Türkiye’de Kentin Değişen Sınıfsal Yapısı, Sınıf Mücadelesi ve Sol Siyaset

Son zamanlarda medyada yer alan çeşitli haberlerde, sanayileşmenin önemli simgelerinden Detroit için “hayalet şehir” benzetmesi yapıldığına rastlıyoruz. Bir zamanlar ABD’nin gücünün, zenginliğinin ve refahının simgesi olan Detroit, şimdilerde kapısına kilit vurulmuş fabrikalar, terkedilmiş evler ve harabeye dönmüş sanat merkezleriyle gerçekten de hayalet bir şehri andırıyor. Detroit için yapılan bu anlamlı benzetmenin temel nedeni, şehrin geçen yıl 18 milyar doları aşan borçları nedeniyle iflas ettiğini açıklaması. 1950’li yıllarda ABD’nin otomotiv sektörünün kalbiyken en parlak günlerini yaşayan Detroit, değişen sermaye birikim rejimine bağlı olarak dev otomotiv firmalarının daha fazla kâr ve daha ucuz işgücü için şehri terk etmeleri nedeniyle artan işsizlik, göç ve borçla baş etmek durumunda kaldı. Özellikle yüzbinlerce kişiyi istihdam eden, otomotiv devlerinden General Motors ve Chrysler’in 2009 yılında iflasını ilan etmesiyle büyük darbe alan kentte, bugün her beş kişiden biri işsizken, nüfus ise yüzde 28 oranında azaldı. 1

 

Bir dönemin önemli sanayi merkezlerinden Detroit’te yaşanan bu gelişmeler, aynı boyutta ve şiddette olmasa da Türkiye’nin çeşitli sanayi kentlerinde de benzer bir seyir izlemiştir. Söz konusu benzerliği, 1970’li yılların ikinci yarısından sonra Avrupa’da Keynesci, Türkiye’de ise ithal ikameci dönemin sona ermesi ve yeni liberal politikaların egemenliğini ilan etmesiyle ortaya çıkan sanayisizleşme sürecinin hem erken hem de geç kapitalistleşmiş ülke toplumlarını derinden etkilemesiyle açıklamak mümkündür. Dolayısıyla kapitalizmin yeniden yapılanma süreci zamanı ve mekanı tekrar örgütleyerek iktisadi, siyasi ve kültürel yapının sermaye lehine yeniden biçimlenmesine yol açarken; aynı zamanda işçi sınıfının sayısal ağırlığında ve niteliksel profilinde değişikliklere neden olmuştur.

Kapitalizmin 1970’lerdeki krizinin, neo-liberal doktrinin hegemonyasını ilan etmesiyle aşılmasının doğurduğu sonuçları merkezine alan bu çalışma; sanayisizleşme, özelleştirme ve esnekleşme kavramları bağlamında kent ve sınıf ilişkisini ele alacaktır. Yazıda tarihsel ve toplumsal bir ilişki olarak sınıf ve sınıf mücadelesine odaklanılacak ve aynı zamanda Türkiye özelinde kentin değişen sınıfsal yapısı incelenecektir.

Erken kapitalistleşmiş ülkelerde yaşanan sürece paralel olarak Türkiye’de de sanayinin istihdam içindeki payının azalmasına karşılık hizmet sektörünün artışı ve işçi sınıfının mavi yakalı-beyaz yakalı olarak bölünmesinin detaylandırılacağı ikinci bölümde, şu sorulara yanıt aranacaktır: “İşçi sınıfının parçalı/katmanlı yapısına rağmen sınıf mücadelesinde kent başlı başına bir ölçek olabilir mi?”, “Kent mekanı mavi yakalı ve beyaz yakalı işçileri ve onların mücadelesini ortaklaştıran bir unsur olabilir mi?”, “Şehir ölçeğinde gerçekleşen sınıf mücadelesinde ne tür talepler dile getirilebilir?”

Üçüncü ve son bölümde ise, sınıf mücadelesi ile kent/mekan arasındaki ilişki ve sol siyasetin ilişkilenme biçimi, “kent hakkı” savunusuyla Gezi Parkı’nda başlayan ve kısa bir süre sonra içeriği genişleyerek yurdun dört bir yanına yayılan Haziran Direnişi örneğinde açıklanmaya çalışılacaktır.

 

Neoliberal  dönüşüm: Sanayisizleşme ve esnekleşme

Endüstri devrimi neticesinde burjuvazinin ve buna paralel olarak sanayi proletaryasının ortaya çıkışıyla bugün kırın aşamalı bir biçimde kentleşmesinden söz edilmektedir. Tarihsel bir perspektifle ele alırsak, kapitalist üretim tarzının gelişimiyle birlikte bir yandan kırsal yapılar çözülürken, diğer yandan yığınlar halinde kentleşen sanayi proletaryası büyük kentlere akın etmiştir. Batı’da yaşanan bu deneyiminin evrensel bir nitelik kazanacağı ve sanayileşmenin artmasıyla “azgelişmiş” ülkelerin “gelişmiş” ülkeler seviyesine yükseleceği inancı yakın zamana kadar geçerliliğini korumaktaydı. Sanayileşmenin bütün ülkeler ve sınıflar için aynı anlama gelmediğini eklemekle birlikte özellikle Keynesyen dönemde geçerli olan kapitalist gelişmenin ana paradigması çerçevesinde sanayileşme; çağdaşlaşma, modernleşme ve kalkınma kavramlarıyla neredeyse eş anlamlı olarak kullanılmaktaydı. Modernleşme kuramıyla ilişkilendirilebilecek bu yaklaşıma göre; sanayinin milli gelir içindeki payı, sanayi işçisinin toplam istihdam içindeki oranı gibi veriler bir ülkenin kalkınmasının önemli göstergeleri olarak kabul edilmekteydi.

Kapitalist sermaye birikim rejimi, toplumsal hayatı yeniden üretirken sosyal sınıfları ve aralarındaki ilişkiyi olduğu kadar zamanı ve mekanı da sürekli olarak dönüştüren dinamik bir yapıya sahiptir. 2 Bu çerçevede, 1973–74 petrol krizinin etkisiyle ortaya çıkan düşük kâr oranları, yüksek enflasyon ve artan işsizlik neticesinde sermayenin kârlılığının azalması kapitalizmin yeniden yapılanma sürecine girmesine neden olmuştur. Sermaye hareketlerinin serbestleşmesiyle kolay ve hızlı hareket etme kabiliyeti kazanan mali sermaye; piyasa ekonomisi, yüksek faiz ve minimum devlet müdahalesiyle denetimsizce büyürken, üretken sermaye ise sermayenin geri dönüşüm oranının azalmasına ve artı değer oranının düşmesine farklı yanıtlar üreterek kârlılığını sürdürmüştür. Büyük şirketlerin ve dev sanayi tesislerinin üretimlerinin bazı aşamalarını farklı ülkelere taşımaları ve iş sürecinin bazı aşamalarını küçük ölçekli firmalara/taşeronlara yaptırması bu çerçevede değerlendirilmelidir. Farklılaşan tüketici taleplerine paralel olarak küçük ölçekli üretime ve nitelikli işgücüne bağlı yeni organizasyon yapısını ve yeni iş sürecini içeren bu birikim rejimi, bir yandan bilgi ve iletişim teknolojilerine bağlı olarak endüstrileşen hizmet sektöründe istihdamı yükseltirken; diğer yandan da azgelişmiş bölgelerde yeni sınaî alanlarının doğmasını sağlamıştır.

