’97 Yazında Sınıf Tezleri
Türkiye sosyalist hareketi işçi sınıfı politikalarına ilişkin artık “özgürleşti.” Egemen sendikacılığın son durağa gelmesi, bu tırnak içinde özgürlüğün kaynağı. Sosyalistler, sendikal hareketin tam anlamıyla ya ihanet ya da tıkanma evresine gelip dayandığı bir konjonktürde, perspektif üretimini belirli açılardan kısıtlayan kısmi kazanımlara ve gözetilmesi gereken dengelere sahip olmama durumunu bir avantaja dönüştürmelidir. Elbette içinde bulunduğumuz konjonktür kendi haline bırakıldığında hiçbir anlamda olumluluk içermiyor. Ancak benzeri kriz koşulları devrimci iyimserliğin siyasal yaratıcılıkla birleşmesi halinde aynı zamanda ön açıcı olacaktır.
Özgürleşme sözcüğünü asla sorumsuzluğa kapıyı açacak biçimde yorumlamamak gerekiyor. Bunun güvencelerine sahip olup olunmadığını ise ancak ortaya atılan görüşlerin içeriğiyle test etmek mümkün. İsterseniz bu teste dair bir ön fikir vermek üzere geçmişe yönelik kimi sorumsuzluklara kapıyı kapatalım.
Hak teslimi
Türkiye sosyalist hareketinin sendikal alanla ilişkisinde en pozitif ve verimli evreyi, tüm sıkıntılarına karşın 1967-77 dönemi oluşturur. Bu evrenin içinde ve sonrasında, yakın geçmişimizde pozitif onlarca olgu yer alıyor. Perspektifimiz önce, haksızlık etmemekle yola çıkmalıdır.
DİSK’in devrimci döneminin oluşturduğu örnek, kısmi kazanımlar ve gözetilmesi gereken dengelerle doludur. Marksizmin geleceğe uzanan devrimci ütopyasını paylaştıkları çok tartışmalı olan sol sendikalistlerin DİSK deneyimi aracılığıyla sosyalist hareketle paralel bir rotaya sokulması hem bir kazanımdır, hem de bir dizi denge anlamına gelir. Bu tarih bizim tarihimizdir ve kazanımlarına sahip çıkmak boynumuzun borcu. Yüzünü geleceğe dönen sosyalistler DİSK deneyiminin yargılanmasıyla ancak bir yere kadar uğraşma özgürlüğüne sahiptir. Oysa bu geçmişte yargılanacak ne çok şey var!..
Yargılamanın ipuçlarını Gelenek’te bol bol sunduk. Ama eleştirelliğimiz sol sendikalizmin bir dönem sosyalist hareketle paralel bir konum aldığım görmemizi ve bundan Türkiye sosyalist hareketine olumlu pay çıkartmamızı engellemedi. Aynı akımın sosyal-demokrasiyle paralel düşmesi ise köprülerin atılması için yeterli koşulu oluşturur. TKP’ nin başta TİP’ liler olmak üzere sosyalistleri tasfiye girişimleri ve DİSK’in sosyal-demokrasiye teslim edilmesinin günahı, işçi sınıfı mücadelesine bağlılığını sürdürmüş olan sendikacıları ve hele her örgütten, hatta sosyal-demokrat sendika aktivistlerini, işçi önderlerini pek az bağlar. TİP ‘lilerin tasfiyesine itiraz ise hiçbir biçimde bu partinin bir bütün olarak ya da sendikal alandaki etkinliği boyutuyla sahiplenilmesi anlamına yorumlanmamalı. TİP’ li sendikacı ve aktivistlerin değeri 12 Mart çıkışında DİSK’in sosyalizmle kurduğu somut bağı simgelemelerindedir; kadroların bu misyonu kavrayıp kavramamalarından ve hakkını verip vermemelerinden bağımsız olarak…
Türkiye İşçi Partisi’nin parti organlarında yandan fazla işçi kotası ilkesinin merkez kurullarda sendikacı ağırlığı olarak pratiğe tercüme olmasının anlamı çok yönlüdür. Mutlaka yargılanması gereken bu nokta, birincisi, marksist aydınlarla sol sendikalizmin siyasal örgüt içindeki ittifakını sağlamıştır; “parti içinde ittifak” leninist örgüt anlayışının çok uzağında kalır.
Ama ikinci açıdan bu tercih, işçi sınıfı ile sosyalist ideolojinin yan yana getirilmesi demektir ve bu haliyle Türkiye sosyalist hareketi için topluma sunulan vitrinde büyük bir sıçramayı anlatır.
Son nokta ise, sendikacı ağırlığı TİP’i dinamik bir yapı taşımaktan uzaklaştıran, pragmatizmin ağırlık kazanmasına ve uzlaşmacı salgıların boy atmasına zemin oluşturan bir faktördür.
Örnek olsun, sendikal hareket ile sosyalist siyasetin olumlu ilişki tesis ettiği 67-77 döneminin grafiğin yükseliş gösterdiği TİP evresi, bir yandan gerilemenin tohumlarının serpildiği mevsim de olmuştur.
TKP’nin sorumluluğu ise DİSK’in sosyalizmle bağının kesilmesini ören sürecin altyapı çalışmasındadır. Kadrolarının sosyalizme bağlılıklarından yine bağımsız olarak…
Kamu emekçileri hareketinin kazanımları bu hareketi omuzlarında yükselten devrimci demokrat, sosyalist ya da eski-sosyalist kadroların kimliklerinden öte bir değer taşır. KESK’i klasik bir düzen içi kurumsallaşma arayışına sokan ve bugün giderek etkisizleşmesine yolu açan kadrolar aşağı yukarı aynı kesimdir. Bugünkü gidişat kamu emekçileri hareketinin Türkiye işçi sınıfının 1990 dönemecine kazandırdığı soluğu önemsiz kılamaz.
Aynı değerlendirme Bahar Eylemleri’nin aktivistleri için de geçerlidir. Bugün hangi yollarla likide olmuş olursa olsun bu kuşak da sınıf mücadelesinde ciddi kazanımların bir dönemliğine temsilcisi olmuştur.
Hak teslimi görevini yerine getirmek, özgürleşme imkanını bulan sosyalist zihinlere sorumluluk bağlarını hatırlatmak için gerekiyor. Ancak sosyalist zihnimiz bir hak dağıtıcısı değildir. Ve sınıfımızın geçmişindeki her deneyimin gerçek değeri kollektif hafızaya bıraktıkları ile ölçülerek yerli yerine oturacaktır.
Bir diğer örnek; DİSK deneyi Türkiye’nin sınıf mücadelesi arenasında aradan geçen 20 yıla yakın süreye karşın hala canlıdır ve bir “devri saadet” çağrışımı yapmaya devam etmektedir. Bu hatıranın teori ve tarihçilik mesleği açısından düzeltilmesi mutlaka gerekiyor; ama geçmişimizdeki kimi dönemleri önsel olarak olumlayan bir sınıf duyusunun, mücadelenin bugünü açısından ciddi herhangi bir sakıncası bulunmuyor. Tersine, Türkiye işçi sınıfının geçmişinde cesur ve onurlu çıkışların bulunduğu düşüncesi, bugünün sendika aktivistlerini ve sosyalist-militanlarını cesaretlendirecek bir faktördür. Bu hatıranın arı bilimsellik adına budanması, ideolojik ve siyasi doğruluk testinden sınıfta kalacaktır. Teori ve tarih bilimi adına yapılacak düzeltmelerin zamanlaması sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına bakılarak saptanmalıdır.
Öte yandan Bahar Eylemleri’nin bıraktığı iz pek siliktir. Kamu emekçileri hareketi gerilemeye devam ettikçe, birkaç yıl öncesinin kitlesel mücadele dinamiğiyle değil icazet dilenen memur kimliğiyle kollektif hafızaya kaydedilmek tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadır. Bu durumda Bahar Eylemleri sonrasında işçi sınıfının “doğal önderler” kuşağının bürokrasi tarafından teslim almışının ve kamu emekçileri hareketinin reformist ya da devlet solu bir akım tarafından iğdiş edilmesinin kıyasıya eleştirisi, bugün sosyalist hareket için kesinlikle yol açıcı olacaktır.
Türkiye işçi sınıfının kimliğine, kültürüne yapılan kalıcı katkının niteliğidir ana konumuz. Bu katkı ise soyut bir unsur olamaz. Bir deneyim yarattığı kimlik ve kültürü, doğrudan, etiyle kanıyla kadrolara mal ettiği ölçüde kalıcılaşır. Gerisi, bugün olmasa da on yıllar soma tarih araştırmacılarının keşfine konu olabilir ancak.
Kalkışma için tezler
Giriş bölümünü kapatıyorum ve bir dizi tez ve saptamayla devam ediyorum. Aşağıda yazılacaklar arasında geleceğe dönük olanların “tez” diye nitelenmesinin nedeni, yeterince araştırma arka planına dayanmamak değildir. Yazılanların kanıtlanmayı bekleyen birer tez olmaktan çıkmaları için bir doğruluk testine ihtiyaçları vardır. Ve bu test siyasi mücadelenin konusudur… Bir de, yazma fiilinin kendisi de siyasal mücadelenin bir alanı olmakla birlikte, ayrı bir emek konusudur ve aşağıda yazılanlar geliştirilmeyi, başka dönem analizleriyle bütünleştirilmeyi beklemektedir.
- Türkiye sosyalist hareketi geç kalmıştır.
Türkiye sosyalist hareketi 1980’lerin ortalarından itibaren korunma dönemini terk ederek yeniden yapılanma evresine girdi. Bu evre onlarca devrimci demokrat ya da geleneksel sol unsurun beceriksizliğiyle damgalıdır. Sol, uluslararası karşıdevrimin ve 12 Eylül iflasının yıkıntıları arasında pusulayı kaybetmiştir. Aynı öznel kısırlık pusulanın bulunmasını engelleyen faktördür. Bu yitimi, burjuvazinin ulusal ve uluslararası ölçekteki saldırılarına değil de, doğrudan 70’li yıllardaki hareketin niteliksizliğine bağlamayı tercih edeceğim. Dünyanın hiçbir yerinde bir marksist hareketin on küsur yıl geride kalan bir yenilgiye, ne kadar derin olursa olsun, faturayı kesmeye devam etmesinin haklı tarafı olamaz. Kaldı ki, yenilmiş olmak, siyasal mücadelede başlı başına affedilemez bir kusurdur.
Yine sosyalist sistemin dağılması, bir marksist örgütlülük için olsa olsa nesnel bir kısıttır. İşlerin daha zorlaştığı açıktır, ama faturanın başka ülkelerdeki hainlerimize havale edilmesi saçmalık olur.
Sol hareket 80’lerin ortalarında girilen yeniden yapılanma evresinde fazla oyalanmış ve onlarca öznel hata, bir sosyalist kolun yeterince güçlü çıkış yapmasının önüne engel çıkartmıştır. Sonuç, gecikmişliktir.
