68 Üzerine
68 patlaması çok sayıda ülkede eşzamanlı olarak ortaya çıktı. Geriye “68 kuşağı”, “68 olayları” ya da “ayaklanması” gibi kavramlarla bezeli geniş bir tartışma literatürü bıraktı. Bu literatüre, hangi siyasal eğilimden olursa olsun toplumsal hareket üzerine düşünenlerin, ilgisiz kalmaları mümkün değil.
68’e bakarken ilk planda fark edilenler: Hareketlenmenin etkilediği coğrafyanın içinde birbirinden oldukça farklı sayılabilecek ülkelerin varlığı; sorgulayıcı, eleştirel bir gençlik ve onun için de özellikle öğrenci gençliğin aktivizmiyle hareketliliğinin içinde özel bir konumda olması ve hareketlenen kesimlerin çoğu yerde farklı nedenlerden kaynaklanıyor olsa da işçi sınıfı partileri ile kurdukları ilişkilerin zayıflığı. Tabii, yukarıda sayılanlara bir de kapitalist ekonominin o dönemde dünya çapında bir bunalımdan uzak oluşu eklendiğinde, kabaca bir görüntü elde etmek mümkün. İşte böyle bir görüntü yüzünden 68 çoğu zaman uluslararası genel dinamiklerle anlaşılmaya çalışıldı. Kimi asal eksenler etrafında gerçekleştirilen kurgular ve açıklama çabaları, tabii ki, yüzeysel kaldı. Biraz derine inildiğinde, bu perspektif içinde çözümlenmesi oldukça zor olan problemler olduğu görülebilir.
68 gibi karmaşık bir tablo, toplumların ekonomik politik eşitsiz gelişimleri ve 60’lı yıllardaki eşitsiz konumlanışları dikkate alınmadan anlaşılamayacaktır. Özellikle sürece iştirak eden Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerle, belirli farklar içermesine karşın benzer sayılabilecek batı ülkeleri aynı dinamiklerle açıklanmaya çalışılmamalı. Çünkü belli bir eşanlılıkla kendilerini dışa vuran bu hareketlenmeler, çeşitli ülkelerin özgün konjonktürlerinde pek de paralel olmayan dinamiklere yaslanıyorlardı. Çeşitli bölgelerde birbirinden oldukça farklı ideolojik yapılanmalar ortaya çıkıyor, hatta süreç içinde bu ideolojik formlarda bir yerde berraklaşarak ön plana çıkan öğeler, bir başka ülkede silikleşerek geri plana atılıyordu. 68’den Türkiye’de geri kalanlarla, Batı Avrupa’da ortaya çıkanlar bu eşitsizliği oldukça net yansıtıyor.
Batıda 68
Avrupa’da savaşı izleyen yirmi yıl, iki savaş arasındaki döneme, taban tabana karşıt bir ekonomik ve politik gelişim ortaya koydu. Genel olarak tüm batı ülkeleri savaş ekonomisinden refah ekonomisine yöneldiler. Kapitalizm bu dönemde, Avrupa’da bir yeniden kuruluş ve hızlı tekelleşme yaşadı.
Alt yapının üst yapıyı belirleme ilkesi Avrupa’da kendini oldukça sancılı bir şekilde gösterdi. Alt yapıda uluslararası tekellerin oluşmasıyla birlikte gelen, ulusal ekonomik sınırların köklü biçimde anlam değiştirmesi, üst yapı kurumlarında aynı hızla yer edemedi.
Uluslararası tekelleşme süreci beraberinde küçük üretimin varlık zemininin bir parça daha daralmasını getirdi. Aynı süreç üretimde de otomasyonun tüm ağırlığıyla egemenliğini kendi varlığı için zorunlu kıldı. Bu otomasyon ise en büyük rahatsızlığı üretim süreci içindeki teknik elemanlar (mühendisler-teknokratlar vs.) üzerinde yarattı. Bu teknik elemanların daha fazla sömürüsünü ve kapitalizmin çarkları arasına tam olarak girmesi zorunluluğunu getirdi. Özetlenecek olursa, 68’e giden yolda kapitalizmin gelişimi gerek küçük üreticinin gerekse aydın tabakaların rahatsızlıklarını arttırma potansiyelini yaratarak ilerledi. İktisadi gelişimin yarattığı sınıfsal gerilim üstyapı kurumlarında, 70’lerin ekonomi bunalımından çok daha önce bir altüst oluşu gündeme getirdi.