Mali serbestleşme sermayenin coğrafi hareketliliğini genişletirken aynı zamanda mekansal açıdan üretimin parçalanması, üretken sermayenin de ulusal sınırlar içinde olduğu kadar küresel ölçekte de yayılmasını kolaylaştırmıştır. Bu aynı zamanda, büyük sermayenin üretimini sendikal örgütlenmenin gelişmediği, işgücünün ucuz olduğu coğrafyalara kaydırması anlamına gelmektedir. Öte yandan, bu süreci endüstriyel kapitalizmin çözülüşü ile ilişkilendiren Neil Smith, artan işgücü göçü ile ulusal ekonomilerin ulusal işgücüne otomatik bağımlılıktan uzaklaştığını, ulusal ve yerel yönetimlerin iğneyi sermayeye çuvaldızı ise işgücüne batırarak ve toplumsal yeniden üretime verdikleri desteği geri çektiğini vurgulamaktadır. 3 Neo-liberal birikim rejiminin yaygınlaşmasına zemin hazırlayan bu gelişmeler, yalnız emek ile sermaye arasındaki ilişkide değil, aynı zamanda işçi sınıfı içerisinde de önemli değişikliklerin ve buna bağlı olarak çalışma yaşamında ve koşullarında köklü bir dönüşümün yaşanmasına yol açmıştır. En genel ifadeyle güçlenmiş olan mali sermayenin politik ve iktisadi tercihlerinin bir ürünü olan neo-liberalizm, emek piyasasına esneklik paradigmasıyla müdahale ederek, üretici güçlerin bir bölümünün ilerlemesine diğer bölümünün ise gerilemesine yol açmıştır. Esneklik nosyonu ücret ve istihdamın değişen koşullara göre düzenlenmesi açısından; iş güvenliğinin tasfiye edilmesi, sendikal hakların budanması ve ücretlerin baskı altına alınmasını kapsarken; mevcut koşulların yeni teknolojiye göre dönüştürülmesi bakımından ilerici bir düzenlemeyle hızlı değişen teknolojik yenilikleri takip edebilme kabiliyetini içermektedir. Sanayileşme ve kalkınma arasındaki ilişkinin geçerliliğini yitirmesiyle kitlesel üretime ve kitlesel tüketime dayalı olan iktisadi yapıya özgü tek ve standart emek piyasası yerini bu dönemde, iki katmanlı bir yapıya bırakmıştır. Sosyal ve sendikal haklara, nispi iş güvencesine ve kariyer imkânına sahip olarak yüksek ücretle daha iyi işlerde çalışan işçiler birincil katmanda yer alırken; yarı zamanlı veya sözleşmeli olarak düşük ücretle kötü koşullarda, güvencesiz çalışan işçiler ise ikincil katmanı oluşturmaktadır.

Öte yandan, kapitalizmin bugün ulaştığı ve “sanayi sonrası” olarak adlandırılan bu dönemde ekonominin temel eğilimi ve yönünün sanayiden hizmet sektörüne kaydığını ifade edebiliriz. Sanayileşmeye erken başlayan ülkelerde tarihsel olarak önce sanayinin mili gelir ve istihdam içindeki payı hızla artmış, buna karşılık sanayileşmenin sağladığı tarımdaki verimlilik artışlarına paralel olarak tarım istihdamının payı hızla azalmıştır. Diğer aşamada ise, kişi başına gelir belirli bir düzeye ulaştıktan sonra hizmetlere talep giderek artmış, bu artışa bağlı olarak da hizmetlerin ekonomi içindeki payı düzenli olarak yükselmiştir. Dünya GSMH’sında 1980’lerde yüzde 38 olan sanayiinin payı, 2004’de yüzde 28’e gerilerken, hizmetlerin payı ise yüzde 56’dan yüzde 68’e yükselmiştir. 4 Bu durum ülke ekonomisinin gelişmişlik düzeyi arttıkça hizmetler sektörünün payının yükselmesi, buna karşılık tarımın ve sanayinin payının azalması ile açıklanmaktadır. Özellikle yapısal değişimin sanayiden hizmetlere kaydığı erken kapitalistleşen ülkelerde bu eğilim daha belirgindir. Bugün bu ülkelerde tarımın payı yüzde 5’in altında seyrederken, sanayinin payı yüzde 20’lerde, hizmetlerin payı ise yüzde 70’ler düzeyindedir.

Dünya genelindeki bu gelişmelere paralel olarak Türkiye’de de benzer bir süreç yaşanmaktadır. Türkiye ekonomisinde de 1980 yılında tarımın GSYİH’deki payı yüzde 26, sanayinin yüzde 25 ve hizmet sektörünün yüzde 49 iken, 2006 yılı itibariyle bu oranlar sırasıyla yüzde 9, yüzde 31 ve yüzde 60 olarak hesaplanmıştır. 5 Söz konusu yapısal değişim istihdamın sektörel yapısında da kendini göstermektedir. 1970 yılında, istihdam edilen toplam işgücünün yüzde 64’ü tarım, yüzde 16’sı sanayi, yüzde 20’si ise hizmet sektöründe istihdam edilirken, 2006 yılına bu oranlar sırasıyla yüzde 27, yüzde 24 ve yüzde 48 düzeyindedir. 2012 yılı itibariyle ise tarımın istihdam payı yüzde 24,6, sanayinin payı yüzde 19,1 ve hizmetlerin payı yüzde 49,4’tür 6 

Tarımın istihdam içindeki ağırlığını önemli ölçüde koruması, Türkiye’nin yeterince sanayileşmeden, bir başka ifadeyle kapitalizmin sanayileşmeye dayalı ilk aşamasını tamamlamadan, hizmetlerin payının arttığı ikinci aşamaya atladığına işaret etmektedir. Böylece yukarıda iki katmanlı bir hale geldiğinden bahsettiğimiz istihdam yapısı, aynı zamanda hızla mavi yakalıdan beyaz yakalıya doğru kaymıştır. Ayrıca işçi sınıfının, istihdamın yapısında meydana gelen gelişmelerin yanı sıra değişen teknolojiye ve üretim sistemlerine adapte olamadığı ifade edilmektedir. Bu yaklaşıma göre sınıfın bir kesimi yoğun çalışmaya, diğer kesimi ise işsizliğe mahkûm olmuştur. Dolayısıyla yedek emek ordusunun genişlemesi; işgücü piyasasının bölünmesine, çalışma koşullarının kötüleşmesine, ücret düzeylerinin düşmesine ve emeğin pazarlık gücünün zayıflamasına neden olmuştur.

