Türkiye’yi Kim Yönetiyor?*

AKP’nin uzun iktidarı boyunca kullandığı söylemin en temel motiflerinden birisi ezilen bir topluluk olarak Müslümanların ve onların siyasi temsilcisi AKP’nin seçimler yoluyla kazandığı iktidarın bir türlü kendilerine verilmemesiydi. Erdoğan ve arkadaşlarına bakılırsa, AKP adeta iktidardaki bir muhalefet partisi gibi mücadele ediyordu. Bu söylem Türkiye sağının yıllardır anlattığı tarih masallarıyla da uyumluydu; Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana ezilen ve her türlü iktidar mekanizmasından dışlanan Müslüman topluluk hak ettiği iktidara kavuşsa da bir türlü gücü eline almayı başaramıyordu.

Bu masalın alıcısı çok oldu. Tıpkı Cumhuriyet tarihine dair anlatılan hikayelerin alıcısının çok olması gibi… Çünkü Türkiye tarihinin devlet ve kurumları ile onun dışarıda bıraktığı her türlü dinsel veya etnik kimlik arasındaki çatışma vesilesiyle okunma çabası yeni değildi. Cumhuriyet tarihi askeri ve sivil bürokrasisi ile ezen devlet ve onun ezdiği Kürtlerin, Müslümanların, yoksulların tarihiydi. Çuvalın içine herkesin konulduğu koşullarda Türkiye’de devletin ceberut geleneği bu tezin doğrulanması için bir zemin yaratıyordu. Öyle ya, kim bu ülkede Kürtlerin ya da yoksulların ezilmediğini veya şiddet görmediğini söyleyebilirdi… Müslümanların ezilmesi söz konusu olduğunda işler biraz karmaşıklaşıyordu ancak devletli bir elitin dindarları ezdiğine inanmak, hayat kendisi dışında kalan her şeyi ezen devlet vesilesiyle anlaşılmaya çalışıldığında o kadar da zor değildi.1

Aslında AKP kendi tarihi boyunca somut olarak iki odakla mücadele ettiğini iddia ediyordu. Birincisi; laik askeri ve sivil bürokrasi veya somut gelişmeler dilde bazı düzeltmeleri zorunlu kılınca bu bürokrasi içindeki laik unsurlardı. Bürokrasi söz konusu olduğunda hep daha net bir dil tutturan AKP, ikinci odağa, iktisadi hayattaki hakimiyetlerine dair şikayet ettiği ve Batı destekli veya Batıcı olarak nitelediği sermaye çevrelerine karşı ise daha dikkatliydi.

AKP açısından bu iki odağı birleştiren eksenin 1923 Cumhuriyeti olması ve Türkiye İslamcılığının bu mücadeleyi 1923’e karşı tanımlaması, AKP ile AKP’nin tarif ettiği biçimiyle bu iki odak arasındaki ilişkiyi anlamak için bir ipucu olarak görülebilir belki. Ama asla yeterli değildir. AKP’nin mücadele ettiği iki odağa daha sonra bu iki odağa karşı verdiği mücadelesinde uzun yıllar müttefiki olan Cemaat çevresinin bir üçüncü odak olarak eklenmesi bu problematiğin temel dinamiklerini değiştirmedi.

Çünkü AKP’nin çizdiği çerçeve teorik düzlemde iki temel soruya yanıt aramayı zorunlu kıldığı için ilginçtir aslında.

Türkiye’nin hakim dinci gerici partisi kendisiyle devlet ve yine kendisiyle burjuvazi arasında bir karşıtlık kurarak, kapitalizmde siyaset-devlet-sınıf arasındaki ilişkiye dair sorular kurgulanmasına olanak sağlar. Cemaatle girilen kavga da yine siyaset-devlet-sınıf arasındaki ilişkilerin bir türevi olarak ele alınabilir. Bu sorulara verilecek yanıtlar Türkiye kapitalizminin güncel dinamiklerini anlamak açısından oldukça uygundur.

AKP kimlere karşı?

Karışıklık belki de AKP’nin bir burjuva partisi olduğu gerçeğinin unutulmasından başlar. Ya da Türkiye Cumhuriyeti devletinin burjuva karakterinin atlanmasından… Oysa ikisinin de sınıfsal niteliğinden kuşku duyulamaz. Ancak aynı şekilde, AKP’nin dinci gerici siyasi çizgisinin, bu devletin kurucu ideolojisinin seküler özelliğiyle gerilimi olduğu da aşikardır.