Tekelleşme sürecinin sınıfsal ilişkilerde yarattığı gerilimler, orta sınıfların büyük burjuvaziden ve egemen ideolojiden uzaklaşması yönünde bir eğilim yaratır. Bu eğilimin, kapitalizmin II. Dünya Savaşı ertesinden 70’lere uzanan büyüme evresinin sonlarına doğru hız kazandığı söylenebilir. Ancak aynı dönemde parlamenter burjuva demokrasisinin belirli bir oturmuşluk taşıması da, gerilimlerin düzen içinde kompanse edilmesine elveriyordu. Batı proletaryasının siyasal radikalizmden uzaklaşarak bir statükoda dengelenmiş olması, orta sınıfların düzen içinde kalmalarının bir diğer etkeniydi. Soğuk savaş döneminin ve sosyalist sistemin kendi içine kapalı yapısının da yine bu kesimler üzerinde çekici bir etki yaratamayacağı açık. İşçi sınıfına ve sosyalist ideolojiye yakınlaşma kanalları kapalı kalan orta sınıflar, iktisadi genişlemenin sonlarına doğru artan rahatsızlıklarını ve genel toplumsal üstyapı sancılarını siyaset dışı marjinal alanlara kanalize ettiler.
Geleneksel toplum yapısının parçası olan ama değiştirilmesiyle düzenin zedelenmeyeceği öğeler var. Eğitim, bir takım ahlaki değerler, paternalist toplum yapısı, ırkçılık, kadının toplumdaki yeri, cinsellik gibi… 68 hareketlenmesi tam da bu alanlardaki sorunlara ilişkin talepler ile ortaya çıkıyor. Orta sınıfların tepkiselliği konularını marjinalitede, toplumsal somutlanışını öğrenci gençlikte buluyor.
Öte yandan II. Dünya Savaşını izleyen yıllar ulusal kurtuluş mücadelelerinin de hız kazandığı yıllar oluyor. 50’li ve 60’lı yıllarda onlarca yeni devlet kuruluyor. Emperyalist devletlere karşı gerçekleştirilen bu bağımsızlık hareketleri özellikle de Küba devrimi, Latin Amerika’nın devrimci hareketleri, Vietnam Savaşı kapitalizmin barbar yüzünün sergilenmesini kolaylaştırıyor. Emperyalist ülkelerin, içlerindeki burjuva demokrasisi prensipleri ile açıkça çelişkiye düşmesi ayrı bir eleştiri dalgasının yükselmesine yol açıyor. Amerika’da bile Vietnam savaşına karşı güçlü bir muhalefet oluşuyor. Bu tepkiler 68’in dinamiklerinden bir başkasını oluşturuyor.
Burjuvazinin ve proletaryanın politik temsilcileri arasında herhangi bir yakıcı sorunun olmadığı atmışlı yıllarda, küçük burjuvazi ve özellikle de onun en dinamik unsuru olan gençlik kesiminin geliştirdiği hareketlilik işçi sınıfı dışında gerçekleşiyor. Gerek istemleri, gerek hedefleri ve gerekse eylem biçimleri ile hareket geleneksel solun standartlarının dışında cereyan ediyor. İdeolojik yönelimlerinin tercümanlarını ise geleneksel solun dışına düşmüş aydınlarda keşfediyor. Yeni sol da kendi cephesinde yıllardır arayıp bulamadığı toplumsallaşmanın olanaklarını yakalamanın heyecanına kapılıyor.
