Kadınlar ve Aleviler Direnirken: Kimlik Siyasetinin Sonbaharı

“bu eylemin öncelikle, başörtülü, muhafazakar, müslüman, islamcı ya da hangi tanımla adlandırırız bilmiyorum ama bizim başörtüsü yasağıyla ilgili destek verdiğimiz, birçoğumuzun çeşitli biçim ve yöntemlerle bağlantı kurduğumuz kadınlarla ilişkimizde bir soruna işaret ettiğini düşünüyorum. bu kadınlar taciz gibi temel bir konuda bize destek vermekten imtina ettiler (…) bu olayda üstelik başörtülü bir kadına yönelik saldırıyla ilgili kararlı bir tepki vermişken bu biçimde yalnız bırakılmamızı politik olarak içime sindirmekte güçlük çekiyorum.”1

Ayşe Düzkan’ın sitem dolu satırları, büyük bir yanlışa düşmüyorsak, Haziran Direnişi sırasında sıkça gündeme gelen polis tacizi gibi temel bir meselede kendilerini yalnız bırakan “islamcı feministleri ve kadın örgütlerini” hedef alıyor. Bu konuda vefa arayan Düzkan’a değil, kadın kimliğinin ortaklaşmaya tek başına yeteceğini düşünenlere katılmayan ve siyasi-ideolojik çizgisine uygun hareket ederek direnenlerden uzak duran islamcı kadınlara hak vermek zorundayız. En azından tutarlı davrandıkları için…

Kadın olmanın, Kürt olmanın, Alevi olmanın yetmediği zamanlar vardır. Haziran Direnişi safları belirginleştirerek bir bütün olarak kimliklerin Türkiye’deki siyasi-ideolojik yarılmayı örtemeyeceklerini ya da aşamayacaklarını göstermiştir. Ortaya çıkan yeni tablo, kimlik siyaseti perspektifinin, farklı kesimlerin tanınma ve hak mücadelesini ne derece temsil ettiğini ve mücadelede mevziler kazanılmasını ne oranda sağladığını/sağlamadığını sorgulamayı gerektirmektedir. Özellikle kadınların ve Alevilerin sokağın ana dinamikleri arasına girdiği bir direniş sürecinde, bu iki önemli kesimi temsil iddiasındaki örgütlerin etkisizliği, kadın ve Alevi meselesinin esas olarak bu örgütlere referansla tartışılmasının yanıltıcılığını ortaya koymuştur. Ancak bu dinamiklere ulaşmak, kimlik siyasetinin kaybettirdiklerini ve çıkışsızlıklarını göstererek ideolojik ağırlığını geriletmeyi gerektirmektedir.

Açıklamaya, bu yazının odaklandığı kadın ve Alevi dinamiğinin Haziran’da neden sokağa aktığını sorgulayarak başlanacaktır. Böylece, kimlik siyasetinin bu dinamikleri kapsamak bir tarafa, siyasi iktidarın saldırılarına karşı nasıl ideolojik olarak savunmasız hale getirdiğini tartışmanın yolu açılacaktır.

Kuşkusuz kadınlar ve Aleviler bambaşka toplumsal kategorilerdir. Bu iki kategoriyi birlikte ele almak ilk bakışta zorlama gibi gelebilir. Ancak, onları toplumsal öfkenin taşıyıcıları haline getiren ortak yönler üzerinde durmak iki nedenle zihin açıcıdır. Birincisi, Haziran Direnişi’ni siyasi açıdan kimliksizleştiren, her şeyin doldurulduğu bir torba biçiminde tanımlayan eğilime karşı, farklı halk kesimlerini harekete geçiren temel siyasi gündemleri vurgulayabilmeyi sağlayacaktır. İkincisi, bu ortak siyasi kaygılar, kadınların ve Alevilerin eşitlik ve özgürlük mücadelesinin kimlik siyasetine neden hapsedilemeyeceğini açıklamaya yardımcı olacaktır.

Varoluşsal uyumsuzluk

İkinci Cumhuriyet’in temel nitelikleri bazı toplumsal kesimleri diğerlerinden çok daha doğrudan tehdit etmektedir. Muhafazakarlığın gelenek, aile ve dini değerler üzerine kurulu toplum anlayışı, kadınların özgür kamusal varlığıyla ve heretik2 olarak görülen inançlarla çatışmalıdır. Bu dışlamalı, çatışmalı ilişkiye Türkiye’de Sünni İslam’ın devlet ve toplum yaşamında artan etkisi, AKP iktidarının sınır tanımaz saldırganlığı ve son olarak Türkiye tarihinde bir eşine rastlanmayan savaş kışkırtıcılığı eklendiğinde toplumu Mayıs 2013 sonunda patlamaya doğru götüren tablo üç aşağı beş yukarı ortaya çıkar.

AKP iktidarı İkinci Cumhuriyet inşasında bir aşamayı başarıyla geride bırakarak ikinci aşamada gerçekleşen patlamanın koşullarını yaratmıştır. Birinci aşamada, iktidarın AKP’de tekleşmesinin önünde engel olarak görülen devlet kurumlarının ele geçirilmesi hedeflenmiş ve süreç büyük ölçüde tamamlanarak Birinci Cumhuriyet’i ayakta tutan mekanizmalar lağvedilmiştir. İkinci aşamada, AKP iktidarı ilk kez arada hiçbir devlet kurumu olmadan halkla ve siyasi aktörlerle baş başa kalmıştır. Üniversitelerin, yargının ya da ordunun halkın yerine onun haklarını koruyamayacağı, hatta bu kurumların AKP’nin elinde halka karşı kullanılacağı anlaşıldığında yeni bir aşamaya geçilmiştir. AKP hükümeti, daha önce demokrat görüntüsünün izin verdiği oranda başlattığı toplumsal alanı dinselleştirme harekatına ikinci aşamada hız vermiştir.