Gerilim de, ortak sınıfsal zemin de gerçektir. Ortak sınıfsal zemin Türkiye’deki hakim sınıf olarak Türkiye burjuvazisinin kolektif çıkarlarına işaret ediyorsa, gerilim de bu çıkarların somut olarak nasıl savunulacağına dair bir ayrılığı gösterir. Lakin daha derinde, yalnızca kapitalizmin değil sınıflı toplumların genel doğasına dair bir sorun da tam bu noktada ortaya çıkar: Bu gerilim devlet düzeyinde ve özel olarak Türkiye Cumhuriyeti devleti düzeyinde çözülecekse, bu devletin bir sınıfın kendi çıkarlarını tüm toplumun çıkarları gibi göstermekteki işlevini sekteye uğratmayacak şekilde çözülmelidir. Türkiye’de devlet, Türkiye’deki sınıflar mücadelesine burjuvazinin çıkarlarını evrenselleştirip herkesin çıkarı gibi göstererek müdahale etmek ve yeri geldiğinde burjuvaziyi dahi frenlemek zorundaysa, AKP ile devletin karakteri arasında bu çerçevede tali sayılabilecek bir gerilim dahi sorun yaratmaya adaydır.

Gerilim devletin ve partinin sınıfsal nitelikleri arasındaki bir uyumsuzluktan kaynaklanmasa da tali bir gerilim değildir ve Türkiye’nin AKP’li yılları ortaya çıkan sorunların ne denli büyüyebileceğinin somut ispatıdır. 1923 Cumhuriyeti’nin yıkılmasıyla sonuçlanan bu gerilim Türkiye’de devletin bir kurum ve hatta aygıt olarak büyük zarar görmesine yol açmıştır ve AKP’nin gerilimi kendi lehine çözmüş olması ve bu bağlamda kazanan taraf olarak görülmesi, devlet düzeyinde yaşanan tahribatın kendiliğinden giderilebileceği anlamına gelmez.

Bu tahribat, gerilim AKP’nin tarif ettiği şekliyle kurulduğu için değil, tam tersine, gerilim AKP’nin tarif ettiğinden farklı bir biçimde hayata geçtiği için büyük oldu.2

AKP iddia edildiği gibi gerçekten burjuvazinin bir kesiminin ya da bir fraksiyonun doğrudan temsilcisi olsa ve bu fraksiyon örneğin İstanbul sermayesi olarak kodlanan geleneksel burjuvaziyi tasfiye etme hedefiyle hareket edip bunu başarsaydı, Türkiye kapitalizmi çağ ve seviye atlamazdı belki. Ancak ne yakın dönemde yaşadıklarını yaşar, ne de bugünkü gibi içinden çıkılmaz bir krizin içinde debelenirdi.

Yine aynı şekilde, AKP, kemalizmle dinci gericiliğin aynı sınıfsal zemini paylaştığının unutulduğu ve bu bağlamda idealize edilmiş bir dünyada saf anlamıyla dinci gericiliğin partisi olsa ve bu gericilik kemalizmi Türkiye’deki devletin hücrelerinden temizleme amacıyla yola koyulup hedeflediğine ulaşsaydı, Türkiye kapitalizmi ideolojik sakatlıklarının tamamından kurtulamazdı. Lakin ideolojik koordinatları bugün olduğu gibi darmadağın da olmazdı.

Patronların AKP’si mi,
AKP’nin patronları mı?

AKP, Türkiye sermayesinin kompozisyonunu, birtakım doğal istisnalar dışında, sermaye sınıfının hiçbir unsurunu dışarıda bırakmayacak şekilde değiştirmeyi başardı. Uzanlar gibi bazı aktörlerin devre dışı bırakılması, bazı sermayedarların süreç içinde oyunun dışında kalması veya son dönemde Gülen Cemaati ile ilişkili patronların tasfiyesi genel eğilimi değiştirmedi. AKP’nin iktidarı boyunca bazı sermaye grupları neredeyse sıfırdan doğdu, ya da zaten güçlü gruplar AKP sayesinde daha da güçlendi. Bazıları ise bu değişikliklere paralel bir şekilde biraz geri plana çekildi veya servetlerini ve konumlarını korudu. Tüm bunlar AKP’nin Türkiye burjuvazisini temsil etmekteki başarısını gölgelemedi, tam tersine perçinledi. Ancak bu başarı ve AKP’nin hakim sınıf içinde kimseyi dışarıda bırakmayan çizgisi, AKP’nin varlığını böylesi bir uzlaşmayla özdeşleştirdi.