Yeni Sol ve 68
Avrupa’da komünist partiler hareketlenme sürecine egemen olamadılar. Hareketi daha olumlu kanallara akıtabilecek ilişkileri kuramadılar. Yeni sol kendi varoluş sebebini açıklarken Avrupa komünist partilerine ve sosyal demokrat harekete tepki olarak doğduğunu söylüyor. Yeni solun ideolojik yapılanışında komünist partilerinin “Stalinizm”i, yaratıcılığı boğan “bürokratizm”i, parti içi demokrasi sorunu, doğuda sosyalizmin başarısızlıkları vb. motiflerin önemli bir ağırlığı var. Yeni solun kendi kendine getirdiği açıklamanın realiteyle ne denli uyuştuğu tartışılabilir. Ama bizim için önemli olan yeni solun ortaya çıkış gerekçelerini tartışmak değil. Sorun bu süreç içinde gerçekten yeni sola karşı başarılı bir ideolojik mücadele yürütemeyen, sonrasında Avrupa Komünizmi’ne evrilen, sosyal demokrat partilerle bile farkını çok zor koyan geleneksel solun partilerinin, 68 yükselişinin dışında kalmalarında bu öznel zaafların ve nesnel etkenlerin nasıl roller oynadıkları…
1917 sonrasında Avrupa komünist hareketi için iki önemli görev var. Bir yandan II. Enternasyonel geleneğinden sıyrılmak, bolşevizasyonu gerçekleştirmek. Diğer yandan ise politik sahada tek ülkede sosyalizmin korunmasına yönelik bir hat izlemek. Açıkça söylenmeli, Avrupa komünist partilerinin çoğu ilk görevi pek de yerine getiremedi. Belki de başarılması oldukça zor olan bolşevizasyon, tek ülkede sosyalizmin korunması politikalarının ardında, yeterince sorgulanamadı. Böylece ikinci Dünya Savaşı sonrası döneme eksikli girildi. Tek ülkede sosyalizmin korunmasına “iyi” adapte olan partiler 50’li ve 60’lı yıllarda yeni ve yaratıcı politikalara yönelmede güdük kaldılar.
Kapitalizmin devresel bir bunalımına denk düşmeyen, sınıf mücadelesinin net ve keskin olmadığı, konjonktürün düzen açısından sarsıcı yönetim bunalımları yaratmadığı, işçi sınıfı açısından ise iktidar hedefini gündeme getiren öğeler içermediği 1968 patlamasını bir devrimci durum saymak pek mümkün değil. Bu anlamda ortada sosyalizm açısından “kaçan bir fırsat” gözlemlemek de güç. Bu tür uç yorumları yine yeni sola terkedip, burada farklı bir vurgu yapmak gerekiyor: Geleneksel sol 68’de, genel toplumsal çalkantılar, altüst oluşlar için hazırlıksız olduğunu kanıtladı. İşçi sınıfı desteği, yukarda değinilen eksiklikleri barındıran partilerin elinde, düzenin olağan akışında statüko içi bir tür ilericiliğe elverebiliyor. Devrimci bir perspektif açısındansa, sınıf desteği, orta sınıflardan kaynaklanan demokratik patlamalar üzerinde yeni bir toplumsal düzene doğru çekici bir odak olarak değerlendirilebilir. 68’in kaynak ve hammadde olarak işçi sınıfına yabancı, sosyalizme dışsal olduğu ne denli doğruysa, geleneksel solun bu hammaddeye biçim vermekte aciz olduğu da bir o kadar açıktır.
Tablonun diğer bir bölümünde de yeni sol var. Sınıf hareketinden ve bilimsel sosyalizmden kopmalarıyla yakalarına yapışan karamsarlık bu kesimin psikolojik ortamını belirliyor.
Yeni solun teorisyenleri kendilerine yuva olarak üniversiteleri seçmişlerdi. Böylece 68’in, üzerinde pek durulmayan ama önemli ilişkilerinden biri oluştu. Klasik Marksist söylemin dışında yer alan, yapısal olarak politik pratikten kopuk yeni sol aydınların, akademisyenlerin, karşılaştıkları öğrenci hareketini biçimlendirme çabaları. Türkiye ile kıyaslandığında bu fark oldukça çarpıcı. Türkiye’de öğrenci hareketinin oluşumunda en çok ve coşkuyla okunan kitaplar Marksist klasikler olurken, Avrupa’da bunun tam tersi gerçekleşiyor. Avrupa gençliği Marksizm eleştirilerini okuyor. Marcuse, Fanon, Debray ile ilgileniyor. Aslında proletarya dışındaki tabakaların bütün protestolarında bir “yeni sol” motif mevcut.