Sosyalist hareket, 80’lerin sonlarındaki işçi dalgasını nefessiz ve sahtekar bir takım unsurlara terk etti. Bunlar izleyen dönemde kendilerini fesheden, tüm sınıf iddialarım bırakarak “dünyanın değiştiğine” kani olan, ya da siyasal maceraları sürmekle birlikte burjuvazinin liberal ya da kemalist akımlarına eklemlenen siyasetlerdir. Sosyalist hareketimizin bu işçi dalgası üzerinde kayda değer bir etkisi olmamıştır.
Sosyalist hareketin gecikmişliği, kendisini burjuvazinin ideolojik kuşatması karşısında da gösterdi. Özelleştirme eksenli liberalizmin altını oyan bizzat burjuvazinin yönetsel krizi oldu. Somut olarak islamcı gericilik “snob liberalizmini” zayıflatmakta daha önemle bir fonksiyon görmüştür. Sosyalizm, ancak solun diğer kesimlerine “liberalizme mahkum olunmadığı” yönünde bir mesaj vermiş, “sol içi” bir iş görmüştür.
Sosyalist hareket, Kürt dinamiği konusunda da gecikmiş durumdadır. Bir kaç kez tepeye vuran ve bir kaç kez dibe oturan Kürt hareketinin sol-emekçi kimliğe daha yakın konumlanması nesnel olarak mümkünken, bu yönde müdahaleler az sayıda marksist aydının üzerine yıkılmıştır. Oysa sonuç alabilecek, geleceğe taşınabilecek tek kanal örgütlü siyasal hareket kanalı olabilirdi…
Sendika bürokrasisinin, yakınma gelen solu ehlileştirme operasyonlarına aptalca bir pragmatizmle alet olan sol kesimleri bir kenara bırakıyorum. Bunun dışında örgütlü sosyalist hareketimiz sendika bürokrasisinin sınıf hareketini tam bir atalete gömmüş olduğu bugünkü aşamaya kadar kayda değer bir müdahalede bulunabilmiş değildir.
Gecikmenin sosyalist hareketin öznel tarihinde meşru ve haklı mazeretlerini bulmak elbette mümkündür. Ancak sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarının eksene yerleştirildiği bir boyuta geçildiğinde, siyaset bu öznel gerekçeleri dinlemeyecektir.
Bugün Türkiye sosyalist hareketinin çok acelesi var. Sosyalist hareket sınıf mücadelesi ile arasındaki mesafeyi kapatmakla yükümlüdür.
- ·Türkiye işçi sınıfı takvimi belirsiz bir süre için siyaset dışına çıkartılmış bulunmaktadır.
Türkiye işçi sınıfı sosyalist girdileri unutmuş bulunuyor. 12 Eylül karanlığından soma bütünüyle ekonomist bir mücadele sınıf kitlesinin bağrından kendiliğinden yükselebildi. Bu açılışın sosyalist hareketi göreve çağırma anlamında görevini yerine getirdiği söylenmelidir. Oysa sol bu çağrıyı pratik mücadele yönünde algılamanın uzağında kalmıştır. Türkiye’nin kendiliğinden bir hareketlilikle sarsıldığı günlerde sol bu durumu en fazla “sınıf mücadelesinin bitmediği” yönünde Ortodoks yaklaşımların elini güçlendirmek biçiminde kullanıma sokabildi.
Bu kullanım bir ihtiyacın ürünüdür. Sarsılan sol, yalnızca liberal ve dönekleriyle değil ortodoks ve devrimci kanatlarıyla da sınıf gerçeğini yeniden görme ihtiyacına gömüldüğü için çağrıyı yalnızca iç ihtiyaçları doğrultusunda algılayabildi.
Bu evrede bir dizi sol kesimin derlenip toparlanma sürecini zorladıkları doğrudur. Ancak bu kesimlerin kendilerini bir özne olarak kurmak sorunuyla karşı karşıya oldukları hatırlanmalıdır. Geleneksel solun birkaç kadro öbeğinin bu öznel gecikmişliği aşıp sınıf mücadelesinde anlamlı bir taraf oluşturmaları mümkün olamadı.
Geleneksel solun dışında ise işçi dalgası uvriyerizmi besledi. Geçmiş deneyimlerinde işçi sınıfını önemsemediklerini fark edip birdenbire “buldumcuk” olan bu hareketlerin yaklaşımı sosyalist harekete “müdahale misyonunu” hatırlatmak yerine, içinde kendi öznelliklerini de yeniden kurabilecekleri bir kurtuluş yolu olarak kavrandı. Teorisiz devrimci demokrasi, geçmiş başarısızlıkların yenilgilerin, iç çekişmelerin, kariyerizmin nedenini keşfetmişti. İşçi örgütlenmesinin, sınıf kültürünün eksikliği bir ilk günah derecesine çıkartılıyordu. Oysa kendine hayrı olmayanların, kitlelerden hayır beklemesinin de herhangi bir sonuç getirmesi mümkün değildi.
Sonuç aldığım iddia edenler var… Bugün sendika bürokrasisinin çeşitli kesimleri üzerinden siyasal hareket örgütlemiş olan sol öbeklerin, sosyalizm adına bir sonuç almadıkları açık olmalıdır. Düzen kendiliğinden işçi hareketini bürokrasiyle teslim almış, bu arada bürokrasiye tutunan kimi solcuları da kendi mecrasına çekivermiştir.
Geçtiğimiz on yıl dönemecindeki işçi dalgasını izleyen olgu, sol ideolojinin boşlukta bıraktığı ve liberal burjuvazinin düşman bellediği alanın islami gericilik tarafından fethedilmesi oldu. Sendika bürokrasisi içinde kısmi mevziler elde eden gericiliğin asıl başarısı, emekçi yığınlara yaydığı umutlar ve militan bir taban örgütlülüğü üzerinden geleneksel taşra kalelerinden çıkıp büyük kentleri fethetmek olmuştur.
1990’ların ortalarına doğru, Bahar Eylemlerinin mücadele öncülerinin üç alternatife evrildikleri görülmüştür: Birincisi tasfiyedir. İkincisi bürokraside yükselenlerdir. Son olarak da, öncülük konumunun daha durağan “temsilcilik” statüsüne dönüşmesidir. Siyasi nabız yoklamaları birinci yolun devrimcilere, ikincinin soldan çarkedenlere açıldığını, sonuncunun ise islami gericilik tarafından kuşatıldığını hatta ele geçirildiğini gösteriyor.
İçinde bulunduğumuz 1997 yılı ise islami gericiliğin başını duvara çarptığı yıl olarak tarihe geçecek. Bu noktada yıllardır belediyelerde Refah yönetiminin emek düşmanı karakterini deşifre eden mücadelelere, şeriatçılığın da önünde sonunda kapitalist düzene bağlı bir akım olduğu yönündeki propagandaya düşen katkı payı abartılmamalıdır. Direnişlerin büyük çoğunluğu gerisinde pek az sol kadro, bir ölçüde sola sempati, ama en geniş ölçüde mücadele yılgınlığı bıraktı. Örgütlü müdahalelerin istikrarlı kılınamadığı ve toplum ölçeğinde bir sosyalist bombardımanla birleşemediği durumlarda, kitleler için yılgınlık kaçınılmaz olmaktadır…
İşçi hareketi içindeki gerici mevziler taban hareketi karakterinden çok, sarı (isterseniz yeşil) sendikacılık ve “partizan kadrolaşmaya” yaslandı. İşçi sınıfı kimliğinde ısrarlı olması beklenemeyecek bir akımın, kazanımlarını kısa yoldan büyültmek istemesi ve bu yollara başvurması da olağandır. Yalnızca belirli işletmelerde etkinlik sahibi olabilen, başka bir deyişle “nokta operasyonu”, -üstelik birbirinden bağımsız ve habersiz kollektifler eliyle koordinasyonsuz ve politikasız nokta operasyonları- yürüten solun, devlet ve sermaye olanaklarını da arkasına almış gericilik karşısında fazla yapacağı bir şey olmamıştır.
Gericiliğin kafasını bir duvara çarptıran burjuva restorasyon sürecinin kendisidir. İçinde bulunduğumuz evrenin, yakın geçmişte kapitalist düzenden duyulan huzursuzluklar kanalıyla RP’ye taşınmış “sempatizan işçi kitlesinin” gemiyi terk etmesine sahne olacağı, kısa süre sonra açığa çıkacaktır. Refah, büyük kentlerde 1994 ve ’96 seçim zaferlerini tekrarlama imkanını artık bulamayacaktır. Akış ise, bu kitleler söz konusu olduğunda sola yönelik olmayacaktır.
İşçi sınıfının Refahçılaşmış kesimlerinin aynı zamanda şeriatçılaştığım söylemek elbette mümkün değil. Yaşanan daha çok bir tür ittifaktır. Ancak her ne saikle olursa olsun, gericiliğin karşı-devrim uçlarına kadar çekilebilmiş bu emekçi kitlesinin, yörünge değiştirmesindeki ana etken yine sosyalist hareket olamamakta, müdahale bir kemalizm/liberalizm bulamacı tarafından gerçekleştirilmektedir. 12 Eylül’ün devletçi ya da güce tapman kitle psikolojisinden ve ANAP liberalizminden yaşanan kopuşlardan farklı bir olgudur bu. Bu ikisinden, kendiliğinden bir solculaşma, ya da sola açıklık türemiştir. Bugünkü tablodan benzeri bir eğilim çıkması beklenmemelidir.
Restorasyonun emekçi kitlelerine uygun gördüğü pay, depolitizasyon ve düzenin merkez parti ve akımlarına yeniden bağlanmadan ibarettir. Burjuvazinin “öncüleri”, restorasyonun emekçi sınıfları gören pencerelerinden baktıklarında bu bağlanmayı güçlendirecek ek önlemleri de akıl edeceklerdir. Bugüne kadarki restorasyon adımlarında su yüzüne çıkmayan, henüz sıra gelmeyen bu alanın fütursuzca ihmal edileceği zannedilmemelidir.
Restorasyoncu kesimler her tür fütursuzluğu “çeteler” ile “şeriatçıların” üzerine atıyor, kendi zeminlerini ise olgun bir meşruiyetçilikle tanımlıyorlar. Türkiye burjuvazisinin çılgın ve kör bir emek düşmanı karaktere sahip olduğu bilinir. Ancak gün tam da bu sınıf içgüdüsünün akılcı bir rotaya çekileceği gündür. Kim ne derse desin, Ordu Partisi başta olmak üzere restorasyon cephesinin önderleri böyle gaflar yapmayacaklardır. Snob liberalizmin yuppi kadrolarına özgü densizlikler dönemi burjuvazi açısından kapandı.
Bu tablonun gösterdiği plan, işçi sınıfının belirli bir süre için siyaset alanının dışına itilmesidir. Bu kalıcı bir plan değildir, olamamaktadır, kalıcı ürünler vermesi Türkiye toplumunda maddi olarak imkansızdır. Düzenin kuşatmasında gericilik silahı etkisizleştirilmektedir; sendikal bürokrasi ise kendi kendisini etkisiz kılmış ve devrini tamamlamıştır… Şimdi sırada sosyal-demokrasi kozunun olması büyük olasılıktır.