AKP’nin kendi yandaşlarına açtığı alan, zaten varolan güçlü sermaye gruplarının alanını doğrudan kapatmadı. Koç veya Sabancı gibi geleneksel ailelerin iktisadi ağırlıklarında bir azalma olmadı. Türkiye’nin pek de övgüye mazhar olmayan ekonomik büyümesi ve paydanın artması bu olguyu tek başına açıklamaz. Bundan daha önemlisi, Türkiye ekonomisindeki tekelleşme eğiliminin hız kesmeden devam etmesi ve bununla paralel bir şekilde gelir dağılımının emekçiler aleyhine bozulma eğiliminin süreklileşmesidir. AKP, kamu mallarını yağmalama konusunda da Cumhuriyet tarihinin tartışmasız şampiyonudur. AKP, Türkiye tarihinin en büyük ve kapsamlı özelleştirmelerine imza atarken, çok geniş bir alanı, yenisi ve eskisiyle burjuvazinin yağmasına açarken pastayı da büyütüyordu.

AKP hem egemen sınıfın ekonomik ve toplumsal düzlemde en güçlü kesimleriyle yakın ilişki kurdu hem de yeni serpilen sermayedarların çıkarlarını gözetti. Üstelik bu işi bu kesimler arasında bir hiyerarşi kurmadan yapmayı başardı. Gözetilen sermaye sınıfının iç hiyerarşisi değil, bu çıkarların AKP’de somutlanmış haliydi. AKP, devleti egemen sınıfın bir baskı aygıtı olarak yönetirken, bu sınıfın içindeki farklı çıkarların uzlaştırılması misyonunu hiç unutmadı. Aslında bu iki özellik zaten birbirini dışlayan özellikler değildi ve burjuva devletinin tanımına içkindi. Ancak AKP’nin siyasi performansı herkese uzlaştırma görevinin demokrat ve barışçı bir perspektifle eşitlenemeyeceğini de hatırlattı. AKP, devletin gücünü sermaye sınıfını uzlaştırmak için de kullanmaktan çekinmedi ve Türkiye sermaye sınıfı için bir büyük uzlaşmayı temsil ettiği için bunca yıldır iktidarını koruyabildi. Bu uzlaşma belli sınırlar dahilinde kalarak, mesela geleneksel sermaye gruplarına dokunmayarak, burjuvazinin iç kompozisyonunun değişmesini içeriyordu. Aynı uzlaşmanın siyasete yansıması ise Türkiye burjuvazisinin AKP’nin temsil ettiği siyasi hatta toparlanması sonucunu doğurdu.

Türkiye’de patronlar geleneksel olarak siyasi iktidarların düşmanı olmamak için çaba harcarlar ve destekleri de muhaliflikleri de özel koşullarda ortaya çıkan istisnalar hariç ölçülüdür. Ancak AKP dönemi bu açıdan geçmişle kıyaslandığında önemli bir farklılık içerir.

Devletle partinin arasındaki mesafeyi kapatmakta cesur davranan AKP, sermaye sınıfıyla partinin arasındaki mesafenin kapanması için de sistemi zorlamıştır. Sermaye sınıfını temsilen iktidarda olan AKP, sınıfın siyasi desteğini hep yanında istedi, tarafsız kalanın bertaraf olacağını söylemekten ve bu bağlamda sermaye sınıfının bazı unsurlarını tehdit etmekten de çekinmedi.

AKP’nin bu bağlamda başarısız olduğu söylenemez. Ancak AKP, hem devletle partinin, hem de sınıfla partinin arasındaki mesafeyi kapatırken, Türkiye sermaye sınıfının uzun vadeli çıkarlarının sistemin bir yerinde, örneğin bir kurumunda ya da bürokrasinin bir noktasında temsil edilmesi veya saklı kalmasının olanaklarını da azalttı.

AKP’nin devletle olan mesafesini hızla kapattığı, devleti AKP’lileştirdiği daha çok kabul gören bir iddiaydı belki. Ama AKP bunu yaparken hep söylendiği gibi sermaye sınıfıyla arasını açmadı. Tam tersine, AKP burjuvaziyle de arasını kapattı ve burjuvazinin farklı temsiliyet formları arayışının önünü kapadı. AKP’nin yeri geldiğinde sermaye sınıfının içindeki bazı unsurlarla hesaplaşması, onları tehdit etmesi, bu süreçle mutlak olarak uyumludur. AKP, kendisini yalnızca bir uzlaşma ekseni olarak tarif etmemiş, kendisini sermaye sınıfına dayatmıştır da. AKP sermaye adına ülkeyi yönetirken, bunu bazen sermayeye rağmen yapmaktan çekinmemiştir.

