filminin afişinden bir ayrıntı

Lenin’in 150. yaşını selamlamak, çok heyecan verici ve sorumluluk da istiyor. Onurlu, göz alıcı, insanı afallatan bir mücadeleye önderlik eden bir tarihsel figürü, bir dönem hem Sovyet siyaset yazınında hem memleketimizde sık sık ve yaygın şekilde rastladığımızın aksine, hamaset yapmadan selamlamayı becermek gerek ve bu kolay iş de değil. Yine de, yazının temel önermesini burada açık etmiş olmak pahasına, şunu söyleyebilirim: Düşünüldüğü kadar zor da olmamalı, mantıken. Bunun için yakalanması gereken bir halka var, o halka, Lenin’in mücadelesini paylaşıyor olmak. Sosyalist iktidar hedefine odaklandıysanız, aslında tam tersine, hamasete düşmeniz zor. Umarım bu yazıda zoru becermem…

Hamaset denilen şey, yüceltip, göklere çıkarıp, yükseltip, yükseltip, sonuçta görünmez hale getirmek, olsa gerek. Dilinden Lenin’i düşürmeyerek, büyük büyük laflar sarf ederek, aslında Lenin’in politik-ideolojik doğrultusundan tamamen kopmak… Bu türden kopuşlar, tarihin ilginç ironilerinden biri olsa gerek. Bizde de sıkça rastlarız bu tür ironilere: örneğin, Nâzım’ın adını anmadan üretim yapmayan ama anti-Sovyet ve anti-komünist ne çok sanatçı, gazeteci, aydın vardır bu ülkede… İşte bu ironiye Sovyetler Birliği’nde de ve özellikle 1970’lerin ikinci yarısından itibaren sıkça rastlanıyordu – okuduklarımdan anladığım kadarıyla. Bir örnek vereyim: Bu yazının odaklandığı konu ile de ilişkili bir figür, Mikhail Şatrov (1932-2010) bir oyun yazarı ve senarist; İkinci Dünya Savaşı’nın, yani SSCB’nin Anayurt Savunması’nın ertesinde, 1950’lerle birlikte oyun yazmaya başlamış ve 1960’larla birlikte de hem oyunlar hem senaryolar yazmış (1961’de SBKP üyesi olmuş). Tarihsel temalara odaklanmış olan Şatrov’un yazdıklarının içinde Lenin, Parti ve Ekim Devrimi başlıkları ağırlık taşıyormuş. Deniyor ki eserleriyle bir “Leniniana” dalgası yaratmış [1]. Ben kendisini Alov ve Naumov’un yönettiği ve senaryosunu da birlikte yazdıkları “Tahran 1943” (1981) ve Yuli Karasika’nın yönettiği “Temmuzun Altısı” (1968) filmlerinden biliyordum. Şatrov’un eserleri 1980’lerin sonlarına kadar uzanıyor ve tüm SSCB’de yayılmış olan yüzlerce tiyatro topluluğu tarafından defalarca sahnelendiği söyleniyor. “Böyle Kazandık” 1982, “Bolşevikler” 1983, “Bilinçliliğin Diktatörlüğü” 1986 ve “İleri… İleri… İleri…” 1988 tarihli oyunlarıymış… Ve bu oyunların sahnelendiği Sovyetler Birliği, birkaç yıl içinde tarihe karışıyor. Ne oyunları seyrettim ne de okudum. Bu nedenle Şatrov’a dönük herhangi bir imada bulunmaya asla niyetim yok. Ama şunu da sormadan edemiyorum: Burada bir acayiplik yok mu? Oyunların adına bakınca Sovyet toplumunda canlı ve güçlü bir devrimci damar olduğu izlenimine kapılabilir insan rahatlıkla ama eğer öyle idiyse, pek de sahip çıkılmadan SSCB’nin birkaç yıl sonra çökmesi de neyin nesi? Sovyet toplumunda Leninci bir damar gerçekten var mıydı, yok muydu? Bunu değerlendirememiş mi acaba? Bunu görüp buna seslenmeye, müdahale etmeye soyunmamış mı acaba? 1980’lerin dünyasına ve SSCB’sine dair söz söylemek için elde kala kala sadece Lenin mi kalmıştı acaba? SSCB’nin iç dinamiklerini, dünyanın (ve karşı tarafın) halini politik anlamda doğru anlayıp, çözümleyip, doğru sorularla izleyicisine seslenmek isteyen bir yazarın kuruluşa, başlangıca, köklere odaklanması çok doğru bir politik tutum olabilir ya da hatta bir imdat çığlığı belki de… Ama Lenin’in ve Ekim’in meşruiyetinin arkasına saklanıp -kuyu kazan demeyelim, peki[2]– tembellik eden bir hantallık, bir tür apolitizm de olabilir… 

Hangisi olduğuna nasıl karar vereceğiz?

Yanıtı umarım yazı bitince vermiş olacağım.