Sosyal-demokrasinin emekçilere yönelik misyonu, depolitizasyon değil politizasyon dalgasını varsaymak durumunda. Oysa restorasyon, tasfiyeler döneminden sonraki evresinde Türkiye toplumunun bütününü depolitize etme arayışına girecektir. Tam da bu sırada işçi sınıfının politizasyonu modelin hiçbir yerine sığmaz. Sosyal-demokrasinin yükselişinin aktif işçi kitlelerine dayanacağı düşünülmemelidir.
Bu sorular kanımca henüz restorasyon liderliğince de yanıtlanmış değil. Şimdilik emekçilere bakan pencerelere özen gösterme ihtiyacını hissetmiş olmadıklarından… Ancak baksalar ne fark eder ki! Yukarıdaki soruların kalıcı ve sağlam yanıtları aslında yoktur. Bu durumda toplumun diğer kesimleri ne yapılırsa yapılsın, konu emekçiler olduğunda depolitizasyon ilke olarak benimsenecektir. Gerektiğinde hareketlendirilen kesimler orta sınıflar olacaktır. Sosyal-demokrasinin esas olarak kentli orta sınıf kitlelerden beslenmesi ise Türkiye’nin siyasal gelenekleriyle tutarlıdır.
Emekçileri durağan bir tabloda tutmak içinse “ne gerekiyorsa o” yapılacaktır. Yeri geldiğinde ekonomist dürtüler ve yaşam koşulları okşanacak burjuvazinin iç mücadele başlıkları aşırı önemler atfedilerek gündeme dayatılacak ulusal meselelere başvurulacak.
Bu programsız müdahaleciliğin bir güvenceye sahip olduğunu kimse unutmamalıdır. Siyaset alanına çıkmaya yeltenen emekçi, dört bir yanında kemalist/liberal bir kuşatma ile karşılaşacak. Daha önemlisi sosyalist hareketin bu kuşatmayla kıran kırana bir kavga verip vermediği, buna bağlı olarak başka bir ideolojik çağrının yankılanıp yankılanmadığı olacaktır.
İşçi sınıfını siyaset alanının dışına itmeye uğraşan müdahaleler karşısında sosyalist hareketin bir yandan yeni bir “çağrı üssü” kurması, öte taraftan da bu çağrının işçi sınıfının içindeki dayanaklarını örgütleyebilmesi gerekiyor.
- · Sosyalist hareket ile “sınıfın çekirdeği” uzak düşmüştür.
1980-90 dönemecinde sosyalist hareketin öznelliği değil işçi sınıfının nesnelliği itibariyle sınıf ile siyasetin birleşmesi olanaklı hale gelmişti. Bunun gerçekleşmemesinden sonra ortaya çıkan tablo biliniyor. Bugün adında emek, sol, devrim, sosyalizm vb. sözcüklerini bol bol kullanan yapılar masa başına oturup bir somut gelişmeye dair fikir yürüttüklerinde yine hiç sıkılmadan “işçi sınıfından kopmayalım” türü ifadelerle sendikaları adres gösterebilmekteler. Bu sözler siyasal örgüt ve partilerin işçi sınıfını temsil etmiyor olmaları gibi bir somut ve tatsız durumu deği,l artık başka bir genellemeyi kastediyorlar. Bu yaklaşıma göre sol siyasi örgütlülük ile işçi sınıfının örgütlülüğü başka başka şeylerdir!..
Bu yapıların sendikaların bugünkü kitlesizlikleri göz önüne getirildiğinde kendilerine haksızlık yaptıkları düşünülebilir. Ancak siyaset alanında irade başlı başına belirleyici öğedir ve kendi faaliyetinin işçi sınıfı kitlesinden farklı bir zemine oturmasına “alışanların” bir daha bu verili kopukluğu giderme şansları da kalmamış demektir.
Geçtiğimiz on yıl kavşağında kaçırılan fırsatın formasyonsuz sol hareketlerde yarattığı deformasyon inanılmaz boyutlarda. Deformasyonun “fırsatın kaçmaması halinde” ortaya çıkmayacağı biçiminde bir iddia elbette spekülatif olacaktır. Ancak işçi sınıfıyla organik bağları güçlü bir sol hareketin varlığı, mutlaka solun geneli üzerinde de sapmaları kontrol altına alacak bir etki yaratırdı.
Peki kaçırılan fırsat tam anlamıyla nedir?
Sosyalist harekette örgüt boyutunun diri tutulması marksist siyasi formasyonla ilintilidir ve doğrudan öznenin sorunudur. Devrimci bir örgüt tarihsel olarak yeterli varlık koşullarına sahiptir ve bu zemini hiçbir gericilik dönemi, hiçbir ihanet öznenin elinden alamaz.
Ancak sosyalizmin, yalnızca tarihsel olarak değil, ama aynı zamanda konjonktürel ve organik anlamıyla işçi sınıfını temsil yeteneği başka bir olgudur. Tarihsel yasallığın güncel temsiliyet ilişkisinde yeniden üretilmesi gerekir. Temsiliyet ilişkisinin ölçütlerinin yalnızca bir tanesi niceliktir. Esas olan işçi sınıfının sınıf ideolojisinin ve kültürünün ürediği odakların yönlendirilmesiyle ilgilidir. Üretilen sınıf siyaseti, sınıfın kitleleri etkileme katsayısı en yüksek odaklarını yönlendiren bir nicelikte ifadesini buluyorsa tablo tamamlanmıştır.
Demek ki, sınıf ideolojisi ve kültürünün üretim imkanlarının emekçi yığınlarının her bir hücresine eşit olarak dağıtmadığını söylemiş oluyoruz. İşçi sınıfının bu anlamda çekirdeğini oluşturan kesimler, dünya ölçeğinde sınıflar mücadelesinin kanıtlarını bolca sunduğu gibi artı-değer sömürüsüne tabi olmanın ötesinde özelliklerle ayırdediliyor. Sınıfın “modern sanayi proletaryası” bölmesi artı-değer sömürüsünün muhatabı geniş işçi kesimlerinin ortak edilemediği niteliklere her zaman sahip olmuştur.
Bu kesim, kapitalist toplumun modernizmini yaşam koşullarında yeniden üretmektedir. Bir işçi kültürünün oluşabilmesi için ortak yaşamsal deneyimlerin istikrarlı bir birikimi gerekir. İşçi, kendisini bir büyük kollektifin parçası ve içinde yaşadığı toplumun muhtaç olduğu değerlerin bizatihi üreticisi olarak hissedebilmelidir. Yalın bir yoksulluk ve ezilmişlik duygusu modern işçi sınıfı kültürünün merkezine oturmuyor. Sınıfın çekirdeği sınıfsal kimliğine sahip çıkan bu kimliği sınıf atlama hülyaları ya da köyüne sığınma kolaycılığıyla terk etme eğilimi taşımamalıdır. Kentlidir ve burjuva dünyasıyla da, ara sınıflarla da iletişim halindedir. Sınıfının en ezilmiş kesimlerinden değildir ve bu unsurlar gibi horlanma giderek de kendi kendisini horlama eksenli bir kültürel kimliksizlik yaşamaz. Ama sömürünün elinden avucundan alıp götürdüklerini görür emeğinin “aslında” dünyanın en büyük gücünü oluşturduğunu sezinler…
Sınıfın çekirdeği tüm bu özellikleri az çok ve görece sürekli bir işe sahip olmakla emek sürecine büyük işletmeler ortamında katılmakla, kendisi ile aynı çalışma koşullarını paylaşanlarla benzer sosyal koşulları da paylaşmakla, birkaç kuşaktır işçilik yaparak kırdan kopuşuyla edinir. Bu kesim, çoğunlukla sınıfın sendikalı azınlığı ve siyasal örgütlülüğe en açık öncü adayıdır. Ve yine bu kesim, somut olarak da belirli sınai üretim işkollarına denk düşmek durumundadır…
Ancak modern sanayi proletaryası emekçilerin ayrıcalık edinmeye en yatkın unsurlarını da içerir. Türkiye işçi sınıfının ayrıcalık üzerinden pasifize edilen böyle bir kesimi vardır. Ancak milli gelir düzeyi bilinen, mülk sahibi sınıflarla emekçiler arasında büyük uçurumlar açılmış olan Türkiye’de bu maddi ayrıcalıklılık asla abartılamaz. Türkiye’de bir işçi aristokrasisinin sınıfı böldüğünden söz etmek anlamlı değildir.
Bölünme belli ölçülerde sınıf içi ücret, çalışma ve yaşama koşullarından kaynaklanıyor. Bu maddi göstergelerin aristokratlaşmak anlamına gelemeyeceği Türkiye’de sendikal, kültürel ve ideolojik parametrelerin önemi öncelik kazanmaktadır. Sınıfın çekirdeği düzen tarafından kültürel ve ideolojik olarak fethedilmiştir. Bu kesim burjuva partileri arasında siyasal gelgitler yaşayabilmekte, dönem dönem siyasal tercihlerinde bu partilere yabancılaşmaktadır. Ancak kültürel ve ideolojik işgalin güçlülüğü bu yalpalamanın sınıf bilincine yolu açmasını engelleyebilmektedir.
İşçi sınıfının stratejik ağırlığı yüksek kesimleri ile geniş örgütsüz ve yoksul yığınları arasında gözle görülür bir mesafe bulunuyor. Sendikal örgütlenme burjuva toplumu içinde belirli bir oturmuşluk ve kurumsallık kazanmasıyla paralel olarak dünyanın her yanında örgütlenme perspektifini bu çekirdekle sınırlandırmıştır. Türkiye’de de sendika bürokrasilerinin sınıfın bütününü gözeten değil, sendikaların kurumsallaşmasını ve kabul görmesini sağlamaya en yatkın kesimlerde biten bir vizyonu olmuştur. Modern sanayi proletaryası hem örgütlenme bilinç ve yeteneğini çabuk edinecek, bir güç olarak kendisini dayatacak bir kesimdir, hem de kültürel ve ideolojik kuşatmaya en yakın, düzenle barışık tutulması imkanı en geniş sınıf fraksiyonudur.
Sendikaların sınıfı bölme işlevlerinin de Türkiye’ye özgü ya da abartılı olduğu sanılmasın. Dünyada İskandinav ülkelerinin devrimci dinamizmden arındırılmış emekçilerini ayırırsak sendikalaşma oranı,en önemli merkezlerde %50’lileri bile zor buluyor. Batı dünyasının yerleşik burjuva demokrasilerinde, işçi kimliğinin saygı gördüğü düzenlerde kurumsallaşmış sendikaların ücretlilerin yarısına ancak ulaşabilmeleri, diğer yarının örgütlenemez olmasından kaynaklanmıyor. Burada belirli stratejik tercihlerin payı görülmelidir.