AKP’nin asıl başarısı ise parti ile burjuvazi arasındaki mesafeyi gerçekte kapatırken, çeşitli araçlarla bu mesafenin gittikçe açıldığına dair kanıyı canlı tutabilmesidir. Seküler ve zengin elitlerin ezdiği mazlum Müslümanlar söyleminden, Anadolu’nun küçük esnafına dair takınılan popülist duruşa pek çok ideolojik mekanizma bu hayali mesafenin varlığına insanları inandırmak için işe koşulmuştur. Zaman zaman başvurulan Batı karşıtı söylem de, Türkiye’de Batı’yla içli dışlı olduğunu hiç saklamayan sermayedarlar düşünüldüğünde, bu açıdan işlevlidir.

AKP ile burjuvazi arasındaki mesafenin kapanması, AKP ile sermayenin bazı unsurları arasındaki gerilimin esas kaynağıdır. Buradaki boşluğun gittikçe azalması ve burjuvazinin hareket alanının daralması, sermaye sınıfının başka arayışlara girmesini teorik olarak zorunlu kılar. Türkiye kapitalizmi tüm seçeneklerin AKP’de temsil edilmesi gibi bir garipliğe uzun süre tahammül edemez.

Türkiye’de farklı sermaye grupları Türkiye’nin geleceğine dair farklı eğilimlere sahip olabilirler ve bu siyaseten ifade edilmek zorundadır. Şu anki yapının buna izin vermiyor oluşu ve AKP’nin kendisi dışında farklı kanalların kullanılmasına karşı şiddetli tepkisi başlı başına bir problemdir.

AKP’nin sermaye sınıfının bütününü temsil etme iddiası ve bunu başarmaktaki mahareti bir kriz dinamiğine dönüşmüştür. Üstelik, AKP, nasıl bir söylem tutturursa tuttursun, sermaye sınıfının varolan dengeleriyle oynamak konusunda da bir sınırda durmaktadır. Dönüşüm belli ölçülerde tamamlanmış, büyüyen grup büyümüş, bazıları tasfiye olmuş, geleneksel tekeller gücünü korumuştur. Sistem, bundan sonra, daha köklü hareketlere izin verecek durumda değildir. Bu koşullarda tarif edilen uzlaşıyı sürdürmek de bir sorundur. AKP’nin bir fraksiyonun değil bütünsel olarak burjuvazinin partisi olması tam bu noktada bir zayıflığa dönüşür. AKP farklı sermaye gruplarının çıkarlarını uzlaştırmakla ve buradan bir sınıfsal akıl çıkartmakla mükelleftir. Dışarıdan, uluslararası sermaye çevrelerinden bir akıl almayan AKP’nin bunu yapmasının imkansız olduğu son iki yıl içinde açıkça görülmüştür.

Akılsız kalan AKP ve onun liderliğindeki Türkiye kapitalizmi kontrolsüz bir şekilde sürüklenmektedir.

Devletin AKP’si mi,
AKP’nin devleti mi?

AKP’nin sermaye sınıfı nezdinde bir büyük uzlaşıyı temsil etmesi ve bu uzlaşıyı sürdürme zorunluluğu, Türkiye islamcılığının iktidarını sürdürmek için siyaseti ve toplumsal yaşantıyı daha fazla dinselleştirme ihtiyacıyla birbirini tamamlar. Kapitalizm koşullarında sermayedarların her kesimini mutlu etmenin, işçi sınıfı çıkarlarının aleyhine hareket etmekten, sınıfı daha fazla baskı altına almak ve sömürüyü ağırlaştırmaktan başka yolu yoktur. Dinselleştirme bu noktada geniş emekçi kesimleri sisteme bağlamanın ve onları ehlileştirmenin en uygun yolu olarak görülürken, Türkiye gibi laik kökene sahip bir devlet yapısı ve zaman içinde bununla uyumlu olarak ortaya çıkmış toplumsal dokunun varlığında aynı zamanda bir kriz dinamiğidir.