AKP iktidarının inşa sürecinde harç olarak kullanılan İslamcı muhafazakâr ideoloji, kadınların ev dışında toplumsal bir varlığı olabileceğini, Alevilerin ise bizzat varlığını reddetmektedir. Dolayısıyla, AKP’nin bu kesimlerle derdi, deyim yerindeyse, varoluşsaldır. Bu gerçekle yüzleşme, ilk kez Haziran Direnişi arifesinde yaşanmadı. AKP açılımları bu kesimlerde geçici bir süre için farklı beklentiler yaratmış olsa da, son birkaç yıldaki söylem ve pratikler, bulanık zihinleri gerçeği bir kez daha görmezden gelemeyecekleri şekilde berraklaştırmıştır.

AKP’nin, kadın ve Alevi düşmanı zihniyeti söylemde kalmayarak bu kesimlerin özgül, hatta “tanımlayıcı” nitelikteki alanlarına doğrudan müdahale edilmesine kadar varınca, bu tehdide karşı direnmek dışında seçenek kalmamıştır. Üstelik AKP kendisinden beklenen müdahalelere hiçbir meşruiyet zemini aramadan kalkışarak, bu kesimler için ne derece büyük bir tehdit oluşturduğunu kanıtlamıştır. Örneğin, kürtaj yasağı da dahil olmak üzere kadınların doğurganlık haklarını kısıtlamaya dönük girişimler ve bu girişimlere eşlik eden arsız söylem, kadınları birdenbire ham AKP zihniyetinin ürkütücülüğü ile karşı karşıya bırakmıştır. Alevilerin inanç alanına -Aleviliği yorumlamak ve ibadet mekanlarını tanımlamak gibi- doğrudan müdahaleler, AKP iktidarında kendilerinden olmayan kutsallığa bile özerk bir alan bırakılmayacağını göstermiştir.

Direniş, AKP’nin, elde edilmiş kazanımlara son sürat saldırdığı bir dönemde gerçekleşmiş ve doğal olarak, iktidar tarafından varlıkları ya da kamusal alanda var olma hakları sorgulanan kesimler sokağa herkesten önce ve kalabalık çıkmışlardır.

Ortaklaştıran neydi?

Halk hareketinin, kendisini önceleyen toplumsal mücadelelerin yarattığı birikimden önemli ölçüde beslendiği, sokağa çıkanların tek bir başlığa değil ama AKP’nin farklı alanlardaki politikalarına tepki duydukları çokça yazıldı. Bu açıdan bir çoğulluktan bahsedilebilse bile, buradan yola çıkarak direnişin, tek tek taleplerin bir arada seslendirilmesinden ibaret bir bütünlüğü olduğu varsayımı doğru değildir. Çünkü önce Taksim’e hemen ardından ise ülkenin dört tarafındaki meydan ve mahallelere akan tepkinin bütünlüğü eylemlere rengini veren ideolojik temalar aracılığıyla sağlanmıştır. Bardağı taşıran damlanın AKP’nin “yaşam tarzı”na yönelik müdahaleleri olduğu düşünülürse, dinselleştirmeye karşı aydınlanmacılığın halk direnişinin en belirgin ideolojik rengi olduğu tespitine hak verilecektir.

Bir not olarak şunu da belirtmek gerekir: Yaşam tarzı tartışmasının, orta-sınıfların bir tür “hayatıma dokunma” refleksi ya da Çağlar Keyder’in dediği gibi “devletin kamusal olanı istediği gibi tanımlayıp yine istediğinde kuralları değiştirmesine” 3  tepki değildir. Bu söylenenler, insanların sokağa çıkmasında hiç etkili olmamıştır denilemez ama halk hareketinin bütünü üzerinde belirleyici olan, keyfi bir devlet müdahalesini kabullenmemenin ötesinde, AKP’nin toplumsal hayatı dini kurallara uygun ve kendi ideolojik kurgusuna sıkıştırarak dönüştürmesine duyulan tepkidir.

Gezi sonrası ortalığa dökülen sosyolojik analizlerde, belli bir gelir seviyesine sahip, şehirli, eğitimli, Batılı yaşam stilini benimsemiş kesimlerin, sahip oldukları ayrıcalıkları kaybetme tehlikesine karşı sokağa çıktıkları teması bolca işlenmiştir. Kitlesel hareketin meşruiyeti nedeniyle pozitif bir yaklaşımla ele alınan bu tepki, unutulmamalıdır ki, Haziran Direnişi’nden önce Anadolu’nun ve Türkiye’nin otantik sahipleri Müslümanların yükselişine karşı çıkan bir tür “Beyaz Türk” tutuculuğu olarak eleştiriliyordu. Dahası, bu tepki, direnişten önce dışlayıcı ve hatta ırkçı bulunmakta ve mahkum edilmekteydi. Sadece birkaç ay önce olumsuz ifadelerle yapılan analizin, direniş sonrası “kaygılı modernlerin” kaygılarına empati duyularak yapılması, liberal akademik-aydın kastın tarihsel bir direnişin ardından bile Türkiye’yi okuma yöntemini sorgulama gereği duymadan, ezbere dayalı şematik bakışını koruduğunu göstermektedir.

Liberal kimlik siyasetinin itibar yitimi

Kadınların ve Alevilerin eşitlik ve özgürlük taleplerine saldırmak AKP iktidarının sine qua non’dur. Bu, dün de böyleydi, yarın da böyle olacak. Bugün solda ya da genel olarak AKP’ye muhalif kesimlerde bu tespite itiraz edeceklere rastlamak kolay olmayacaktır. Eğer bu kadar temel, yapısal, varoluşsal bir durumdan bahsediyorsak, neden kadın mücadelesi büyük oranda, Aleviler mücadelesi ise kısmen AKP’nin zincirinden boşalmış saldırı dönemine etkili bir ideolojik tahkimatla girmedi? Bu kesimleri temsil iddiasındaki örgütler neden AKP’ye karşı mücadelenin ideolojik ögeleri konusunda kafa karışıklığı yaşanmasına katkıda bulundular ya da kafa karışıklığının giderilmesini sağlayamadılar? Neden Haziran Direnişi’nde halkın AKP ile girdiği siyasi kavganın konusu, genel düzeyde de olsa  belliyken bugün konuyu dağıtacak girdilerde bulunmaya devam edebiliyorlar?