Bu örneği anmamın nedeni, az önce ilk paragrafta, yakalanacak halka olarak “Lenin’in mücadelesini paylaşıyor olmak” diye tarif ettiğim şeyin kolay bir konum olduğu izlenimi yaratmak istememekten. Ne demek Lenin’in mücadelesini paylaşıyor olmak?

Sovyet sinemasında bunun bir karşılığı var mıydı? Peki, dünya sinemasında karşılığı üretilmiş miydi? Bugün bunun bir karşılığı var mı?

Bu yazıda bu soruları gündeme getirip yanıtlar için ipuçları yakalamaya çalışacağım.

Başlayalım o halde.

1919’dan önce 1917 ve 1918 vardı

Lenin’in Lunaçarskiy’e “tüm sanatlar içinde sinema bizim için en önemlisidir” dediğini biliyoruz [3]. Dünyanın ilk ve en uzun ömürlü sinema okulunun da Ekim Devrimi ertesinde, 1919’da kurulan ve sırasıyla GTK, GİK, VGİK adlarını alan sinema okulu olduğunu da biliyoruz [4], [5]. O halde, sinemada Lenin başlığına dair ilk mesele burada: Lenin neden sinemayı sanatların en önemlisi olarak nitelemişti? Bir sinema aşığı olduğu için mi? Sinema salonuna girdiğinde ve ışıklar söndüğünde adeta bir rüya görür gibi perdede akan görüntülerle düşsel yolculuklara çıkmayı sevdiği için mi? Bugünün jargonuyla söylersek “bir film izleme deneyiminin büyüsü” nedeniyle mi?

Bu taraflarını bilmiyorum açıkçası. Krupskaya’nın Lenin’den anılar aktarırken, Avrupa’da oldukları dönemde sık sık tiyatro ve sinemaya gittiklerinden bahsettiğini, ancak bir yerden sonra bundan vazgeçip, açık havada uzun yürüyüşlere çıkmayı tercih ettiklerini yazdığını hatırlıyorum. Bunlardan yola çıkarak sinema karşıtı bir tutuma ulaşamayacağımız gibi, Lenin’in kişisel zevklerinin konumuzla bir ilgisi olmadığını da belirtelim. Yine kimi anılardan okuyoruz: Satranç oynamak veya müzik dinlemek Lenin’in son derece keyif aldığı pratikler olsa da konsantrasyonunu dağıtmamak için bunlardan rahatlıkla vazgeçebildiğini anlıyoruz.

Yoksa sinemanın bir sanat olma potansiyelini mi görmüştü acaba? Çerçeveye alınan iki hareketli görüntünün yan yana gelerek iki görüntüyü de aşan bambaşka, daha üst düzeyde anlamlar yaratabilme, imge oluşturma gücünü mü fark etmişti? 

Sağlam bir felsefe formasyonu olan Lenin’in, konunun bu tarafıyla ilgilenip ilgilenmediğini de bilmiyorum. Ama bana mesele burada da değilmiş gibi geliyor. “Sinemada Lenin” başlığına sinemanın ontolojisinden yola çıkarak ulaşabileceğimizi sanmıyorum. Hatta, şimdi yeri değil ama söylemezsem çatlarım, sinema üzerine konuşurken, (bence yanlış kavram ama yine de kullanayım) “politik sinema” konuşulurken, “devrimci sinema” konuşulurken, “Marksizm ve sinema” konuşulurken, niyeyse bu tamlamaların veya ilişkiselliklerin “tamlayan” kısmı, sıfatların niteliği, hemen hiç gündeme alınmaz. Sovyet sineması konuşulurken Sovyetler hiç konuşulmaz da Eyzenşteyn – Vertov yarıştırması yapılır; “politik sinema” konuşulurken politik mücadele konuşulmaz, “Marksizm ve sinema” konuşulurken de Marksizm… İtalyan Yeni-Gerçekçiliği konuşulurken İtalya’nın, Üçüncü Sinema konuşulurken emperyalizmin, İran Sineması konuşulurken İran’ın konuşulmaması gibi… Konular hep döner dolaşır, filanca yönetmenin “yaratıcılığına”, kurgu tekniklerine, kamera kullanımına, dramatik yapı kurmaktaki başarısına filan odaklanılır. Bunu hiç anlamadım ve anlayabileceğimi de sanmıyorum… Neyse, devam edeyim ben…

Ne diyordum:

Sinema Lenin tarafından neden en önemli sanat olarak nitelenmiş olabilir? Kişisel zevkin ve deneyimlerin ötesinde ne vardı sinemada? 1917 Ekimi’nde, yeni takvimle 6-7 Kasım’daki devrim günlerinin ertesi günü, Tüm Rusya Sovyetleri İkinci Kongresi’nde ilk hükûmetin kuruluşunun ardından, 9 Kasım’da Eğitim Halk Komiserliği’ne bağlı olarak çalışacak bir sinema konseyi oluşturup başına Nadejda Krupskaya’nın getirilmesinin[6] nedeni ne olabilir?  

