1946 Fransa’sında Anayasa Tartışmaları ve Komünistler

Erdi Aydoğdu

Devrimci kırılmaların yaşandığı periyotlar, devrimi arayanlara gerek başarı gerek başarısızlıkları ile dersler bırakır. Bundandır ki dünyanın dört bir yanındaki komünistler otuz yılı aşkın süredir 20. yüzyılın reel sosyalizm deneyimlerini, yıkımının nedenlerini, hatalarını konuşmaktan bıkmıyor. Nitekim söz konusu olan geçmişe dair bir arayış değil, bakiye kalanları derleyip toplayarak daha iyisini nasıl kuracağımızı görebilmektir. 

2. Dünya Savaşı komünistlerin pek çok yerde üstlendiği büyük rolle birlikte çeşitli devrimci olanaklar yarattı. Bunun bir halkası Sovyetler Birliği’nin Nazi işgalinden kurtardığı Doğu Avrupa ülkelerindeki iktidar sorununa ve komünistlerin geçişi nasıl sağlayacağına yönelikti. Bir dizi başka ülkede ise komünistlerin başı çektiği direniş örgütleri kurtuluşu sağlamış, doğal olarak bu ülkelerde komünistler olağanüstü bir nicel büyüme yaşamıştı. 

Fransa, bahsedilen ikinci grupta özel bir yerde duruyor. Bir kere, emperyalist hiyerarşide en üstte bulunan ülkelerin birinden söz ediyoruz. O dönem başta Afrika’daki varlığı olmak üzere geniş bir sömürge ağı hâlâ bu devletin elindedir. Ayrıca savaşın görece erken bir evresinde Nazilere yenilerek bu hiyerarşideki çatlakları göz önüne sermiş, “zayıf halka” olarak görünür duruma gelmiştir. Fransa’da komünizm çok büyük bir kitle desteğinin yanı sıra, anti-komünistlerin dahi kolayca eleştiremeyeceği olumlu bir imaja sahip olmuştur. Üstelik komünistler iktidarı tutan koalisyonun parçası olabilecek kadar güçlenmiştir ki burjuvazi başka çaresi kalmadığı için bu duruma “göz yummak” zorunda kalmıştır. 

İşte bu şartlarda, savaşın hemen akabinde, Fransa’da tartışmaların odağında yeni anayasa gündemi her yeri sarmıştı. Bu mesele düzen siyaseti içerisinde önemli bir mücadeleye denk düşüyordu. PCF (Fransa Komünist Partisi) ise düzen dışı, anti-kapitalist bir iddia ile hareket etme sorumluluğunu taşıyan, dolayısıyla temel misyonu düzenin tahkimi değil, sosyalizm mücadelesi olan bir parti olarak anayasa yapımına katılmak gibi sıra dışı bir zorlukla karşı karşıya kalmıştı. 

Anayasalar, temel olarak, egemen sınıfın çıkarlarını yansıtan ilkelerin sınıf mücadelesi içinde o anki güç ilişkilerine göre yansıtıldığı metinlerdir. Komünistlerin Fransa gibi kritik bir ülkede ve dönemeçte, böyle özgün bir sorunu nasıl karşıladığı ve bu soruna nasıl yanıt ürettiği bugün de yararlanılabilecek değerli ipuçları barındırıyor. 

Bu incelemede PCF’nin, yapımına da geniş ölçüde katılarak desteklediği 1946 Nisan Anayasa taslağı ve referandumuna giden sürece odaklanacağız. Ardından bu dönemde girilen yolun nereye çıktığını görmeye çalışacağız. Fakat ilk olarak PCF’nin tarihsel arka planına kısaca bakalım. 

Fransa Komünist Partisi’nin Kuruluş Süreci ve Arka Planı

Batı Avrupa’nın sosyal demokrat partileri, 1. Dünya Savaşı sonlarında devrimci durum gelip çattığı zaman, devrimi arayan ve bunun için yapılandırılmış birer örgüt olmaktan çoktan çıkmıştı. Savaşın henüz başında ya doğrudan burjuva iktidarlarına eklemlenerek ya da onlara dışarıdan destek sağlayarak kendilerini feshetmişlerdi bile. Mevcut devrimci durumda ise vakit hızla akıyordu ve Bolşeviklerin de zorlaması ile çarklar tersten işletilmeye çalışıldı. Aslında, o güne değin var olması gereken bir örgüt, devrimci durumun tam içinde yaratılmaya uğraşılıyordu.

Marcel Cachin ve Ludovic-Oscar Frossard, Komintern’in 2. Kongresini takip ederek SFIO’nun (Sosyalist Parti) Lenin tarafından sayılan 21 ilkeyi kabul etmesini teklif etti. SFIC buradan ayrılarak ortaya çıktı. Komintern’in belirlediği ilkelere bağlı, demokratik merkeziyetçi bir komünist parti SFIC’nin mirasını devraldı. Parti’nin bolşevizasyonu, ilk etapta hiç kolay olmamıştı. Komintern liderliğinin çabalarına rağmen, ilk yıllarda parti içinde tam olarak kabul gören bir Leninist parti örgütlenmesinden söz etmek mümkün değildi. 

PCF, faşizmin Avrupa genelinde yükselişe geçmesiyle beraber 1934’ten itibaren Halk Cephesini desteklemeye başladı. Bu desteğe koşut olarak PCF’nin oy oranı, etki alanı, gücü arttı. 1930’ların ikinci yarısına gelindiğinde PCF, Batı Avrupa’daki tek yasal komünist parti durumundaydı.

PCF Genel Sekreteri Maurice Thorez 1936 yılında halk cephesini şu sözlerle anlatıyordu:

“[Halk cephesi] duruma bağlı ortaya çıkan bir taktik değildir. (…) Yalnızca faşizmin yenilmesi için değil, aynı zamanda sermaye sömürüsünün sona erdirilmesi için de temel politikamızın bir parçası, Marx ve Lenin’in işçi sınıfının orta sınıflarla zorunlu ittifakı ile ilgili ilkelerinin bir uygulamasıdır. Partimiz tüm burjuva partilerini tek bir gerici kitle olarak görmeyi reddetmektedir. (…) Proletaryanın öncüsü olan ve kendi amaçları doğrultusunda hareket eden Fransız Komünist Partisi, faşizmin Fransa’da galip gelmesini engellemek için o kadar da sıkı bir biçimde olmasa da köylülerin, demokratik küçük burjuvazinin ittifakını gerçekleştirmek ve uluslararası güç dengesini proletarya lehine değiştirmek istemektedir. (…) Halk cephesi, orta sınıf çalışanlarını faaliyetleriyle etkileyen ve onları burjuvaziye, sermayeye ve faşizme karşı mücadeleye sürükleyen işçi sınıfıdır.”1

İki̇nci̇ Dünya Savaşı Sonrası PCF ve Tripartisme

1944-1947 aralığında Fransa’da üç partili bir koalisyon hükümeti görev aldı. Bunlar Fransız Komünist Partisi, SFIO ve Hristiyan Demokrat Parti idi. Bu dönemde “refah devleti”nin temelini oluşturan kamulaştırmalar, sendika hakkı, asgari ücret uygulaması gibi adımlar atılmıştı. 