Kaldı ki,. Amerikan sendikacılığının geçen yüzyıldaki kurucusu Samuel Gompers, sendikaların geçici, vasıfsız işgücünü değil yerleşik, vasıflı, işgücünü örgütlemesi gerektiğini büyük bir açık yüreklilikle deklare etmiştir. Böylelikle Amerikan sendikacılığı aslında İngiliz trade-unionizminin dile getirmekten utanç duyacağı gerici ilkeleri formüle etmekten başka birşey yapmamaktadır. Türkiye ve onlarca başka ülkede sendikacılığın kökeni hem ideolojik hem organik olarak aynı zamanda devlete bağımlı olan ve kendisini mafyatik ilişkiler içinde yapılandıran bürokratik kastlara dayanan Amerikan sendikacılığındadır. Türkiye’de sendikacılığın kamu işyerlerinde çalışan ve mücadeleci gelenekleri değil devlete tabiyet ideolojisi ağır basan kesimlerden başlatılması rastlantı değildir. Sonuç olarak ortaya şu manzara çıkmıştır: Türkiye’de sendikal örgütlenme sınıfın bölünmüşlüğünü aşmaya, maddi ve yapay, ekonomik ve ideolojik sınırları ortadan kaldırmaya dönük bir mücadele tarihine sahip değildir. Sendikalar için en azından, düzenin ektiği bölünmüşlük tohumlarını dert etmedikleri söylenmelidir.
Bugüne taşınan sürecin kilometre taşları başka çalışmaların konusu olabilir. Ancak sınıf mücadelesi tarihimizde sınıfın örgütlü çekirdeğinin solculaştığı periyod olan DİSK deneyimine yeniden değinmek gerekiyor. DİSK’in, 12 Mart sonrasında sosyalistlerin uzaklaştırılmasıyla başlayan ve “çağdaş sendikacı” liberal Budak ekibinin MGK sendikacılığı pratiği ile noktaladığı tasfiye süreci, aslında bir açıdan da “çekirdek” ile sol arasına duvar örme operasyonunun tarihidir. Şu an için, sendikalı işçiyi diğer kesimlere yabancılaştıran bir düzen kurulduğunu saptamak yeterli olacaktır.
- · Kurulamayan bağ: İşçi ile kent yoksulu – fabrika ile mahalle
1989-91 işçi dalgasının püskürtülmesinin sonrasında sol fabrika ile mahalle arasındaki ilişkiyi pek az bölmesiyle bilinçli, çoğunlukla içgüdüsel olarak yakaladı. Kimi yeni solcular için bu kent yoksulu kategorisi işçi sınıfının “değişimini” anlatıyordu ve geleneksel sol ya da komünist sınıf politikalarının geçersizliğinin maddi zeminini oluşturuyordu. Bu geçersizlik iddiası, daha önceleri burjuvazi cephesinden ve işçi sınıfının tarihen bittiği teziyle getirilmişti. “Marksizan yeni sol” ise, tersine işçi sınıfı kategorisinin heterojenleşerek genişlemesini esas alıyordu:
Geleneksel işçi sınıfı politikaları, orta sınıflarla kesişim noktaları üzerinden dönüşecekti… Kesişim noktaları, “ekonomist gelenekselliğe” karşı çevre, kadın, gençlik gibi “yeni toplumsal sorun” ve hareketlere alan açacaktı…
Solun bir diğer kesimi, devrimci demokratlar ise gerçek toplumsal tabanlarını, yoksul/yoksullaşan küçük burjuvaziyi kentlerin varoşlarında bulmaya alışkındır. Tarihsel olarak bir tepkiselliği ifade eden devrimci demokrat hareketler için “yoksulların” örgütlenmesi olağandır. Bu hareketlerin gözlerim üretim birimi/fabrika bazında örgütlenmeye değil, mahalli esaslara çevirmeleri de doğaldır. 1990’lar Alevi ve Kürt dinamiklerinin tırmanışa geçmesiyle kent yoksulu mahallelerini patlamaya hazır hale getiriyor, eşzamanlı olarak devrimci demokrasiye kucak açıyordu.
Kent yoksulu kavramı ilk kez bir parti programına 1992’de Sosyalizm Programı ile girdi. Bizim hareketimiz ne derdini açık açık anlatamayan yeni sol fantazyalarına ne de kurtarılmış bölge hayali görmeye yatkın kafalara prim vermeksizin bir başka halkayı tutmuştur:
Bir; marksist politika tüm toplumsal dinamikleri ve emekçi sınıf kesitlerini modern sanayi proletaryasını merkeze alan bir hiyerarşi içinde kurgular.
İki; kent yoksulları küçük burjuvaziden lümpen proletaryaya uzanan heterojen yelpazesi içinde saf sanayi proleterini pek az barındırmakla birlikte, geç gelişmiş ve krize mahkum kapitalist ülkelerin önemli bir emekçi kesitidir.
Üç; kent yoksullarının en ağırlıklı bölmesi, geniş tanımıyla proletaryanın parçasıdır. Bunun ötesinde sınıf mücadelesinde emekçi cephesinin odağını, öncü partinin temel dayanağım oluşturan “sınıf merkezi” ile organik temas halindedir.
Dört; sanayi proletaryası kırılması güç bir kuşatma altına alınmışken, kapitalist krizin etkisi kentlerin varoşlarında toplumsal, ideolojik ve siyasal dinamikleri kışkırtmaktadır. Bu kesimlerin temsil ettiği “kendinde güç” değil, ama buradan hareketle işçi sınıfına transfer edilebilecek hareketlilik önemsenmelidir.
Sonuç olarak, işçi sınıfı üzerindeki kuşatmanın kırılmasında başka mücadele alanlarının yanı sıra kent yoksulları dinamiği kritik bir rol oynayabilir…
Bu nesnel olanağı saptayan komünist hareket, sanayi proletaryasını sıçratmanın ve aynı anlama gelmek üzere sanayi proletaryasını sosyalizmle yeniden buluşturmanın bir büyük basamağı olarak “mahalle” dinamiğine gözlerini çevirdi. Şimdilik 1992-96 olarak dönemleyerek geçeceğim yıllar, kentlerin varoşlarında ciddi bir ideolojik ve siyasi mücadeleye sahne olmuştur. Doruk noktası Mart 1995 Gazi mahallesi direnişidir. İstanbul’un dört bir yanında başka mahallelerde yankılanan hareketin Gazi somasında tepeden aşağıya kaymaya başladığı açıktır. Son nokta ise 1 Mayıs 1996’da Kadıköy’de konuldu. 1996 ile birlikte düzen kent yoksulları dinamiğini bir süreliğine pasifize etmeyi sağladı.
Kontr-gerillanın 1 Mayıs Kadıköy saldırısı ve sonrasındaki olaylar tarihsel bir momenttir ve kent yoksullarının devrimcileşen hareketliliğinin Gazi günlerinde kazandığı toplumsal meşruiyet ve saygınlık geri alınmıştır. Ancak buraya gelen süreçte Alevi emekçileri soldan yalıtmaya yönelik uzun bir operasyon vardır.
90lı yılların ilk yarısında Alevilerin düzenle uyumsuz bir emekçi kategorisi oluşturmalarının önünü açan gelişme, daha önceleri bu kesimin düzenle arasındaki köprüyü temsil eden sosyal-demokrasinin çöküşü olmuştur. Bu boşluğu dolduracak önlem bulundu ve inşa edildi: Yine CHP geleneğiyle bağlı veya reformist sol unsurların başını tuttuğu bir mahalle aristokrasisi,Alevi dernekleriyle vakıflarıyla güçlendirildi ve en sonunda da bu zemin üzerinde yükselen yeni bir düzen partisiyle taçlandırıldı. Sol önce kurşunlara, kaçırmalara, mahalle ablukalarına muhatap oldu, ardından gerici mahalle aristokrasisi sola kapalı bir yapıyı kurumsallaştırmaya yöneldi. Elbette bu kurumsallaşmanın uyumlu/uyumsuz ,ama mutlaka parçası olmayı kabul eden sol unsurları da kapsayarak… ’96 1 Mayısı ise tasfiye sürecinin öncesinden hafızalarda kalmış “hakkını arayan, haksızlığa tepki veren” onurlu yoksulları, kriminal bir kimlikle topluma yeniden sunmaya yaramıştır.
Bu mesajın alıcıları arasında elbette ve ne yazık ki, işçi sınıfı da vardır. Kent yoksulları üzerinden bir karşı- kuşatmaya alınmaya çalışılan işçi sınıfı bir kez daha bu devrimci dinamiğe yabancılaştırılmış oldu. Bu sonuç, açıkçası, emekçi kitlelere yönelik ideolojik, siyasal ve örgütleme mücadelesinin burjuvazi tarafından kazanılması demektir.
İşçi sınıfının Bahar Eylemleri döneminden burjuva kuşatmasıyla çıkmasının sorumluluğunu, liberal etki ve tereddütler altındaki sol sendikalizm nasıl paylaşmışsa, kent yoksullarının yaşadığı gerilemenin faturasını da devrimci demokratlar paylaşıyor. Her ikisinin “soldan” sorumluları da, kabul etsinler etmesinler, bu bedeli aslında ağır biçimde ödemiş bulunuyorlar. Bugün sol, sendikalizmin tasfiye olması da, devrimci demokrasinin marjinal ve etkisiz gençlik grupları niteliğine dönmesi de bu olguya denk düşüyor. 1992-96 döneminde bu kavgada yüzlerce şehit veren devrimci demokrat radikalizm sınıf körlüğüyle ve politikasızlığıyla, mahalleleri parlayıp sönen fitiller olarak kullanmanın ötesine geçememiştir.
Bu arada gerek Gazi’de gerekse Kadıköy’de işbaşında olduğu artık olanca açıklığıyla düzen sözcüleri tarafından deklare edilen kontr-gerilla fraksiyonuna dikkat edilmelidir. Senaryo, “çetenin” restorasyoncular tarafından tasfiye edilme riskine karşı gündemi değiştirmek ve güç gösterisi yapmak üzere Gazi provokasyonunu tezgahladığı biçimindedir. Belki önümüzdeki günlerde paralel bir senaryo Kadıköy ’96 için de ortaya atılabilir. Tüm bunlarda doğruluk payı da bulunabilir. Ancak bugün tukaka ilan edilen “çetenin” sınıf içgüdülerinin ve komplo tercihlerinin isabetliliği, tüm düzen güçlerinin gözlerini yaşartacak, şükran hisleri uyandıracak boyuttadır. Kontr-gerilla çetemiz sınıf mücadelesinin ’95 ve ’96 bahar aylarında tam vurması gereken yere vurmayı başarmıştır. Bu isabet bile bugün tasfiye edilmekte olanların burjuvazinin değerli evlatları olduğunu yeterince göstermiyor mu…
- ·Sosyalizmin işçisiz çıkışı olmaz.
12 Eylül sonrası dönem işçi sınıfının sosyalizmsiz çıkışları kadar, sosyalist/devrimci hareketin de işçisiz çıkış girişimlerine sahne oldu. Yukarıda kent yoksulları dinamiği ile devrimci demokrasiden söz ettik. En az devrimci demokrat fitiller kadar devrimci, en az onlar kadar onurlu, yer yer çok daha etkili diğer iki girişim aydın hareketi ile Kürt hareketini eksene koyan çıkışlar olmuştur.
Birincisi Yalçın Küçük, Aziz Nesin, Haluk Gerger gibi isimlerle birlikte anıldı. Bir dönem Türkiye sosyalistlerinin ve ilerici aydınlarının tek nefes alma kanalını oluşturdu.