Biz başkaları gibi yapmayalım, sinema ve Lenin’i konuşacaksak, Devrim’e, Sovyetler Birliği’ne, Lenin’e bakalım öncelikle. Birkaç anekdot aktararak ve çok uzatmamaya çalışarak, bu ilk yılları karakterize etmeye çalışacağım. En dramatik, en etkileyici örnekleri bulmaya gayret etmedim ama karakteristik olduklarını düşünüyorum…

Devrimin üzerinden haftalar değil henüz günler geçmişken ve henüz Petrograd’da, Smloni’de yaşamaktalarken, şöyle bir deneyimini aktarıyor Krupskaya:

Akşam üzerleri işten eve geldiğimde, İlyiç’le (eğer meşgul değilse) birlikte Smolni’nin çevresinde kısa bir gezintiye çıkar ve sohbet ederdik. O günlerde pek az kişinin İlyiç’e göz aşinalığı vardı ve çevrede korumasız dolaşabilirdi. Aslında, onun dışarı çıktığını gören makinalı tüfek alayının erleri tedirgin olurlar ve Smolni bölgesinin düşman unsurlardan arınmış olmasını sağlarlardı. Bir gün köşede toplanıp, bağırarak Lenin’e dil uzatan bir düzine kadar ev kadınını karakola almışlar. Smolni’nin komutanı Malkov ertesi sabah bana haber gönderdi: “Dün bazı kadınları içeri aldık – çok gürültü yapıyorlardı. Bunları ne yapacağız? Gelip şunlara bir bakar mısınız?” Bir kere, kadınların pek çoğunun sıvışmış olduğu anlaşıldı. Geriye kalanlar ise siyasetten çok uzak, öylesine cahil bir gruptu ki, Malkov’a gülerek onları serbest bırakmasını söyledim. Kadınlardan birisi serbest bırakılınca geri geldi ve Malkov’u göstererek fısıltıyla bana sordu “Bu Lenin mi?”[7]

Devrimin kalbi olan şehirde, iktidar henüz daha “tazecik”ken, bir şeyler olduğunun elbette farkında olan ama bir dünya savaşı içindeki ülkesinde yaşanan problemlerin kimden ve neden kaynaklandığını kavramaktan uzak, sağdan soldan duyduklarıyla, kopan vaveylayı birilerine yüklemeye çalışan bir sürü insanın bulunması herhalde garip bir şey olmasa gerek. Ülke öyle bir halde ki, savaşın yol açtığı iktisadi, toplumsal yıkım bir yandan, içerideki siyasal mücadeleler bir yandan, iktidarın el değiştirmesi bir yandan… Ortalık ayakta. İktidarı almak muhteşem bir tarihsel sıçrama. 

Lenin Sovyetler’in Üçüncü Kongresi’nde şunları söylüyor:

Önceleri insan aklı ve tüm dehası yalnızca bazılarına tekniğin ve kültürün bütün nimetlerini sağlarken, başkalarına eğitim ve gelişme gibi yalın ihtiyaçları esirgemek amacıyla kullanılıyordu. Şimdi tekniğin bütün mucizeleri, kültürün bütün fetihleri halka ait olacak ve bundan sonra insan aklı ve dehası asla bir baskı ve sömürü aracı olarak kullanılamayacaktır. Biz bunu biliyoruz – ve bu büyük tarihsel ödev uğrunda çalışmaya, bütün enerjimiz bu yolda harcamaya değmez mi? Çalışan insanlar bu koskocaman tarihsel görevi yerine getireceklerdir; çünkü devrimin, yeniden doğuşun ve yenilenmenin uyuklayan gücü, onların içinde yatmaktadır [8].

Peki, sonrası?

Açlık, kıtlık, sabotajlar, yeni bir devlet mekanizmasını inşası, karşı-devrimin örgütlü girişimleri, işgaller, üretimin ve sanayinin yeniden örgütlenmesinin aciliyeti, devrimi tehdit edenlere karşı bir ordunun örgütlenmesinin aciliyeti, yeni bir topluma götürecek insanın yetiştirilmesi… Saymakla bitmez.

1918’de, artık Moskova’ya taşındıktan sonraki bir evrede, “Sosyalist kuruluşun temelinin örgütlenme olduğunu tekrarlamaktan hiçbir zaman yorulmamıştı İlyiç,” diyor Krupskaya. İşçi sınıfının iktidarda olduğu coğrafyadaki ilk 1 Mayıs’ın arkasından, 21 Mayıs’ta Petrograd’lı işçilere çektiği bir telgrafta “Devrimin durumu kritiktir… Unutmayın, devrimi yalnızca siz kurtarabilirsiniz, başka kimse yok…” diyor Lenin: “devrimin öncüsü, -Petrograd’dan ve ülkenin her yerinden- çağrıya cevap verecek; kitle halinde ortaya çıkacak, ülkenin kurtuluşunun kendi ellerine baktığını, kendilerinden 1905 Ocak ve Ekimi’yle, 1917 Şubat ve Ekimi’nde ortaya koydukları kahramanlıktan daha az olmayan bir kahramanlık beklendiğini, tahıl vurguncularına, kulaklara, asalaklara, bozgunculara, rüşvet alanlara; ekmeğin toplanması, ulaşımı ve dağıtımına ilişkin en kesin devlet buyruklarını ihlal edenlere karşı büyük bir haçlı seferi düzenlenmesinin zorunlu olduğunu anlayacak bir öncüdür,” diye devam ediyor, “ülkü ve devrim, yalnızca öncü işçilerin kitle halindeki çabalarıyla kurtarılabilir.”[9]