Tripartisme döneminde PCF dışındaki iki parti diğerlerini tasfiye etmenin yollarını daima arıyordu. İşgalden sonraki olağanüstü koşullara dayanan bu koalisyonun çok uzun sürmesi mümkün değildi. Çünkü Avrupa’nın kalanında olduğu gibi düzenin tahkimi Fransa’da da adım adım sağlanıyordu. Nitekim, ABD Büyükelçisi Jefferson Caffery “Komünistleri hükümetten çıkarmazsanız ABD yardımlarının kesilmesi ve çok daha büyük yaptırımlarla karşı karşıya kalabilirsiniz.” diyerek Ramadier’yi uyarmıştı.2 Bunun karşısında SFIO, komünistlerin tasfiyesi için bir yol aramaya başladı. 

1947 Nisan sonlarında Renault’da başlayan büyük grev, kısa süre sonra PCF’nin destek vermesi ve katılması ile güçlenerek devam etti. Öyle ki ücretlerin artırılması gibi ekonomist bir talebin yanında anti-kapitalist bir renk greve bu sayede çalındı. Haziran ayında da bu tepkiler Marshall yardımlarını protesto eden geniş katılımlı eylemlere dönüştü.

Grevin başlamasıyla, daha sonra buna dair hiçbir veri ele geçirilememiş olan, komünistlerin darbe planladığı iddiası ortaya atıldı. Buna dayanarak Ramadier tarafından grevin henüz ilk haftalarında komünistler hükümetten çıkarıldı. Thorez’in Stalin’le olan görüşmesinde dediği gibi Fransız Sosyalist Partisi’nin yönetimi, Amerikalılara boyun eğerken bunu “komünistlere karşı duyduğu şiddetli bir nefret ve SSCB’ye karşı olan düşmanlığıyla” birleştiriyordu.

Anayasa Taslağı ve PCF

Biraz geri sararak devam edelim… Savaştan kısa bir süre sonra Fransa’da bütünlüklü ve yenisi yapılana dek geçerli olacak bir Anayasa kabul edilmişti. 1945 sonbaharında yürürlüğe giren bu metin, 1875 Anayasasını bütünüyle ilga etmiyor, yenisine dek geçerli olacak esasları ve yenisini meydana getirecek olan devlet örgütlenmesini tayin ediyordu. 

Nisan 1946’da tamamlanan ve PCF’nin de desteklediği, aynı zamanda yapımına doğrudan katıldığı Anayasa taslağı, bir parlamenter sistem öngörüyordu. Direnişin başarıya ulaşmasında oynadığı rol sayesinde geniş kitlelerin desteğini toplayan ve bu sayede Devlet Başkanlığını kazanacağını düşünen, ayrıca güçlü bir yürütmeyi elinde tutmak isteyen De Gaulle ise başkanlık sistemi talep ediyordu ve bu gerekçeyle taslağa muhalif kalarak istifa etti. Geçici Hükümet’in başkanlığına, taslağın hazırlanmasında PCF ile birlikte ana aktör olan SFIO’dan Félix Gouin geldi.

Anayasa hukukuna dair burjuva liberal teoride asli kurucu iktidar ve tali kurucu iktidar arasındaki ayrıma dikkat çekilir. Buna göre asli kurucu iktidar, anayasayı yapma, devleti ve bireysel hakları belirleyen esas çerçeveyi çizme yönündeki temel iktidarı ifade eder. Tali kurucu iktidar ise anayasayı değiştirmeye yönelik olan ve adından da anlaşılabileceği üzere asli kurucunun belirlediği temel ilkeleri aşmadan bunu yapabilecek iktidardır. 

Asli kurucu iktidarın hukuki bir bağlayıcılık taşıyıp taşımadığı, hukuk doktrininde uzun tartışmalara yol açmıştır. Sözgelimi, Hüseyin Nail Kubalı gibi bazı yazarlar, asli kurucunun hiçbir şekilde hukukla sınırlanamayacağını ve yeni normları dilediğince koyabileceğini söyler. Maurice Duverger ise asli kurucu iktidarın hukuki bir sınırla bağlı olduğunu çünkü her kurucu iktidarın dayandığı kimi ilkeler bulunduğunu ifade eder. Ona göre asli kurucu iktidar dayanak ilkelerle sınırlandırılır ve bunlara uygun hareket etmelidir. Farklılıkları bir yana, bu yaklaşımların hiçbiri asli kurucu iktidarın üstüne bir erk koymaz ve -hukuki bir sınırı haiz olsun ya da olmasın- ortak yanları son tahlilde asli kurucunun gerçek anlamda bir “kurucu” niteliği taşıdığıdır. Anılan bu kuruculuğu pratikte kimi ad hoc meclisler üstlenir. 

Paşukanis’in dediği gibi “Marksizm hukuka somut bir tarihsel anlam vermeye çalışırken, burjuva hukuk felsefecilerinin karakteristik özelliği, tam tersine, hukukun genel olarak sınıfların, herhangi bir sosyo-ekonomik oluşumun dışında olduğu sonucuna varmasıdır. Burjuva akademisyenler, tarihsel gerçeklerin incelenmesinden bir hukuk kavramı çıkarmak yerine, içi boş bir kavramdan, hatta “hukuk” sözcüğünden teoriler ve tanımlar uydurmakla meşguller.”3

Bunların her birinin atladığı husus, anayasanın toplumsal mücadelelere içkin bir sonuç belgesi oluşudur. Dolayısıyla anayasalar, toplumsal bir meşruiyete dayanır ve sınıf mücadeleleri neticesinde gelinen noktayı kağıda döker. Bu yönüyle üstyapısal bir yansıma olan anayasalar, aynı zamanda bahsi geçen sınıf mücadeleleri için çok kuvvetli bir araç haline de gelebilir. 