Aydın çıkışının siyasal bir harekete dönüşmesinin yeterli verileri bulunmuyordu. Ancak bunu aydın çıkışının bir zaafı olarak görmekten ziyade, 12 Eylül yenilgisi sonrasında sosyalist öznenin henüz örgütsel bir yeniden kuruluş evresine denk gelmesiyle, bu anlamda sosyalist hareketin gecikmişliğiyle açıklamak daha doğru olacaktır.
Kürt hareketini eksene koyan sol çıkışların bir bölümü çıkışsızlığın ve yorgunluğun dışavurumudur. Türk solunun sayıları onu aşan örgütü, 12 Eylül sonrası bir yeniden inşa görevinin altından kalkamamış,yorgun düşmüş ve geri kalan enerjilerini bölgemizin en etkin devrimci dinamiğine katmışlardır. Bunu samimiyetle ve devrimci duygularla yapan tekil militanlara diyecek hiçbir şey yoktur.
Aydın çıkışının bir kanalının liberallerin istilasına uğramasına karşılık, diğer damarının yine Kürt hareketiyle buluşması da üzerinde durulmayı hak ediyor. Bu buluşma, aslında sosyalist bir özne yaratamayan, yolu da böyle bir özneyle kesişmeyen aydın çıkışı için hem bir umut, hem de misyon tüketme anlamına gelmiştir.
Umut olması anlaşılır bir şey ve gereği kadar destekleyici gerekçeye sahip… Diğerine gelince; aydın çıkışının başlangıcında 12 Eylül generallerine karşı bir dilekçe vardır ve bu dilekçe somut maddelerinin değerlendirilmesinden bütünüyle bağımsız olarak, Türkiye toplumuna seslenmeyi odak almıştır. Kürt dinamiğiyle buluşma ise, eğer Türkiye sınıf mücadelesi sahnesinde güçlü bir işçi sınıfı partisi, etkin bir sosyalist kimlik bulunmuyorsa, bu seslenme misyonundan vazgeçilmesi, ya da başka bir deyişle seslenen öznenin ayağını bastığı zemini değiştirmesidir.
Bir sınıf hareketi ve partisinin varlığı, bir emekçi ittifakının önkoşuludur. Bunun olmadığı durumda Türkiye’ye Kürt hareketinin zeminine basarak seslenmek elbette mümkündür, ama bu sesin bulacağı karşılık mücadeleci değil olsa olsa dayanışmacı yankılardır. Liberal aydınların dayanışmacılık üzerinden günah çıkartma fırsatına kavuşmaları yakın tarihimizin bir diğer ironisini oluşturuyor…
Sol, aydın, Kürt, sendikal(ist), kent yoksulu dinamiklerinin her birini denedi. Geriye kalan aslında en başa alınması gerekendir. Gecikmeler, yenilgiler, formasyonsuzluk, yer yer ihanetler, solun sosyalist sınıf kimliğini inşa etme görevinin altından kalkılamamasını getirdi. Şimdi Türkiye sosyalist hareketi ısrarlı eski biçimleri tekrar etmeyen, burjuva ideolojik ve örgütsel kuşatmanın verili yapısını dikkate alan, kapitalizmin restorasyon döneminin zayıf noktalarını hesap eden bir süreci doğrudan işçi sınıfının içinde örmek durumundadır.
Kimseye haksızlık edilmemeli. Bugün reformist partilerle devrimci demokratların işçi sınıfı içindeki kof ya da marjinal mevzileri bu yeni döneme pekala emeklerini koyabilirler. Bunların içinde son derece başarılı ancak sektörel ya da coğrafi olarak izole edilmiş adacıklar, örneğin “kurtarılmış sendika şubeleri” de vardır. Bu enerji harekete geçirilecek, izolasyonun yarattığı atalet kırılacaktır. Ancak mevcut sınırlı kazanımlardan daha önemli olan, doğrudan işçi sınıfı içerisinde sosyalist öncü partinin mevzilenmesidir. Yola koyulmuş bulunan bu yeni kadrolaşmanın bir eşiği asmasıyla birlikte diğer sınıf dinamikleri de harekete geçecek.
En başta söz edilen “özgürleşme”, ataletten kurtulmayı bekleyen bu belirsiz kazanımlar ve bunların sahipleri için de geçerlidir. Bu unsurlar MGK sendikacılığının şemsiyesi altında tutunan mevzilerini gerçek sınıf kazanından haline dönüştürmek için bir muhasebe sürecine korkusuzca girmelidirler.
- · Restorasyon solun karşısındaki kuşatmanın tazelenmesidir.
Solda birkaç yorumcunun çözümlemelerinde birbirinden bağımsız olarak ve aşağı yukarı eşzamanlı biçimde restorasyon kavramı kullanılmaya başlandı. Burjuvazinin krizden köklü bir hamleyle çıkış girişimini anlatan bu kavram, artık burjuva yazarlarının köşelerinde de rastlanır oldu. Ancak içi kapitalist düzenin kendi iç yapılanmasında odaklanarak dolduruluyor: Burjuva dünyasında özneler ve kurumlar arasında arzulanan ilişki biçimi ile, krize alternatif yasal boyutlar da içeren bir yeniden yapılanma…
Oysa restorasyonun ilk planda burjuvazinin iç dünyasına konsantre olması, düzenin -“çeteleriyle”, kontr-gerilla kirliliğiyle, şeriatçı tehditle- karşı-devrimci uçlarının törpülenmesiyle uğraşılması, mücadelenin özünü karanlıkta bırakmamalıdır. Krizi yaratan dinamikler arasında işçi sınıfı ve sosyalist/devrimci hareketin rolü pek az olmuş, Kürt hareketi ise anti-kapitalist bir perspektife oturamamakla birlikte burjuva düzeni ciddi ölçüde sarsıcı etkiler yaratmıştır. Geriye kalan kriz dinamikleri ise elbette burjuva dünyasına aittir. Ancak burjuvazinin yönetememe krizi denilen olgu, ille de kapitalizmin bir işçi sınıfı tehdidi karşısında yönetilemez hale gelmesi değildir. Dış savaşlar, ekonomik rekabet, bir ulusal mücadele gündemi… yüzyılımızın devrimler tarihi, işçi sınıfı iktidarlarının bu tür kaynakları ve görüngüleri olan krizlerin üzerinde yükselmesine tanıktır.
Bu kriz kaynak ve görüngüleri, son tahlilde sınıflar mücadelesinin uzantıları sayılmak durumunda. Bağlantı ise, burjuvazinin şu veya bu yöntemle, şu veya bu temsilcisi ile çözemediği ve yeni alternatiflerin peşinden koştuğu temel “soruna” ilişkin bir saptama yapılmasını gerektiriyor: Soran kapitalizmin idamesidir; sorun emekçi kitlelerin düzen karşıtı eğilim veya potansiyelleridir; sorun sosyalist ve devrimci hareketin işçi sınıfına önderlik ve toplumu ikna etme olanaklarının büyümesidir… Burjuvazinin yönetemez hale geldiği gerilimler bunlardır.
Şeriat karanlığı, Türk ve Kürt emekçilerinin gözüne perde indirmek, sosyalist aydınlığın onlara ulaşmasını engellemek için canlandırıldı. Çetecilik Kürt ve Türk devrimcilerini yok etmeye endekslenmiş kontr-gerilla egemenliğinin doğal ve kaçınılmaz ürünü oldu. Şimdi bunlar geri çekilir ve restorasyon programı şekillendirilirken amaçlanan bir kez daha emekçilere ve sosyalizme alan bırakmamak olacak…
Bu operasyonun sol açısından “ne demeye getireceği” bellidir: Şeriatçılığı geri püskürtmeyi, bir hukuk devletini restore etmeyi düzenin kendi kendisine başarıya ulaştırması halinde, ilerici, aydınlanmacı, emekten yana değerler solun elinden alınmış demektir. Sol, bu değerlerin asli sahibi olmaktan çıkar, kendisi izole, değerleri depolitize edilir!
İlericilik, aydınlanmacılık, emeğe sahip çıkmak… Bunların Türkiye burjuvazisi tarafından, kimsenin alamayacağına inanılarak cami avlusuna terk edildiği dönemi krizin kendisi sona erdirmiştir. Artık bu değerlerin giderek sol ile birlikte anılır hale gelmesi, sol ile halkın vicdanının yakınlaşması mümkündür. Restorasyon işte bunu engellemeyi gözetiyor.
Bu durum, aynı zamanda restorasyonun solun kimi güncel pragramatik maddelerine sahip olacağı anlamına da geliyor. Ancak tekil paragraflara değil, metnin bütününe bakılarak analiz yapılması gerek… Bu böyle gerekiyor, ama solun alanının bir dizi başlıkta, demagojik bir yolla da olsa işgal edilmekte olduğunu görmezden gelmemek de, bir bu kadar gerekiyor.
Restorasyon destekçiliği ,sol açısından çıkışsız bir politikadır. Çünkü desteklenen restorasyonun başarısı, sosyalizmin iyimser bir tahminle bir beş yıllığına ertelenmesinden başka anlama gelmeyecektir… Burada sözü edilen elbette sosyal-demokrasi ve ona iltihak etmeye kararlı devlet solu değil.
Planlanan kuşatma, solun hitap edegeldiği tüm toplumsallıkların kemalizme, burjuva demokrasisine yatkın ve en önemlisi burjuvazinin kriz çözme yeteneğini kabullenen bir kimlik kazanmalarına dayanacaktır. Türkiye solu nereye elini uzatsa kemalist ve demokrat tepkilerle karşılaşmak ve alanının daralması tehlikesiyle karşı karşıya.
Restorasyon belirli bir gelişmenin üzerine oturuyor. Devrimci demokrasi büyük bir çöküş yaşıyor. Reformist partinin politik etkinliği restorasyon güçleri tarafından kontrol altına alınabiliyor. Kürt hareketi son on beş yılının en yorgun döneminden geçiyor…
Restorasyonun sola uygulayacağı kuşatma, öncesinde sol oldukça yıpratıldığı için bu kesimlerden fazla bir dirençle de karşılaşamayacak. Çeşitli hareket ve partilerin kendilerini yeni döneme uyumlulaştırma eğilimi taşıdıkları dışa da vurulmuştur: “Ne Refahyol ne hazırol” sloganının karşılığı artık vardır ve ANAP-DSP-DTP koalisyonudur. Devrimci demokrasi ise sendikalarda bürokrasilerin,mahallelerde Alevi dernek yönetimlerinin gölgesinde kimliğini fark ettirmemeye çalışan bir garip mücadele anlayışıyla zaten geçmişten beri tanışık… Restorasyon bu geriletilmiş mevzilerin, bir de silahtan arındırılması anlamına geliyor.
Türkiye’de bütün bu sol kesimler varlıklarım sürdürecek,. Türkiye’de bir de sosyalizmin adresi olarak tanınan, bu kimliğiyle, bu kimliğinin açılımlarıyla toplumsallaşmış bir komünist hareket olacak. Türkiye solunun kuşatmada nefessiz kalmaması, böyle bir adresin işçi sınıfında kazanacağı mevzilere bağlıdır.
- ·İşçi sınıfı yeniden yapılanmak durumundadır.
