68’den 50 yıl sonra bize kalan…

68’in onuncu yılında anılıp anılmadığını hatırlamıyorum. Anıldıysa bile 1978’in politik atmosferinin on yıl öncesindeki görkemli yükseliş ve patlamayla ayrıştırılması güçtür. Her değerlendirme belli ölçülerde süreç tamamlandıktan sonra yapılmak durumundadır. 1978, henüz erkendi.

Sonra, gırgır ama 1986’yı hatırlıyorum. 6 ve 8 rakamlarının yer değiştirmesiyle bir yıldönümü momenti icat etmeyi hoş bir yaratıcılık sayar mısınız bilmem. Benim pek sempati besleyemememin nedeni daha ziyade içerikle ilintili. 1986 yılı, Türkiye’de sivil toplumculuk kod adıyla sol liberalizmin zirve yaptığı dönemlerden birinin içindedir. Sol liberalizmi, adından hareketle, solun bir versiyonu olarak gözünüzün önüne getirirseniz, pek doğru bir yaklaşıma sahip olamazsınız. Sol liberalizmi var eden, yakıtını temin eden, önünü açan liberalizmin ta kendisidir. Özal liberalizmi ise, -ne solu!- 12 Eylül faşizminin organik uzantısıydı. 6 ile 8’i ters yüz edip “hadi 68’i konuşalım” diyen sağ olmuştur.

Liberallerin böyle bir tarihsel deneyimi ele alıp tartışırken kimlik sorunsalından hareket etmeleri şaşırtıcı olmaz. Giderek 68’lilik bir kimliğe dönüştürülmeye veya söz konusu deneyimden bir kimlik türetilmeye çalışılacaktı.

Oysa 1968 dünyanın ve Türkiye’nin toplumsal mücadeleler tarihinde bir düğümlenme noktasıdır ve düğüm çözülürken ortaya tanımlanabilir bir kimlikten ziyade bir dizi farklı dinamik çıkmıştır. Kuşkusuz dönemin insanlarının ortak özellikleri vardır. Ancak bu insanların nasıl bir tarihsel arka plandan geldiklerinin ve toplumsal pratiğe neler kattıklarının üstünde durmak, “harekete” odaklanmak yerine onu bir kimlik içine sıkıştırmak, başka bir niyetin ve yöntemin alameti farikasıdır. Sonuçsuzdur, çünkü 68’i kimlikleştiren liberaller de o kuşaktandır; o sıra askere yedeklenemeyen 68’i onlarca yıl sonra yedeklenmiş gibi yorumlamaya, aynı saçmalığı üstelik bu sefer 12 Mart’ın ve 12 Eylül’ün tezgahından geçmiş bir ordu ile yeniden denemek için 68’den feyz almaya kalkanlar da yine o kuşaktandır! Deniz Gezmiş veya Sinan Cemgil gibi bir defteri kahramanca kapatanlar da vardır 68 kuşağında, beş benzemez örgütte kurucu ve yönetici rol alanlar da vardır. Siyasi ikbali ANAP’da arayan da çıkmıştır, CHP’de çeşitli konumlara gelen de. Yaptıklarından onur duyanlar ve çoktan pişman olanlar bir aradadır.

Bu benzemezlik halinden tekil bir kimlik türetme çabasının beyhude olduğu baştan kabul edilmelidir. Bu zorlamalar gereksizdir; 68, sonrasındaki siyasal akımların yalnızca birine yâr olabilecek bir türdeşlik barındırmaz. Öte yandan 1968 ve civarı yıllar ülkemizde toplumsal mücadele tarihinde öncesi ve sonrasından söz edebileceğimiz kavşaklardan bir tanesidir. Yanlışlarla doğruları birbirinden ayırma ihtiyacı da 50. yıldönümünde bu nedenle bir görev sayılmalıdır.