Neo-liberal dönemde yalnız “gelişmiş” değil, “az gelişmiş” ülkelerin de başat sorunlarından biri haline gelen işsizlik, 2005 yılında ABD’de yüzde 5.1, yüzde İngiltere’de 4.7, yüzde Almanya’da11.3 ve yüzde İspanya’da yüzde 9.2 iken; Türkiye’de 10.9 olarak gerçekleşmiştir. Finans krizi olarak adlandırılan krizin, 2009 yılında patlak vermesiyle beraber işsizlik oranları sırasıyla yüzde 9.4, yüzde 7.8, yüzde 7.8, yüzde 18.1 ve yüzde 14.3’e ulaşmıştır. 7 Söz konusu rakamların kapsamı bilinçli bir biçimde daraltılmış resmi veriler olduğunu, aynı yıl için DİSK-AR tarafından yapılan analize göre Türkiye’de geniş tanımlı işsizlik oranının yüzde 15,3’e; gizli işsiz olarak görülen eksik ve yetersiz istihdam edilenler de ilave edildiğinde bu oranın yüzde 18,26’ya ulaştığını not ederek geçelim. 8 Görüldüğü gibi, değişen sermaye birikim rejimi yalnızca emek sürecindeki örgütlenmeyi değil; aynı zamanda toplumsal sınıflar arasındaki ilişkileri de yeniden biçimlendirir. Buna göre, yeni toplumsal ve ekonomik örgütlenme emeğin bireyselleşmesi, yönetimin merkezileşmesi ve piyasaların bağımsızlaşması yoluyla parçalı/bölünmüş bir toplum yaratmaktadır. Buna paralel olarak söz konusu yeni kapitalist örgütlenme modeli, sonunda kendisini yeniden üretecek mekanı da yaratmıştır. Kentsel mekanın köklü bir biçimde yeniden örgütlenmesine yol açan bu durum, kapitalist ilişkilerin hem sonucu hem de yaratıcısı durumundadır. 9 

Neoliberal kentte sınıf manzaraları

En genel ifadesiyle kent, modern kapitalizmin bütün ilişkilerinin mekansal düzlemini oluşturmaktadır. Toplumsal ilişkilerin vücut bulduğu kentler, her dönemin hâkim sermaye birikim stratejisinin egemenliği altında yeniden şekillenmektedir. Bugün gelinen noktada kentsel mekanların, muazzam finansallaşmanın yaşandığı, mali sermayenin tahakkümünü arttırmasına karşın üretici sermayenin kısmen değer yitirdiği ve bazı kentlerde sanayisizleşmeyle at başı giden neo-liberal kapitalizmi oluşturan insan ve sermaye dolaşımının merkezinde olduğu söylenebilir. Bu bağlamda özellikle 1990 sonrasında kent politikalarının genel yöneliminin bazı kentler için sanayisizleşme doğrultusunda belirlenmesinde, mali sermayenin kentlerdeki etki alanının ve payının genişlemesinin önemli katkısı bulunmaktadır.

Sassen’e göre, küresel mali sistemin önemli ölçüde genişlemesinin yanı sıra kitlesel üretimden küçük ölçekli, esnek üretime doğru kayış 1970’lerde küresel kentlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu bağlamda, sanayinin mekansal dağılımının farklılaşmasıyla ortaya çıkan coğrafi devinime dikkat çeken Sassen’e göre; 1970’lerden bu yana iktisadi güç dengesi Detroit ve Manchaster gibi üretim mekanlarından, finans ve yüksek düzeyde özelleşmiş hizmet merkezlerine kaymıştır. 10 Ayrıca neo-liberalizmin kentlere ilişkin kurgusuna göre, uluslararası kapitalizm içinde her bir kent belirli roller üstlenmektedir. Dolayısıyla uluslararası alanda serbestçe dolaşan sermayeyi kendisine çekebilmek için birbiriyle rekabet eden neo-liberal kentlerin mekansal iş bölümü çerçevesinde; bir üretim mekanı mı ya da turizm mekanı mı yoksa finans merkezi mi olacağı üstlendiği rol ve rekabet gücü çerçevesinde belirlenmektedir. Buna göre, bir kentin sermaye açısından cazip hale gelmesi; sağladığı fiziksel ve teknik alt yapının, doğal kaynaklarının, coğrafi konumunun yanı sıra düşük vergi oranları, nitelikli ve ucuz işgücü ile ilişkilidir. 11 Üretim ve yeniden üretim alanı olan kentsel ölçeğin kapitalist paradigmanın değişimine uygun olarak köklü bir biçimde yeniden belirlenmesi, aynı zamanda işçi sınıfı nüfusunun toplumsal ve mekansal örgütlenmesinde de önemli dönüşümler yaratmıştır. Bu noktada çok kısa da olsa bir önceki dönemde sınıfın kent ölçeğindeki konumuna bakmak konumuz açısından uygun olacaktır. İkinci Dünya Savaşı sonrası merkez ülkeler için Keynesçi dönemde, Türkiye gibi çevre ülkeler içinse İthal İkameci Sanayileşme döneminde kentler, işçi sınıfı için ev ile iş arasındaki yolculuğun coğrafi sınırının ötesinde sosyal yeniden üretimin temel birimini oluşturmaktadır.

Devlet, işgücünün temini ve bakımının yanı sıra konuttan sosyal yardıma, ulaşımdan alt yapıya kadar pek çok sosyal üretimin gerçekleştiği Keynesçi kentin belirlenmesinde kilit bir role sahiptir. Her ne kadar çevre ülkelerde devletin sosyal refahı arttırmaya yönelik planlı girişimleri sınırlı düzeyde kalsa da söz konusu dönemde genel olarak devlet, mekansal yapılara ve kentsel sorunlara kaynak ayırarak doğrudan katkıda bulunmuştur. Çoğunlukla büyük sanayi tesislerinin etrafında kurulan işçi semtleri ve işçi mahallelerinden oluşan dönemin kent mekanı, çalışan sınıfların sadece işyerinde değil, aynı zamanda yaşam alanında da kendisini bir sınıf olarak tahayyül edebilmesini mümkün kılmıştır. Dolayısıyla işçiler, işyerinin hemen yanı başında yer alan yaşam alanını, işyerinde birlikte çalıştığı ve kendisi gibi olanlar ile paylaşmaktaydı. Ancak bugün sınıf, kentin sadece belirli semtlerinde ya da mahallelerinde değil, artık her yerindedir.