Bunların hemen ardından yaz aylarında SR’ların ve Menşeviklerin içinde yer aldığı çeşitli darbe girişimleri olduğunu da biliyoruz. Bolşeviklerin önder kadrolarına düzenlenen suikastleri ve tabii Lenin’e düzenlenen suikasti de… 

İkinci kuşak Sovyet sinemacılarından değerli yönetmen Mikhail Romm [10] 1937 ve 1939’da iki önemli film yapıyor: İlki “Ekim’de Lenin” ve ikincisi “1918’de Lenin” [11]. Eyzenşteyn’in “Ekim/Oktyabr” (1928) filmi dışında kimi önemli tarihsel olgu ve süreçlere ilk değinen filmler arasında bu filmler. Adları zaten açık, ne anlattıklarını anlatmaya gerek yok. Bu filmlerden “1918’de Lenin” devrimin gerçekleştiği coğrafyanın haritasıyla açılıyor. Çarlık coğrafyası, 1918’de, küçüle küçüle, Petrograd ve Moskova ve çevrelerine kadar daralmıştır, neredeyse. Çekoslovakya, Almanya, Beyazlar, dört bir koldan devrimi boğmaya doğru ilerliyor.

Zaten siyasi anlamda çok riskli bir sürecin yaşanmakta olduğu 1918 yazının son günü, 30 Ağustos’da Lenin büyük ve hıncahınç işçiyle dolu bir fabrikada kurulan kürsüde konuşma yapıyor. Öncesinde Uritskiy’in haberi de gelmiştir:

Sovyet Rusya düşmanlarla çevrilmiş durumda. Karşı devrimci kalkışmalar bir yangın gibi bir uçtan bir uca sardı Rusya’yı. Bu ayaklanmaların emperyalist ülkeler tarafından fonlandığı biliniyor. SR’lar ve Menşevikler tarafından organize edildiği de… Size bir kanıt: Zaten biliyorsunuz, Uritskiy yoldaş Petrograd’da öldürüldü. SR çetelerinin tipik taktiği, pusu kurdular. Kulakların, Çekoslovakya’nın saldırıları da yoğunlaştı. Tüm bu cephelerden bize doğru yaklaşıyorlar. Kuzeyden, güneyden, doğudan… Bir sürü yerimizden ağır yaralarımız var ve yaralarımız kanıyor. Duyulmamış güçlükler yaşıyoruz. Açız, kömür ve petrol nakil kanallarımız tıkanmış durumda. Yoldaşlar, iktidarı elde tutmak, almaktan daha zor. Devrimimiz ilerliyor, büyüyor, gelişiyor. Bununla birlikte kavgamız da büyüyor, gelişiyor. (Bu sırada bir not iletiliyor Lenin’e, açıp okuyor.) Bakın gelen notta ne diyor: ‘İktidarı elinizde tutamayacaksınız! Derilerinizden davul yapacağız!’ Bunu yazan bir işçi değil, yazısından anlıyorum. Ve bunu buraya çıkıp söyleyebilecek cesareti var mı, kuşkuluyum. (“gelsin, çıksın” diyen öfkeli sesler) Yoldaşlar! Devrim olduğunda, bütün bir sınıf ölüyor demektir. Tek bir kişinin ölmesinden farklıdır bu: Bir kişinin bedenini alır, götürür, gömebilirsiniz. Ama eski toplum ölürken, burjuvazinin cesedini alıp tabuta yerleştirip, çivisini çakıp mezara koyamazsınız. Ceset, hepimizin arasında dağılmaya başlar. Çürür ve bizi de hasta eder. Leş kokusudur gelen… Uritskiy’nin öldürülüşüyle, bize karşı bir beyaz terör başlatmış oldu karşı-devrim. Hainler, halkın iradesiyle lanetlenip el titremeden ezilecektir. Varsın burjuvazi deliye dönsün, varsın yeri çöplük olanlar mızıldansın. Yanıtımız şu olacaktır yoldaşlar: Üç kat daha uyanık, dikkatli ve kararlı olacağız! Herkes görevinin başında olacak. Unutmayın işçi yoldaşlarım, sadece tek bir seçeneğimiz var: Zafer! Diğer seçenek, yani ölüm, işçi sınıfına yakışmaz çünkü![12]

Romm’un her iki filmi de çok değerli. 1930’ların ikinci yarısında, emperyalist-kapitalist dünya Büyük Buhran ile boğuşurken planlı ekonomisiyle yol almakta olan bir ülke durumunda SSCB. Yine de maddi olanaklar kısıtlı. Bu kısıtlara rağmen, bir sürü tantanacının “Sovyet sineması ilk dönemin yaratıcılığını kaybetti” iddialarının da aksine, güçlü imgelerle de yüklü filmler bunlar. Ama neyse, konumuza dönelim.