Genellikle siyasal mücadelede bir tarafın zayıf noktası karşı tarafın sıçrama tahtasına dönüşüyor. Bugün burjuvazinin restorasyon programında işçi sınıfına ilişkin özgün bir ağırlık bulunmuyor. Görünürde haksız da değiller. 1980’den bu yana sosyalizm işçi sınıfına hep kimi dolayımlar üzerinden ulaşmaya çalıştı. Aydın hareketinin liberal, Kürt hareketinin pro-kapitalist, yılgın ve yorgun kadrolarla, kent yoksullarının mahalle aristokrasisiyle bu işlevi üstlenmesi engellenirken, sınıfa doğrudan uzanır görünen sendikal kanallar ise bürokrasi tarafından denetim altına alındı. Son yılların “işçi sınıfı zincirleri” sendika bürokrasisi üzerinden kurulmuştur.
Restorasyonun RP-DYP koalisyonunu düşürmeye çalıştığı ilk döneminde, işçi sınıfı cephesinde yaşananlar egemen sınıfı bir kez daha rahatlatıcı niteliktedir. Restorasyon programında özgün işçi maddelerinin yer almasına gerek kalmadan, sendika bürokrasisi kendisini tazeleme yolunu doğrudan ve koşulsuz olarak restorasyon destekçiliğinde bulmuştur. Böyle sendika merkezlerinin temsil ettiği bir kitle için neden uzun boylu oturulup önlemler alınsın!
Sendika bürokrasisi uzun süredir yaşadığı aşınmanın sonuna geleli aslında bir yılı aşkın süre geçti. 1996 1 Mayısı’nda en kalabalık gösterinin yapıldığı Kadıköy Alanının bileşimi hatırlanacaktır… Sendika kortejleri o dönemde bile tabanlarını hareket ettirme yeteneklerini yitirmişti. Sendikaların toplumsal etkinliklerini toplu sözleşme mekanizmasına bağlı olarak yaşattıkları dönemler de artık geride kaldı. Türk-İş her yıl kamu işyerlerinde bir “satış”a imza atmakla, uyarı ve uzlaşmazlık grevlerini kaynayan tencerenin buharını alma güdüsüyle değerlendirdiğini sergilemektedir. DİSK’in ise toplu sözleşme mekanizması üzerinden etkinlik kazanabilecek bir örgütlülüğü bulunmuyor. Ancak içleri boşalan ve fonksiyonsuz kalan bu odaklar, kurumsal yapıları ve mafyatik savunma mekanizmaları sayesinde, ama belirleyici olarak solun aynı alanda bir alternatif çıkartma becerisi gösterememesi sonucu yaşamlarını sürdürüyor. Bu kof yapı için Ordu Partisinin açtığı toplumsal alanlar bulunmaz bir fırsat olmuştur.
Sendikal fonksiyonlar ya da tabanları üzerinden bir toparlanma projesi geliştiremeyecek denli yabancılaşmış olan kurumlar, daha önce de Ekonomik Sosyal Konsey başlığına gösterdikleri iştahla geleceklerini nerede gördüklerini belli etmişlerdi. Ancak herkesin takdir edeceği gibi, bir “uzlaşma” kurumu olarak ESK’in, belirli bir düşmana karşı mücadele eden MGK ile canlandırıcılık açısından karşılaştırılması imkansızdır. Türk-İş ve DİSK Ordu Partisinin restorasyon karşıtı hükümeti devirme mücadelesine verilen “sivil toplum” desteğinin, taban-sız-kitlesiz (kısacası toplumsuz) önderleri arasına yerleşmiş, ve bir kez daha kurumsallıklarının pek güçlü olduğu imajı ile mevkilerini tahkim etmişlerdir.
Tahkimatın içeriği, sonucu değiştirebilecek türden değildir: Türk-İş ve DİSK’in sendikacılık ve emekçi gündeminin dışında dayanak aramaları, yalnızca bu tür sendikacılığın bitişinin bir kez daha ilan edilmesidir.
Tablo sola sendikal başlık altında alan açılması anlamına gelecektir. “Yalın” bir sendikacılık yalandır. Her sendikal pratik ve bu pratiklerin sistematize edilmesi anlamında sendikal akımın sınıflar mücadelesinde denk geldiği bir ideolojik tercih vardır… Ancak bugün böyle bir analize ihtiyaç bile kalmıyor. Teknik anlamda bir sendikal mücadelenin kendisi bile bürokrasiye yabancılaşmakta, solculaşmaktadır. Bu büyük boşluk sol için avantaj sunuyor.
Sendikal merkezlerin bu somut durumları burjuvazinin ideolojik hegemonyası başlığında da sorun yaratır. İşçi sınıfının toplumsal etki derecesi en yüksek, örgütlenme geleneklerine ve bir dizi kazanıma sahip çekirdeği, sendikalarda örgütlüdür. Sendikalar giderek zayıflıyor olsalar da, üye işçiler için bir düzen kurumuna aidiyet anlamında tutucu fonksiyonlarını sürdürüyorlar. Ait olunan kurumun başkanı, yöneticisi, sözcüsü bir dizi toplumsal sorunda, ücret tartışmalarında, Avrupa Birliği konularında tutum beyan ediyor. Tabanın nezdinde bu tutum üzerinde düşünülen,tartışılan bir konu olmamakla birlikte baştan sempatiyle karşılanacaktır.
Şimdi bu fonksiyon, olabilecek en alt düzeye çekilmiştir. Artık sendika yöneticilerinin deklarasyonlarım sempati değil,”bu adamlar kendi işlerini yapmıyor… sonra da…” tepkisi karşılıyor. Soran sendikacılar açısından bir saygınlık boşluğudur. Boşluk, Ordunun ve kemalizmin prestijinden ithalat yoluyla kapatılmak istenmektedir.
Restorasyon ve restorasyon destekçiliği dinci gericiliğin sınıf hareketinde gayrı meşru ilan edilmesi ve kemalizmin öne sürülmesidir. İşçi sınıfı söz konusu olduğunda liberal varyantların değil de kemalizmin pazarlanması ve alıcı bulması beklenmelidir. Bu eğilimler o denli güçlüdür ki, Hak-İş diğer sendikalardan ayrı düşürülmekten endişe duymaya başlamış ve Yılmaz hükümetine temkinli bir sempati beyanıyla yeni dönemi karşılamıştır. İşçi sınıfı saflarında şeriatçılığı bir bozgun beklemektedir.
Kemalizm işçi sınıfının sendikasız geniş kesimleri için de “ana ideoloji” adayıdır. Alevi emekçiler için bunun tarihsel arka planı da var. Diğerleri için sosyal-demokratik yanları öne çıkartılmış bir kemalizm türü işlev kazanabilir.
Ancak kemalist ideolojik taarruz ve biçimlendirme çabalarının başarılı olup olmayacağı pek tartışmalıdır. Abartılı “resmi tarihçi” vurguların alay konusu haline gelmesine bu ülkede çok rastlandı. Üstelik liberalizmin toplumda bıraktığı etkiler bu vurgular arttıkça kendisini daha yakından hissettirecektir.
Muhtemelen işçi sınıfının iki ana kategorisi, bir yanda sendikalı ve modern çekirdek, diğer yanda kent yoksulları ve sömürü oranının yüksek, kurumsallığın zayıf, ezilme ilişkisinin çarpıcı olduğu kesitler kemalist ideolojik girdileri başka yönlerde yorumlayacaklardır. Birinciler, bu dönemi bir çağdaşlaşma/modernleşme eğilimi olarak, ikinciler bir kurtuluş umudu biçiminde jakobence kavrayacaklardır.
İşin bizi doğrudan ilgilendiren yanı ise, hem modernizmin hem de jakobenizmin burjuvazinin ellerine hiç yakışmaması ve tarihsel olarak, içeriği de yenilenerek sola malolmuşluğudur. Sorun sosyalizmin, modernleşmeyi ilericilik ve kurtuluş beklentilerini devrimcilik biçiminde yeniden üretmede gösterdiği tıkanıklıktadır. Ya bu tıkanmayı çözüp işçi sınıfının burjuvazi tarafından bir sandığın içine yeniden hapsedilmesine engel olunacak, ya da Türkiye’de solun işçi sınıfının uzağına atılması ve birkaç yıl ertelenmesi olasılığı kendini dayatacaktır.
- ·Sosyalist hareket marjinalliği bir kez daha avantaja dönüştüremez.
Solun modernleşmeyi emek değerleri ile çerçevelenmiş bir ilericilik, jakobenizmi ise devrimci bir değişim özlemi olarak kendisine mal etmesi gerekiyor. Bu anlamıyla bir toplumsal kimlik edinmek görevi önümüzde duruyor. Bu görevin altından kalkılamaması durumu, tek kelimeyle yenilgi olacaktır. Üstelik 12 Eylül darbesini izleyen altı-yedi yıllık dönemden farklı bir yenilgi…
1980’ler sosyalist hareket için yalnızca dağılma, ihanet ve umutsuzluk dönemi olmamıştır. Bu dönem birkaç kolun kalıcı sonuçlar vermese de çıkış denemelerine sahne olmuştur. Daha da önemlisi, aynı yıllar yeni bir örgütsel inşanın gerçekleştirilmesiyle anılmalıdır.
Bu örgütsel inşa yenidir; solun geçmişinden gelen tüm değerleri sahiplenerek özümseyebilmeyi ve negatif bir mirasla radikal bir hesaplaşmayı becerebilen bir hareket yaratılmıştır. Bu hazırlık süreci aynı zamanda toplumsal düzeyde siyasal bir varlığa sahip olmama konumunu kompleks ve aceleci toyluklara evriltmeyen bir olgunluk sayesinde mümkün olmuştu.
Hareketimizin ulaştığı evre artık oturmuş bir siyasal ekolün olgunluğudur. Hazırlık evresinin marjinalite avantajının bir kez daha tekrarı olanaksızdır.
Sosyalist hareketimiz şimdi sendikal yapının sola zaman zaman alan da açabilmiş olan mevzilerinin çöktüğü, aydınların liberalizm tarafından kimliksizleştirildiği, siyasetin kemalist bir kuşatma altına gireceği, işçi sınıfının krize karşın depolitize tutulabildiği bir ortamda kılıç atmak durumundadır. Bu konjonktürün yeni çıkışlar açısından elverişli olup olmadığı tartışmaya açıktır. Bu tartışmaya devrimci iradenin dahil edilmemesi durumunda çıkarsanacak olan tablo koskoca bir karanlık olur. Devrimci irade ise çıkış imkanlarını ayırdetmeyi tercih edecektir.
- ·Restorasyonun yumuşak karnı işçi sınıfıdır.
Sınıf mücadelesinin nesnelliği önemlidir. Sınıf mücadelesinin yasaları vardır… Ama sınıf mücadelesinin örgütlü özneler tarafından verildiği de bu yasaların parçasıdır ve yasallığın soğukluğu ile iradenin coşkusu, siyaset biliminde karşı karşıya gelmezler.