Kapitalizmin devleti, egemen sınıfın hükmetmesini sağlarken, doğrudan sınıf hakimiyetiyle ilişkili yapısına ve sınıf egemenliğinin bir aracı olmasına rağmen, sınıf hakimiyetini perdelemek amacıyla hareket eder. Türkiye gibi ilerici bir birikimin varolduğu koşullarda, sürecin arkasındaki sınıfsal motivasyonu saklayarak devletin ve toplumun dinselleştirilmesi ancak sınıf ile onun siyasi temsilcisi arasındaki bağın bir dönüşüme tabi tutulmasıyla mümkündür. Bu dönüşümden yalnızca sermaye sınıfı ile siyasi temsilcileri arasındaki ilişki değil, doğal olarak aynı sorunsalın bir parçası olarak görülmesi gereken, burjuvazi ile devlet arasındaki ilişki de etkilenir. Sık karşılaşılan bir tanımdan hareketle, özgül bir üstyapı olarak devletin sermaye sınıfı karşısındaki göreli özerk konumu da bu sürecin bir fonksiyonu olarak değişime tabi tutulacaktır.

Devletin sınıf egemenliğinin bir aracı olması ile devlet içinde egemen sınıfın temsil edilmesinin birbirleriyle ilişkili olmakla birlikte, birbirlerine eşitlenemeyeceği sıkça hatırlatılan bir marksist önermedir. Yine geleneksel marksist görüş açısından devletin yetkinliği, hakim sınıfın devlet içinde doğrudan bir biçimde ne kadar temsil edildiğiyle değil, tam tersine, göreli bağımsızlığını koruyarak görevini icra edebilme becerisiyle ölçülür. Çünkü devletin bu göreli özerk konumu sistemin sınıfsal özünü saklayan bir tür garanti mekanizması olarak görülür. Burjuva devlet ve onun her bir somutluk içinde çözümlenmesi gereken nitelikleri açısından bunlar doğrudur da.

Ancak devletin zaman zaman hakim sınıfın bir aracı olmanın ötesine geçip, bizzat egemenliği oluşturan ayrı bir yapı olarak sahneye çıkması, üstelik bunun özel bir durum olmayıp burjuva devletin tarihsel olarak bu işlevselliği barındırması, devletin göreli özerk görüntüsünü güçlendirirken, devletle ilgili birtakım yanılsamaları da şiddetlendirecektir. Tüm bu ilişki ağında sermaye sınıfının siyasi temsilcisi olarak modern siyasi partilerin işlevleri tabloyu daha da karmaşıklaştırır. Bu partilerin devletle bire bir özdeşleştirilmeleri bir hata olduğu gibi, bu partilerin egemen sınıfla girdiği temsiliyet ilişkisinin basitleştirilmesi de aynı ölçüde yanlıştır çünkü… Devlet, hakim sınıfın tarihsel çıkarlarını, hem de bazen burjuvaziye rağmen savunan bir konum üstlenirken, burjuva partileri bu işlevi baltalayabilecek misyonlar üstlenebildiği gibi, sürecin lokomotif unsuru da olabilirler.

AKP iktidarı süresince her ikisini de yapmıştır. AKP’nin dinselleştirme hamlesi burjuvaziye rağmen değil, Türkiye burjuvazisinin iradesi ve isteği doğrultusunda, hakim sınıfın uzun vadeli çıkarları ile uyumlu bir biçimde hayata geçirilmiştir. AKP, Türkiye’nin dünya kapitalist sistemi içindeki yerini değiştirme hedefiyle hareket edip Ortadoğu’da öncü rollere soyunurken de Türkiye sermaye sınıfı kendisine açılan yeni alanlardan memnundur. Yine AKP, tüm bunları batırdığında, dinselleştirme sırasında ilerici bir direnişle karşılaştığında veya Suriye’de duvara çarptığında, sermaye sınıfının çıkarları aleyhine hareket etmemektedir. AKP’nin başarısızlığı, sınıfsal karakterindeki bir değişikliği göstermez veya onun artık burjuvaziyi temsil etmediği anlamına gelmez.

Emperyalizm çağında devlet, hakim sınıfın geleneksel temsil mekanizmalarının gelişkin bir biçiminden ibaret görülemez. Devlet, burjuvazinin bir baskı aracı formunda temsil edildiği bir yapı değildir ve devlet ile sınıf arasındaki ilişki de sınıftan devlete doğru tek yönlü bir şekilde tarif edilemez. Bu ilişki böyle tarif edilebilseydi, devletin yine sermaye sınıfı adına sermaye sınıfının iç kompozisyonuna ve hiyerarşisine müdahalesi mümkün olmazdı. Oysa, 20. yüzyıl itibariyle modern devlet bunları yapabilir ve görünüşte daha bağımsız bir konuma kayarken, aslında, sistemin özü itibariyle burjuvaziye gelişkin bir formda daha bağlı hale geldi.

Modern siyasi partilerin dönüşümü de bu süreçle uyumludur. Burjuvazinin partileri hem devletin diğer aygıtlarıyla hem de sınıfla mesafesini yine aynı zeminde açarken, aslında en tepede burjuvaziyle bağını güçlendirmiştir.