Lenin’in sinemaya neden büyük önem verdiğini anlamaya çalışıyorduk. 1918 yılından bir enstantane aktarmak için girmiştik bu filmin bu sahnesine… Bu konuşmanın bitiminde, Lenin’e de bir suikast düzenleniyor, biliniyordur. Ve yine biliniyor, birkaç yaraya rağmen hayatta kalmayı başarıyor.

Devrim bu kadar ağır sorunlarla, daha doğru bir ifadeyle, ağır saldırılarla karşı karşıya. Devrim yaşayabilecek mi? Eğitimsiz, bir sürü olanaktan yoksun bir toplumun, savaştan yeni çıkmışken bir de iç savaşa sürüklendiği bu süreçte, Devrim’i kim yaşatacak?

1919’a sıçrayalım: Mart ayında Parti’nin Sekizinci Kongresi’nde yaptığı bir konuşmada Lenin’in söylediklerini Krupskaya şöyle aktarıyor: “(…)kültür yetersizliğinin sosyalist kuruluş yolunun üzerinde nasıl bir engel meydana getirdiğini, geniş kitlelerin sosyalist kuruluş işine kazanılmasını nasıl önlediğini, geçmişin kalıntılarına karşı verilen mücadeleyi nasıl engellediğini ve bürokrasinin kök salmasına yol açtığını anlattı (…)[13]

1919 yılı için, henüz iç savaşın sürdüğü bir evreye dair, Krupskaya şunu da anlatıyor: 

Kendilerine yanlış kitapların gönderildiğinden, gazetelerin onlara ulaşmadığından ve bir propagandacıya sahip olmadıklarından yakınan genç bir Kızıl Ordu erini hatırlıyorum. Daha fazla propagandacı gönderilmesini istiyordu cepheye. (…)Cepheden yeni gelmiş genç bir komutan da, gerçek bir okulda konaklayan bölüğündeki Kızıl Ordu erlerinin [okuldaki] bütün gereçleri parçaladıklarını, ders kitapları ve defterleri yırtıp attıklarını heyecanla anlatmıştı. “Bunlar hakim sınıfın malıdır” diyorlardı. Öte yandan bilgiye olan susamışlıkları her zamankinden daha güçlüydü. Okuyabilecekleri ders kitabı yoktu. Çar ve Anayurt için dualarla dolu ders kitapları Kızıl Ordu erlerince yok edilmişti. Gerçek yaşamla ve kendi deneyimleriyle ilgili ders kitapları istiyorlardı. (…)Yeni ders kitaplarını basacak kağıt yoktu. Elkina’nın [bir öğretmen] okuttuğu alfabe sarı ambalaj kağıdına basılmıştı ve yöntemine ilişkin bir notta Elkina, mürekkep ve dolmakalem olmadan yazmanın nasıl öğrenilebileceğini betimliyordu. Elkina’nın neden böyle bir şey yazdığını anlamak için insanın yalnızca Üçüncü Enternasyonal’in Birinci Kongre’sini haber veren duyurunun nasıl bir kağıda basıldığını hatırlaması yeter [14]. 

Yaklaşım ve olanaklar arasında ne kadar büyük uçurumlar olduğu gerçeği karşısında insanın nutku tutuluyor gerçekten: “İtibardan tasarruf edilmez”ciler nerede, insanlık tarihini ve dünyayı değiştiren bir sürecin ardından, devrimin üzerinden iki yıl geçtikten sonra bile, devrimin önderliğinin nasıl koşullarda mücadele ettiğini görmek, inanılmaz.

Devrimin toplumsal tabanını güçlendirmek

İç Savaş, kulakların direnişi, işgal girişimleri, devrime sahip çıkacak diri bir toplumsal birikimi öğütüp durduğu için, Devrim, kendisine sahip çıkacak işçi sınıfına gereksinim duyduğu için, Lenin’in ifadelerini tersine çevirerek söylersek, sosyalist kuruluş yolunun üzerinde engel oluşturan kültürel yetersizliği aşmak, geniş kitlelerin sosyalist kuruluş mücadelesine kazanmak, geçmişin kalıntılarına karşı verilen mücadeleyi büyütmek ve derinleştirmek durumundaydı. Bu da öncelikle bir politikleşme meselesiydi.

İşte sinema, burada devreye girdi. 