Geleneksel işçi semtlerinden biri olan dönemin Paşabahçe semti, bu duruma belki de en çarpıcı örnek olarak gösterilebilir. Paşabahçe Cam, Beykoz Deri Kundura ve Tekel İçki fabrikalarının bulunduğu, emek gücünün kentleştiği bir dönemde kurulan, boğaz kıyısındaki bu gecekondu semti; yalnız işgücünün yeniden üretim alanı değil, aynı zamanda sınıf ilişkilerinin, sınıf kültürünün ve sınıf bilincinin de yeniden üretildiği bir mekan olmuştur. Bu çerçevede, Paşabahçeli işçilerin sınıf mücadelesinin en dinamik aşamalarından biri olan grevleri, kısa bir süre içinde kararlı ve etkili bir biçimde semt grevi, halk grevi şekline dönüştürebilme kabiliyetine dikkat çekmek gerekmektedir. Örneğin Türkiye emek tarihi açısından ayırt edici özellikleri ve sonuçları olan Paşabahçe 1966 grevi, cam işçilerinin haklı mücadelesine, kundura ve tekel işçilerinin sınıfsal, sendikal ve mekansal destek vermesiyle bir süre sonra muhit grevi haline gelerek, etkili ve kararlı bir grev olmuştur. 12 Ancak bugün, hem bir istihdam hem de sosyal yardım alanı olan Keynesçi kentin, sanayisizleşme, özelleştirme ve esnekleşme politikalarıyla 1980’lerden itibaren çözüldüğü, böyle örneklerin ise tekrarlanamaz hale geldiği gözlenmektedir.

Batı metropollerinde değişime neden olan söz konusu dinamikler, Paşabahçe örneğinden de anlaşılacağı gibi Türkiye’de de benzer süreçlere yol açmıştır. Sosyo-mekansal yapıları ve ilişkileri temel alarak, Türkiye’de kentleşme olgusunu üç ayrı döneme ayıran Şengül, 1950-80 arasını İthal İkameci Sanayileşme modeline uygun bir biçimde “emek gücünün kentleşmesi” olarak ifade ederken, 1980 sonrasını ise “sermayenin kentleşmesi” şeklinde adlandırmaktadır. 13  1980 sonrası sermayenin, kentsel alanların en küçük noktasına kadar nüfuz ederek hegemonik hale geldiğini vurgulayan Şengül, bu durumun kentlerde yarattığı eşitsizlik ve çelişkilere de dikkat çekmektedir. Dolayısıyla son otuz yıldır neo-liberal paradigma çerçevesinde sermaye lehine değişen dengeler, kent mekanının hiçbir dönemde olmadığı kadar sermayenin mantığı tarafından belirlenmesine yol açmaktadır.

Bu bağlamda geçmiş dönemin iddialı sanayi kentlerinden biri olan İstanbul’un kent merkezindeki sanayi havzalarının boşaltılması ve sanayiye alternatif olarak gelişen hizmet sektörüne odaklı kentleşmenin ortaya çıkması bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Büyük sanayinin emeğin örgütsüz, ucuz olduğu kentlere kaymasıyla yaygınlaşan esnek üretim, gelişen hizmet sektörü İstanbul metropolündeki ekonomik, sosyal ve sınıfsal hayatı yeniden şekillendirmiştir. Sermaye yoğun büyük yatırım şirketlerinin yanı sıra emek yoğun küçük ölçekli imalat yatırımlarının bir arada bulunduğu İstanbul’da tekstil, giyim ve deri sanayinin dışında giderek genişleyen inşaat ve emlak sektörünün yanı sıra finans, komünikasyon, medya, bilişim gibi yeni sektörlerin çeşitlenerek arttığı gözlenmektedir.

Metal ürünleri, makine ve teçhizat üretiminin azalmasına paralel olarak son 30 yıldır İstanbul’un tekstil ve konfeksiyon ürünleri üreten küçük ölçekli firmaların merkezi haline gelmesi imalat sanayinin iş alanlarının kompozisyonunda da değişikliklere neden olmuştur. Bu çerçevede Bayrampaşa, Fatih, Gazi Osmanpaşa ve Küçükçekmece gibi ilçeler çok sayıda işyeri ve yüksek konut sayısı ile kentteki büyük nüfus deposunu barındıran alanlar olmuştur. Tüm sanayisizleştirme politikalarına rağmen hala sanayinin önemli bir merkezi olan İstanbul’daki imalat sektörünün motor gücü olan konfeksiyon üretimi ise, kent çevresindeki varoşlardan beslenmektedir. Kayıtdışı, ucuz, güvencesiz, örgütsüz ve esnek çalışmanın hâkim olduğu konfeksiyon ve tekstil üretimi, geleneksel kent merkezlerinin dışına çıkarak Merter, Osmanbey gibi yeni merkezlere kaymıştır. 14 TÜİK’in 2008 yılı verilerine göre 185 milyar dolar GSYİH ile dünyanın en büyük 45. ekonomisi olan İstanbul özelinde yapılan 2005 yılı İstihdam ve İşsizlik Raporu’nun verilerine göre, kentteki en yüksek kayıtdışı çalışma yüzde 15.72 ile sanayi sektörüne aittir. Ayrıca 1970’li yıllarda bir tür “işçi konutu” şeklinde ortaya çıkan ve yaygınlaşan gecekonduların yer aldığı işçi semtlerinin/mahallelerinin, 1990’larla beraber fabrikaların ve büyük üretim komplekslerinin kent dışına taşınmasıyla iktisadi, sosyal ve çevresel açıdan gerilediği ifade edilebilir.

Diğer taraftan, İstanbul’da yer alan büyük sanayi tesislerinin özelleştirilmesiyle ortaya çıkan kentsel rant sermayenin iştahını kabartmıştır. Bu çerçevede artık işlemeyen fabrika alanlarında çok katlı, büyük camlı otellerin ve rezidansların yükselmesinin ilk sosyo-mekansal sonuçlarından biri; eskinin üretim alanlarının boşalması olurken, diğeri ise bu sürece eşlik eden yüksek işsizlik oranıdır. Son olarak 2012 yılında TÜİK tarafından hesaplanan İl Bazında Temel İşgücü Göstergeleri’ne göre, İstanbul’da işsizlik oranı yüzde 11,3 olarak hesaplanmıştır. 15 Bu oran aynı yıl Türkiye geneli için hesaplanan resmi işsizlik oranından yüzde 2 daha fazladır. Artan işsizliğin ve özelleştirmelerin yanı sıra kısıtlanan kamu harcamaları da sınıfın sosyo-ekonomik konumu ile birlikte siyasi gücünün de gerilemesi anlamına gelmektedir.