İki dünya savaşından sağlam çıkan ve güçlü bir dinamizme oturan burjuvazi kendisini ideolojik olarak tahkim ederken batı kültürel geleneğinden oldukça yararlandı. Pratikte reel sosyalizmden, teoride bilimsel sosyalizmden, uzaklaşan yeni sol, bu güçlü ideolojik yapılanmanın çekim gücünden bağımsız kalamazdı. “Tarihi maddeciliğin dışında kalan ve çoğu zaman ona açıkça düşman olan çağdaş düşünce sistemleriyle kurulan bu sürekli ortaklık Birinci Dünya Savaşından önce marksist teoriye yabancı olan bir durumdu. Gerçekte bu ilişki batı marksizminin (yeni sol -y. notu) özgül, belirli yeniliğiydi.”1 Kültürel olarak karşılıklı bu bağdaşma politik pratikte de sonuçlarını, hedeflerin ve eleştiri noktalarının doğal bir kayması olarak getirdi.
Gelişmiş sanayi ülkelerinde işçi sınıfının etkin hiçbir sosyalist potansiyeli olmadığını savunan tezler geliştirildi. Marcuse bu yönde “tek boyutlu insan” kategorisi ile başı çekti. “İşçi sınıfının ileri kapitalizmle yapısal olarak bütünleşmesinin, dolayısı ile çağımız tarihinde sosyalist düşünce ile proletaryanın eylemi arasındaki uçurumun aşılmazlığının teorisini yaptı.”2 Marcuse batı toplumlarındaki başkaldırıyı yorumlarken, onun kaynaklarının bilinç dışında olduğunu söylüyordu. Düzeni “baskıcı uygarlık” olarak isimlendiriyor ve eleştirisinde Marksizm’den olsa olsa “yararlanıyordu”. Elbette eleştirisinin bir önemli ucu da Marksizm’e yönelik olmak kaydıyla. Ortaya kimi zaman kapitalizm övgücülüğüne, kimi zaman da ütopyaya dönüşen bir sistem çıktı. “Marcuse baskıcı uygarlığın ilk (kökensel) içgüdüleri siyasal ve aynı zamanda da (bireyin enerjisini cinsel faaliyetten çalışmaya yönelterek) ekonomik bir amaçla bastırması olgusundan hareket ederek, bundan baskıcı olmayan bir uygarlığa, yani gerçekten özgür bir topluma ancak insandaki bastırılmış içgüdüleri tümüyle özgür kılarak varılabileceği sonucunu çıkartır. Ve bunun da yeni bir bilinç oluşturmayı sağlayacağını, sonra bu yeni bilincin de, içinde emeğin, çalışmanın değil de zevkin, hazzın hayatın temeli olacağı ‘baskıcı olmayan uygarlığı’ yaratacağını öne sürer.”3 Marcuse bir anlamda Freud’un söylem çerçevesi içinde kalmıştı. İlginç bir şekilde burjuva politikacılar bir süre sonra, Marcuse’in “Aşk ve Uygarlık” eserinde sınırlarını az çok belirlediği cinsel devrim olgusunu, kendi sosyal politikalarına pek de gocunmadan eklemlediler.
Yeni solun burjuva kültürle destekli hareketi bir başka yerde de 68 Avrupası için tipik sayılabilecek bir görüşü dile getiriyordu. Alain Teuraine, Sanayi Sonrası Toplum adlı kitabında “bir sömürü toplumundan çıkarak, bir yabancılaşma toplumuna giriyoruz” diyordu. Aslında böyle bir bakış açısı açıkça burjuva devletin sömürücü karakterini görmezlikten gelerek, sınıf savaşımının yerine yabancılaşmayı, politikaya ve kültüre bağımlı olan katılmayı içerir. Bu savaşımı ekonomik tabanından bağımsız kılar ve işi kapitalizm ile işçi sınıfı arasındaki çatışmanın artık geri plana itildiği, proletaryanın ekonomik durumunun sosyal tartışmaların ana konusu olamayacağını öne sürmeye kadar vardırır.4 Bundan da yabancılaşmayla mücadele edebilecek tek gücün aydınlar ve de özellikle öğrenciler olduğu sonucunu çıkartır. Bu görüş 68 sonrası da mücadelelerini sürdüren silahlı eylem gruplarının görüşlerine kadar uzatılabilir. 68 küçük burjuva ve öğrenci hareketinin teveccüh gösterdiği, teori aranışına katkı olarak değerlendirdiği çalışmalar bunlar ve benzerleri.