68’e dönük toptancı aklama ve sahiplenme eğilimini de, yine toptancı ve tek yönlü tanımlamaları da, reddiyeleri de dışlayan bu kısa yazıda söz konusu görevin hakkının verilmesinin mümkün olmadığını biliyorum…

Devrim… ama iktidar hedefi olmadan

Elimizde birden çok 68 var demiş oldum girişte. Avrupa 68’lerinden bir tanesi de ara başlıktaki gibiydi. 68 devrimciydi ama siyasi iktidarı istemeyen bir devrimcilikti bu!

Benzeri yorum, Türkiye’de çok sonra icat edilmiştir. Zaten var olan bir şey “keşfedilir.” Sözünü edeceğimiz 68 türü bizde hayat bulmadı.

İktidar değişikliğini hedeflemeksizin dünyayı değiştirmek diye Yeni Sol tarafından güzellemelere tabi tutulan çizginin Marksist kavramlarla daha kolay anlatılması mümkün. Marx’ın kendisinden bu yana politik devrim – sosyal devrim kavram çiftine sahibiz ve politik devrimin kapitalist toplumun köklü dönüşümü için ilk adım olması gerektiği Marksizmin temel önermelerinden. Dayandırıldığı zemine baktığımızda bunun yalnızca bir önerme olmadığını, maddi gerçekliği son derece başarılı biçimde kavrayan bir bilimsel doğru olduğunu ekleyebiliriz. Politik devrim başlangıçtır, zira kapitalist üretim ilişkilerinin bağrında sosyalist üretim ilişkileri gelişemez. Çünkü üretim araçlarının özel mülkiyetine kapitalizme içsel ve uyumlu süreçlerle son verilemez. Üretim araçlarının özel mülkiyetine ancak sisteme dışsal bir şiddet uygulayarak son verilebilir. Bu uygulama nesnel olarak mümkündür, çünkü koşulları kapitalizme içsel süreçlerde şekillenmektedir. Üretim araçlarının özel mülkiyeti ile kapitalist üretimin toplumsallaşması, toplumun büyük çoğunluğunun proleterleşerek üretim sürecine kapsanması uyumlu bir bütün oluşturamazlar. Ve son olarak, politik devrim dönüşümü sürdürmek, yani sosyal devrimle taçlanmak için proletarya diktatörlüğüne yönelmek zorundadır. Çünkü kapitalist topluma özgü üstyapıların devrimin yararına istismarı değil, yıkılıp yeniden inşa edilmeleri esastır…

Bu kadar uzatmak yeter; konumuz bu değil. Konumuz 1968 akımının Batı Avrupa’daki varyantlarından birinin de, politik devrimi yadsıyan bir sosyal devrim hayalciliği olması.

Türkiye’de benzeri bir hayal 1968’e içkin olmamış; sonradan, liberalizmin çiçek açma çağında, kendine gelenek icat etmek amacıyla uydurulmuştur.

Politik devrimin yadsınması gibi sert ve köşeli bir 68 yaratımı bir yana, bütün devrimci yükselişlerin özgürlükler alanına yepyeni yorumlar ve içerikler kazandırdığı açıktır. 1968 bir devrimci yükseliş konjonktürüydü ve gündelik yaşam, sanatsal yaratı biçimleri, ezilen kimliklerin kendilerini yeni yollarla ifade etmeleri ve benzeri deneyimlere sahne oldu. Aynı Paris Komünü, 1905 ve 1917 Rus devrimlerinin, bizde bir devrim sayamasak bile 2013 Haziran’ının kadınlar için güçlü bir sıçramayı yansıtması gibi.

Sorun, bu zenginleşmenin politik iktidar hedefini önemsiz ilan etmesidir. Sosyal devrimin sonucu olarak hakiki temellerde örgütlenebilecek olan bir dizi özgürlük, politik devrimin önüne çekilince kendimizi çıkışsız bir kısır döngünün içinde buluruz. Batı Yeni Solu, Marksizmin bir dizi özgürlük alanını ve bağlantılı kimliği ihmal ettiğini iddia etmiş, hatta yer yer bu eksende mücadeleler örgütlemiştir. Örgütlenen veya parçası olunan bu mücadelelere “yeni toplumsal hareketler” diyoruz. Tanımlayıcı özellik ne yeni, ne toplumsal, ne de hareket olmaları. Tanımlayıcı özellik politik devrimin tahtından indirilmesidir. Bunun ise yalnızca politik devrimle alt edilebilecek olan kapitalist düzeni rahatlatacağı bellidir.