12 Mart 1971 Darbesini yapan generallerden biri olan Memduh Tağmaç, “Türkiye’de sosyal gelişme, ekonomik gelişmeyi aşmıştır ve bunu durdurmalıyız.” derken Türkiye burjuvazisinin, işçi sınıfının dalga dalga büyüyen örgütlülüğüne açtığı savaşı ifade ediyordu. Elbette ki böyle bir ilanı, burjuva demokrasisinin sınırları içinde, yani temel olanı anayasa metni gibi göstererek yapıyordu. Fakat esasen 1961 Anayasası’nın bizzat kendisini de o mücadelenin parçası olan bir araç olarak öne çıkarıyordu. Bir diğer örnek: AKP, iktidarının ilk döneminde Anayasa değişikliğini başörtüsü başlığıyla gündeme getirirken, aslında burjuvazinin 12 Eylül’le birlikte Cumhuriyetin emekçilere sağladığı kazanımlara karşı giriştiği mücadeleyi simgeliyor ve ilan ediyordu. Bu yönüyle anayasa değişikliği tartışmaları, her şeyi belirleyen “asli” bir unsur olmanın ötesinde, Cumhuriyetin tasfiyesine giden yolda burjuvazinin AKP aracılığıyla attığı bir adımdı. Egemen sınıfın iktidar erki eliyle açtığı bu tartışmalar, aynı zamanda işçi sınıfından gelen tepkilerin nereye kadar ilerleyeceğini görmek açısından burjuvazi için değerli bir fırsattır. 

Anayasaların oynadığı rol bundan ibaret değil. 2023 Türkiye’sinde biçimsel olarak korunan kimi Anayasal değerlerin fiilen hiçbir anlam ifade etmediğini, Cumhuriyetin kazanımlarının tasfiyesiyle sonuçlandığını biliyoruz. Böyle bir durumda Türkiye’de muhalefetin, artık fiilen hiçbir manası kalmamış bu lafzi kayıtlara anlam atfederek siyaset yapması, onları tasfiye eden iktidara ve iktidarıyla muhalefetiyle bir bütünlük arz eden Türkiye burjuvazisine meşruiyet katmaktan başka bir işe yaramıyor. Muhalefet, kendisiyle birlikte hareket eden kitlelere aslında Cumhuriyetin hala ayakta olduğu sanrısını yaşatıyor yalnızca. Onlarca yıldır CHP’nin ve şu anda onun etrafında kümelenen sağ blokun bu tasfiye sürecinde oynadığı teskin edici, halkı frenleyen rolü düşününce böyle davranmalarına şaşırmak mümkün değil. 

Gel gelelim Türkiye’de Cumhuriyetin tasfiyesine CHP’nin katılımına benzer bir rolü, 1946 Fransa’sında düzenin restorasyonu adına PCF oynadı. Üstelik arkasında çok büyük bir halk desteği ve örgütlülüğü varken, komünizm 2. Dünya Savaşı sonrası prestijinin zirvesinde iken ve hatta Fransa’da iktidar ortağı konumunda bulunurken PCF’nin düzenin restorasyonuna meşruiyet kazandırma görevini üstlenmesi, bağışlaması zor bir siyasi tutum olmalıydı. Elbette burada iki yönlü bir ilişki var, tüm bu sayılanlar olmasa PCF’nin ne iktidar ortağı olması ne de bahsi geçen rolü oynayacak bir güce erişmesi mümkün olabilirdi. 

Bu noktada taslağa kısaca bir göz atmak ve ihtilaflı bölümleri göstermek faydalı olacaktır. En temel, en belirleyici öğe muhakkak ki özel mülkiyetin nasıl tanımlandığı hususu. PCF’nin taraf olduğu bu taslağın 35 ve 36. maddeleri  üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti garanti ediyordu ve yalnızca kamu yararına aykırı veya başkalarının mülkiyeti, güvenliği, özgürlüğünü ihlal edecek biçimde kullanılmasına yönelik bir sınırlama getiriyordu. Bu yönüyle örneğin Türkiye’nin güncel Anayasa metnine de oldukça benzer bir nitelik taşıyor. 

“Yerel Topluluklar” başlıklı 8. Bölümü, bakanlıkların, yerel yönetimlerin, o dönem hâlâ Metropol Fransa’ya tabi olan sömürge topraklarının yetki alanını genişletecek kimi unsurlar içeriyordu. Komisyon’da bulunan ve Gaullistlere yakın olmakla birlikte o ekibin tam bir parçası olmayan René Capitant, sömürge yönetimleri için federal bir sisteme geçilmesini, her federe devletin kendi anayasasını haiz olmasını teklif etmişti.4 PCF’nin desteklediği taslağın sömürgeleri barındırması bir komünist parti için elbette başlı başına skandaldır. Dahası, Capitant tarafından önerilen sistem bile PCF’ye göre ileri bir yapıyı simgeliyordu. Bu bir anlamda dekolonizasyonun kapıda olduğunu sezmiş olmasından ve önlemek için bir çare aramasından kaynaklanıyordu, Capitant anti-emperyalist bir yön taşımıyordu elbette. Fakat böyle bir ortamda PCF’nin geniş Fransız sömürge topraklarına yönelik kimi minör kazanımları yeterli görmesi kabul edilemez.  

Reddedilen taslağa göre Devlet Başkanı Meclis tarafından 7 yıllığına seçilecek ve yalnızca bir kez yeniden seçilebilecektir. Bakanlar Kuruluna, Yüksek Milli Savunma Kuruluna, yeni oluşturulan Yüksek Yargı Kuruluna başkanlık eder. Kabul edilen taslakta ise Yüksek Yargı Konseyine, Anayasa Komitesine, Fransız Birliği Yüksek Konseyine ve Yüksek Milli Savunma Konseyine başkanlık eder. Af hakkı vardır. Meclis ile sadece mesaj yoluyla iletişim kurar, Konsey ile hiç iletişim kurmaz. Meclis’in açılışıyla birlikte Devlet Başkanı tarafından atanan Bakanlar Kurulunun fesih hakkı bulunur…

Reddedilen taslağın öncesinde bir haklar beyanı var. İki bölümden oluşuyor: bir yanda özgürlükler, diğer yanda ekonomik ve sosyal haklar (çalışma ve yardım hakkı, grev hakkı vb.). Kabul edilen taslağın öncesinde basit bir önsöz yer alıyor: Fransız Cumhuriyeti’nin temelindeki ilkeleri onaylıyor, 1789 tarihli İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ne ve “Cumhuriyet kanunları tarafından tanınan temel ilkelere” atıfta bulunuyor; siyasi, ekonomik, sosyal hakların ileriki bölümlerde ifade edileceği söyleniyor (çalışma hakkı, örgütlenme özgürlüğü, grev hakkı vb.). Öncelenen hususun yürütme ve Meclis arasındaki dengelerde olduğu henüz bu aşamadaki karşılaştırmalı bir okumada dahi açıkça görülüyor.