İşte 68 hareketi kısaca yukarıda vermeye çalıştığımız bir panorama içinde doğdu. Üniversitede reform talebiyle başlayan hareket daha sonra toplumun çeşitli düzeylerde sorgulanmasına, eleştirilmesine filiz verdi. Genelde eleştiriler ve isteklerde şu motifler göze çarpıyordu:
“Toplumu düşünceyi bozmak; haksızlığı, ilgisizliği, içtenlikten ve insanlıktan yoksunluğu hoş görmekle suçluyoruz.”
“Karşımızda bir önceki kuşağın göreneğine yapışıp kalmış ve can sıkıntısından donmuş bir toplum var. Bir ‘insan toplumu’na benzeyen, içinde bizi ilgilendiren sorunların çözümünde payımız olmasını istediğimiz bir topluma geri dönmek istiyoruz. İçtenliği ve kendiliğindenliği kabul eden bir toplum istiyoruz.”
“Kendi yaşantımızın, kendi denetimimizde olmasını istiyoruz.”
“İçinde nüfusun bir bölümü parasını ne yapacağını bilemezken, büyük bölümü yaşam için savaşım vermek zorunda olmayan bir toplum istiyoruz.”
“Özgürlük istiyoruz.”
İçinde yaşadıkları düzeni büyük bir eleştiriye tutan ama bütüncül bir yaklaşım sergileyemeyen 68 gençliği, çıkışını belli bir hedef doğrultusunda programlı bir harekete dönüştüremedi. Neyi yıkmak istediklerini biliyorlar, fakat yerine neyi ve nasıl kuracaklarını bilmiyorlardı. İçinde anarşistler, feministler, troçkistler, barışçılar çevreciler, ırkçılık karşıtı gruplar da bulunan hareket bir süre sonra kendi içinde yaratmış olduğu politik liderlerini siyasal liberalizme teslim ederek söndü gitti.
Niceliği ve dinamizmi göz kamaştırıcı bir kitleyi saran bu hareket, kapitalist ülkelerde proletarya dışındaki yığınların mücadelesinin, bu yığınların ancak işçi sınıfıyla ittifak kurdukları zaman aşabilecekleri nesnel sınırları olduğunu yeniden ve çok açık bir biçimde gösterdi.
60’lı Yıllarda Türkiye
Yapısında düzene karşı bir kitle hareketi geleneği taşımayan Türkiye, aynı zamanda sol teorik mirasın yok denecek düzeyde olması yüzünden 68’e acemiliğin getirdiği bir acelecilikle giriyordu. 60’dan 71’e uzanan süreçte Türkiye sosyalizmle gerçek tanışmasının oldukça geç yaşanmasının handikabını, dünya sosyalizminin biriktirdiği soruların ve sorunların hepsiyle bir anda tanışarak yaşıyordu.
Ortaya atılan sorular Türkiye’de sağlıklı bir miras bırakma yolunda temel olacak yanıtları bulamadılar. 60-71 dönemi bu anlamda olmak üzere miras olacak cevaplardan çok, sorulmuş soruları ve sonuçlanmamış tartışmaları bıraktı. Soruları ya da tartışmaları küçümsemek elbette söz konusu değil.
1961’de kurulan TİP tartışma odaklarından birini oluşturuyordu. Sendikacıların önderliğinde kurulan, daha sonra aydınların katılımıyla gelişip güçlenen yapı sosyalist düşüncenin Türkiye’ye girişinde en büyük katkıyı sağlıyordu. İlk programında “sosyalizm” sözcüğü yer almayan parti 1960 sonrasının mücadele arenasına, geçmişteki soğuk savaş yıllarında barış mücadelesi verip adı “komünist”e çıkan aydınlarla, sendikalaşma mücadelesi veren demokrat işçi önderleriyle, “Türkiye sömürülüyor” diyen bilim adamlarıyla katıldı.