Türkiye’de bu deneyime yakınlaşan bazı örneklerden söz edilebilir yalnızca. 1968’i bu mercekten bakarak okumaksa kesinlikle yanlıştır.

Fatmagül Berktay dünyada 68’in “üç ayağını” politik muhalefet, cinsel özgürlük/toplumsal muhalefet ve barışçıl hedonizm/hippilik olarak tanımlıyor ve üçüncünün Türkiye’de hiç var olmadığını ekliyor. 1 Bu saptama benim anlatmaya çalıştığımın bir kısmına denk düşüyor.

Kanımca “politik muhalefet” genel olarak Batı Avrupa’da politik devrimin yadsınması ile birlikte biçimleniyor. Ve toplumsal muhalefet olarak burada kast edilen şey, gündelik yaşam/bireysel veya grupsal pratikler düzlemine tabi hale geliyor. Vietnam Savaşı dolayısıyla 68’in barış boyutu ağırlıklıdır. Ancak toplumsal ve politik muhalefet düzlemlerinin özgün birleşiminden politik olmayan bir barışçılık, pasifizm şekillenmiştir.

Solda barış mücadelesine, ister 1914’te Jean Jaurès’in katledilmesine varan sosyal-demokrat ajitasyonda kazandığı emekçi karakteri, ister sosyalist devrimin motorlarından biri haline geldiği 1917 Rusya deneyimi, ister sosyalist ülkelerin savunulmasıyla ve Soğuk Savaş’a karşı stratejiyle bütünleştiği 1945 sonrası mücadeleler çerçevesinde bakalım, politik bağlam son derece güçlü olmuştur. “Politik olmayan barışçılık” bu açıdan açık bir gerilemedir. Vietnam Savaşı ve sömürgeciliğin çözülmesinden bakiye gündem maddeleri doğaları gereği anti-emperyalizm içerse de, bağlam artık sosyalist sistemle kurulamamaktadır, işçi sınıfının yükselişiyle kurulamamaktadır. Geriye uzak ülkelerin halklarıyla dışsal bir dayanışma güdüsü kalıyor. Bir de Küba ve Latin Amerika esinli gerilla romantizmi, komşu Filistin’den beslenen silahlı mücadele öykünmesi.

Mücadele motiflerinin sağlam bir politik bağlama yerleştirilememesi 1968’in küresel zaafıdır. Bu zaafın gelişmiş kapitalist ülkelerde silahlı mücadele gibi yapay yollardan aşılması imkansızdır. Sorun açık biçimde işçi sınıfı partilerinin ve Sovyetik geleneğin, yani geleneksel solun bıraktığı boşlukta boy atmıştır. Bu boşluğa Yeni Solun 1968 atağı doğmuştur ve sorun Yeni Solun da sorunu haline gelmiştir. Yeni Sol’da içerilen devrimci nüanslar zaman içinde ekoloji ve kimlikçi liberal akımlarda eriyecek, Yeni Soldan kapitalist düzene köprüler kurulacaktı.2

Türkiye’de “politik 68”

Türkiye’nin dünyadan büsbütün kopuk olduğunu değil, ama 68 patlaması söz konusu olduğunda özgün/yerel dinamiklerin daha ağır bastığını düşünüyorum. Örneğin Fransa ile Almanya arasındaki benzeşmeler daha fazladır kuşkusuz. Ve yine kuşkusuz Türkiye, uluslararası devrimci dalgaların gizemli yayılma gücü karşısında bağışıklığa sahip değildir. Ancak aynı uluslararası dalgalar kendine has yerel bağlamları yeterince güçlü olan coğrafyalarda farklı biçimlenişlere bürünür. Türkiye’dekinin arkasında da henüz 45 yaşında, yani genç olan ulusal kurtuluş savaşı ve onun 27 Mayıs’la güncellenmiş antiemperyalizmi, yurtseverliği vardı.3

Antiemperyalist karakter aynı zamanda Türkiye ilericiliğinin ve solunun genetik özelliğidir. Solun canlandığı herhangi bir konjonktürde yurtseverlik de doğal biçimde ihya olur.