Bu bağlamda, AKP’nin sınıfla arasındaki hayali mesafe bir olgunluk ve gelişkinlik göstergesi iken, devletin diğer mekanizmalarıyla partiyi özdeşleştirmesi ve aradaki mesafeyi somut olarak herkesin gözünün içine sokarak kapatması bir sorun olarak görülebilir. Ancak bu sorun da kapitalizme dışsal değildir.

Kapitalizmin yönetsel biçimleri hiçbir koşulda idealize edilemez. Bu çerçevede kapitalizm için ideal bir devlet mekanizması ve bu mekanizmaya uygun devlet-sınıf veya sınıf-parti ilişkileri tanımlanamaz. En gelişkin burjuva demokrasilerinde dahi devlet-sınıf-parti ilişkilerinde tanımlanabilecek mesafeler değişkenlik gösterir ve bu mesafe burjuvazinin diğer sınıfla, işçi sınıfıyla girdiği mücadeleye de bağlıdır. Bu tür demokrasilerde devletin sermaye sınıfından göreli olarak en bağımsız konumda olacağı iddia edilemeyeceği gibi, örneğin faşizm gibi daha otoriter versiyonlarda devletin burjuvazinin doğrudan temsilcisi gibi davranacağı da söylenemez. Tersi de doğrudur elbette; gelişkin demokrasilerde devlet burjuvazinin doğrudan bir uzvu gibi davranmak zorunda olmadığı gibi, faşist devlet illa sermaye sınıfından bağımsız konumlanmak mecburiyetinde değildir. Tüm bunlar olabilir, ama tüm bunlar bir kural olarak tarif edilemez ve bunların kural olarak tarif edilememesi kapitalizmin yönetsel biçimlerini bir istisnalar ve kuralsızlıklar toplamına dönüştürmez. Çünkü, birincisi, devlet-sınıf-parti arasındaki mesafeyi sınıf mücadelelerinin seyri belirler ve ikincisi sınıf mücadeleleri soyut bir yapıya değil tüm kurumlarıyla somut bir devlete etkide bulunur. Burjuvazinin sınıfsal hakimiyetinin sürmesinin koşullarının sürekli yaratılması zorunludur ve tüm bu karmaşık mekanizmalar, aslında hakim sınıfın devleti ve partileri nasıl belirleyeceği ve yapılandıracağını açıklamaya dönüktür.

AKP, burjuvazinin hakimiyetinin sürmesi için Türkiye’de siyasi ve toplumsal alanı dinselleştirdi ve yine aynı sebeple devletle partinin arasındaki mesafeyi kapatarak devletin otoriter eğilimlerini güçlendirdi. Dinselleşme ve otoriterleşme ile AKP’nin sermaye sınıfını temsil ederken izlediği yol birbiriyle uyumludur.

AKP, Türkiye kapitalizmi için tarihi bir hata ya da anomali değil Türkiye’nin hakim sınıfının tercihlerinin ürünüdür. Türkiye’de burjuva devletin kurucu bir ilkesi olarak laiklikten arındırılması işlemi AKP ile başlamamıştır ancak AKP’nin askeri ve sivil bürokrasi içinde kalan kemalist yönelimli kadrolara son darbeyi indirdiği de tartışılmaz bir veridir. Ama AKP’nin devleti tabi tuttuğu dönüşüm yalnızca bu gerici darbeye ve bir tür tasfiye operasyonuna indirgenemez. AKP’nin devleti partinin uzantısı olarak yeniden yapılandırması, devlete Türkiye’de sermaye sınıfının önünü açacak manevra kabiliyetini kazandırılması işlemidir. Yasama, yürütme ve yargı ayaklarında yaşanan dönüşümler hep aynı hedef doğrultusunda hayata geçirilmiştir. Erdoğan’ın başkanlık hülyası da, yeni Anayasa da, devlet mekanizma ve süreçlerinin bir bütün olarak dinselleştirilmesi de aslında bu dönüşümün bir parçasıdır.3