Örneğin; sağ kanadın taslağa dönük eleştirilerinden biri erkler arası dengenin yeterince bulunmadığı, “parti devletine” gidebilecek bir sistem öngörüldüğüydü. Hükümet istikrarının sağlanamadığı bir durumda taslağa göre Meclis’in feshinin zor bir prosedürel sürece bağlandığını söylüyorlardı. Dünyada devlet başkanlarına meclisi feshetme hakkı tanıyan pek çok ülke var. Hukuk literatüründe, bu hakkın kullanılmasını sağlayan durumu ifade eden “siyasi istikrarsızlık” kavramı esasen burjuva partilerinin yönetme krizi yaşadığı veya düzen dışı partilerin görmezden gelinemeyecek kadar büyüdüğü durumları ifade ediyor. Bu yönüyle, Demokles’in kılıcı gibi sallanan ve kapitalizm için emniyet lastiği işlevi gören bu mekanizmanın komünistlerce savunulması elbette düşünülemezdi. Ekim ayında kabul edilen Anayasa’da bu mekanizma nispeten kolay hale getirilmiş, 1958’de ise Devlet Başkanının çok daha rahatça kullanabileceği bir yetkiye dönüştürülmüştür.    

Taslağa göre Senato kurumu ortadan kaldırılıyor, onun yerini Fransız Birlik Konseyi ile Ekonomik Konsey alıyordu. Güçlü bir Meclis ve yetkileri azaltılmış bir Devlet Başkanlığı öngörülüyordu. İlki üçte iki, diğeri ise salt çoğunluk vasıtası ile olmak üzere Devlet Başkanı da Başbakan da Meclis tarafından seçilecekti.  

Bu koşullar altında, üçlü hükümetin (Tripartisme) sağ kanadı olan Hristiyan Demokratlar (MRP) tarafından yoğun bir anti-komünist propaganda yürütüldü. İşlemeyen bir Meclis’i feshetmenin zor olduğu, komünistlerin çoğunluğu sağladığı durumda ülkenin SSCB tarafından işgalinin an meselesi olacağı yönünde söylemler ürettiler. PCF’nin böyle bir niyeti olmadığı gibi Sovyetler Birliği’nin buna ne niyeti ne de siyasi bir meyli vardı elbette.

Kabul edilen Ekim 1946 Anayasası iki meclisli bir Parlamento meydana getirdi: Ulusal Meclis ve Cumhuriyet Konseyi. Ulusal Meclis doğrudan genel oyla 5 yıl için, Cumhuriyet Konseyi ise dolaylı genel oyla 6 yıl için seçilecekti. Bu sayede seçmenlerin doğrudan vekilleri seçemediği iki dereceli seçim ile Konsey oluşturulmuş oldu. Bu mekanizma, İngiltere’de Lordlar Kamarasının oluşturduğu gibi bir basınç oluşturacak olan, gerektirdiği takdirde komünistlerin önünü alacak bir can yeleği niteliğindeydi. Öte yandan, reddedilen taslak doğrudan genel oyla 5 yıl için seçilen tek meclis içeriyordu. Bu Ulusal Meclis, Devlet Başkanını ve Konsey Başkanını seçer. Kanunları ve bütçeyi belirler… 

Savaş sırasında en büyük yıkımın yaşandığı ülkelerden birinin Fransa olduğunu, komünistlerin prestijinin en yüksek olduğu birkaç yerden birinin de yine bu ülke olduğunu tekrar etmekte fayda var. İncelenen ve yapımına PCF’nin de katıldığı taslakta üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet bütünüyle korunmuş, kimi iyileştirmeler yapılmakla birlikte sömürge yönetimleri üzerindeki tahakküm sürdürülmüştür. PCF’nin düzen içi tartışmalara angaje olarak burjuva liberal demokrasisinin temellerini kabul etmesi, kapitalizmin restorasyonuna katılması kesinlikle tek yol değildi. 

Adım adım gidelim. 

İlk olarak belirtmek gerekiyor ki PCF bu yolu seçerek düzeni restore etme arayışındakilerle onların sahasında, onların koşulları altında mücadele etmek zorunda kaldı. Eğer daha hızlı işleyen, daha çabuk karar alabilen, “koalisyonların hantallığından arınmış” bir burjuva Meclis’i ise istenen, MRP kimi bakımlardan haklıdır. Görece güçlü bir Devlet Başkanlığı, tüm bunları temsilcisi olduğu sınıf adına daha başarılı şekilde gerçekleştirebilir. Nitekim, Fransız burjuvazisi fırsatını bulduğu ilk anda, 1958 Anayasası ile birlikte, yürütmenin esas olduğu bir başka güç dengesine geçmiştir. Böylelikle domaine de la loi, yani Meclis’in yetki alanına giren düzenlemeler ancak Anayasa’da açıkça belirtilen başlıklarla sınırlı tutulmuş ve yasamanın tali, yürütmenin asli olduğu yeni bir Anayasal düzene geçilmiştir. İlaveten, 5. Cumhuriyet’in henüz ilk yıllarında yetkileri büyüyen ve asli konuma geçen yürütme makamının (Devlet Başkanlığının) halk oylaması ile belirlendiği yeni bir seçim sistemi kabul edilmiştir. PCF başta olmak üzere düzen içi veya düzen dışı solun “ayak bağı” olamadığı bir hükümet yapısının hayalini kuran Fransız burjuvazisi, bunu tesis eden yürütmenin daha geniş bir toplumsal meşruiyete gereksinim duyduğunu da görüyordu ve bugün hala yürürlükte olan sisteme geçildi. 

2017 Referandumu sonrası Türkiye benzer bir değişikliğe gitti ve yürütme yapısının Cumhurbaşkanından ibaret hale getirildiği, onun da seçimle belirlendiği yeni bir düzene geçti. Türkiye’nin mevcut Anayasasında Fransız tipi bir domaine de la loi bulunmuyor. Diğer bir deyişle anayasal olarak münhasıran kanunla düzenleneceği belirtilen hususların ve temel haklar vb. bir dizi başlıktaki hakların yalnızca kanunla düzenleneceği öngörülmüş durumda. Dolayısıyla Meclis’çe yapılan kanunlar, “normlar hiyerarşisinde” hâlâ Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin üstünde yer alıyor. Buna karşın fiilen Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin -Anayasal sınırları da pek çok kez aşarak- tercih edildiğini görüyoruz. Türkiye’de de tıpkı Fransa gibi sermaye sınıfının talepleri doğrultusunda devlet mekanizmasının çok daha aktif ve hızlı olmasını bu sayede sağlıyorlar. 