Ancak hal böyle olduğu için 68 ile öncesindeki sol arasında bu açıdan süreklilik vardır.

Hippi pasifizmi de Prag Baharı antikomünizmi de Türkiye 68’inde etkili olmadılar.

Batıda solun düzenin kurumsallığının bir unsuru olarak algılandığı veya böyle olduğu örneklerin varlığını reddedecek değilim. Söz konusu on yılda Küba dışında sosyalist devletlerin ne devrimci coşku kaynağı olduğu söylenebilir, ne de Soğuk Savaş’ın şiddetli antikomünist propagandası ihmal edilebilir. Türkiye bu açıdan da farklıdır. TKP illegale itilmişti, solcu sendika liderlerinin kurduğu sosyalist TİP kurumsal kazanımlarıyla değil militan mücadelesiyle varoluşunu sürdürüyordu, DİSK 1967’de kuruluşunu yine dişe diş bir mücadeleyle gerçekleştirmişti.

Özetle başka yerler için çizilen “soğuk bürokrat” resminin önemli kısmının karalama olduğunu söyleyebilirim, ama Türkiye’de zaten geçerliliği bulunmuyor…

Lakin bu çizgide bir kırılma yine de yaşanacaktı. Türkiye İşçi Partisi solun çatısı olma özelliğini kütlesel olarak gençlik cephesinde yitirdi. Gençliğin mevcut partiden kopuşunun çeşitli düzlemleri var ve bunların herhangi birini ihmal etmek kesinlikle yanlışa sürükler.

Strateji tartışması

Milli Demokratik Devrim tezi 27 Mayıs’ın soldaki uzantısı veya izdüşümünün sol kavramlarla yeniden yapılandırılmasıdır, bana sorarsanız. Bu sol yapılandırma giderek başlangıçtakinden daha fazla ciddiye alınmış ve Çin Devrimi bir esin hatta alıntı kaynağı olarak giderek ön plana çıkmıştır. Başka kanallarda daha Sovyetik kaynaklar aranmış ve halk demokrasilerine içkin demokratik halk devrimi stratejisi bulunmuş, bu da anti-tekel mücadele gibi Batılı motiflerle takviye edilmiştir.

Devrimci gençlerin TİP’ten uzaklaşmalarının ve 12 Mart’tan sonra sonsuz bir çeşitlenmeye uğrayacak olan THKO, THKC, TİİKP, TİKKO şekillenmesinin içinde MDD’cilik bir düzlem olarak vardır.

Karşı tarafta da TİP vardır; ama TİP içinde de Behice Boran ve Emek Dergisi’nin sosyalist devrimciliğe çok yaygın destek buldukları söylenemez. Aybar değil, sendikacılar değil, Kürt grubu “Doğulular” değil… TİP’in yanında tutum alan ve Türkiye’de fiili varlığı söz konusu olmasa da prestijsiz olduğu kesinlikle düşünülmemesi gereken TKP de sosyalist devrimci değildir… Ve son olarak ayrışmada partide kalan gençlerin de büyük çoğunluğunun örgütsel motivasyonlarını strateji tercihinden almadıkları 12 Mart çıkışında berraklaşacaktır. Ne TSİP kuruluşuna, ne de TKP’nin 73-74 Atılımına omuz veren gençler sosyalist devrim stratejisine sadıktır.

En açık seçik haliyle MDD ise 9 Mart 1971 sol darbe girişiminin fos çıkmasıyla birlikte boşa düşer.