Öte yandan, İstanbul’un neo-liberal örgütlenmesi sınıfsal ilişkiler üzerinde de ciddi baskılar yaratmıştır. Sermayenin işçi sınıfı üzerindeki hegemonyasının yanı sıra, sınıf içi ayrışmalar derinleşmiş ve bu ayrışmanın kentsel ve dolayısıyla siyasal hayattaki karşılığı gün yüzüne çıkmıştır. Neo-liberalizmle derinleşen eşitsizlik ve ayrışmanın mekansal olarak gerçekleşmesi, kamusal mekanların özelleşmesi ve kent merkezlerinin rantsal yağmaya açılması ise günümüz kentlerinde olduğu gibi İstanbul’da da çelişkilerin, çatışmaların ve gerilimlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Üretim ilişkilerindeki dönüşümün yeni sınıfsal bölünmeler yaratması, sanayideki mavi yakalı geleneksel işçi sınıfının gerilemesine karşın, genişleyen hizmet sektörünün etkisiyle artan beyaz yakalı popülasyonu sınıfın farklılaşmasının temel dinamiğini oluşturmaktadır. Eski fabrikaların çevresinde yer alan işçi semtlerinin dinamik yapısını hızla kaybetmesi ve geleneksel işçi tipinin bu alanları terk etmeye zorlanmasıyla söz konusu mekanlarda derinleşen yoksulluk neo-liberal politikaların en belirgin sınıfsal sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır.

Diğer taraftan eğitim, sağlık gibi toplumsal hizmet alanlarında özel sektörün payının hızla artması, bu hizmetlerin piyasa koşullarına bırakılması, geleneksel işçi tipinin sosyal açıdan da gerilemesine, dışlanmasına neden olmuştur. Bilişim, finans, bankacılık, turizm ve reklamcılık gibi yüksek kârların yanı sıra yaratıcılığın da ön planda olduğu yeni çalışma alanları ile tüketim alanlarının sanayinin yerini ikame etmesi; bu işleri yapan genç, yüksek ücretli, nitelikli profesyonellerin kent merkezlerindeki yerlerini almalarının nesnel koşulunu oluşturmaktadır.

Neo-liberal kentin ortaya çıkışında, tarihsel ve yapısal anlamda kapitalizme içkin olan olguların günümüze yeni bir tarzda eklemlenmesinin bir başka önemli sonucu ise, işgücü piyasası ile konut piyasasının dinamiklerinin tamamen birbirinden farklılaşması olmuştur. 16 Liberal politikalara, kamusal alanların özelleştirilmesine ve rant ekonomisine dayalı olarak kent mekanının neo-liberal paradigma temelinde yeniden örgütlenmesinin, emekçi sınıflar açısından doğurduğu bir başka problem ise konut sorunu ve barınma hakkının gaspı olmuştur.  Emekçi sınıflar için önem taşıyan ve çözümü giderek aciliyet kazanan konut ve yerleşme sorunu, sosyal devletin tasfiyesinin dile getirildiği neo-liberal dönemde can yakıcı bir hal almaktadır. Dolayısıyla kent merkezlerine doğru gerçekleşen hızlı ve plansız göç sonucu ortaya çıkan düzensiz ve hızlı nüfus artışı ve bu nüfusun konut gereksiniminin karşılanamamasının neden olduğu çarpık ve sağlıksız kent alanlarında var olma mücadelesi veren emekçi sınıflar, konut sorunu ile baş başa kalmaktadır.

Emekçilerin söz konusu soruna buldukları çözüm ise uzun vadelerle borçlanarak ev sahibi olmak şeklinde gerçekleşmiştir. Bu çerçevede, ülke genelinde krediyle ev sahibi olma oranı artmıştır. Her ay yapılan binlerce konut kredisi başvurusu ve TÜİK verilerinden yapılan analize göre, Türkiye’de her 10 kişiden 4’ü bankalardan temin ettiği kredi ile ev sahibi olmaktadır. 2013 yılının ilk çeyreğinde ülke genelinde ev sahibi olanların yüzde 42’si konut kredisi kullanırken, İstanbul’da ise bu oran yüzde 47 olarak gerçekleşmiştir. 17  Aynı rapordan elde edilen verilere göre, konut kredisi talebinin yüzde 70’i gibi büyük bir bölümünü tam zamanlı, ücretli çalışanlar oluşturmaktadır. Bu oran, çoğunlukla emekçilerin başlarını sokacak bir ev sahibi olabilmek için geleceğe borçlandıklarının kanıtı niteliğindedir.

 

Kentsel çelişki, sınıf mücadelesi ve sol siyaset

Sermaye birikiminin ve emek gücünün yeniden üretim alanı olan ve Castells tarafından “kentsel sistem” olarak adlandırılan mekanizma, aynı zamanda emek-sermaye çelişkisinin çeşitli dışavurumlarına da sahne olmaktadır. İlişki ve süreç diyalektiği çerçevesinde kenti, modern kapitalist ilişkilerin mekansal düzeni olarak tarif eden Castells, kent mekanını doğrudan üretim süreçlerine dayandırarak açıklamaz. Bunun ötesinde kent mekanını yaratan süreci, dar ve geniş anlamıyla işgücünün yeniden üretimi ile ilişkilendirir. Dolayısıyla Castells, kentsel birimi işgücüne ilişkin süreçler çerçevesinde tanımlamaktadır.