Bu dönüşümün merkezinde duran Erdoğan’ın bir noktadan sonra bu dönüşümün içinde bir tür anomali haline gelmesi ve engel olarak görülmesi doğaldır. Herkesin dönüşüm değil Erdoğan hakkında konuşmasına bu gözle bakılabilir. Burjuvazinin, Erdoğan’ın denklemden çıkarıldığı bir bağlamda parti ile devletin arasındaki mesafenin bu denli kapatılmasından rahatsızlık duyduğuna dair bir işaret yoktur. Çünkü çıplak hale gelen bir sınıfın baskı aygıtı olarak devlet değildir. Sınıfsal tahakkümün bir aracı olarak değil de AKP’nin bir baskı aygıtı şeklinde görülen devlet, iktidarın sınıfsal özünü gizleme işlevini yerine getirdiği ölçüde kapitalizm ölçütlerinde yetkin bir devlet mekanizması şeklinde değerlendirilir. Türkiye burjuvazisi bundan şikayet etmez. Türkiye burjuvazisini rahatsız eden Türkiye kapitalizminin verili koşullarında böylesi bir mekanizmanın kurulması ve işletilmesi için Erdoğan’a duyulan ihtiyaçtır. Erdoğan hem bu dönüşümün lokomotifi hem de bu dönüşümün yarattığı bir anomalidir. Anomaliden rahatsız olan ya bu dönüşüme yeni bir lokomotif bulacak ya da bu dönüşümden vazgeçecektir.

AKP’ye karşı mücadele mi, yoksa patronlara karşı mı?

AKP iktidarı sırasında bir bütün olarak Türkiye kapitalist sisteminde yaşanan yapısal dönüşümler, iktidarın sınıfsal özünün gizlenmesi konusunda Türkiye burjuvazisinin elini rahatlattı. Bu sınıfsal öze dokunmaya en fazla yaklaşan formülasyonlarda dahi AKP, burjuvazinin bir fraksiyonu olarak İslamcı sermayenin uzantısı bir partiydi ve siyaset alanında da sadece sermayenin yeşil olanını temsil ediyordu.

AKP ile sermaye sınıfı arasındaki temsiliyet ilişkisini bu şekilde kurmak AKP’ye karşı mücadelede burjuvazi içinden farklı kesimlerle işbirliğinin de önünü açıyordu. AKP’ye karşı mücadelede kurulması gereken büyük cephede sermaye sınıfının seküler kesimlerine de yer vardı ve hatta 1923 Cumhuriyetine sahip çıktığı düşünülen büyük sermayenin geleneksel unsurları güç ve etkileri nedeniyle bu cephede mutlaka yer almalıydı. Bu stratejinin sahiplerine göre Haziran Direnişi’nde dahi AKP’ye karşı kurulan sınıflar arası ittifakın izleri vardı.

AKP’ye karşı verilecek mücadelede sermaye sınıfından müttefik değiştirme stratejisi her virajda karşımıza çıkmaya devam etti ve aslında bu strateji Türkiye’deki iktidarın sınıfsal özünü perdelerken AKP ile mücadeleyi de zayıflattı.

Tıpkı AKP’nin sermaye sınıfı ile bütünsel bağının görülmemesi gibi, AKP’nin bir burjuva partisi olarak devlet mekanizmasında hayata geçirdiği dönüşümlerin AKP ile sınıfsal özü olmayan idealize bir devlet arasındaki mücadele ekseninde okunması da AKP’nin Türkiye kapitalizmi içinde oturduğu yeri anlamayı imkansız hale getirdi.

Aynı sınıfsal özü paylaşan devlet ile AKP’nin arasındaki mesafenin bu sınıfsal öz ve ortaklık tamamen ihmal edilerek temel bir ayrım noktası olarak görüldüğü bir ortamda, AKP’nin devlet mekanizması içinde yürüttüğü operasyon ceberut devlete karşı mücadele biçiminde tarif edilebildi. Hatta AKP sivil bir unsur olarak devlete karşı verdiği bu mücadelesinde desteklendi bile…

Bu okumanın en uç yorumunda bugün yaşananlar AKP’nin devlete karşı verdiği mücadeleyi kaybetmesinin bir sonucu olarak görüldü ve AKP bugünkü uygulamaları nedeniyle mahkum edilirken dahi devlete teslim olduğu veya devlet tarafından ele geçirildiği için eleştirildi. AKP’ye karşı mücadele de baskıcı devlete karşı hiç değişmeyecek ve hep sürecek kavganın bir uzantısı olarak kurgulandı.

Oysa teorik açıdan devletin AKP’yi fethetmesi ile AKP’nin devleti ele geçirmesi arasında bir fark yoktur. Daha doğrusu, devlet ile burjuva partisi olarak AKP’nin arasındaki mesafenin kapanmasının bu şekilde bir teste tabi tutulması bir anlam ifade etmez. Devlet ile partinin arasındaki ilişkiyi, sermaye sınıfının iktidarını veri almaksızın incelemek imkansızdır.