Fransa’ya dönecek olursak, PCF’nin böyle bir tartışma içine girmesi kategorik bir hata niteliğindedir. Komünistler, Meclis’in üzerinde bir kuvvet olmamasını savunur5 fakat bunu yaparken burjuvazi egemenliğindeki Meclis’in emekçilere mümkün mertebe kapalı olduğunu aklından çıkarmaz. Bunun doğal sonucu da mücadelenin temel ekseninin, komünistlerin esas taleplerinin “güçlü bir Meclis’ten” ibaret olamayacağıdır. PCF üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin korunduğu bir toplumsal formasyonda girilecek böylesine geri bir hattan mücadele örmeye çalışarak Parti’yi kazanma imkanı olmayan, zira kabul edilse dahi PCF’nin o anki toplumsallığı ve savaş sonrası itibarı ile beraber düşününce son derece zayıf sayılabilecek bir hat örmüştü. Sonuçta da kaçınılmaz biçimde yenildiler. Yeni Anayasa’nın kabulünden bir yıl geçmemişken PCF’yi apar topar hükümetten çıkarma kudretini, iktidar ortakları, biraz da bu geri hat sayesinde bulmuştu.

İkincisi; işgalin ardından koalisyonda ve Anayasa tartışmalarında PCF’nin takınacağı tavır, ona oy veren, partide örgütlü ya da partiye sempati duyan milyonlarca insan için Fransa’da sınıf mücadelelerinin seyri açısından bir emsal niteliği taşımaktaydı. Burjuva demokrasisini restore etmeye yönelik böyle bir taslağın benimsenmesi, Parti’nin devrimcilik iddiası taşıyan söylem ve eylemlerinin kitleler gözünde daha az ciddiye alınmasına yol açabilirdi. Öyle ki 1950’li yıllarda ne Meclis’te gerçek bir sosyal demokrat parti olabilmeyi ne de düzenden tam anlamıyla kopabilmeyi başarabilmelerindeki önemli bir faktör işte budur. Burjuva demokrasisini kutsayan böyle bir metni savunmuş PCF’nin kitleleri devrimci bir iddiayla sürüklemesi, hatta kendi içinde bu konsolidasyonu sağlaması bile çok zor olacaktı elbette. Avrokomünizme henüz tam olarak teslim olmayan PCF, devrimci bir parti olmaktan da bu süreç neticesinde günbegün çıkmaktaydı ve yeni bir yol arayışına girdi. 

PCF’nin taraf olduğu taslak %52 ile reddedildi ve Haziran ayında göreve gelen yeni Kurucu Meclis tarafından bir taslak daha hazırlandı, bu kez MRP’nin baskın olduğu taslak Ekim 1946’da kabul edildi. 

PCF, 1947’de koalisyondan çıkarılmasının ardından kısa bir süre sonra, yalnız kaldığı bir evreye girdi. 1950’li yıllar boyunca oy oranını ve Meclis’teki varlığını önemli ölçüde korumakla birlikte, siyasi yalnızlığı PCF’yi parlamenter hamlelerin dışına itiyordu. İşçi sınıfı örgütlülüğü, grev çağrıları ve çeşitli emek hareketleri; partinin faaliyetleri içinde yeniden daha büyük bir yer tutmaya başladı. Bu dönemde PCF düzen içi mi yoksa sosyalist devrimi arayan bir parti mi olduğuna dair ikilem içerisindeydi. Fakat 1960’lı yıllarla birlikte büyük değişimler gelecekti. 

Avrokomünizme Gi̇den Yol

Thorez’in ardından genel sekreterlik görevine gelen Waldeck Rochet, Fransa’da bugün komünistlerin hâlâ başat siyasi yaklaşımı olan “faşizme karşı birleşik cephe” formülünün hevesli uygulayıcısı oldu. Sağcı ve faşizan eğilimleri olan De Gaulle’ün karşısına bir sol cephe örmenin peşine düştü. PCF adına düzen güçleriyle uzlaşmacılığın ilk adımı değilse de o döneme değin atılan en büyük adımdı bu. Mitterand’ın net şekilde desteklenmesi, Sovyetler Birliği ile açıkça ters düşülmesi… Roger Garaudy gibi parti kadrolarının yaşadığı büyük savrulmaların bu döneme denk gelmesi de tabii ki tesadüf değildi. 

1973 seçimlerine ise, Mitterand’ın Sosyalist Parti’si ile Ortak Program üzerinde anlaşarak girildi. O döneme değin büyük oranda ortak düşmana karşı bir mücadele örme hedefinden bahsediliyordu. Mevzubahis program ise daha ziyade siyasi ilkelere ilişkin bir ortaklıktan doğdu. Aradaki fark önemlidir. Çalışma şartlarının iyileştirilmesi, özgürlüklerin korunması, çeşitli kritik sektörlerde kamulaştırma gibi unsurları içeren bu programda sosyalist ekonomiye, sömürünün kaldırılmasına, emperyalist örgütlerin bütünüyle lağvına yer verilmemiştir. Sözgelimi, hem NATO hem de Varşova Paktının ortadan kalkması gerektiği vurgulanmış, bu suretle sosyalist ve kapitalist cephe denk görülmüş; üstelik Avrupa Ekonomik Topluluğunun korunması ve geliştirilmesi gerektiği belirtilmiştir. Anılan yönleriyle tipik bir sosyal demokrat programdan farksız olduğu, dolayısıyla PCF’nin sosyalizme dair iddialarından günbegün uzaklaştığı görülmektedir. 

1960’lı yıllar ve devamı, esasında Sovyetler Birliğinin de soldan eleştirilere muhtaç olduğu, sosyalizm iddiasını adım adım yitirdiği, kapitalist blokla olan mücadelede, en azından Avrupa sathında, her geçen gün daha çok savunmaya çekildiği bir dönem oldu. Bu bakımdan PCF’nin veya diğer komünist partilerin Sovyetler Birliği Komünist Partisi ile ayrışması kategorik bir sapma olarak görülemez. Gel gelelim, PCF’nin ayrıştığı noktalar bahsedilenler değil, “demokrasi, özgürlükler, otoriterlik” gibi, anti-komünistlerce propaganda edilen kavramlar üzerinden olmuştur. Parti’nin terminolojisi Marksist-Leninist bir hattan çıkarak gittikçe bu kavramlar ve bunların simgelediği siyasi hatla örülmüştür.

5. Cumhuriyet dönemi ile birlikte PCF, komünist olmayan veya sosyalist sol ile daha çok hareket etmeye, Sovyetler Birliği ile her geçen gün daha fazla ayrı düşmeye başladı. 1973’te Mitterand’ın lideri olduğu Sosyalist Parti ile yapılan ittifak, gerek seçimlerde gerekse toplumsal alanda PCF’nin kapladığı alanı peyderpey azalttı.