Söz konusu toplumsal gerçekliğe Engels, daha önce emekçi sınıfların üretim sürecinin yanı sıra bu sürecin dışındaki yaşam, konut, beslenme koşullarına ve gündelik hayatlarına ilişkin gözlemlerini aktardığı ve Gelenek’in bu sayısında da değerlendirdiğimiz İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu adlı çalışmasında dikkat çekmiştir. Engels’e göre kapitalizmin neden olduğu sınıf çelişkisi, sömürü ve sefalet kendisini yalnızca üretim sürecinde ve bu sürecin gerçekleştiği üretim mekanın da yaratmaz. Aynı şekilde emek gücünün yeniden üretim alanları da kapitalizmin yarattığı çelişki ve sömürünün derinleştiği mekanlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani, her toplumsal süreç ve ilişki gibi diyalektik bir nitelik taşıyan kent mekanı da sömürü, çatışma ve mücadele ilişkilerinden meydana gelmektedir. Dolayısıyla kent, sınıflar arasındaki veya aynı sınıfın üyeleri arasındaki ilişkilerin de yeniden üretildiği bir mekan-ilişki biçimi olarak kavranmaktadır. Bu bağlamda, sınıf içi ya da sınıflar arasındaki ayrımlar, yalnız sosyo-ekonomik göstergelerle değil, aynı zamanda ortak deneyim, kültürel yapı ve gündelik yaşam pratikleri aracılığıyla da görünür kılınmakta ve bu yolla toplumsal/siyasal düzeyde yeniden üretilmektedir. Hatta Şengül’e göre, geçmişte kapitalizmin yarattığı çelişkiler ve bundan doğan mücadelenin sembolik mekanı fabrika olduysa, bugün bu mekan kentin bizatihi kendisidir. 18 Emekçi sınıfların üretim mekanında olduğu kadar yaşam mekanında da karşı karşıya olduğu çelişkilerin siyasetle ilişkilenmesi, sınıf mücadelesini daha geniş bir ölçeğe taşımak anlamına gelmektedir. Bu durum, kent ölçeğinde cereyan eden sınıf mücadelesinin, ülke ölçeğinde siyasal ve ideolojik alana taşınmasını zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla söz konusu çelişkileri, sömürüyü ve baskıyı siyasal düzleme taşıyacak politik bir kavrayışa ve stratejiye ihtiyaç duyulmaktadır. Bu noktada, söz konusu stratejiyi oluşturabilecek yetkinliğe ve dinamiklere sahip olan sol siyaset çerçevesinde aşağıda sıralanan şu soruları yöneltmek anlamlı olacaktır:  “Üretim alanındaki mücadele ile kent mekanındaki sınıf mücadelesini müşterek hale getirmek mümkün müdür?”, “Emek-sermaye çelişkisinin kent ölçeği gibi bir düzeye taşınması durumunda sınıf mücadelesi, ekonomik hakların ötesinde hangi talepleri içerebilir?”, “Sol siyaset üretim alanlarının yanı sıra yaşam alanları da birbirinden farklı olan mavi yakalı ve beyaz yakalı işçileri, ortak sınıf gündemi etrafında bir araya getirebilir mi?”, “Emek sürecindeki mücadelelerin yanı sıra hem kentten hem de kent yaşamının niteliğinden kaynaklanan mücadeleleri, sol siyaset kapsayabilir mi?”

Yukarıda sıralanan sorulara ülke tarihinde önemli bir dönüm noktası olan Haziran Direnişi ve onun yarattığı yeni toplumsal ve siyasal atmosfer bağlamında yanıt aranması bu yazının son bölümünün konusunu oluşturmaktadır. Bu çerçevede, mavi yakalı işçilerden beyaz yakalılara, hizmet işçisinden sanayi işçisine, nitelikli/yüksek ücretli emek sahiplerinden niteliksiz/ucuz emekçilere, işsizlerden emeklilere varana kadar işçi sınıfını oluşturan geniş kesimlerin, sınıf mücadelesinin önemli momentlerinden biri olan Haziran Direnişi’nin özneleri olduğunu hatırlatmak gerekmektedir. Peki, ne oldu da sınıfın bu birbirinden kopuk unsurları geçmiş deneyimlerden farklı olan ve Haziran Direnişi şeklinde kodladığımız bu toplumsal mücadelede bir araya gelerek aynı safta yer alabildi?

Haziran Direnişi’nin ortaya çıkışına ve gelişim sürecine baktığımızda toplumsal mücadeleyle kent-mekan arasındaki ilişkinin başat bir rol oynadığı öncelikle ifade edilmelidir. Direnişin kent ve mekan boyutu yalnızca kapitalizmin temel çelişkilerinin iz düşümlerinin yansıdığı fiziksel bir alan olmanın ötesine geçmiştir. Zira direnişin neo-liberal kentin önde gelen örneklerinden biri olan İstanbul’da, daha özelde Taksim Gezi Parkı’nda ortaya çıkması ve buradan ülkenin diğer kentlerine hızla yayılması, derinleşmesi tesadüf olarak değerlendirilemez. Kent mekanındaki çelişkilerin gün yüzüne çıkmakla kalmayıp siyasallaştığı Haziran Direnişi’nde, kentin metalaşmasını reddederek “ortak/ kamusal alanlara sahip çıkmak” ve bir bütün olarak kentte “hak iddia etmek” hareketin ortak ve birleştirici öğelerini oluşturmaktadır. 19 Ancak sınıfın farklı unsurlarını bir araya getiren ve toplumsal hareketin önünü açan söz konusu bu ortak öğelerin ötesine geçen kitleler, “hükümet istifa” sloganıyla asıl taleplerini dile getirmiştir. Türkiye’nin birçok şehrine yayılan ve milyonlarca kişiyi “hükümet istifa” sloganlarıyla sokağa döken halk hareketi büyüyerek, piyasacı-dinci ve otoriter AKP iktidarına karşı büyük bir isyana dönüşmüştür.

Toplumsal üretim ilişkilerinin üretimin mekanıyla sınırlı kalmayıp yaşamın bütün alanlarına nüfuz ettiği, kapitalizmin halen içinde bulunduğumuz geç evresinde, siyasal iktidarın daha saldırgan ve yıkıcı davrandığı gözlenmektedir. Türkiye’nin özgün koşullarında ise bu fazlasıyla böyledir. Ülkenin özgün toplumsal-siyasal formasyonu içinde AKP iktidarı, üretim alanlarını olduğu kadar kent alanlarını ve gündelik yaşamı da sermayenin ve muhafazakâr ideolojinin değerleri çerçevesinde baskıcı ve saldırgan bir biçimde yeniden dizayn etmektedir. Bu bağlamda kent gündemi, protestoların referans noktası ve siyasal zemini olmakla birlikte biraz daha dikkatli bakıldığında kitleleri kararlı bir şekilde sokağa döken asıl itkinin Erdoğan’ın cisminde somutlaşan AKP karşıtı öfke olduğu görülecektir.

Diğer taraftan, hareketin sınıfsal kimliği ve sınıfsal talepleri üzerinde durulması gereken bir başka çarpıcı nokta olarak karşımıza çıkmaktadır. İşçi sınıfının örgütleriyle, programıyla direnişe katılmadığını teslim eden Boratav, AKP iktidarının dinci-gerici toplum projesini ve baskıcı/otoriter yönetme stratejisini reddiye üzerinden biçimlenen Haziran Direnişi’ni “olgunlaşmış bir sınıf tepki” olarak tanımlamaktadır. 20 Direnişi, sınıfın kapkaççı burjuvazinin ve onunla bütünleşmiş siyasi iktidarın devâsa kentsel rantlara el koyma girişimine karşı çıkış olduğunu belirten Boratav, şunları dile getirmektedir:

“Bu, yağmacı kapitalizme karşı olgunlaşmış bir sınıfsal başkaldırıdır. Sınıfsaldır; zira burjuvaziye ve onun devletine karşıdır; onlarla kader birliği değil, kader karşıtlığı içinde olan insanların ortak hareketidir.