Bu soruların ortak bir yanıtı var: Genel olarak liberalizmin, özel olarak ise liberal kimlik siyasetinin son yıllardaki toplumsal mücadelelerde ve farklı toplumsal kesimleri temsil iddiasındaki örgütlerin yaklaşımı üzerinde şu ya da bu oranda etkili olması. Burada “oran farklılığı” rezervine, kadın hareketinde ve Alevi mücadelesinde liberalizmin etkisinin aynı düzeyde gözlemlenmiyor oluşu nedeniyle ihtiyaç duyulmaktadır. Bu farklılık, iki alanın kendine özgü koşullarıyla ilgilidir. Bu yazıda, söz konusu koşulların ne olduğunu açıklamak yerine, liberal kimlik siyasetinin yarattığı tahribatın, temsiliyet iddiası taşıyan kişi ve örgütleri nasıl etkisizleştirdiğini ve direnişin bu bağlamda sağladığı yeni verileri ele alabiliriz.

Kimlik siyasetinin ideolojik ağırlığının daha fazla hissedildiği kadın mücadelesinde bu tahribatın izleri daha derindir. Türkiye’de kadın mücadelesi alanında çeşitli ideolojik pozisyonlara sahip, kadınların farklı sorunlarını birincil gündemi olarak ele alan çok sayıda dergi çevresi ve kadın örgütü bulunmaktadır. Bilindiği gibi, aslında Osmanlı modernleşme sürecinde ortaya çıkan ve özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren kurumsallaşan kadın örgütleri, çoğunlukla modernist-seküler bir çizgiye sahiptiler. Bu örgütler, modernleşme sürecinde kadın hakları konusundaki reformları destekleyen ve özellikle Cumhuriyet’le birlikte bu reformların hayata geçirilmesinde kendilerine vazife biçen örgütler oldukları için devlet tarafından da desteklenmişlerdir. Kendilerini destekleyen Birinci Cumhuriyet devletinin tasfiye edildiği koşullarda, kadın başlığındaki güncel tartışmalarla ilişkilenmekte zorlanmış ve süreç içerisinde kenara itilmişlerdir.

Kadınların sorunlarına sosyalist bir perspektifle yaklaşan kesimleri dışarıda bırakırsak, son yıllarda kadın mücadelesinde ideolojik ağırlıkları hissedilir derecede artanlar feminist ve islamcı kadın örgütleri olmuştur. Ancak son yıllarda görülmektedir ki; çoğunlukla dergi çevrelerinden ibaret olan feminist gruplar ve kimlik eksenli yaklaşımlara sahip kadın örgütleri, bir taban örgütlenmesi perspektifine sahip olmamıştır.

Bu kesimlerin ideolojik ağırlığı esas olarak, 1980 sonrası kimlik siyasetinin genel yükselişinden, AB sürecinin liberal kadın hakları söylemine güç vermesinden ve AKP iktidarının Birinci Cumhuriyet’e karşı açtığı savaşla rezonansa giren modernist-seküler cumhuriyet eleştirisinden kaynaklanmıştır. Özellikle son başlıkta AKP’nin politika ve hedefleriyle kendiliğinden ya da bilinçli bir paralellik içerisinde oldukları oranda, AKP’nin çeşitli alanlardaki gerici politikalarına meşruiyet sağlamışlardır.

AKP, özellikle Avrupa Birliği reform sürecini bir manivela olarak kullanarak geleneksel devlet kurumlarına karşı mevzi kazandığı dönemde kadın meselesinde göstermelik biçimde değişim vadetmiştir. Söz konusu dönemde feminist çevrelerin yürüttükleri tartışmaların özellikle AKP’yi liberal reformlar nedeniyle destekleyen basın organlarında öne çıkarıldığı hatırlanacaktır. Nitekim, AKP’nin daha sonraki yıllarda kuracağı baskı rejiminin önemli hukuksal dayanaklarından biri olacak Türk Ceza Kanunu değişiklikleri, kadınları ilgilendiren düzenlemelere mercek tutularak gözden kaçırılabilmiştir. Bu dönemde anti-demokratik düzenlemelere ilişkin uyarılara rağmen, liberal yönelimli çevreler ve kadın örgütleri, AKP’nin kadın hakları başlığında alışılagelmişten farklı bir yaklaşımı olabileceği kanaatinin yaygınlaşmasına yardımcı olmuşlardır.

Aynı dönemde, yine bu çevrelerin katkısıyla, AKP’nin Cumhuriyet’in cinsiyetçi-otoriter politikalarını tartışmaya açtığı kanaati yaygınlaştırılmıştır. Dahası, kimlikçi kadın örgütleri, AKP’nin Birinci Cumhuriyet’i ayakta tutan devlet kurumlarıyla girdiği mücadelede “türban yasağı” karşıtlığını merkeze alarak nesnel olarak AKP’den yana tavır takınmışlardır. Bu destek sanıldığı kadar dolaylı da değildir. AKP’nin muhaliflerine karşı başlattığı cadı avının sürdüğü ve toplumsal yaşamı ilgilendiren düzenlemelerin gerici içeriğinin iyice ayyuka çıktığı dönemde bile, en büyük tehdidin milliyetçi-otoriter kemalizmden geldiği iddia edilmiş ve mücadele bu kesimlere karşı sürdürülmüştür.4

Parantez açarak söyleyelim: Kadın örgütlerinin bu ideolojik desteği AKP yöneticileri tarafından hiçbir zaman takdir görmemiştir. AKP daha sonra sık sık, kadın örgütlerini elitizmle ve örtülü olduğu varsayılan “otantik Anadolu kadınına” yabancı olmakla suçlamıştır. AKP iktidarı eleştiriyle de yetinmemiş, modernist kanatta saydığı bu kadın örgütlerine karşı islamcı kadın örgütleri kurulmasını devlet kaynaklarıyla teşvik etmiştir. Feministler ve AKP’nin gözünde “seküler” olmaktan kurtulamayan kadın örgütleri, bu muhafazakar oluşumları ciddi bir sorun olarak algılamamış, hatta bu kesimlerle birçok başlıkta ittifak arayışında olmuşlardır.