Türkiye burjuvazisi iyi kurgulanmış 12 Eylül karşı-devrimini izleyen liberal restorasyonda depolitizasyonun kalıcılığına ve gerek bölgede gerek dünya kapitalizminin genel hiyerarşisinde sıçrama yaşayacağına aşın güvenle yaklaşmış ve büyük bir hata işlemiştir. Bunun Türkiye kapitalizminin nesnel taşıtlarıyla da mutlak ilintisi bulunuyor. Bir yerde, burjuvazi makro bir projeye bağlanmaya mahkum, bu bağlanmanın katacağı dinamizme muhtaç ama projenin zaferi olanaksızdı. Sonuç ise 1970’lerden daha derin bir bunalım, başlangıçta ciddiye alınmayan Kürt hareketinin dünya ölçeğinde bir güç haline gelmesi, rahat manipüle edileceği düşünülen karşı-devrimci uçların düzenin tüm dengelerini altüst etmesi olmuştur. Türkiye kapitalizmi makro projeden edindiği dinamizmi ancak yağmacılık ve rantiyelik biçiminde kullanabildi. Gerisi, yapısal dönüşümleri, çağ atlamaları, sınıf mücadelesinin söndürülmesi, büyük güç olma hayalleri… hepsi fos çıkmıştır.
Burjuvazi yeni bir yanılgının eşiğindedir ve bundan da kaçış yolu bulabilmesi kolay olmayacaktır. Çünkü aslında Türkiye’nin sınıf mücadeleleri yasaları “bizden yana” çalışan bir zemine oturuyor. Daha nasıl olsun; bu topraklar dünya kapitalizminin bir ikinci örneği bulunmayan zayıf bölgesinin tam göbeğinde yer alıyor… İşimizin kolay olmadığı ise yukarıda yeterince ifade edildi.
Evet, burjuva restorasyon programının işçi sınıfına yönelik ayağının güçsüzlüğü, sınıf dinamiğinin zayıflığından ve burjuvazinin solu yedekleme politikasına duyduğu güvenden kaynaklanıyor. Senaryonun çıban başlarının marjinal bir devrimcilik şovundan öteye gidemeyecekleri görülmekte, kent yoksullarından ve işçi sınıfından yalıtılmış böyle bir şovun ezilmesinin toplumsal bir direnç yaratmayacağı,tersine vazgeçilmez anti-komünist kampanyalara malzeme sunacağı hesaplanmaktadır.
Bizim meselemiz yedeğe alınanlarla ciddiye alınmayanların dışında yeni bir cephe açabilmektir.
Burjuvazinin, işçi sınıfını sendikal bürokrasiye emanet edecek kadar dünyadan, daha doğrusu ülkeden habersiz olduğu sanılmamak Bürokrasinin çürümüşlüğü ve etkisizliği dayanak alınamayacağını da gösteriyor. Muhtemelen egemen sınıf sendika bürokrasisinin bugünkü çıplak burjuva kimliğini belli ölçülerde revizyona sokmasına izin verecek, izin vermenin ötesinde teşvik edecektir. İşçi sınıfının bugünkü yollar üzerinden uzun süre kontrol altında tutulmasının olanaksız olduğu deneyle sabittir çünkü.
Restorasyon döneminin emek düşmanlığı ile sınıfa açık saldırı politikaları arasında fark vardır. Burjuvazinin bu açıdan da aptalca davranacağı sanılma-malıdır. Karşı-devrimci uçları törpüleyen bir politikanın, içinden geçtiğimiz toplumsal kutuplaşma ve çatlama döneminde emekçi sınıfları tahrik etmekten kaçınacağı bilinmelidir. Üstelik büyük olasılıkla 1998 seçime sahne olacaktır ve merkez partilere kazanılması planlanan emekçilerin karşıya alınması hükümet partilerinin kaçınacakları bir diğer risktir. Özelleştirmelere gelince, bu başlığın burjuvazinin gündeminden düşme olasılığı elbette yok. Krizin öncesinde de, içinde de, restorasyon döneminde de burjuvazinin ortak paydası özelleştirmeler oldu. Ancak bu başlıkta, burjuvazi öncelikle, 1993 yılından sonra yitirilmeye başlanan meşruiyeti yeniden kazanmaya çalışacaktır.
Bir dönem üzerinde tam bir toplumsal mutabakat oluşturulan özelleştirme politikaları, sonrasında sağ ile özdeşleşmiştir. Sosyal-demokrasinin güçlendirilmesi ihtiyacı ile sosyal-demokrasinin de içinde bulunduğu geçmiş mutabakatın yeniden kurulması birbirini çeler. Her durumda kısa vadede burjuvazi yeni bir toplumsal kutuplaşmayı ,üstelik bir tarafta işçi sınıfının yer alacağı bir kutuplaşmayı kışkırtmamaya özen gösterecektir. Bu bir gerilim hattı ve sosyalizmin başka kimseye bırakmaması gereken bir mücadele alanıdır. Liberalleşmiş bir sosyal-demokrasi ve yine liberalleşmiş bir reformizm karşısında sosyalist hareketin eli güçlüdür.
Sosyalizm burjuvazinin gelişkin ideolojik mücadele araçlarının karşısına organik ve kurumsal kazanımlarla güçlendirilmiş bir sınıf hareketi olarak çıkmak durumundadır. Önümüzdeki vadede işçi sınıfının çevresinde dolanıp durmanın ciddi bir getirişi olmayacağı, yalnızca zaman kaybı anlamına geleceği görülmelidir. İşçi sınıfını kuşatan kabukların kalınlığı ise görelidir.
Bir kere, sosyalist hareketin burjuva toplumunda tüm siyasal akım ve partilerin tarzı olan sınıflar üstü görüntüyü aşması gerekiyor. Sosyalizm “herhangi” bir ideoloji değildir. Toplumun sınıflara bölünmüşlüğünü temel alan ve bu sınıflar arasında net ve açık bir tercih yapmanın ötesinde, emekçiler zeminine ayaklarım basan bir akımdır. Sosyalist hareket toplumun bütününe yaptığı “yayının” işçi sınıfını temsil ettiği iddiasını organik temellere oturtacaktır.
Bu evrede sosyalist kadroların, her zaman meşru olmayan bir “işçi vurgusuyla” gerek çalışma tarzı, gerek ideolojik yapı, gerekse psikoloji olarak donanmalarında sonsuz yarar olacaktır. Artık aydınlara dönüştürücü müdahalelerde bulunmak, ideolojik mücadelede sesini güçlü çıkartabilmek, yeni kuşakların mücadeleyi kavrayışlarında devrimci demokrasiden açık seçik ayrışabilmeleri… hepsi, hareketin bu temellere oturmasına bağlıdır. Kısaca sosyalizmin gündemine işçi sınıfını kazanmaya yönelik bir huruç harekatı yerleşecektir.
- ·Sol işçi sınıfını sendikalardan ibaret görmüştür.
Peki yolumuz nasıl bir rota izlemeli?
En zararlı ya da en az faydalı rotanın genel siyasal akıntının etkilerine tabi, uzun vadeli projelere oturtulmamış olan rota olduğunu sol hareket deneyle saptamış olmalıdır. O halde özne gelişmelere tepki vermenin ötesinde bir perspektife ihtiyaç duyuyor. Sınıfın iç eşitsizlikleri izlenecek rotada belirleyici öneme sahiptir.
Kendi sözünün işçi sınıfına ulaşma ve sınıfı temsil etme yeteneğini abartan, bunu “elde var” sayan sol, sınıfla ilişkisini de esas olarak sendikalarda örgütlü kesitlerle sınırlayarak büyük bir yanılgıya düşmüştür. Bu kesitin düzen içi kurum-sallıktan ve kısmi kazanımlardan beslenen durağanlığı güçlü bürokratik yapıyla birleştiğinde, siyasi faaliyet işçi sınıfına bilinç taşımak görevinden sendikalara fahri hizmet sunmaya dönüştü. Solun kadroları giderek sosyalist siyasi mücadeleyi sendika aktivizmine indirgeyen bir deformasyona uğramışlardır.
Devrimci demokrasi kent yoksullarını bir emekçi kategorisinden ziyade başlı başına devrimci çizginin toplumsal tabanı olarak kavrayarak, işçi sınıfının kritik kesimleriyle kent yoksulları arasındaki yabancılaşma ve bölünmüşlüğün katmerlenmesine katkı koydu.
Oysa tüm bunlar bir yana, Türkiye’de devlet tekellerinin ve Türk-İş’e bağlı devlet sendikalarının hüküm sürdüğü birkaç sektör dışında sendikalar yasasındaki yüzde on örgütlenme barajının gerçekten tutturulmuş olduğuna bile inanmak, olanaksızdır. Türkiye’de hiçbir resmi rakamın inandırıcılığı yoktur ve sendikalarda da herhangi bir örgütlenme niyeti yoktur. İşçi sınıfının mutlak çoğunluğu geçici, sigortasız, kayıtsız ve elbette örgütsüz bir emek sürecinin içindedir. Devrimci hareketin bu kesimlerle teması ise istikrarsız ve üretim biriminden ziyade mahalleler üzerinden gerçekleşmiştir. Temasın buradan başlamasında asla bir mahzur yok. Sorun, ilişkinin sınıf kimliğinin edinileceği mekanlara taşınamamasında. Burada nesnel engellerden söz etmenin bir sınırı var. Güçlükler bellidir, ancak doğrudan sol hareketin bu güçlükleri aşamamış olduğu vurgulanmalıdır. Çözüm ise yeterli perspektife ve birikime sahip olan özneler için örgütseldir.
Sendikal başlığın bugün zihinlerde canlandırdığı içerik, uluslararası işçi hareketinin örgütlenme pratiklerinde ancak İkinci Paylaşım Savaşının somasında şekillenmiştir. Bunun öncesinde farklı kurumsallık derecelerine dağılmakla birlikte sendikaların “dayanışma kollektifleri” olarak kavranmaları daha gerçekçi olacaktır. Doğdukları 18.yüzyıl sonlarından 20.yüzyıl ortalarına kadar, parmakla sayılacak kadar az sayıdaki “erken refah devleti” yapılanması dışında, sendikalar burjuva hukuku açısından kabul görmemiş, yan- legal çalışma tarzlarına itelenmiş, toplu sözleşme hakkı kurumsallaşmamış ve grev hakkı gasp edilmeye çalışılmıştır…
Amerikan sendikacılığının, İngiliz trade-unionizminin ve reformist Alman sendikacılığının tüm farklılıklarına karşılık yaptıkları tercih, burjuva tutuculuğunu zorlamak yerine erken refah devletlerine eklemlenmeye indirgenebilir. Bu tercihle birlikte sendikaların “oturmuş” sektörlerdeki vasıflı işçilerin örgütleri olarak sınırlandığı da açıktır. Sendikaların ekonomik mücadele örgütleri olarak şekillenmesi ise, aslında siyasal mücadele düzeyi ve örgütünün yüzyılın dönemecinde ortaya çıkmasıyla ilgilidir. Yoksa, bunun öncesinde sendika denilen kurum eş zamanlı olarak -bazen gizli- bir siyasal örgüt, bir kültür evi, çağdaş bir sendika, bir koordinasyon ağı, yalın bir dayanışma örgütüdür.