(…) Doğrudur, İstanbul’un merkezinin rant yağmasına açılması, direnmeye kalkışan insanların gelirlerini, ücretlerini, çalışma koşullarını bozmamakta, ödedikleri kirayı, kredi faizini, öğrenci harçlarını,  benzin fiyatını ve enflasyonu yukarı çekmemektedir. Yapılan, toplumun (halkın) geçmiş kuşaklarından devralınmış ortak varlıklarının siyasi iktidarlar tarafından kapkaççı bir burjuvaziye peşkeş çekilmesidir. Direnenler, bir anlamda, geçmiş kuşak halklarının bugüne devrettiği ortak varlıklarının burjuva mülkiyetine dönüşmesine karşı çıkıyorlar.”

Neredeyse AKP iktidarı ile özdeşleşen Türkiye kapitalizminin neo-liberal örgütlenmesi, insanlara daha çok işsizlik, güvencesizlik ve yoksulluk vaat ederken, direnişin bu ekonomik saiklerin ötesinde gün yüzüne çıktığını vurgulayan Saraçoğlu da, bir bütün olarak AKP rejiminin niteliğini karşısına alan bu hareketin sınıfsal dinamiklerinin altını çizmektedir. 21 Bir hareketin sınıfsal nitelik kazanmasında, sınıfın ilişkiselliği ve sermaye karşısında pozisyon alabilmesiyle mümkün olduğunun önemine değinen Saraçoğlu, şunları ifade etmektedir:

“AKP karşıtlığının sınıfsal karakter kazanması sadece, direniş içerisinde yoksul emekçilerin sayısal anlamda artmasıyla değil mevcut muhalefet potansiyelinin sermaye karşısında pozisyon alabilmesiyle mümkün olabilir. Böyle bir düzleme yerleşen bir muhalefet dinamiği belirli bir vadede ve uygun koşullar ortaya çıktığında kendi içerisindeki emekçi ağırlığını arttıracaktır; yani emekçi ağırlığının artması hareketin sınıfsal karakterini garantileyen bir durum değildir; hareket içerisinde emekçilerin sayısal ağırlığı ancak sermaye karşıtlığını besleyen bir nitelik kazandığında siyasal anlamda belirleyici bir etmen haline gelir.”

Haziran Direnişi’nde işçi/emekçi sınıfların çok değişik katmanlarının birlikte yer aldığını ve bu geniş sınıfsal yapının taleplerinin tamamen sınıfsal olduğunu ifade eden Belek ise, konuyu daha geniş bir perspektifle ele almaktadır: 22 “Laiklik, özgürlük, yaşam tarzına dinin müdahalesine, yağma ekonomisine, savaşa, başka ülkelerin iç işlerine karışılmasına diktatörlüğe karşı sert tepki. Bu tepki tek bir öznede Erdoğan’da somutlaştı. Halk sınıflarının memnun olmadığı ne varsa hepsi Erdoğan’ın kimliği olarak algılandı ve tepki o kimliğe yöneldi. Bu müthiş bir soyutlama yeteneğiydi. Bir harekete sınıf hareketi demek için onun mutlaka ekonomik taleplere bağlanmış olması gerekmez. Yalnızca ekonomik talepler sınıfı ifade etmez ve sınıf kendisini yalnızca ekonomik taleplerle ifade etmez. Esas sınıfsal tepki ekonomik sıkıntıları aşan bir bütünlük içine yerleşebilen tepkidir. Bu sınıfın siyasi olgunlaşmasına da işaret eder. Tepki ne derecede siyasallaşmışsa o derece devrimcidir.”

Öte yandan, Haziran Direnişi’nin sınıfsal karakterini teslim etmekle birlikte, hareketin sınıfın üretim/hizmet alanlarını kapsamaması üzerinde durulması gereken bir başka gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Sınıf, sermayenin ve onun iktidarına karşı kent mekanında harekete geçerken, üretim alanları bunun dışında kalmıştır. Hâlbuki emek-sermaye çelişkisinin devlet ve siyasetle ilişkilenmemiş en yalın hali çoğunlukla iktisadi taleplerle belirli üretim/hizmet alanlarında gerçekleşmektedir. Kaldı ki kentteki kamusal mekanlar gibi işyerleri de sermayenin ve gerici ideolojinin baskısı altında bulunmaktadır.

Her ne kadar bu durum Lefebvre tarafından “mücadelenin üretim alanlarına sıkıştırılması” olarak tanımlansa da bu satırların yazarının da savunduğu gibi tüm alanlarda sermayenin denetim mekanizmalarının işçi sınıfı üzerindeki etkisi ve baskısı ancak topyekûn gerçekleştirilecek sınıf mücadelesiyle geri püskürtülebilir. Ancak bu noktada, AKP dönemindeki neo-liberal birikim ve buna eşlik eden muhafazakâr toplum projesine tepkinin, neredeyse dolayımsız bir şekilde kent mekanına yansıyarak karşıtını üretmesine rağmen işyerlerinde ise aynı sadeliğe ulaşmadığının altını çizmek gerekmektedir. 23 Birkaç örnek dışında – en bilineni NTV önünde gerçekleştirilen ve daha sonra NTV çalışanlarının da katıldığı protesto eylemi olmuştur-Haziran Direnişi’ndeki dinamiğin çalışma alanlarına taşınmadığını, bu açıdan kent merkezlerinde harekete geçerek direnişteki yerini alan sınıfın, aynı eylemliliği işyerlerinde göstermediği ifade edilmektedir. Oysaki üretim alanlarında ortaya çıkan somut mücadeleler doğrudan sermaye karşıtı bir niteliğe sahiptir. Bu bağlamda, Haziran Direnişi’nde savunulan toplumsal taleplerin sermaye karşıtı bir siyasal ve ideolojik içerikle bütünleştirilmesi bakımından üretim/hizmet alanlarında verilen mücadeleler önem taşımaktadır.

Peki, sermayenin ve onun gerici-otoriter iktidarının topyekûn saldırısı karşısında sınıf mücadelesi, hem üretim alanları içerisinde hem de kentin genelinde nasıl örgütlenebilir? Sermayenin saldırıları karşısında bir bütün olarak sınıf, tüm alanlarda birlikte pozisyon alabilir mi? Yazının önemli tartışma başlıklarından birine ait olan bu sorular bizi sol siyaset alanına taşımaktadır. Bu çerçevede, üretim süreçleri içerisindeki maddi sınıf konumlarından başlayarak  toplumsal  yaşamın her alanına yayılan sınıf mücadelesinin ve sınıf bilincinin yükseltilmesi ancak sol siyasetin konusu olabilir. Sınıfın politikleşmesinin çoğunlukla sınıfın dışındaki farklı unsurları zorunlu kıldığı ön kabulünden hareketle; sömürü, baskı ve çatışmaya dayalı olan toplumsal gerçekliğin aşılması ancak ortak deneyim aracılığıyla ve ortak çıkarlar adına hareket eden kuvvetli ve etkili sol stratejiyle mümkündür. İşte tam da bu noktada, Haziran’da ortaya çıkan halk ayaklanması ışığında toplumsal gerçekliğin üzerindeki örtü yavaş yavaş aralanırken, solun bu büyük potansiyeli iyi analiz ederek ve Haziran deneyiminden dersler çıkararak, stratejisini inşa etmesi devrimcilerin önündeki önemli görevlerden biri olarak durmaktadır. Çünkü ancak sınıfın kendisini oluşturan tüm unsurlarıyla birlikte vereceği ve ülke ölçeğinde örgütlenmiş devrimci bir siyasi mücadele, sosyalizm hedefiyle buluşursa özellikle son otuz beş yıldır sermayenin sistematik bir biçimde tüm yaşam alanlarında yürüttüğü saldırılar geri püskürtülebilir.