Okuma yazma bilmeyen bir halka, devrimi, sosyalizmi, eşitliği, özgürlüğü, kardeşliği, barışı, Çarlıktan kurtulmanın, sermaye düzenini alt etmenin anlamını etkili, hızlı, dikkat çekici bir şekilde anlatacak bir araçtı sinema. Lenin’e sinemanın sanatların en önemlisi olduğunu söyleten bu özelliğiydi.

Burada işin ilginç bir yanına dikkat çekmek istiyorum özellikle: Devrim’in toplumsal tabanını güçlendirme ihtiyacı, bu yaşamsal ihtiyaç, aslında sinemayı da sıçrattı. Halkın hızla aydınlanması ihtiyacı, Devrim’in zaten “doğası gereği” sahip olduğu emekçi karakterin hem derinleşmesi hem dönüşmesi ihtiyacı, başka ülkelerde bir eğlence unsuru olarak işlev kazanan sinemayı, insanlığın önemli meselelerine kafa yoran bir sanat olmanın eşiğine getirdi Rusya’da. Ekim Devrimi sayesinde sinema, bir panayır eğlencesi olmaktan, sanat olmaya sıçramanın toplumsal-siyasal zeminine sahip oldu. Kendisi bizatihi çok çeşitli disiplinlerden ve farklı niteliklerde emeğin örgütlenerek bir anlatıya dönüşmesi anlamına gelen sinema, üretimin giderek toplumsallaştığı dünyayla paralel bir biçimlenme sergiliyordu ve mantıki sıçramasını, sosyalizm sayesinde kaydetmiş oldu.

İnsanlığı eski dünyadan, o çürüyen cesetten koparacak sıçramanın aracılarından biri oldu sinema.

Bu özelliği sayesinde, yeni iktidar, 1922 yılından sonra Sovyetler Birliğine dönüşecek tüm Rusya’ya ulaşacak demiryolu ağları üzerinden önce siyasal propaganda çalışması yürütmek, devrimin halkla teması yoğunlaştırmak üzere işlev kazanacak ajit-trenlerle (hatta ajitasyon gemileriyle [15]), ardından sine-trenlerle, sosyalizmi, devrimi, yaşanan toplumsal dönüşümün karakterini anlatacak materyalleri üretmeye ve merkez ve çevre arasında mekik dokuyacak bir iletişim ve politizasyon ağını kurmaya başladı böylece [16]. Devrim’in hemen ertesinde “Okul Dışı Eğitim” sorumlusu olarak yetişkinleri okuma-yazmadan politik donanım kazanmaya kadar dönüştürme işine soyunan Krupskaya’nın ilk sinema dairesinin başında da olmasının anlamı da buydu.

Sovyet sineması olarak dünya sinema tarihine damga vuran ekolün hemen tamamı, yönetmenleri, görüntü yönetmenleri, kurgucuları, İç Savaş süreci boyunca ölüm kalım mücadelesi veren Devrim’in saflarında ve bu savaşta pişmiş sinemacılar olarak formasyon kazandılar ve sinemalarını bu devasa siyasal-toplumsal dönüşümün bir bileşeni olarak kavradılar daima.

Yani işin özeti, nesne olarak davranılan bir sınıfı tarihin öznesi yapma mücadelesinin sanatıydı yaptıkları. Sinemada Lenin’in en önemli karşılığı bence bu kavrayış, deneyim ve birikimde karşılık buldu. Eski dünyadan kopmak, onu tarihe gömmek ve yeni bir dünyaya adım atmak, onu yeşertmek, güçlendirmek, onun yepyeni biçimlerini yaratmak, bu sanatın dar anlamdaki sınırlarını aşan çok kapsamlı bir çaba ve mücadele. Sadece Sovyet sineması değil, tarihçi Hobsbawm’ın kısa yirminci yüzyıl olarak andığı 1914-1991 arasında, 1920’lerden 1970’lerin sonlarına dek dünya sinemasını da belirleyen asli ufuk, bu yıkma ve kurma diyalektiğinin kendisiydi. Lenin’in sosyalist devrim ufku, elbette belirli dolayımlar üzerinden, yirminci yüzyılın tüm sinema sanatına böylece renk çalmış oldu. Yirminci yüzyılda sinema insanlığın bu sıçrayışına ve eşitlik yürüyüşüne yaklaştığı ölçüde büyüyen, bundan uzaklaştığı ölçüde küçülen bir sanat oldu bu anlamda. Yazının başlığında ifade ettiğim “devrimi ve sosyalist iktidarı ölçüt kılmak” ile kastettiğim, buydu.

Bunlara, yazının ikinci bölümünde tekrar döneceğim.