İtibarsızlaşma ile kodlanan bu gidişatın akçeli boyutu da gözden kaçırılmamalıdır. Kadınların sorunları, kimlik siyasetiyle doğrudan ilişkili olarak büyüyen sivil toplumculuğun yeni bir piyasa yaratmasıyla hızla gözde yatırım alanları arasına girmiştir. İçinde “kadın” geçen projelerin, Avrupa Birliği fonları ile beslendiği, AKP’nin de uyum sürecine hız vererek bu proje-para ilişkisini kolaylaştırdığı bir dönemde, pek çok dernek ve vakıf, kadınların sorunlarını iyileştirme iddiasıyla proje ve fon zengini haline gelmiştir.  

Bu tartışmalar sürerken Erdoğan kadın örgütleri ile Dolmabahçe’de buluşmuş ve bu toplantı, Başbakan’ın kadın meselesindeki gerici-cinsiyetçi tavrını kadınların yüzüne bakarak ifade etmesiyle hem AKP’nin hem de kadın örgütlerinin tarihine geçmiştir. Bu yönüyle Dolmabahçe buluşması, gericilikle derdi olmayan kimlikçi politikanın itibarsızlaşma düzeyine ilişkin tarihe düşülen önemli bir kayıttır. Anayasa Kadın Platformu’ndan Hülya Gülbahar geçen yıl patlayan kürtaj tartışmaları sırasında verdiği bir röportajda 2010 yılındaki Dolmabahçe toplantısında Başbakan’ın kadın örgütlerinin karşısına geçerek “Ben kadın-erkek eşitliğine inanmıyorum çünkü yaradılışları farklı”, “Kadından anneliği çıkarırsanız geriye kutsal bir şey kalmaz!” ifadelerini kullanabilmesini kendisi için bir kırılma anı olarak tarif etmiştir.5 Başbakan’ın sözleri, Gülbahar’ın AKP’den beklentilerini boşa çıkarmış olsa da, hükümetin kadın başlığındaki politikalarını her daim belirleyen gerici zihniyetle tutarlılık içerisindedir. Dolmabahçe’de yaşanan, Başbakan’ın tüm gericiliğine ve kadın düşmanlığına rağmen mangalda kül bırakmayan feministleri karşısında bulunca zihniyetini bir kez de yüzlerine karşı söze dökmesidir.

Yukarıda vurgulandığı gibi, AKP’nin kadın politikalarına bakıldığında hiçbir gelişme rastlantısal ya da beklenmedik değildir, tersine ideolojisine içkindir. Bu nedenle, feminist çevrelerin ve kadın örgütlerinin AKP’yi ve gerici zihniyeti hedefe oturtmamakta gösterdikleri kararlılık basit bir yanılsamayla açıklanamaz. Bu açıdan, sorun, gericiliği hafife alan ve mücadelesini otoriter-modernist-seküler politikalara karşı veren liberal kimlik siyasetinin kendisinden kaynaklanmaktadır.

Ortada basit bir yanılsama olmadığı, AKP’nin kürtajı yasaklamaya yönelik girişimi üzerine patlak veren tartışmalar sırasında bir kez daha görülmüştür. Hatırlanacaktır; siyasi iktidarın kürtajı yasaklama girişimine karşı “elinizi bedenlerimizden çekin” denilerek AKP’yi hedef alan ve oldukça ilgi gören bir kampanya başlatılmıştı. Kadınlar bedenleri üzerinde kendilerinin karar verme hakkını savunurken, bu hakkın dokunulmazlığını6, kadın bedenini inanç referanslı düzenlemelere tabi kılmaya çalışan AKP’ye karşı mücadele ederken bir kez daha ve güçlü bir şekilde ilan etmişlerdir. Bu derece aleni ve cüretli bir saldırı sırasında bile, bazı feminist çevreler AKP ile kadınlar arasındaki kavgayı, beden-iktidar ilişkisi çerçevesinde formüle eden ve anti-otoriter bir vurguyla muğlaklaştıran analizlere başvurmuşlardır. Cinsellik ve beden analizlerinde sıkça referans verilen Foucault’nun öznesiz iktidar kavramı ile modern iktidar-beden ilişkisi üzerine bina edilen bu tür analizler, tartışmalara iktidarla kadınlar arasındaki güncel çatışmanın siyasi netliğini dağıtıcı bir müdahale anlamına gelmiştir. Modern çağda birey-otorite ilişkisini eksene yerleştiren bu tür yaklaşımlar, AKP politikalarının nüfus ve aile planlamasıyla kadınların doğurganlık alanını düzenleyen Cumhuriyet politikalarıyla süreklilik içerisinde olduğu iddiasına da kuramsal dayanak sunmuştur.

Halbuki, kadınlar, feministlerin ideolojik ekseni kaydıran ve siyasi hedefi muğlaklaştıran yorumlarına takılmayarak AKP hükümetine karşı yaygın ve etkili bir tepki örgütlemeyi başarmışlardır. AKP’nin kadın düşmanı, gerici uygulamalarına karşı örgütlenen tepki doğal olarak aydınlanmacı ve özgürlükçü bir ideolojik zemine oturmuştur. Böylece, Haziran Direnişi’nden aylar önce başlayan kürtaj tartışması vesilesiyle feminist yaklaşımın bu kadar temel bir konuda bile Cumhuriyet döneminde elde ettikleri kazanımları kaybetmemek için direnen kadınlarla aralarında açı oluşturmayı başardığı görülmüştür. Kadınlar, direnişlerinin meşruiyetini bedenleri üzerinde sadece kendilerinin tasarruf hakkı olduğunu belirterek kurarken, kadın hareketinin öne çıkan bazı figürlerinin kürtajı dini otoriteye referans vererek savunmaya çalışmaları, oluşan geniş açının bir yansımasıdır. Erdoğan’ın kürtaj ve sezaryen ile ilgili sözlerine karşı çıkan Pınar İlkaracan’ın “Türkiye’de yaygın olan Hanefi mezhebi 120 güne kadar kürtaja izin verirken Maliki mezhebi ise ‘40 gün’ der. Çok açık, İslam’da kürtaja izin vardır”7 sözleri, bu açıdan ortada son derece trajik bir tablo olduğuna işaret etmektedir.

“Eşit yurttaşlık” talebine sığmayan Alevi dinamiği

Kadın örgütleri hakkında yapılan itibar yitimi tespiti, Alevi örgütleri için aynı ölçüde geçerli değildir. Alevi örgütleri benzer bir etkisizleşme sürecinden geçiyor olsalar da, bu noktaya başka yollardan gelinmiştir.