“Tüm demokratik kazanımların gelişmesinde en yüksek nokta olan ve tüm bireysel ve kolektif özgürlüklere, dini özgürlüklere, kültür, sanat ve bilim özgürlüğüne saygıyı garanti eden sosyalist bir toplum için mücadele ediyoruz. İtalya’da bunu yapabileceğimizi ve yapmak zorunda olduğumuzu biliyoruz. Politik oluşumların, örgütlerin, farklı partilerin katkısıyla sosyalist bir toplum inşa etmek ve işçi sınıfının çoğulcu ve demokratik bir sistemdeki tarihsel işlevini teyit edebileceğinin ve etmesi gerektiğinin farkındayız.” 

Berlinguer bu sözleri 1976 yılında Moskova’da söylüyordu.

1977 yılında sırasıyla Fransa, İspanya ve İtalya KP’lerinin genel sekreterleri olan Marchais, Carrillo ve Berlinguer bir araya gelerek Avrokomünizm’in temelleri üzerine konuştular. Avrokomünizm ile birlikte Marksizmin toplumun temel belirleyeni olarak gördüğü sınıf mücadelesinden uzaklaşıldı. Bunun yerini kimlik temelli hak hareketleri ve/ya sınıf işbirlikleri ikame etti.

PCF’nin Avrokomünizmine Dair Notlar

a. PCF (ve Avrokomünizmin diğer özneleri) tarihleri boyunca siyasal baskılarla, kapatma girişimleriyle, burjuva hükümetlerinin zorbalıkları ile mücadele etmişti. 2. Dünya Savaşı sonrası bu partinin önünde açılan büyük olanaklar, sahip olduğu koltuklar, elinde tuttuğu yerel yönetimler, bahsedilen tarihsel arka planla birleşince siyasal cüretlerinin sınırlanmasına yol açtı. 

PCF’nin zincirlerinden başka kaybedecek bazı şeyleri vardı artık. Bir kere Avrupa’nın ve dünyanın kapitalist ülkelerindeki norm, İtalya ve Fransa’daki gibi değildi. Yanı başlarında İspanya ve Portekiz’de komünistlere göz açtırmayan rejimler vardı. Dünyanın her yerinde, komünist olmasa dahi halkçı karakter taşıyan iktidarların NATO destekli müdahalelerle alaşağı edildiğini görmüyor olamazlardı. Neticede, düzene daha sıkı bağlarla tutundukları bir dizi siyasi hamleyi yürürlüğe soktular. Bunu çok daha açıklıkla söyleyebilen İtalya Komünist Partisi (PCI) olsa bile PCF de artık rüzgara kapılmıştı: “Devrime gerek kalmadan, barışçıl bir geçiş dönemi mümkün.” Zaten bir süre sonra onlar da açık açık dillendirmeye başlamıştı.

Peki bu durum ne gösteriyor? Tarihte komünistlerin iktidara gelmedikleri halde başat birkaç güçten biri olduğu, hatta birinci parti konumuna yükseldiği ve bunu hatırı sayılır bir süre boyunca sürdürdüğü örnekler fazla yok. 2. Dünya Savaşı sonrası İtalya ve Fransa’daki komünist partiler ile “erken refah devleti” denen 1. Dünya Savaşı öncesi Alman Sosyal Demokrat Partisini zikredebiliriz. Böylesine güçlenmeleri ve ülkelerinin Parlamento’sunda ciddi yer elde etmeleri elbette muazzam olanaklar sunuyordu. Ama öte yandan düzenden kopuşu çok daha zor yahut imkansız hale de getirebilirdi ki bir komünist parti için affı olmayan hatalardan biri bunu başaramamaktır. Ne yazık ki her üç örnekte de gerçekleşti. 

Devrimci durum öznel müdahalelerle de şekillenebilmekle birlikte esasen nesnel koşulların ürünüdür ve o durum henüz olgunlaşmadığı için (eğer gerçekten olgunlaşmamışsa) bu partiler suçlanamaz. Ne var ki o zamana kadar partiyi devrimci duruma hazır tutamamak, Meclis’te düzen içi siyaset yapan, oturduğu resmi koltuklardan kalkmaya teşne olmayan bir kadro birikimini sürdürmek suçlanmaları için yeterlidir. Alman sosyal demokratları tam da anılan nedenle 1914’te açıkça “Bu emperyalist bir savaştır” diyememiş ve burjuvazinin arkasına hizalanmıştı. Fransız komünistleri de benzer gerekçelerle adım adım burjuvazi ile uzlaşma, tat kaçırmadan düzenin salahiyetini sağlama yolları aramaya koyuldu. 

Lenin, Meclis’teki Bolşevik varlığı için şu sözleri kullanıyordu:

“Görevimiz Kadet Dumasını desteklemek değil, bu Duma içindeki veya onunla bağlantılı çatışmaları, düşmana saldırmak için doğru anı, otokrasiye karşı ayaklanma için doğru anı seçmek için kullanmaktır. Yapmamız gereken Duma ve çevresindeki siyasi krizin nasıl büyüdüğünü hesaba katmaktır. Kamuoyunun sınanması ve “kaynama noktasına” gelinen anın mümkün olduğunca doğru ve kesin olarak tanımlanması için bu Duma kampanyası bizim için çok büyük değere sahip olmalı, ancak gerçek mücadele alanı olarak değil, yalnızca bir semptom olarak.” 6

Fransa’da işçi sınıfı güçlüdür, Avrupa’da bunun tereddütsüz söyleneceği çok ülke yok. Emekçiler için hala korunabilen nispi refahın temel nedenlerinden biri olarak bu gücü ve örgütlülüğü göstermek mümkün. Örneğin 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde Fransa ile benzeştirilen İtalya’da aynı örgütlülük korunamamıştır. Buna karşın Fransa’da 80’li yıllar sonrası düzen siyaseti, işçi sınıfını bu düzenin değişmeyeceğine ve dahası değişmesinin o kadar da gerekli olmadığına ikna edebildi. PCF’nin bazen doğrudan etkisi, bazen de hiçbir şey yapmamayı seçmesi sayesinde bunu başarabildiler. 