Şimdi bir son not…

Lenin’i anlamak için: Film önerileri

Yazının ilk bölümünü ayrıntısına girmeden, kimi film önerileri yaparak kapatacağım. Lenin’i tarihsel ve toplumsal bir bağlama oturtarak ve Çarlık coğrafyasındaki hemen tüm halklara da dokunarak ama elbette ağırlıkla Rus işçi sınıfının, köylülüğün ve devasa bir coğrafyanın dönüşümünü anlatabilmeyi beceren filmler bunlar. Yapıldıkları dönemdeki diğer ülke sinemaları örnekleriyle karşılaştırıldığında, olanaksızlıklara ve geriden gelmesine rağmen zaten onlardan geri kalmayan, hatta derinlik ve nitelik açısından onları sıçrayarak geçebilen bir sinemanın örnekleri. Bugünün tüketici-izleyici alışkanlıklarıyla değil, emek vererek, anlamaya gayret ederek izlenmeyi hak eden filmler. 

Seçtiğim filmler bu tur için sadece Lenin’in yurdundan, Sovyet sinemasından örnekler:

En başa Grigoriy Kozintsev – Leonid Trauberg ikilisinin “Maksim Üçlemesi”ni yazmalı. Maksim’in Gençliği (1934), Maksim’in Dönüşü (1937) ve Vyborg Yakası (1938), kabaca 1905 – 1920 arasını, Maksim adlı bir gencin büyüme ve politik anlamda dönüşme süreci ekseninde anlatıyor. Bu üçlemenin yanına Sergey Eyzenşteyn’in 1905’in yirminci yıldönümü için “sipariş edilen” ve dünya sinema tarihinde çığır açmış filmi “Potemkin Zırhlısı”nı da eklemek gerek.

Friedrih Ermler’in “İmparatorluktan Parçalar”ı (1926) Birinci Savaş’ta yaralanıp hafızasını kaybeden bir istasyon görevlisinin on yıl sonra hafızasının geri gelişiyle, yaşanan dönüşümü anlamaya çalışmasına odaklanıyor. İlginç bir yapısı var.

Esther Şub’un “Romanov Hanedanı’nın Düşüşü” (1927) Şubat Devrimi’ne, Vsevolod Pudovkin’in “St. Petersburg’un Sonu” (1927) ve Sergey Eyzenşteyn’in “Ekim” (1928) filmleri ise Ekim Devrimi’nin onuncu yılı çerçevesinde gerçekleştirilmelerinden de anlaşılacağı üzere, devrime giden süreci işliyorlar.

Mikhail Romm’un bu yazıda da andığım iki filmi de önemli filmler: “Ekim’de Lenin” ve “1918’de Lenin”. 

Son olarak, Dziga Vertov’un Lenin’in ölümünün onuncu yılı vesilesiyle yaptığı “Lenin İçin Üç Şarkı” filmini mutlaka ekleyelim.

Yazının bir sonraki bölümünde, esas olarak sinemada Lenin’in mirası olarak andığım “devrimi ve sosyalist iktidarı ölçüt kılmak” dediğim şeyin yirminci yüzyıl dünya sinemasında nasıl karşılıklar ürettiğine ve bugün bu ölçütün geçerlilik taşıyıp taşımadığına odaklanacağım.


[1] “Leniniana”, pul koleksiyonerlerinin kullandığı bir ifadeymiş; tematik koleksiyonculuk çerçevesinde özellikle ölümünden sonra basılan Lenin’li Sovyet pulları toplama eylemine bu ad konmuş. Meraklıları bilir, Sherlock Holmes hayranlığını ileri düzeye taşıyanlara da “Sherlockians” denir İngilizce’de; gerçek bir karaktermiş gibi anılır, toplantılar düzenlenir, hatıra eşyaları toplanır, vb. İlk kelimeyi anlamsal olarak “Lenin düşkünlüğü” ve ikincisini de “Şerlok düşkünlüğü” olarak karşılamak mümkün ve her ikisinde de kastedilen ilgili kişiye merak beslemek. Birine düşkün olmakla onun yolundan yürümenin bambaşka şeyler olabileceği herhalde bellidir. Örneğin Bülent Arınç’ın bir Moskova gezisinde Lenin’in mozolesini ziyaret ederken “Lenin’i ölü görmek çok güzel” dediği hatırlardadır; Lenin’e meraklı olduğunu anlayabiliyoruz ve biliyoruz ki yolunun Lenin’in yoluyla bir alakası yoktur.

[2] “İleri… İleri… İleri” oyununda Kirov’un öldürülüşünü Stalin’e bağlıyormuş ve bir de ek var: Garbaçov döneminde çok popülerleşmiş bu yazarın oyunları. Durumdan huylanmak için birden çok neden var; Britannica’ya bakacak ve güvenecek olursak: https://www.britannica.com/biography/Mikhail-Shatrov

[3] Bu yazıdaki kimi dipnotlarda, Yazılama Yayınevi’nden 2017’de çıkan 100. Yılında Büyük Ekim Devrimi kitabı için yazdığım “Ekim’den Sinemaya, Devrim’den Çözülüşe: Bir Sergiden Tablolar” yazısına referans vereceğim (bundan sonra “Ç. Kınıkoğlu, a.g.m.” olarak referans vereceğim). Dipnotlarla yazıyı şişirmek ve gürültü yaratmak istemediğim için tercih ediyorum bunu… Bahsi geçen yazıda göndermelerin asıl kaynaklarına rahatlıkla ulaşılabilir.