Alevilerin, özellikle de Alevi gençlerin, büyük şehirlerdeki mahalle eylemlerine kalabalık ve kararlı bir şekilde katıldıkları, birçok yerde eylemlere damga vuran unsur oldukları bilinmektedir. Alevi örgütleri buna rağmen eylemlerin yönlendirici gücü olmaktan uzak bir görüntü çizmişlerdir. Kent meydanlarındaki eylemlerde ise, Alevi örgütlerinin varlığı iyice silikleşmiştir. Halbuki, halkın sokağa döküldüğü ilk günlerde Üçüncü Köprü projesi ve köprüye Alevi katliamcısı Yavuz Sultan Selim adının verilmesine “Gezi kamuoyu” bir bütün olarak tepki göstermekteydi. Bir başka örnek ise, Sivas Katliamı anmalarıdır. Direniş günlerinde Alevi örgütlerinin Kadıköy’de düzenlediği 2 Temmuz Sivas Katliamı mitingi sönük geçmiş, ancak Alevi örgütlerinin çağrısı olmadan 2 Temmuz akşamı yapılan yürüyüşler, son yıllarda Alevilere daralan 2 Temmuz anmalarının çok ötesinde bir kitleselliğe ulaşmıştır. Bu veriler, Alevi örgütlerinin Alevilere ve Alevilerin sorunlarına duyarsız kalmayan geniş kesimlere ulaşamadıklarını ya da bu yöndeki çabalarının karşılık bulamadığını göstermektedir.

Esasen Alevi örgütlerini bir bütün olarak ele almak ve direnişe aynı perspektiften baktıklarını söylemek mümkün değildir. Alevi örgütleri içinde, mücadeleyi mezhep kimliğine sıkıştırmaya çalışan kimlikçi tutumların ve bunlara ideolojik temel sağlayan liberal yönelimlerin belli bir etkiye sahip olduğu uzun süredir gözlemlenmektedir. Bu tür yönelimlere sahip örgütler dışında, Gezi Parkı’nda değil Fethullah Gülen’le birlikte imza attıkları cami-cemevi provokasyonunda ortaya çıkan Cem Vakfı gibi sağcı-gerici örgütlerin ya da hareket üzerinde ağırlığı olan bazı Alevi patronların varlığı herkes tarafından bilinmektedir. Bir diğer kesim ise, ilerici kimliğine rağmen, Kürt hareketinin etkisi nedeniyle ya da Alevilere ilişkin tartışmaların dışında kalmamak kaygısıyla hükümetin açtığı “barış süreçleri”ne ya da “açılım” paketlerine kapıyı tamamen kapatmayan örgütlerdir. Kabul etmek gerekir ki; Alevi örgütlenmesinin bu parçalı hali Türkiye siyasetinin izdüşümüdür ve kimlik eksenli bakışla altı gereğinden fazla çizilen birlik-bütünlük halinin sağlanması bu kadar politikleşmiş başlıklarda mümkün değildir. Alevi örgütleri, farklı unsurları bir arada tutmaya ve yekpare hale getirmeye yarayan etnisite temelli kimlik siyasetinin avantajlarına sahip değillerdir. 

Bu parçalılık, Alevi hareketinin harekete bütünlük veren bazı ideolojik renkleri olmadığı anlamına gelmemektedir. Örneğin, feminist çevrelerde ve yeni kadın örgütlerinin büyük bölümünde gözlemlenen Cumhuriyet karşıtlığı, Alevi örgütleri için aynı yaygınlıkta geçerli değildir. Burada paradoksal bir durumdan bahsedilebilir. Cumhuriyet reformlarıyla, kadın hakları alanında önemli ilerlemeler sağlanmasına rağmen, kadın örgütleri arasındaki liberal yönelimler nedeniyle, bu haklar ya önemsizleştirilmeye çalışılmış ya da kadın alanına modernist-tepeden inmeci müdahaleler olarak görülüp eleştirilmiştir. Alevi başlığında ise, Cumhuriyet politikaları, doğrudan Alevilerin haklarını genişletmeye ve eşit yurttaşlık taleplerini karşılamaya yönelik pozitif adımlar içermemiştir. Ancak Aleviler, laiklik sayesinde en büyük korkuları olan Sünni İslam’ın baskıcılığından korunabildiklerini hissetmiş, bu nedenle Cumhuriyet’in seküler değerleriyle barışık olmuşlardır. Aleviler arasında yaygın olan bu tavır, pratikte Diyanet’in Hanefi inancını tanıma ve yaygınlaştırma görevi üstlenmesine,  kamuda ve sosyal hayatta Alevi olmanın dışlanma gerekçesi olmasına ve Alevilerin sola duydukları yakınlık nedeniyle kritik siyasi dönemeçlerde devlet kontrolünde katliamlara uğramalarına rağmen böyledir. Bu tavrı mümkün kılan yaygın bir kabul ise, Alevilerin, özellikle kendilerine yönelik baskı ve şiddetin arkasında Cumhuriyet’i değil, Cumhuriyet mirasının taşıyıcısı olmadığı düşünülen sağcı iktidar ve partileri görmeye meyil etmeleridir.

Alevileri liberalizmin etkisinden görece azade tutan bu tür eğilimleri, liberalizmin AKP’ye ideolojik anlamda koltuk değneği olduğu son yıllarda pekişmiştir. AKP’nin Birinci Cumhuriyet’in kurumlarına karşı başlattığı mücadelenin yargı ayağına büyük ölçüde, ordu ayağına ise kısmen mezhepçi bir yaklaşım damga vurmuştur. Yargıda Tunceli-Sivas-Erzincan örgütlenmesi olduğu kampanyasıyla yürüyen ve Alevi karşıtı rengi son derece açık olan mücadele, orduda Alevi subayların süreç içinde tasfiye edilmesiyle daha gürültüsüz biçimde yürütülmüştür. Tüm bu süreç boyunca, Aleviler bu kurumlar içerisinde Kemalizmin taşıyıcıları olarak ilan edilmiş ve hedef gösterilmiştir. Liberallerin, bu süreçte Alevilere karşı kullanılan düşmanca dili ve somut olarak Alevilere yönelik dışlama ve tasfiyeleri onaylamaları ve hatta “Alevifobi”nin8 üreticisi olmaları, Alevileri liberal fikir erbabına büyük ölçüde yabancılaştırmıştır. Öte yandan liberallerin, Türkiye’deki farklı etnik ve dinsel grubun kimlik taleplerine karşı gösterdikleri hassasiyeti Alevi başlığında sergilememeleri, Alevilerin liberallere olduğu kadar kimlik siyasetine de mesafelerini artırmıştır.