Türkiye sosyalist hareketi örgütsüz işçi yığınlarım sendikacı el kitaplarında yazan haliyle sendikalara davet etmekten bir sonuç alamayacaktır. Sınıfın sınai çekirdeği sosyalizmin ancak “sızmalarına” elverecek yapıdadır. Bunun dışındaki yaygın, küçük işletmelere bölünmüş, kendisini proleterden ziyade Alevi, Kürt yoksul vb. olarak tanımlayan yığınların yakıcı ihtiyacı, öncelikle sınıf aidiyetini ve dayanışmasını hissedecekleri bir örgütlülüktür. Bu örgütlülüğün ufku bildiğimiz sınıf sendikalarıdır. Ancak sınıf sendikacılığının pratiği, sınıf sendikaları yaratmak olduğu kadar kitleleri siyasal örgütlülüğe hazırlamaktır da. Türkiye işçi sınıfına bu gözle bakılması gerekiyor. Alternatifin bugüne kadar olduğu gibi, cılız sendikalar içinde sonuçsuz bir rekabet, üstelik sınırları mafya tipi sendikacılıkla çizilen bir rekabet olduğu artık görülmelidir.
Sınıfın örgütsüz kesitlerine yüzünü dönen bir sendikal pratik, taşeron bölünmüşlüğünü tanımayan, sektörün geçici işsizlerine sahip çıkan, ekonomik gündemin yanma siyasal ve kültürel girdileri özenle yerleştiren militan bir çalışma olacaktır. Bugün egemen sendikalar içinde böyle bir çalışmanın aktivistleri parmakla gösterilecek sayılara düşmüş bulunuyor. Dolayısıyla bu aktivizm besin kaynağını olsa olsa siyasal belirlenimden alır. Kastettiğim genel bir siyasal duyarlılık da değil, doğrudan örgütlü siyasettir.
Soldaki tartışma meraklıları, böyle bir sürecin zorluklarından söz edebilirler. Dahası zorlukların aşıldığı noktada ortaya çıkacak emekçi örgütlülüğünün çağdaş sınıf profilinden çok, yarı-lümpen özellikler taşıyacağını da iddia edebilirler…
Olasılıklar çeşitlidir, ama 1997 yaz aylarında bunları tartışmanın herhangi bir geçerliliği ve ilerleticiliği, hatta meşruluğu yoktur. Gelişmelerin yaratacağı yeni sorunlar, zamanı geldiğinde yeni önlemlerle çözüm yoluna sokulmaya çalışılır. Örgütlü siyasal öznenin süreci denetlemesi ve yönlendirmesi mümkün olabilecek tek ve en sağlam güvencedir. Zaten devrimcilerin kollektif iradeden daha güçlü nasıl bir dayanakları olabilir ki!
- ·Mevcut sendikal yapılanma bölünmelidir.
Gelenek’in bu sayısında bir tartışma toplantısının tutanakları da yer alıyor. Söz konusu toplantıda araştırmacı dostumuz İlhan Akalın’ın işçi sınıfının profilini sunan vurguları, kanımca karamsar ve sosyalist hareketin militanlarının en fazla yüreklendirilmeye ihtiyaç duydukları bu dönemde işlevselliği sorgulanması gereken öğeler de içermekte.
Ancak “doğruya doğru” demekten çekinilmemelidir. Türkiye işçi sınıfının değerleri mücadele birikimleri, onurlu kadrolar doğuran bir yönü vardır. Bunun yanında bir de devlet kontrollü damarları… Türk-İş’in yarım yüzyıla yaklaşan ve temelleri itibariyle değişmeyen yapısı doğrudan doğruya bu durumun örneğidir.
İşçi sendikaları konfederasyonlarında merkezlerin tabanlarını denetleme ve yönlendirme yeteneklerinin azaldığı, yapının toptan koflaştığı yukarıda hatırlatıldı. Bu zeminde sola açılan alan, mevcut yapıları dönüştürme olanağının genişlemesi değildir. Açıkçası Türk-İş’in değişebilirliği tezi, doğrudan bu kuruluşun merkezinden propaganda edilen ve solu çekim gücünün menzilinde tutmayı gözeten bir tezdir. DİSK’in değişebilirliği tezinin kaynağında reformizm daha büyük bir paya sahiptir. Hak-İş’e hiç değinmiyorum; bereket 12 Eylül günlerinin kısıtlı kimi örnekleri dışında bu karşı-devrim işletmesi hakkında fazla umut türemedi. Yine de Demokrasi Platformlarının, 1 Mayıs kürsülerinin şeriatçı faşist bir akıma açılması az buz günah değildir… Özetle, değişme olasılığı her örnek için büyük birer yalandan ibarettir.
Bu kurumlar kriz halinde düzen aygıtları olarak görülmelidir. Sosyalist hareketin bu kurumların içinde çalışma yürütmesi başka bir şeydir, bu çalışmayı meşru kılmak için gerici aygıtlara sahip çıkılması başka şey… Solun yakın tarihindeki “DİSK mi Türk-İş mi” tartışması baştan aşağı anlamsız ve sosyalizm literatüründen silinmesi gereken bir tartışmadır. Sosyalist hareketin açıktan ve tüm netliğiyle bu gerici yapıların parçalanması ve yem bir odağın şekillenmesini hedeflemesi tek yoldur.
Yeni bir çekim merkezi belirli mücadele evrelerinden geçerek yaratılabilir. En önemli ayak yukarıda işaret edilen militan sınıf sendikacılığı pratiğinin kendi kurumsallığını yaratmasıdır. Ancak bu kurumsallık yaratıldığı ölçüde, mevcutlar içindeki sınıf kazanından bugünkü çıkışsızlık atmosferinden kurtulabilirler. Bu kategoriye giren faaliyet ve örgütlenmeler, içinde yer aldıkları burjuva sendikasıyla şu ya da bu ölçüde etkileşim halindedir. Bu bir sorundur, çünkü etkileşimin ana yönü bu kazanımların tepesinde asılı kılıçların tutulması ya da tecrit edilmeleri biçimindedir.
Kazanım öbeklerinin sendikal yapıyı manipüle etme gücü de, tecriti siyasal ve ideolojik alandan kırma imkanları da bulunmuyor. Bu unsurlar, farkında olsunlar olmasınlar, sınıf sendikacılığının şafağının sökmesini bekliyorlar.
- Mevcut verilerle KESK bir sınıf kazanımı olarak korunamaz.
KESK’in düzen içi kurumsallaşma arayışına, geçtiğimiz yıllarda alternatif devlet sendikaları örgütleyerek yanıt veren egemen sınıfın, kendi payına isabetli adımlar attığı kabul edilmelidir. Sürüncemede bırakma, umut verme, gerektiğinde baskıcı uygulamalara başvurma ve gerici alternatiflerle ön kesme, vb politikalar, güçlü siyasal beslenme kaynaklarına sahip olmayan KESK’i bir tıkanma noktasına getirmiş bulunuyor. KESK’i korumak, KESK’in ve sol hareketin bugünkü yapısıyla ancak dönemsel ve kısmi olarak mümkündür. Kaldı ki böyle bir motivasyona sahip unsurlar, sendikal politikası belirgin olmayan yurtsever emekçiler hareketi, sendikal politikası büyük gel-gitlere açık devrimci demokratlar ve kamu emekçileri içinde sınırlı etkisi bulunan sınıf sendikacılığı hareketidir. Reformist ve liberal/sosyal-demokrat gruplaşmaların zihninde sınıf mücadelesinin bir düzlemi olarak sendikacılık değil, kendinde bir hedef olarak sendikal hakların elde edilmesi var.
KESK’i tıkanmaya götüren bu kesimlerin legalist tercihleri değil midir? Hareketin kitle dinamiğinin güçlü olduğu konjonktürde sendikal hakların fiilen uygulanmasını zorlamak yerine, yığınların “yasa” beklentisine sokulması büyük bir hata olmuştur. Sendika aktivistlerinin ve tabanın eylemlilik sürecinde yorgun düşmelerinden korkulmuş, ama yorgunluğu telafi etmeye muktedir tek araç, sosyalist ideolojik girdiler, gerçekleştiril(e)memiştir. Hareketin toplumsal etkinlik düzeyini korumak adına motivasyon kazandırmayan yorucu bir eylemlilik çizgisinde, üstelik bariz bir isteksizlikle devam edilmiştir. Bu tablo siyasal önderlik yoksunluğundan başka bir şeyi yansıtmıyor. Açığın tam bu noktadan kapatılması zaman alacak, ancak mutlaka zorlanması gereken bir yoldur. Diğer yol ise, sınıfın başka kesitlerinde elde edilecek kazanımların işçi sendikalarındaki odaklar için olduğu gibi kamu emekçileri bünyesine de taşınması olabilir.
Sonuç yerine
Bu yazıyı bitmiş olarak kabul edemiyorum. Yazım işlemi açısından yukarıdaki saptama ve tezlerin, Türkiye’de 12 Eylül sonrası sınıf mücadelelerinin dört başı mamur bir değerlendirme çerçevesinde açımlanmaya mutlaka ihtiyacı var. Bunu yapmak çok zor değil…
Daha önemlisi bu tezlerin siyasal mücadelemizin başarısı ölçüsünde kanıt bulacağını bir kez daha vurgulamak gerekiyor. Bunun daha zor, daha sancılı, ama başarısı muhakkak bir boyut olduğunu biliyoruz…
Gelenek hareketi ve onun üzerinde yükselen partili mücadele, açık sözlülüğü, işçi sınıfı siyasetinin bir erdemi olarak sola yeniden kazandırmakla övünür. Bu yazının yakın geçmişe ilişkin değerlendirmelerini dikkatle okuyanlar, aynı zamanda hareketimizin kendine yönelik eleştirelliğini de farketmiş olmalılar. Türkiye işçi sınıfının ve solun kapitalizmin son krizinde bir sıçrama gerçekleştirememiş olması ne bir kaderdir, ne de bizim hareketimizin sorumluluk taşımadığı bir süreç.
İşçi sınıfının geniş ölçekli çıkış yapan son aktivist kuşağının ’91 dönemecini alamamasının sorumluluğu solun bütününün omuzlarındadır. Kentlerin varoşlarında kristalize olan toplumsal krizin işçi sınıfının kuşatılmasına kanalize edilememesinin sorumluluğu sola eşitsiz dağılır, ama kimse bütünüyle dışarıda kalamaz. Kürt hareketinin tıkanıklıklarından elbette ilk elde başkaları sorumludur ama sosyalist hareketin yol gösterici ve çekici fonksiyon üstlenemediği de gerçektir.
Gelenek, tüm bunları analiz etmekte gösterdiği yetenekte ve politik önermelerinin sağlıklılığında haklı bir övünç kaynağı bulmaktadır. Buna da kimsenin söyleyecek sözü olamaz. Ancak asıl önemlisi, haklılığımıza tarihin onay vermesi olacaktır. Henüz bunu elde edememiş olmak ise başlı başına bir handikaptır. Tüm yetenek ve sağlık işaretlerini değersiz bırakabilecek bir handikap…
Bu yazının sonucu bir yanıyla, sınıf hareketine ilişkin bir dizi politik önermedir. Bir de, bu önermelerin verilerini sunduğu çıkış yolunu mutlaka bulacağımıza, Türkiye işçi sınıfının kaderini değiştireceğimize duyduğumuz inanç…