[4] Bkz. Sergei Eisenstein, “GTK-GİK-VGİK – Geçmiş, Günümüz, Gelecek”, Sinema Sanatı içinde, Payel Yay., 1993, s.65-74. Eyzenşteyn, bu yazıda 1919’da GTK, Devlet Sinema Teknik Okulu olarak kurulan yapının bir teknik okuldan bir sinema enstitüsüne dönüşme sürecinin mantığını anlatıyor.

[5] Ekim Devrimi’nden önce Rus sinemasının tarihinde ilginç noktalar var. Bu yazıda bunlara hiç girmeyeceğim. Birkaç not yazmalıyım yine de:

i) 1917 Şubat Devrimi birer kapitalist olarak yapımcılarda tedirginliğe yol açıyor. Hem bu tedirginlik hem de iklim koşullarının daha uygun olması nedeniyle güneye, Karadeniz kıyısına, Yalta’ya, Odessa’ya göç başlıyor. Ekim’in ertesinde ise, sosyalist iktidara bırakmamak için, aynı kulakların Sovyet hükümetine vermektense ürünlerini yakması gibi, yapımcılar, film şirketi sahipleri, kaçırabildikleri ekipmanı Rusya’dan kaçırıp gerisini kullanılamaz hale getiriyorlar. (bkz. Ç. Kınıkoğlu, a.g.m.)

ii) Daha önce gözümden kaçmış, bu yazı için çalışırken fark ettim; Petrograd Sovyeti’nin organlarından biri gibi çalışan Skobelev Komitesi bir foto-film departmanı da oluşturuyor ve haber filmleri de üretmeye başlıyor. Bu komitenin film üretim sorumlusu Grigori Boltyanskiy kendisiyle birlikte bir ekibin 1917 Nisanı’nda Lenin’i Finlandiya Garı’nda karşılamak üzere gerçekleşecek gösteriyi kaydetmek için kameralarla orada bulunduklarını, ancak trenin gecikmesi nedeniyle hava karardığı için teknik nedenlerle çekim yapamadıklarını aktarıyor. Boltyanskiy bu talihsizliğin ardından Nisan Tezleri’nin damga vurduğu Nisan Parti Konferansı’nda Lenin’le çekimler yapmayı planladıklarını ama bu defa da tansiyon yüksek olduğu için buna cesaret edemediklerini anlatıyor. Bu iki çok önemli tarihsel olayın filmsel kaydını ucundan kaçırmış olmak ilginç duygular yaratıyor insanda… (Boltyanskiy’den aktaran: J. Leyda, Kino – A History of the Russian and Soviet Film, Allen and Unwin LTD., 1960, s.100)

[6] Leyda, a.g.e., s.121. (Krupskaya o dönemde asıl olarak Lunaçarskiy’in komiseri olduğu Eğitim Halk Komiserliği’nin altındaki “Okul Dışı Eğitim Dairesi”nin başında.)

[7] N. Krupskaya, Lenin’den Anılar, Odak Yay., Cilt 3, s.47-48.

[8] A.g.e., s.58.

[9] A.g.e., s.112-113.

[10] İç Savaş’ta askeri sorumluluk da üstlenmiş bu sinemacının kısa bir biyografisi için bkz. Ç. Kınıkoğlu, a.g.m.

[11] “1918’de Lenin” filminin benim rastladığım iki kopyası var. Biri 105 dakika, diğeri 125 dakika. Kısa versiyonda, asıl versiyonda bulunan Buharin ve Stalin’li sahnelerin tamamı çıkarılmış; özellikle Stalin’li sahnelerin bazılarının çıkması, filmin kendisini neredeyse sakatlayacak kadar, akışta acayip sıçramalara neden olmuş. İnternette çeşitli mecralarda her ikisi de bulunabilir.

[12] Bu konuşmayı İngilizcesinden ve filmde verildiği haliyle çevirdim.

[13] Krupskaya, a.g.e., s.144.

[14] A.g.e., s.162-163.

[15] 1919 Haziranı’nda ajitasyon gemisi Krasnaya Zvezda ile Volga ve Kama nehirleri üzerinde iki ay sürecek bir geziye çıktığını söylüyor Krupskaya (a.g.e., s.170) ve şunu ekliyor: “Krasnaya Zvezda’nın siyasi komiseri V. Molotov’du. Gemi bir sinema ve baskı makinesiyle donatılmıştı; bir radyosu ve büyükçe bir kitap stoğu vardı” (a.g.e., s.173).

[16] Bu uygulamaların kapsamı, içeriği, yaygınlığı, gördüğü ilgi hakkında, bkz. Ç. Kınıkoğlu, a.g.m.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×