Dolayısıyla, Alevi örgütleri genel olarak Haziran Direnişi’nin aydınlanmacı gündemiyle daha barışık oldukları halde, direniş içinde etkisizleşmişlerdir. Bu etkisizliğin nedenlerini analiz ederken Alevi örgütlerinin örgütlenme tarzı, kadroları, mahalle bağları, vb. pek çok faktör gözden geçirilebilir. Ancak temelde yatan sorun Alevi mücadelesinin genel formülasyonuyla ilgilidir ve iki boyut taşımaktadır. Birincisi, Türkiye’nin Alevi dinamiğinin inanç merkezli bir örgütlenmeye sığmayacak kadar siyasileşmiş olmasıdır. İkincisi, birincisiyle bağlantılı olarak, Aleviliğin kimlik odaklı bir siyaset tarzının ben-merkezciliğinin ötesine uzanarak çok sayıda toplumsal-siyasi gündemle iç içe geçmesidir. Netice olarak, Alevilerin büyük çoğunluğu “eşit yurttaşlık” eksenli talepleri sahiplenmiş olsalar da, pek çok Alevi, kimliğini ve siyasi tutumunu bu taleplerin ötesine geçen bir biçimde tanımlamaktadır.

Tersinden bakıldığında, AKP hükümeti de farklı siyasi başlıklarda Sünni gericiliğin desteğini sağlamak için Aleviliği sürekli olarak gündemde tutmakta ve Alevileri normalde ilgilenmeyecekleri konularla dahi ilişkilendirmektedir. AKP daha da ileriye giderek bu mezhepçi yaklaşım üzerine bir dış politika inşa etmiş, bu yaklaşımla şekillenen Suriye politikası, Alevileri AKP’nin kendileri için yaşamsal bir tehlike oluşturduğuna ikna etmiştir. Haziran Direnişi boyunca Alevileri başta Hatay’da olmak üzere sokağa döken savaş gündemi, Alevi örgütlerini aşan bir siyasi başlığı Alevilerin başlıca gündemi haline getirmiştir. Bu gündem, Alevileri, Metin Çulhaoğlu’nun soL Haber Portalı’nda yayınlanan yazısında kullandığı ifadeyle aidiyet ve kimlik sorunları düzleminden öte “büyük siyasete” 9 duyarlı hale getirmiştir. “Büyük siyaset” düzleminin esas aktörleri ise dernekler ya da vakıflar düzeyindeki örgütlenmeler değil, siyasi partilerdir. Özetle, Aleviler için, “eşit yurttaşlık” talebi önemini korumakla birlikte, bu toplumsal kesim Alevi örgütlerinin yönlendirebileceğinin ötesine geçen bir düzeyde politikleşmiştir. Bugün Alevilerin, AKP ile daha büyük bir hesaplaşmaya gözlerini diktikleri görülmektedir. Bu tabloda kendilerini Alevi gündemlerine sıkıştıran örgütlerin Türkiye’nin karmaşık Alevi dinamiğini yönlendirmelerinin nesnel sınırları olduğu açıktır.

Direniş ve sol liberal siyaset formülasyonlarının sonu

Haziran Direnişi’nin kadın ve Alevi cephesinde muhasebesini yaparken sola tamamen dışsal özneler ve yaklaşımlardan bahsetmediğimizin de altını çizmek gerekir. Bu bağlamda, kadın ve Alevi örgütlerinin ideolojik pozisyonlarına ya da siyaset tarzına dair eleştirilerin solda da karşılığı olduğu; 1980 sonrası solun bazı bölmelerini etkileyen liberal eğilimlerin bazen solun ideolojik etkisiyle, bazen de sol kadrolar aracılığıyla çeşitli mücadele dinamiklerine taşındığı belirtilmelidir. 

Bu anlamda Haziran Direnişi, otuz yıllık 12 Eylül rejiminin sonuna yaklaştığımızın işaretlerini verirken, 1980 sonrası sola sirayet eden ve giderek bir ezbere dönüşen siyasetin içerik ve yöntemine ilişkin liberal formülasyonları tümüyle yanlışlamıştır.  

Bilindiği gibi, Batı akademisinin “yeni toplumsal hareketler” diye nitelediği özellikle kadın hakları ve azınlık hakları hareketlerini belirleyen kimlik siyaseti, Türkiye’de 12 Eylül’ün yarattığı siyasi boşlukta ideolojik ağırlık kazanmıştır. İdeolojik ağırlık vurgusu, kimlik siyasetinin tartışmaları belirleme kapasitesine işaret ederken, sesi daha çok çıkan bu hareketlerin aynı oranda bir örgütlenme gücüne sahip olmadıklarını ifade etmektedir. Türkiye’de azınlık hakları başlığında ele alınabilecek olan Kürt hareketi, söylem düzeyinin ötesinde bir güç kazanıldığına örnek olarak verilebilir, ancak unutulmamalıdır ki, Kürt hareketinin kendisini dar anlamda kimlik siyaseti çerçevesinde tanımlamaya başlaması son yıllara özgü bir durumdur. Sorunun nesnel temelleri kadar hareketin çıkışı ve yükselişi de bambaşka siyasi referanslara sahiptir. Bunlara ek olarak Kürt hareketinin silahlı mücadelesi ve Türkiye içinde ve dışında egemen siyasi aktörlerle girdiği ilişkiler de dikkate alınarak değerlendirme yapılmalıdır. Dolayısıyla, Kürt hareketi, kimlik siyasetiyle alınabilecek yol konusunda bir örnek olarak görülemez.