TİP’ten başka 60’ların başında sözü edilmesi gereken ikinci olgu da Yön dergisiyle başlayan, MDD hareketi ile süren çizgidir. Özellikle 1966 yılında Malatya’da yapılan TİP II. Kurultayı’nda Yön dergisinin katkılarıyla gündeme sokulan MDD o yıldan başlayarak politik sahada bir ilgi ve cazibe merkezi olmaya başladı. Anti-feodal, anti-emperyalist olan, emperyalizme ve onun yerli işbirlikçilerine karşı yürütülecek mücadelede, ulusun bütün sınıf ve tabakalarını kapsayan MDD görüşü özellikle 60’lı yıllarda ortaya çıkan devrimci demokrat hareketin gelişme ve güçlenme alanı oldu. Hatta 68’in bir anlamda devrimci demokrasinin Yön ve MDD ile inşa edilen ideolojik yapısının kitleselliğe kavuştuğu yıl olduğu söylenebilir. Bu yönüyle de MDD’nin halk kitlelerine önderlik etme yeteneği kazanmış bir partinin yokluğunda küçük burjuva unsurların olumsuz yanlarının törpülenip, siyasal radikalizmleriyle, düzeni protesto hareketleriyle sınıf mücadelesinin çerçevesi içine oturtulmasını daha da imkansız kıldı. Devrimci demokrat hareketin işçi sınıfının mücadelesine eklemlenmesini zorlaştırdı. Ve giderek de bu aranın açılmasını kolaylaştırdı.5
Böylece 1968 yılına doğru sol platformda iki ana yapılanma ortaya çıktı. Biri TİP ile ifadesini bulan sosyalist devrim anlayışı, diğeri de birkaç dergi etrafında toplanmış olanların savunduğu MDD anlayışı. Tabii ki bu iki çizgi de Türkiye’de siyasetin dinamik bir unsurunu oluşturan gençlik içinde izdüşümünü gösterecekti.
68 hareketi söz konusu olduğunda ilk akla gelen gençliğin aktivizmi oluyor. Daha çok da öğrenci gençliğin. İşçi ve köylü gençlik bu hareketlenmelerin zemini düşünüldüğünde, gerçekten de söz konusu eylemlilik çerçevesine girmiyorlar. Genelde bu kesimlerin hareketliliği kendi sınıf tabanlarından bağımsız olamıyor. Hatta zaman zaman ortaya çıkan, öğrenci gençliğin örgütlemelerinin bu kesimlere yönelik uzanma çabaları pek de sonuç vermiyor. Türkiye’nin nesnelliği işçi ve köylü gençliğin içinde bulunduğu sınıfsal aidiyet ilişkisini kırıp, onu ikinci plana atabilecek özellikleri barındırmıyor. Genç olmanın birtakım pratik üstünlükleri ve zaafları dışında işçi ve köylü gençliğin mücadelesini belirleyici etkisi olmuyor.
Öğrenci gençlik toplumsal hareketlenmelerin ilk kıvılcımlarının çaktığı kesimlerden birini oluşturuyor. Tanımlanırken sınıfsal bir nitelik yüklenemiyor. Daha çok toplum sorunlarına duyarlılığı, aydın yetiştirme anlamında güçlü bir potansiyel oluşu, dinamizmiyle ayırt ediliyor.
1960’lardaki hızlı kapitalistleşme toplum içi eşitsizlikleri arttırdığı gibi, aynı zamanda toplum içi sorunların ve hoşnutsuzlukların da artışına yol açıyor. Böylece gençliğin yukarıda sayılan özelliklerinin pratiği için daha uygun bir zemin oluşuyor.
Daha önce söylendiği gibi 60’ların ortasından itibaren devrimci demokrasi ile geleneksel sol teoride MDD-SD çatışması ile ayrılıyorlar. Pratikteki kopuş ise daha sonra, 68 ve onu izleyen süreç içersinde oluşuyor. Bu yılların özellikle öğrenci gençliğin kitlesel hareketine sahne olması, ayrışmanın taşıyıcısı olarak bu kesimin öne çıkmasını sağlıyor.
Türkiye İşçi Partisi FKF içindeki uzantılarıyla, yükselmeye başlayan gençlik eylemliliğiyle geliştirici ve kapsayıcı bir ilişki kurmaya çalışıyor. Fakat parlamentarizmi ile günlük eylemlilik sürecinin dışına düşüyor. Başaramıyor. Sürecin akışına tamamen egemen olmak anlamında söylemiyorum. Zaten 68 gibi bir olguyu, geleneksel sol sınırlar içinde kalan bir parti, TİP’in zaaflarını taşımasa da kapsayamaz. Ama hareketliliğin içinde önemli tutamak noktalarına pekala sahip olabilir. İşte asıl söylenmesi gereken bunları dikkate alarak TİP’in gençlik hareketleri açısından sonraki yıllara olumlu bir gelenek bırakamadığıdır. 70’lerin başına doğru İşçi Partisinin gençlik üzerindeki etki alanı artık büyük oranda boşalmıştır.