Son olarak, Türkiye solunda bir sıçrama veya kopuşun MDD ile gerçekleşmesi için, en azından öncesinde MDD’den ziyade SD tezine yakın bir sol statüko olması gerekirdi. Öyle bir şey de yoktur. Türkiye solu kısa Mustafa Suphi hamlesi dışında her zaman aşamacılığı benimsemiştir.

Bu tabloya karşın 68’in bir gündem maddesi elbette strateji tartışmasıdır.

Kadrolar, kişiler, tartışmalar… ne kadarı politik?

Bana sorarsanız, kişisel anlaşmazlıklar siyasal anlamla bütünleşmediklerinde “realize” olmaz ve silinirler. Tersinden söylersem, toplumsal sonuçları olmuş anlaşmazlıkların kişiselliğe indirgendiği durumlar sorgulanmalı, kişisel denen çelişkilerin siyasal bir özü perdeleyip perdelemediğine bakılmalıdır.

Bunu yaşananları aklamak için değil anlamak için öneriyorum.

1960’lar sol siyasette kişisel figürlerin hızla çoğalmasına sahne olmuştur ve buna kişisel görünen çatışmalar da eşlik etmiştir. Ancak tablo buna indirgenmemelidir. Örnek vermek en iyisi:

TİP’te 1962’de yönetimi devralan (kural olarak) TKP kökenli, formasyonlarında TKP’nin payı olan sosyalist kadrolar ile eski TKP’liler arasında gerilim vardır. Adı konmayan bu gerilim TİP’in devlet karşısında korunması, iktidara kolay kapatma gerekçesi hediye etmeme duyarlılığıyla alakalıdır.

Bu gerilim başından beri kadrolar arası çatışma ve taraflaşmalara sahne olan, özellikle 1951 Tevkifatındaki iç sorunlardan ve Şefik Hüsnü’nün kaybından sonra bütün kamuoyunun saygısını şahsında birleştiren herhangi bir kişinin kalmadığı TKP’den bu nedenle de uzak durmayı kapsamaktadır.

Türkiye’deki eski TKP’liler Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı, aynı zamanda 27 Mayıs’a, Yön hareketine daha yakın durmaktadırlar. TİP’in kendi güvenliği için bunlardan uzak durması yumuşak biçimde ideolojik-politik ayrımla donanmıştır.

Sonra iş obsesyon derecesine varmıştır. Senatör Niyazi Ağırnaslı’nın yurtdışında bir komünist partiler toplantısına katıldığı için TİP’ten ihraç edilmesi obsesif bir tutuma benzemektedir. 1966 Malatya Kongresinden sonra ise MDD’ci avına çıkıldığı anlaşılmaktadır.4

Aybar ile Boran’ın sosyalist ülkelerin Çekoslovakya’ya askeri müdahalesi sırasında eleştirel tutum almakta ortaklaştıkları biliniyor. Boran’ın daha sonraki yıllarda Leninist enternasyonalizmin sadık bir izleyicisi haline gelmesi, buna karşılık Aybar’ın anti-Leninist kesilmesi, zaman zaman geriye doğru yanlış okunmuş ve 1960’ların sonlarındaki Boran-Aybar çelişkisine buradan anlam yüklemek denenmiştir. Yanlış okumaya dayalı bu yönelim tamamen açıklayıcı olmamakla birlikte nüve halinde bir çelişkiyi varsayılabiliriz.

Üstelik Aybar’ın popülizmine işaret eden yorumlar haksız görünmemektedir ve Boran’ın bu çelişkiler içerisinden süzülerek politik kimliğini daha da geliştirdiği söylenebilir.5

MDD’ci suçlamasıyla atılanlardan sonra, kalanlar arasında da çözülüşe benzer biçimde bölünmeler yaşayacak olan TİP, 1968 gençliğinin çoğunluğunu hoyratça uzaklaştırmıştır.6 Bu uzaklaştırma, daha sonra gençlerin bir işçi sınıfı partisi çatısına sığmayacak eylem çizgisine yönelmeleriyle meşrulaştırılamaz. Çoğu durumda ideoloji ve siyaset, örgütsel kopuştan sonra gelmiştir çünkü. TİP ise gençliğin enerjisi karşısında kendisini belirgin biçimde kasmaktadır:

“Biz o günlerde o kadar kendi başımıza ve o kadar yalnızdık ki, hiçbir partiden en ufak bir ilgi görmüyorduk. Özellikle TİP ortalarda yoktu. Daha doğrusu bizimle hiç ilgisi yoktu.” 7

Daha fazlasını Nabi Yağcı, Elele Özgürlüğe başlıklı söyleşi kitabında anlatmakta, İstanbul Üniversitesi işgaline FKF’nin en başından katılımının Parti tarafından önlendiğini not etmektedir:

“Mehmet Ali Aybar bizi dinledi, kesin ve kararlı bir ses tonuyla ‘Asla olmaz’ dedi, ‘faşizm gelir, işgal yanlıştır.’ Kuşkusuz neden yanlış olduğunu uzun uzun anlattı. Biz çıktık, ertesi sabah İstanbul Üniversitesi Merkez Binası’nın bahçesinde bir köşede bildirilerimizi yaktık, iyi hatırlıyorum, hırsımızdan ağlıyorduk.” 8

TİP’in süreci neden yönetemediği başka bir tartışmadır ve “yönetebilseydi ne olurdu” spekülasyonundan uzak yürütülmelidir.

Obsesyonun gerçek kaynağı

1960’lar TİP’i uzun zamandır “kör ölür badem gözlü” muamelesi görüyor solda. 1991’de TBKP’nin kapatılması ile 1996’da ÖDP’nin kuruluşu arasındaki zaman dilimi, bir birlik partisi olarak TİP övgücülüğünün tepe yaptığı yıllar olmuştu. Sonrasında solda ne zaman daha etkili bir siyasal varoluş özlense, ah dendi, TİP gibi bir parti olsaydı… İlginç olan bu yorumun sahiplerinin önemli bölümünün 1960’lar TİP’ini parlamentarizm, pasifizm ve reformizmle eleştiren, sosyalist devrim tezi ve programını ise aşırı solculuk ve sekterlik sayan çizgilerden gelmiş olmalarıdır. Bu konulardaki görüşlerini değiştirdiklerine de rastlanmamıştır.

Oysa Türkiye İşçi Partisi siyasette yaptıkları nedeniyle eleştiriyi fazla hak eden bir parti değildir. TİP’in siyasette yapmadıkları, boş bıraktıkları sorundur. Örnek olsun, TİP’in kimilerinin sol darbe beklediği başkalarının silahlı ayaklanma fantezisi kurduğu 12 Mart eşiğinde faşizm uyarısında bulunması hakikaten benzersizdir. Aynı TİP’in bu uyarı doğrultusunda adım atacak hali olmadığını söylemek haksızlık olmaz. TİP 12 Mart’ta hapiste askıya alınan bir partidir…

Örgütsel alanda ise durum tam tersidir. TİP’in örgütsel yaşamından ders diye çıkartılacak pek az şey bulunabilir, çünkü siyasette legalist olmayan TİP örgütte legalisttir… TİP sadece gençliğin coşkusunun kabına sığmamasından endişe etmekle kalmış değildir ki. TİP 15-16 Haziran’da nerededir? TİP’li sendikacılar görevlerinin başındadır ama bunun ötesinde bir mücadele bütünlüğü yoktur.

1960’lar Kürt dinamiğinin de kendi kabından dışa çıktığı yıllardı. Doğu mitingleri TİP tarafından düzenlendi. Peki TİP’in Kürt kadroları işçi sınıfı partisinin neresinde nasıl duruyorlardı?

Mehmet Ali Aybar’ın 1969 seçimlerinde çıtayı “başa güreşme” noktasına koymuş olmasının arkasında bunca kitlenin ve dinamiğin TİP’in içinde ve arkasında oldukları gerçeği vardı. Ama seçim bunların bütünleştirilmesi için tamamen yetersiz olduğu gibi, yüzde 3’e yakın bir oyun kaça yükselmesi o partiyi başa güreştirirdi?