Oysa ki, örneğin, kadın başlığında kimlik siyaseti kadınları örgütleyen bir güce hiçbir zaman dönüşmemiştir. Bir diğer deyişle, kimlik siyaseti kadınların sorunları konusunda, sevilen deyimle, “farkındalık” yaratmakla beraber, kadınları hakları için mücadeleye çekmemiş ya da hiçbir zaman böyle bir kaygı taşımamıştır. Ezilen kadınlar adına, feministlerin dergi çevrelerinden ve projeci kadın derneklerinden oluşan bir toplamın kimlik merkezli bakışlarına atfedilebilecek bir tarihsel kazanım yoktur. Tersine, yukarıda da bahsedildiği gibi, kadınların var olan haklarına yönelik saldırıların Türkiye tarihinde eşi görülmedik şekilde şiddetlendiği bir dönemde kimlik siyaseti merkezli yaklaşım, saldırıların öznesi olan iktidara kritik bazı noktalarda meşruiyet kanalları dahi açmıştır.

Alevi örgütlerinin yürüttükleri mücadeleyi aynı parametrelerle ele almanın doğru olmayacağı yukarıda belirtilmişti. Alevi meselesi denildiğinde, liberal ideolojinin ve kimlik siyasetinin, Türkiye’de Alevi meselesinin tarihsel gelişimi ve bugünkü egemen ideolojiyle çatışmalı yapısı nedeniyle daha az etkili olduğu bir alandan bahsedilmektedir.  Türkiye’de Aleviler örneğinde görülen ise, dışlanan ve hatta yok sayılan bazı grupların sorunlarının, kimlik siyasetine daraltılmayacak kadar giriftleşmesidir.

Dışlanan ve ezilen kimlikler, sanıldığının aksine kimlik merkezli yaklaşıma hapsolmayıp toplumdaki diğer tepkilerle örtüştükleri oranda toplumsal görünürlüklerini artırabilmiş ve meşruiyet alanlarını genişletebilmişlerdir. Türkiye’deki LGBT mücadelesinin geldiği nokta buna örnektir. LGBT hareketi, Haziran Direnişi sırasında meşruiyetini artırmışsa bunda AKP karşıtı mücadelenin direngen bir unsuru olarak öne çıkmasının sonsuz bir katkısı olduğu görmezden gelinemez. Bu meşruiyet sayesinde, sokaklarda atılan cinsiyetçi sloganlar ve küfürler bile, “onlar AKP’ye sonuna kadar direniyorlar” denilerek  susturulabilmiştir. Bu gerçek kabul edilmeden, Türkiye tarihinin gördüğü en kalabalık ve coşkulu Onur Haftası yürüyüşünün neden Haziran Direnişi günlerinde gerçekleşmiş olduğu açıklanamaz.

Kimlik siyasetinin Haziran Direnişi ile iflası, sosyalist hareketin bu başlıkta savunmacı pozisyonu tamamen terk ederek hegemonyayı yeniden ele geçirmek üzere tartışmak gerektiğini göstermektedir. Bu, Haziran Direnişi’nden sol adına çıkarılması gereken derslerden biridir.

Kimlik siyasetinin kapsama alanı dışında kalan sosyal hak mücadeleleri için yine aynı liberal perspektiften üretilen “taban inisiyatifleri”, “aşağıdan yukarıya örgütlenme” türü modeller ise, bugüne kadar tarihsel ya da en azından kayda değer kazanımlar sağlayamamıştır. Belli bir başlıkta ve yerellikte ortaya çıkan direnişler,  siyasi iktidarla doğrudan çatışmaya girdikleri anda ses getirmiş ve gündeme gelebilmişlerdir. Örneğin, altın madenlerine veya HES’lere karşı yerel mücadeleler, siyasi iktidarların merkezi politikalarının yerel izdüşümlerini hedef almış ve bu nedenle çoğunlukla halkı iktidarla kavgalı hale getirmiştir.

Öte yandan, Haziran Direnişi’nde, 1980 sonrası taban inisiyatiflerini, yerelciliği, sivil toplumculuğu “büyük siyaset”e ikame etmeye çalışan yaklaşımların ancak hayallerinde görebilecekleri kitlesellikte bir halk hareketi, siyasi iktidarı doğrudan hedef alan bir düzlemde yaratılmıştır. Halk, katılımcılığı, mahallesindeki sorunu kendi yerelliğinde çözmek anlayışıyla formüle eden bu türden solculuğa itibar etmezken, siyasi iktidara karşı mücadelesinde katılımcılığın en kitlesel örneklerinden birini vermiştir. Bu da Haziran Direnişi’nden çıkarılması gereken bir diğer önemli derstir.

Direnişten sola çıkması gereken bu tür dersler tartışılmayı beklerken, liberal sol çevrelerden bir kez daha halk hareketini siyasi iktidarla mücadeleden uzaklaştıracak ve hareketin bütünlüğünü sağlayan ideolojik ortaklıkları dağıtacak girdiler gelmeye başlamıştır. Park forumlarını yeni bir siyasi örgütlenme modeli olarak gösteren, direnişe katılan farklı kesimlerin kendi sorunlarından başlayarak ve özelden genele giderek yan yana gelmelerini öneren bu yaklaşımları mahkum etmek direnişin geleceği için büyük önem taşımaktadır.

Haziran Direnişi, her tür kafa karıştırıcı müdahaleye rağmen halkın en azından şimdilik Türkiye solunun ezberci yaklaşımlarına ya da moda deyimlerine prim vermeden siyaset yaptığını göstermiştir. Haziran’da henüz sokak eylemlilikleri sürerken sokağa çıkan insanların gündemi AKP’nin geriletilmesi için “büyük siyaset” çerçevesinde neler yapılabileceği olmuştur. Farklı kesimlerden insanlar, siyasi iktidarı yerinden edebilecek mücadele yöntemlerini tartışırken, yeni bir parti kurmaktan seçimlerde sandık örgütlenmesinin nasıl yapılacağına kadar bir dizi yöntem üzerinde durmuşlardır. Kendilerine özgü gündemleri öne çıkararak onlara odaklanmak yerine AKP Hükümeti’ni zayıflatmayı hedeflemek, siyaseti ısrarla “büyük siyaset” düzeyinde yapmak halkın direnişini hükümet için reel bir tehdit haline getirmiştir. Türkiye solunun dikkate alması gereken Haziran derslerinden biri de budur.