Öte yandan MDD için söylenmesi gereken 68’in gençlik hareketi ile birlikte kitlesel bir renk kazandığıdır. Öne anti-emperyalist, anti-faşist mücadeleyi koyan bu eğilim önemli bir kesimi hareketlendirebildi. Ama bu yönde de hareketlilik bir süre sonra işçi sınıfı partisinden kopuk olmanın getirdiği sorunlarla karşılaştı. Akademik taleplerle başlayan ülke sorunları üzerine düşünme süreci, parti ilişkisinin kurulmaması sebebiyle bir süre sonra çözümü bizzat kendi içinde üretmeye ve uygulamaya yönelen bir gelişim çizgisi izlemeye başladı. MDD hareketinin tavanı cuntacı projesiyle gençliğe “kitle desteği” gözüyle bakarken, MDD’ci gençlik kendine misyon biçiyordu. Toplumsal bir sınıfa önderlik etme yeteneği olmayan bu kesim, sınıf öncüsünün misyonunu üstlenmeye doğru sürüklendi. En uç örneğini de THKO ve THKP-C hareketinde sergiledi. Bu özelliğiyle 68 için Türkiye’de kontrolsüz bir devrimci demokrat yükseliş denebilir. Daha önce görülmemiş çapta bir radikalizm, o anda var olan MDD ve SD çizgileri tarafından kontrol edilemedi.
Geleneksel sol ve devrimci demokrasi tarih içinde her karşılaşmalarında bir alışveriş ilişkisini de beraberinde yaratıyorlar. Birbirlerini etkileyerek gelişiyorlar. Buna örnek olarak Marx’ın kendi düşüncesini biçimlendirirken daha önce var olan devrimci demokrat yapıların eleştirisinden yararlanması ve yine bolşevik parti projesinin ortaya çıkış sürecinde narodnik gelenekten kendine aktardıkları hatırlanabilir. Türkiye’de 68 bir devrimci demokrat çıkıştı demiştik. Yukarıdaki anlama gelmek üzere 68’in devrimci demokrasi ile geleneksel solun yapıları arasındaki ilişkinin, olumlu sayılabilecek açılımları oldukça kısır kalmıştır. Bu ilişkinin geleneksel solun olgunlaşmamış bir evresinde gündeme gelmesi, karşılıklı tepkiselliği besledi. Geleneksel sol devralabileceğini de devralamadı.
Sonrası
Avrupa’da 68 bir anlamda muziptir. Kötümserliği komediye, umutsuzluğu çılgınlığa dönüştüren bir muzipliktir bu. Ülkemizdeki süreçse kökünde bireycilik olan bu hastalığın uzağında kaldı. Ancak şimdi, 80 sonrasında “68 Kuşağı”nın birkaç üyesinde bu hastalık kendini gösterdi.6
Batıda o yıllarda hareketlenmenin içinde yerleri olan popüler çizgiler vardı. Feminizm çevrecilik vs. Bu çizgiler Avrupa’nın daha sonraki yaşamında ayrı kanallardan akarak da olsa varlıklarını ve gelişimlerini sürdürdüler. Türkiye’ye transfer edilebilmeleri içinse solun genel bir yenilgisini beklemek gerekti. Batıda da böylesi bir ortamın alternatifleri güçlendirmiş olduğu dönemler bulmak elbette mümkün. Ancak bu hareketlerin doğum yerlerinde belirli bir realiteye denk düşen gelenekleri olduğu da kesin. Türkiye’de ise bu kanalların yokluğunda tek besin kaynağı solun yenilerek bıraktığı boşluklar oluyor. Elbette ilk ilgi gösterenler ve taşıyıcıları eski solcu tatminsiz ve yeniklerden çıkıyor.
68’in Türkiye’de bir önemli ürünü de süzgecinden geçirip bıraktığı insanlar. 12 Mart 12 Eylül gibi sancılı dönemlerden de geçen bu insanlar çeşitli savrulmaları yaşadılar. Kimi zamanla mücadelenin dışına düştü. Kimi hala içinde. Genel olarak bakıldığında 68 kuşağı içinden başlıca üç ayrı grup üç ayrı tipoloji seçmek olası.