İşin açıkçası ve sözün kısası, TİP 1965 seçimlerinden sonra ne yaptığını bilen bir parti olmaktan çıkmıştır. Zaman hızla akarken TİP kendini korumaya çalışmış ve tekrar edeceğim, kasılıp kalmıştır. Yukarıdaki uyarıdan sapmayayım ve devrimci manevralarda bulunmaktan ürkmeyen bir TİP’in böylesi bir kadro birikimine sahip olup olmadığını, sahip olsaydı neler yapabileceğini speküle etmeyeyim.

Birinci Türkiye İşçi Partisi’ni içinden “herkesin çıktığı” bir ana kaynak olduğu için takdir eden, yani çıkışa ve dağılışa romantik bir sempati yükleyenler aynı zamanda “birlik” de isterler. Lakin bilmezler ki, TİP tipi bir örgütsel birliğin dağılması kaçınılmazdı! İşçi sınıfını, Kürtleri, gençliği, aydınları bir arada tutmak için gereken tutkal yoktu.

Obsesyonlar TİP’i kurutuyordu ve kendiliğinden akış devam etseydi TİP solun legal Marksist dönemi olarak kayda geçip gidecekti belki de. Belki de Batıda devrimciliği kuşkulu hale gelmiş “kurumsal sol”un 68 devrimciliğini kendisinden itişi gibi algılanacaktı giderek.

Tartışılmaya değer bulduğum bir başlık açıp orada bırakacağım. Kurumaya ve önemsizleşmeye giden TİP, çok da ilgili görünmediği 1968’in hengamesinden çıkabildiyse bunu sosyalist devrim teorisine borçludur. Mahir Çayan’ın TİP’i içine sokup üstüne “Aybar-Aren-Boran oportünizmi” yazmayı önerdiği kutu Boran’ın sosyalist devrim teorisine dar gelmiştir.

Ve sosyalizm!

Uluslararası bir devrimci dalganın parçası olmakla birlikte, onunla birlikte açıklanamayan Türkiye 68’i sonradan tornaya sokulmak istendiyse bunun baş sorumlusu Maoculuğa aittir. Hakiki ve yerinde, tarihsel bir karakteristik olan antiemperyalizmin, sosyalizmden kemalizme doğru çekiştirilmesi bir tornadan geçirme işlemidir.

Oysa bir başka 68’li Faruk Pekin çok haklı biçimde Türkiye 68’inin Samsun-Ankara yürüyüşü veya üniversite işgallerinin ötesinde, aynı zamanda grevler, fabrika ve toprak işgalleri olduğuna işaret eder. Devrimci gençler de 15-16 Haziran’da ve topraksız köylünün yanındadır. Dahası: “O fabrikaların kapısında işçilere, tarla işgallerinde köylülere destek veren gençlerin çoğu 12 Mart sonrasında ‘antiemperyalizmden’ değil, ‘sosyalizm’den yargılandılar, hüküm giydiler…”9

Tam da böyledir. Başka yerlerde, örneğin Prag Baharı ve Polonya gösterileri üzerinden antikomünizmin içine yerleştiği 68 deneylerinde sosyalizme yöneliş genel ve naif kalmış, tersine var olan sosyalizmle hesaplaşma güdüsü kendini hissettirmiştir. Türkiye’nin 68’lileri kural olarak sosyalisttir. Öne çıkan unsur gençlik olsa bile, Türkiye’nin 68’i çok daha geniş bir toplumsal satıh üstüne yayılmıştır. 1967 DİSK’i de 15-16 Haziran’da oradadır. 1968 bizde 1960-80 aralığını dolduran sol yükselişin canlı momentlerinden biridir.