İdeolojiler düzlemindeki temel ders ise sekülerizm-özgürlük ilişkisine dairdir. Direnişin bu yazıda ele alınan iki önemli unsurunun, kadınların ve Alevilerin, baskıya ve dinselleştirmeye karşı gösterdikleri tepki, özgürlükçülükle aydınlanmacı değerler arasında ne derece yakın bir ilişki olduğunu bir kez daha göstermiştir. Dinsel taassubun toplumsal yaşamı belirlemesiyle özgürlükler için ne kadar ciddi bir tehdit oluştuğunu kabullenmeye yanaşmayan liberal solculara yanıt, bu kez mücadelenin somut düzeyinden gelmiştir. Sosyalist hareket, bu konuyu ısrarla vurgulamanın dışında, aydınlanmacılık ve özgürlükçülük arasındaki ilişkiyi tarihsel ve kuramsal düzlemde yeniden ele almalı ve bu ilişkiyi Haziran Direnişi’nin ışığında yeniden cesaretle kuran bir siyasi pratik geliştirmelidir.

Dipnotlar

  1. (Cümle başındaki küçük harfler, alıntı yapılan kaynağa aittir.) Ayşe Düzkan, “Hareketimiz İlerlerken”, Feminist Politika, 19, 2013, s. 46.
  2.  Türkçe’de tam karşılığı olmayan İngilizce “heretic” kelimesi, hakim dini doktrinler dışındaki düşünce ve inançlar için kullanılmaktadır.
  3.  Çağlar Keyder, Gezi hareketini “Gezi Parkı Protestoları Bağlamında Yeni Orta Sınıflar, Neo-Liberal Dönüşüm ve Yoksulluk” http://konusakonusa.org/2013/09/05/gezi-parki-protestolari-baglaminda-yeni-orta-siniflar-neo-liberal-donusum-ve-yoksulluk/#more-211 (23.09.2013 tarihinde ulaşıldı).
    Keyder, yeni orta sınıftan bireyler için “‘Onu yap, bunu yapma diyen’ babalarının kanunu altında kamusallık mümkün değil” ifadesiyle, analizine “babalık” kavramını karıştıran, tespit edilemeyen sayıdaki, sosyal bilimciden biri olmuştur.
  4.  Aynı yazısında Ayşe Düzkan şunları anlatmaktadır: “2007 ylında baskın oran’ın seçimlerde aday olmakla kalmayıp feministlerin de adayı olduğunu iddia etmesinin ve daha önemlisi, “kendisi aday olmasa akp’ye oy vereceğini” söylemesinin üzerinden kısa bir süre geçmişken yaptığımız bir toplantıyı hatırlıyorum. bir grup akp’nin nasıl kadın düşmanı olduğunu anlatmak için çaba sarf ederken kahir çoğunluk böyle düşünmüyor, kadınlar için en büyük tehlikenin milliyetçi politikaları sebebiyle chp olduğunu savunuyordu.” (Cümle başındaki ve özel isimlerin başındaki küçük harfler, alıntı yapılan kaynağa aittir).
    Düzkan, 2013, s. 47.
  5. Hülya Gülbahar’ın Hürriyet gazetesinden Ayşe Arman’a verdiği 17.06.2012 tarihli röportaj. http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/printnews.aspx?DocID=20777062 (20.09.2013 tarihinde ulaşıldı).
  6.  Dokunulmazlık, bu konuda herhangi bir düzenleme yapılamayacağı anlamına gelmemektedir. Bilimsel anlayışla kadının beden ve üreme sağlığını gözeten; bebek haklarına uygun olan düzenlemeler yapılabilir. Ancak bu düzenlemelerin kaynağında dinsel ve ahlaksal yaklaşımlar olamaz; yapılan kadınların hak ve özgürlükleri çiğnenemez. Bu anlamda bir dokunulmazlıktan bahsedilmektedir.
  7.  Pınar İlkkaracan’ın Akşam gazetesinden Özlem Akarsu Çelik’e verdiği 31.05.2012 tarihli röportaj. http://www.aksam.com.tr/guncel/islamiyette-kurtaja-izin-var/haber-118804 (20.09.2013 tarihinde ulaşıldı).
  8.  Alevilik tarihi üzerine araştırmalarıyla bilinen Ayfer Karakaya Stump “Alevifobi” kavramını burada kullanılandan daha geniş bir anlamda “toplumdaki Alevi karşıtlığının inançsal önyargıların çok ötesine geçen, dini olduğu kadar sosyo-psikolojik boyutlara da sahip bir olgu” olarak kullanmaktadır. Bkz. Ayfer Karakaya Stump ile soL gazetesi eki soL Bakış’ta yapılan 7.9. 2013 tarihli röportaj.
  9.  Kavramın kullanımı için bkz. Metin Çulhaoğlu, “Haziran ve ‘Büyük Siyaset’”. http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/metin-culhaoglu-yazdi-haziran-ve-buyuk-siyaset-haberi-79735 (20.09.2013 tarihinde ulaşıldı).
    “Büyük siyaset” burada, alışılagelmiş kullanımından farklı olarak ve aynı zamanda onun bir eleştirisini içerecek biçimde, halkın iktidarla mücadelesini merkeze yerleştiren bir düzleme işaret etmek için kullanılmaktadır. “Büyük siyaset” özellikle uluslararası ilişkiler literatüründe devletlerin hayati önemde olduğu düşünülen güvenlik sorunlarına ilişkin tartışma ve politikaları, daha az önemli görülen sosyal meselelere ilişkin tartışma ve politikalardan ayırmak için türetilmiştir. Kavram, devlet ile halk arasında hiyerarşik bir ilişki kuran yaklaşımın ürünüdür. Öte yandan, liberal sol, toplumsal sorunları, siyasi iktidarla bağlantısını koparan ya da iktidar kavramını post-yapısalcı tanımlamalarla dağıtarak siyasi iktidardan uzaklaştıran bir siyaset düzlemine hapsetmeye çalışmaktır. Yerelciliğin ve sivil toplumculuğun ürediği zemin budur. Marksizm açısından bu iki yaklaşımın da reddedilmesi gerektiği ortadadır.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×