Dipnotlar

  1.   The Demise of Detroit, Euronews, 15.08.2013, http://www.euronews.com/2013/08/15/ the-demise-of-detroit-detroiturbanex-photos/, (erişim: 29.01.2014), Exploring and Understanding The City of Detroit,  http://detroiturbex.com/, (erişim: 30.01.2014)
  2. David Harvey, The Condition Of Postmodernity: An Enquiry İnto The Origins Of Cultural Change, Hoboken: Wiley-Blackwell, 1989, s. 343.
  3. Neil Smith, “Yeni Küresellik, Yeni Şehircilik: Küresel Kentsel Strateji Olarak Soylulaştırma”, Çev. İlknur Urkun-Bowe ve İbrahim Gündoğdu, Planlama Dergisi, Sayı: 36, 2006, s.17.
  4. Türkiye Vakıflar Bankası T.A.O. Hazine Başkanlığı Ekonomik Araştırmalar Müdürlüğü, “Küreselleşme Sürecinde Dünya ve Türkiye Ekonomisinde Sektörel Yapıdaki Dönüşüm Üzerine Bir İnceleme”, 2007, s. 2-3, http://www.vakifbank.com.tr/documents/earastirma/Kuresellesme_Surecinde_Dunya.pdf, (erişim: 08.02.2014).
  5. Türkiye Vakıflar Bankası T.A.O. Hazine Başkanlığı Ekonomik Araştırmalar Müdürlüğü, Agm., s. 26.
  6.  TÜİK, İstihdam Edilenlerin Yıllara Göre İktisadi Faaliyet Kolları ve Dağılımı, 2013, http://www.tuik.gov.tr/UstMenu.do?metod=temelist, (erişim: 09.02.2014).
  7. OECD Unemployment Rates, 2009, http://www.oecdilibrary.org/docserver/download/3009011ec049.pdf?expires=1397509866&id=id&accname=guest&checksum=86E7F9D761DCB6AC34F0E405103871CD, (erişim: 08.02.2014).
  8. DİSK-AR 2012 Hanehalkı İşgücü Anketi Değerlendirmesi, 07.03.2013, http://haber.sol. org.tr/ekonomi/disk-ar-turkiyede-issizlik-orani-yuzde-92-degil-yuzde1538dir-haberi-69401, (erişim: 10.02.2014).
  9.  Henri Lefebvre, The Production of Space, Londra: Wiley-Blackwell, 1991.
  10. Saskia Sassen, The Global City: New York, London, Tokyo,   Princeton, NJ: Princeton University Press, http://www.amazon.com/gp/product/0691070636/ref=as_li_qf_sp_asin_tl?ie=UTF8&camp=1789&creative=9325&creativeASIN=0691070636&linkCode=as2&tag=da nlithompag-20, 1991, (erişim tarihi: 11. 02. 2014), s. 325.
  11. Melih Ersoy, “Sanayisizleşme Süreci ve Kentler”, Praksis, Sayı: 2, Bahar 2001, s. 41.
  12.  Aziz Çelik ve Zafer Aydın, Paşabahçe 1966 Gelenek Yaratan Grev, 2. Baskı, İstanbul, TÜSTAV Yayınları, 2008, s. 69-72.
  13. Tarık Şengül, Kentsel Çelişki ve Siyaset: Kapitalist Kentleşme Süreçlerinin Eleştirisi, Ankara İmge Kitabevi, 2009, s. 103, 138-139.
  14. Besime Şen, “Kentsel Mekanda Üçlü İttifak: Sanayisizleşme, Soylulaştırma, Yeni Orta Sınıf”, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Sayı: 44, Mart 2011, s. 10.
  15.   TÜİK, İl Bazında Temel İşgücü Göstergeleri, http://www.tuik.gov.tr/UstMenu. do?metod=temelist, 2012, (erişim tarihi: 05.02.2014).
  16.  Metin Çulhaoğlu, Doğruda Durmanın Felsefesi, 3. Cilt, İstanbul, YGS Yayınları, 2002, s. 307.
  17.   Konut Kredisi Raporu 2013, http://21144.radorecdn.net/konutkredisi/raporlar/basin-odasi/konut-kredisi-piyasasina-bakis-2013-1-ceyrek.pdf, (erişim: 14.02.2013).
  18.  Tarık Şengül ile söyleşi, soL Bakış, “Şehirde Direnmek Şehir İçin Diretmek” dosyası içinde, http://solgazetebakis.com/2013-haziran-temmuz/sehirde-direnmek-sehir-icin-diretmek/ tarik-sengul-ile-soylesi/, (erişim tarihi: 20.02.2014).
  19. Cenk Saraçoğlu, “Haziran Direnişi ve Mekan/Şehir Gündemi”, Gelenek Dergisi, AğustosEylül 2013, Sayı: 121, s. 72.
  20. Korkut  Boratav  ile  röportaj,  “Olgunlaşmış  bir  sınıfsal  başkaldırı”,  Özay  Göztepe, 22.06.2013, http://www.sendika.org/2013/06/her-yer-taksim-her-yer-direnis-bu-isci-sinifinin-tarihsel-ozlemi-olan-sinirsiz-dolaysiz-demokrasi-cagrisidir-korkut-boratav/, (erişim tarihi: 10.01.2014).
  21. Cenk Saraçoğlu, Agm., s. 80.
  22.  İlker Belek ile röportaj, “Hala sınıf, daima sınıf ve daha çok sınıf!”, Eser Poyraz, soL Kitap, Sayı: 61, 27.11.2013, s.5.
  23. Burada altını çizmekle yetinmek durumunda kaldığımız bu gerçeklik bir başka yazının konusu olabilecek nitelikte kompleks bir olgu olarak değerlendirilmektedir. Konuyla ilgili olarak ayrıca bkz. Alpaslan Savaş, “Haziran Direnişi, İşçi Sınıfı, Sendikalar”, Gelenek Dergisi, Ağustos-Eylül 2013, Sayı: 121.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×