Birinci grup için 68 hep yarım kalmışlığı hatırlatan bir şifre oluyor. Hep birtakım hatalar yaptığının düşüncesiyle garip bir suçluluk psikolojisi içinde yaşıyor. Toplumda sıradanlığın kalın mantosu altında sere serpe yatan ve oldukça geniş bir grup insan için geçerli bu çerçeve.
İkinci grupsa tatlı bir nostalji hafif bir rehavet ve hüzünlü bakışlarla ayırt ediliyor. 68’in hemen hemen her toplumda ürettiği bir tipoloji söz konusu olan. En enternasyonal ürünü bile sayılabilir. Elvedalar ve öpücük göndermeler bunlarda moda.
Bizim için önemli olan kesim bunların dışında. Geleneksel solun yapısal olarak mirasına katamadığı radikalizm 68’in devrimci kopuş bilincini yaşatan unsurlarında mevcuttur. Devrimci demokrasideyse arka planı boş kalan ve kimi örneklerinde çirkin bir radikalizm tüccarlığına dönüşen genel yaklaşımın dışında tarihi sahiplenerek sorgulama yolunu tutanlar vardır. Geleneksel solun sağlıklı unsurlarının 68’den almaları gereken kendine güven duygusu ise devrimci demokrat kökenli kadroların 68’e terk etmesi gerekenler kontrolsüz yani politikasız ataklıklardır. Türkiye sosyalist hareketi her dönemeçte tarihine yeniden bakacak. Güven duygusuna sahip kadroların kendilerine misyon biçmeleri güçlü bir teorik yapıya oturan politikalarla birleştiğinde yalnızca 68 deneyi üzerine çizilen küçümseyici ya da mitolojik tasvirler kaybolmuş olmayacak; o noktada sosyalist kadrolar bağımsız ve sağlıklı bir kişiliğe de kavuşmuş olacaklar. 68’in bu hedef ışığında daha da tartışılması gerekiyor…
7 :[7. DİPNOTUN NEREYE KONULDUĞU GELENEK DERGİSİNDE DE BELLİ DEĞİLDİR.]
Dipnotlar
- Perry Anderson, Batıda Sol Düşünce, Birikim yay., s.93
- A.g.e., s.57
- V. Bolşakov, Orta Katmanların Başkaldırısı, s.94 (Konuk Yayınları)
- A.g.e., s.23
- Anti-emperyalist mücadeleyi odağa yerleştirerek bir hat çizmeye uğraşan MDD’cilerin en önemli boşluğu ideolojik alanda gerçekleşmişti. Milliyetçilik, Kemalizm, Halkçılık gibi ara ideolojilerin taşıyıcılığından yararlanmış olan bu kesim o yıllarda eylemin içinde çok miktarda genç insanı çekebildi. Sonrasında ise, aşılması ve terkedilmesi gereken bu öğeler hep frenletici bir etkide bulundu. Kemalizm’i burjuvazinin çok geliştirilmemiş bir ideolojik öğesi olarak görüp terketmek yerine, emperyalizmin işgali altındaki bir ülkenin devrimci ve milliyetçilerinin bir milli kurtuluş bayrağı olarak gördüler ve bir anlamda da benimsediler. Halkçılığı nesnellik içinde aldıkları konumu bütünleyici bir düşünce olarak gördüler. Türkiye’de burjuva iktidarların da kullandığı bir olgu olan halkçılık, onlarda toplumun sınıf yapısı reddedilerek milliyetçiliğe indirgenmişti. MDD’de ise halkçılık anti-emperyalizmle milliyetçiliğe indirgendi. Eninde sonunda kopulması gereken kemalizm, milliyetçilik, halkçılık gibi motifler daha sonra ortaya çıkan MDD kökenli hareketlerde de geçerliliğini koruyunca, doğal olarak bu siyasetlerin uzun vadede kendilerine tutarlı bir mecra yaratma olanağı da ortadan kalkmış oldu.
- Ertuğrul Özkök bunlara örnek gösterilebilir. Özkök, Elveda Başkaldırı adlı kitabında “68 ruhunu” 80 sonrası ihracatçı işadamlarımızdaki atılımcı ve maceracı ruha benzetiyor. Bu haliyle de ruh çağırma seanslarındaki dalkavuk medyum tipini oynuyor.
- “Solda durum saptaması”, Sosyalist İktidar, Ekim 1979, s.11