Sonuç itibariyle Fransa’da olduğu gibi, düzen dışı bir perspektifin yokluğunda işçi sınıfı belli bir örgütlülüğe sahip olduğu durumda bile elindeki kazanımları korumayı uzun vadede başaramıyor. “Sürekli savunmaya çekilen, er ya da geç golü yiyor”. Anılan süreç Fransa’da dünyanın kalanından çok daha zor ve yavaş ilerledi, bu doğru. Ama işçi sınıfına komünistlerin çizdiği yol, yoksullaşma ve sömürünün yavaş ivmelenen bir biçimi elbette olamaz.

b. Fransa’da Sosyalist Parti ile PCF’nin oyları arasında bir ters orantıdan söz etmek mümkün. Birinin oyları azaldıkça diğerinin oyları artmış hep. Bunun nedeni, PCF’nin düzen dışı bir alternatifi temsil ettiği, buna dair mücadeleyi yükselttiği dönemeçlerde kitleler arasında karşılık bulması. Bahsi geçen siyaseti yapmadığı zaman ise SFIO’dan farkı kalmamış, oyları da oraya kaptırmışlar. SFIO ile uzlaşılan bir program söz konusu olunca komünistlerin inandırıcılığını yitirmesi de kaçınılmaz oluyor. Onların söylediğinin çok daha gür ve berrak bir halini zaten SFIO her zaman söylüyordu. Sosyal demokrat bir program için komünistlere neden ihtiyaç olsun? PCF’nin 70’lerin sonundan itibaren oylarıyla beraber kitlelerin gözündeki yerini yitirmesi bundan kaynaklanıyordu.

Zamanla PCF, SFIO ile salt eylem değil, söylem bazında da benzeşmeye başladı. Mesela, PCF’nin çıkardığı France Nouvelle dergisinde düzen içi kazanımları yahut mekanizmaları güzelleyen, açık veya örtülü şekilde bunlarla yetinilmesi gerektiği anlamı çıkan pek çok içerik peydah oldu:

“Genellikle siyasal demokrasiyi burjuvazi egemenliğine bağlamaya, burjuva özgürlükleri dediğimiz özgürlükleri sosyalizmin getireceği gerçek özgürlüklere karşı saymaya alışmışızdır ama ben asıl sorunlara bu şekilde yaklaşmanın doğru olup olmadığını kendi kendime soruyorum. (…) Doğrusu ya, bu özgürlüklerin hiç de burjuva bir yanı yoktur.”7

Zannediyorum ki yukarıdaki sözleri Mitterand söylese de şaşırtıcı denmez, ne var ki France Nouvelle’de bu satırları yazan, PCF’nin önde gelen teorisyenlerinden biri olan Jean Elleinstein’dı. 

Tüm bunlara karşın 1977 yılı itibariyle nüfusun en az 30 bin olduğu 221 yerel yönetimin 72’si PCF’nin yönetiminde iken 69’unda da bu parti iktidar ortağıydı. On milyonu aşkın insan, PCF’li belediye başkanlarının bulunduğu bir belediyede yaşamakta idi. Yani hala güçlü olan, kitlesel, devrimci mücadele için kullanabileceği olanaklara sahip bir yapıdan bahsediyoruz. PCF için 80’li yılların hikayesi ise sosyal demokratlaşmanın tamamlanması ve dibe çakılma olacaktır.

c. Direniş’te parti kadroları önemli roller üstlendi. Alman işgalciler tarafından Direniş sırasında 75 bin komünist kurşuna dizildi. Bunların arasında parti örgütlerinin yöneticilerine sıkça rastlanıyordu. Böyle bir durumda parti kadrolarının eksildiğini ve direnişte üstlenilen rol ile birlikte gelen büyümenin kontrol altında tutulmasının zorlaştığını ifade etmek gerekir. 1947 yılında Stalin ile Moskova’da görüşen Thorez bu sorundan yakınıyordu. Olağanüstü bir büyüme yaşandığını düşününce, kadro eksikliği gerçekten ciddi bir problem olarak görülmeli. Öte yandan yukarıda da bahsi geçtiği gibi, PCF’nin devrimi arayan bir partiden çok düzen içi kanallara odaklanması 1944’te başlamadı. Henüz 30’ların ortasında dahi temel siyaset olarak birleşik cephe taktiğini tarif ediyorlardı. 

d. 2. Dünya Savaşı sonrası PCF, “barış içinde bir arada yaşama” politikasının Sovyetler Birliği ve dünya sosyalist hareketi açısından nasıl bir anlam taşıdığını kavramaksızın, ilgili politikayı burjuvazi ve burjuva partileri ile uzlaşma zemini aramak şeklinde yorumladı. Direniş boyunca elde ettiği toplumsal gücü bu yolda heba etmeye, kendi sahip olduğu gücün potansiyelinden ürkmeye başladı.

Sovyetler Birliğinin barış içinde bir arada yaşama formülünün bazı anlaşılabilir nedenleri vardı. On milyonlarca kayıp vermiş ve yeniden inşa edilmeye çalışılan bir ülkeden söz ediyoruz. Ancak bu koşullarda dahi unutulmaması gereken, sosyalist ve kapitalist kampların bir arada var oluşunun ancak arızi bir durum olacağı idi. Lenin’in 1920’lerin başında tarif ettiği “bir arada yaşama”, bir sonraki büyük alt üst oluşa dek dünya devrimi için hazırlanan bir araç olarak SSCB’nin korunması ve güçlenmesini tarif ediyordu. 

SBKP önderliği, başta tabii ki Hruşçov, bunu unuttu veya göz ardı etti. SSCB’nin dünya işçi sınıfı hareketi adına sınıf mücadelesinin bir aracı olarak konumlandırılmasından vazgeçilerek, kapitalist bloka türlü tavizler de vermek suretiyle ortak bir zemin arandı. Bu politikanın Avrupalı komünistleri etkilememesi düşünülemezdi. 1956’daki SBKP 20. Kongresi ile netleşen bu yeni yaklaşım, yaklaşık 20 yıl sonra Avrokomünizm’in net ve gür şekilde savunulabilmesine alan açtı. Neticede, bir arada yaşama politikası bir kez daha revizyona tabi tutularak Marksizm’in temellerinin, tarihsel materyalizmin, devrimin temel bileşeni olarak işçi sınıfına dayanılmasının inkarına vardı.

Sonuç

Türkiye’de de komünistlerin “başarı durumu” değerlendirilirken çoğunlukla oy oranlarının düşük olduğundan söz edilir. Bir komünist parti güçlendikçe tabii ki oy oranları bundan etkilenir. Çeşitli yerelliklerde ortaya koyduğu çarpıcı örnekler, Meclis’i propagandif kullanarak daha geniş kitlelere ulaşması önemli hale gelir. Diğer yandan, tüm bunların komünist partinin devrimci duruma hazırlanma amacına yönelmiş araçlar olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Seçim başarısının başa yazıldığı, düzen içi mekanizmaların araçtan çıkıp da amaç haline geldiği durumda varılan nokta için PCF öğretici bir örnek olarak önümüzde durmaktadır. 

Yani “büyük bir parti haline gelmek”, pek çok faydası ve sunduğu olanakların yanında düzene daha sıkı bağlanma, gerekli anda kopuşu sağlayamama, devrimci karakterini kaybetme gibi ciddi riskleri de barındırmaktadır. Örneğin devrimci kriz baş gösterdiğinde Bolşeviklerin düzen içi parametrelere göre son derece zayıf ve başarısız olduğu söylenebilir ancak müdahale edecek sıkılaşma ve örgütsel yapı, milyonlarca oya sahip PCF’nin aksine onlarda mevcuttur. 