Bu geniş sathın üstüne görkemli bir binanın inşa edilememiş olmasıyla 68’in bir yenilgi olması bir ve aynı şeydir. Yeni toplumsal hareketler demiştik başlarda…  İktidar perspektifine sahip bir işçi sınıfı partisi, toplumsal hareketleri yönlendirir ve biçimlendirir. İktidarı hedeflemeyen bir parti ise toplumsal hareketlerle rekabete sürüklenir. İşçi sınıfı partisinin zaafı kendini gösterdi mi, o an işçi sınıfıyla didişen yeni toplumsal hareketlerin içine başkaları akar. Lenin’in Ne Yapmalı’da anlattığı gibi kendiliğinden hareket, aslında düzen yanlısı bir harekettir. Toplumsal hareketler işçi sınıfının hegemonyası ve liderliği altına girmezlerse burjuvazinin hegemonyası ve liderliğini kabullenirler. TKP’nin var olmadığı ve TİP’in gölgesinden ürktüğü bir tabloda, geleneksel sol sanki nüfuzunu yayma hedefini değil, herkesi kendinden uzak tutmayı gözetmiştir! İşçi sınıfı partisinin devrimin toplumsal dinamiklerine önderlik etmeyi öğrenmesinden başka yol yoktur.

50 yıl sonra bize kalan ve hâlâ ayıklanmayı bekleyen işte bu dersler yığınıdır.

Dipnotlar

  1. Fatmagül Berktay, “Yuvarlak Masa: 68’lilerin Gözünden 1968”, Toplumsal Tarih 293, Mayıs 2018, s.10
  2. Detaylara girmeyeceğim, ama sosyalist ülkelerde sonraki 15 yıl içinde büyüyen karşıdevrimci potansiyel üzerinde durulması ayrıca gereklidir. Politik iktidarı hedeflemeyen, toplumsal yaşam düzleminde tanımlanan bir dönüşüm, sosyalist ülkelerde anti-komünizmi kamufle etmiştir. Alman Yeşillerin serüveni ise Alman emperyalizminin sözcülüğünde son buldu…
  3. Elbette NATO ve CENTO’ya bağlılığını o zamanlarda Amerikancı faşizmin kadrolarından olan Türkeş’in ağzından ilan eden 27 Mayıs 1960 hareketinin kendisinin antiemperyalist karakter taşıdığını söylemiyorum. Yalnızca; 27 Mayıs’ın parçası olduğu kalkınmacı /sanayici paradigma toplumsal planda antiemperyalizmle çatışma içinde değildi.
  4. Rasih Nuri İleri aynı süreci Türkiye İşçi Partisi’nde Oportünist Merkeziyetçilik 1966-1968 kitabında inceler (Yalçın yayınları, 1985). İleri strateji tartışmasına sınırlı anlam yüklenebileceği konusuna da örnek oluşturur. Dönemin MDD muhalefetinin başı çeken isimlerinden olan İleri’nin hiçbir zaman bir strateji olarak MDD’ci olmadığını anlatışının tanığıyım.
  5. Bu konuda erken yorumlardan birinin sahibi kısa süre önce yitirdiğimiz Ahmet Hamdi Dinler’dir. Bakınız: TİP Tarihinden Kesitler, Gelenek yayınları.
  6. Mehdi Beşpınar şu anda TKP bünyesinde sürdürülen sözlü tarih çalışmasında kendisinin de okumadan ve önemsemeden imza attığı bir metin nedeniyle ihraç edilişini anlatır.
  7. Bu satırlar Harun Karadeniz’e ait: Olaylı yıllar ve gençlik, May yayınları, İstanbul 1979, 7. Baskı, s.149
  8. Yağcı, Elele Özgürlüğe, Belge yayınları, İstanbul 2018 (Söyleşi: Hüseyin Çakır), s. 162.
  9. Faruk Pekin, “68’de Galiba Epeyce de Sosyalizm Vardı”, Cumhuriyet gazetesi, 26 Mayıs 1998 https://www.academia.edu/15346396/Faruk_Pekin_G%C3%96R%C3%9C%C5%9E_68de_Galiba_Epeyce_de_Sosyalizm_Vard%C4%B1_Cumhuriyet_26.05.1998