Bu nedenle, komünistlerin -gerek içeriden gerek dışarıdan olsun- değerlendirilmesi sırasında burjuva partileriyle aynı kriterlerin esas alınması riskler taşır. Her zaman başa yazılması gerekenin işçi sınıfının çıkarları olduğu ve bunların hemen hemen her durumda düzenin sağı veya solunda yer alan burjuva partilerinden ayrıştığı akıldan çıkarılmamalıdır. İşçi sınıfının siyasette ne derece “oyun kurucu” olabildiği, tek tek bakıldığında düzen içi bir bağlayıcılığı haiz gibi gözüken ancak parti tarafından bir bütün olarak işçi sınıfının örgütlülüğünü sağlayan ve pekiştiren kazanımlar, geniş kitlelerce kulak verilen bir özne haline gelmek… Gerçek şudur ki PCF 50’li yıllardan itibaren, yaptığı tüm hamlelerin kapitalizmi ve egemen sınıfı zayıflatma amacına yöneldiği bir komünist parti olmaktan gitgide çıktı. Hala geçerli olduğunu söyleyebileceğimiz şekilde düzen içi ekonomizme bulaşmış bir hak mücadelesi örgütünden farksız hale geldi. 

Göstermeye çalıştığımız üzere, Fransız burjuvazisi dahil olmak üzere neredeyse tüm diğer aktörler komünizm ile anti-komünizm ikiliğini elbette ki görüyordu. Komünizm tehlikesinin ufukta olduğunun ve müdahale etmeleri gerektiğinin farkındalardı. O nedenle koalisyondan atmakla başlayan cüretkar hamlelelere girişebilmişlerdi. PCF ise, öyle ya da böyle, sorumluluktan kaçtı ve komünistlerin yapabileceklerini bizzat kendi eliyle sınırladı. Uzun yıllar devam eden ve Batı Avrupalı komünistlerin sosyal demokratlaşması ile sonuçlanan süreç, Fransa’da PCF’nin 1946 dönemecindeki hatalarıyla ivmelendi. Anayasa tartışmaları, komünistlerin iktidarı alma niyeti ve iradesi taşımadığını hem Fransız halkına hem de Fransız burjuvazisi ile onların politikacılarına gösterdi. PCF deneyimi, bir komünist partinin devrimci olanakları kullanmadığı takdirde nerelere savrulacağını ortaya koyması açısından değerlidir. 

1947 yılının başlarında L’Esprit adlı gazetede, büyük partilerin komünist bloğa karşı anti-komünist blok yönündeki kutuplaşma eğiliminin ne kadar tehlikeli olduğundan, 4. Cumhuriyet’in kurulması adına bir orta yol bulmanın zorlaşacağından söz ediliyordu.8 4. Cumhuriyet kuruldu. Bahsedilen kutuplaşmada kuruluş, komünistlerin mağlup edilmesi ya da daha doğru bir ifadeyle yenilgiyi baştan kabullenmesi ile oldu.

Anayasaların sınıf mücadelesinde mevcut güç dengelerini belgeleyen yönü, yalnızca referandum yoluyla kabul edilmesi veya edilmemesiyle görülmez. Sınıf mücadelesi içerisindeki güç dengelerini doğru yansıtmayan anayasa metinlerinin bir referans noktası olarak kalıcı yer edinmesi, düzen içinde çatlaklar oluşmamasını sağlaması mümkün değildir. 2. Dünya Savaşı ve hem Fransa’da hem Avrupa’nın kalanında komünistlerin yaptıkları, güç dengelerini geri dönülemez biçimde değiştirmişti. Fransa’da komünistler onların desteği olmaksızın kapitalizmin restorasyonu gerçekleştirilemeyecek kadar güçlüydü. Sosyalist bir Anayasa için zorlayacak olanakları inkar edilemeyecek ölçüde mevcuttu. Bunu kabul ettiremeseler bile devrimci bir krize gidebilecek tıkanıklıklar doğabilirdi veya burjuva demokrasisinin meşruiyetinin çok daha geniş halk kesimleri tarafından sorgulanmasını sağlayabilirler, hatta çarkları işlemez hale getirecek bir süreci başlatabilirlerdi. Sayılanların hiçbiri gerçekleşmese dahi düzenin restorasyonuna soldan bir meşruiyet kazandırılmamış, PCF yukarıda belirtilen sosyal demokratlaşma sürecine doğru büyük bir adım atmamış olur, ve devrimci iddiasını çok daha güçlü şekilde koruyabilirdi. Ancak neticede PCF düzenin restorasyonunu çok daha kolay hale getirmekten başka bir şey yapmadı.

Bunların her biri PCF için ciddi olanaklar yaratabilecek hamlelerdi ve bir komünist partinin görevi “düzenin patlama yaratma ihtimali olan bu noktalarını sezmek, buralara özen göstermek ve yüklemeler yapmaktı”9 ancak PCF bu görevden kaçtı. 

  1.  Çeviri: Faşizme Karşı Birleşik Cephe’de Oportünizm: Uluslararası Kökenleri, Herwig Lerouge, Gelenek Dergisi, sayı 98, Şubat 2008. ↩︎
  2.  A Preponderance of Power: National Security, the Truman Administration, and the Cold War; Melvyn P. Leffler, Stanford University Press, 1992, s. 157-158. ↩︎
  3.  Evgeny Pashukanis, Selected Writings on Marxism and Law (eds. P. Beirne & R. Sharlet), London & New York 1980, pp.273-301. ↩︎
  4.  https://juspoliticum.com/article/Rene-Capitant-un-intransigeant-face-a-l-elaboration-de-la-Constitution-de-1946-1405.html ↩︎
  5.  https://www.cumhuriyet.com.tr/yazi-dizileri/tkpli-kemal-okuyandan-anayasa-aciklamasi-erdogan-eksik-parcanin-2143148 ↩︎
  6.  The Victory of the Cadets and the Tasks of the Workers’ Party, V.İ. Lenin, Lenin Collected Works, Progress Publishers, 1965, Moscow, Volume 10, pages 199-276. ↩︎
  7.  Hangi Sol, Attila İlhan, Bilgi Yayınları, Şubat 1996, s.115. ↩︎
  8.  https://perspective.usherbrooke.ca/bilan/servlet/BMEve/241 ↩︎
  9.  50. Yılında Fransa 68’inin Düşündürdükleri, Anıl Çınar, Gelenek Dergisi, sayı 137, Ocak 2019. ↩︎
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×