Üstelik, bir rejimin niteliği yalnızca parti ile devletin arasındaki mesafeye bakarak değerlendirilemez. Yalnızca parti ile devletin arasındaki mesafeden yola çıkılarak yapılan rejim değerlendirmeleri, rejimin asıl karakterini ve sınıfsal niteliğini gizler. Dahası, AKP’ye karşı takınılacak tutum da bu mesafenin bir fonksiyonu olarak tanımlandığında, parti ile devletin arasındaki mesafeyi otoriter bir tarzda kapatan AKP kötü, bu mesafeyi açan bir parti olarak AKP ise iyidir. Oysa bir burjuva partisi olan AKP her ikisini de yaparken sermaye hakimiyetini sürdürmek için hareket etmektedir.4

Türkiye’de sınıf-devlet-parti ilişkilerinde yaşanan dönüşüm, Türkiye burjuvazisinin hakimiyet aracı olarak devlet ile Türkiye burjuvazisini temsil eden bir parti olarak AKP arasındaki ilişkide yaşanmıştır. Ortak sınıfsal temel, dönüşümü anlamak için asıl anahtardır. Bu dönüşümün öznesi olan AKP’ye karşı verilecek kavganın, devrimci mücadeleye enerji taşıması için bu temeli hedef alması ve hakim sınıfın rolünü belirginleştirip, AKP-sermaye-devlet ilişkisinde burjuvazinin rolünü açığa çıkarmaya gayret etmesi şarttır.

Türkiye’yi kim yönetiyor sorusunun teorik düzlemde yanıtlanması son derece kolaydır aslında. Esas zor olan bu soruyu siyasi mücadelenin merkezine yerleştirmeyi başarmaktır.


*Bu yazıyı 15 Temmuz darbe girişiminden iki hafta önce kaleme almıştım. Yazıya darbe girişiminden sonra yalnızca dipnotlar ilave ettim ve ana gövdeye hiç dokunmadım. Yazıdaki teorik sorunun ele alınış şeklinin darbe girişiminin ardından güncellenmesi gerektiğini düşünmüyorum. Tam tersine bu kısa makalede ele alınan gerilimin ve AKP’nin yaşadığı krizin burada önerildiği gibi sınıfsal bir yöntemle ele alınmasının ne denli önemli olduğunun, darbe ve sonrasında yaşananlarla bir kez daha görüldüğü kanısındayım.

Dipnotlar

  1. Müslümanların ezilmesi konusunun ne denli karmaşık olduğu 15 Temmuz gecesi Türkiye’de yaşananlardan sonra bir kez daha anlaşıldı. Cumhuriyet tarihi boyunca ezildiği iddia edilen İslamcı hareketin bir unsuru, diğerine karşı harekete geçti ve silahlar konuştu. Başarısız darbe girişiminden sonra vurma sırası Erdoğan ve arkadaşlarına geldi. 
  2. Devletteki tahribatın ne denli büyük olduğu öncesi ve sonrasıyla bir bütün olarak 15 Temmuz sürecine bakılarak anlaşılabilir. Buradaki en önemli husus, 15 Temmuz darbe girişiminin devletteki tahribatın bir sonucu olduğunun görülmesidir. Darbe girişimi yaşanan tahribatı elbette etkileyecektir. Ancak devletteki çözülme 15 Temmuz akşamı başlamamıştır. 15 Temmuz sonrasında AKP’nin devlet aygıtına müdahale şeklini belirleyen de yine AKP ile devletin arasında kurulmaya çalışılan ilişki biçimidir.
  3. 15 Temmuz darbesi de bu sınıfsal yaklaşımla değerlendirilmeye muhtaçtır. Darbeden sonra atılan adımlar AKP ile devletin arasındaki sorunlu ilişkiden dolayı Türkiye kapitalizminin krizini çözmek bir yana, daha da şiddetlendirmiştir. Devlet aygıtında gözlenen dağılmanın bir sonucu olarak ortaya çıkan darbe girişiminden sonra bu tahribatı azaltmak adına atılan her adım tahribatı büyütmüştür. Sermaye sınıfının hareket alanını genişletmek amacıyla devam eden bir sürecin aynı sınıfın ayağına bağ olmaya başlaması kapitalizmin kriz üreten doğasıyla uyumludur. Ancak yine de bu durum sürecin genelinden burjuvazinin mutsuz olduğu anlamına gelmez. Tüm bu yaşananlardan sonra dahi, burjuvazinin ve düzenin pek çok unsurunun hayalinin Erdoğan’sız bir AKP Türkiyesi olması bugünü anlamak için hayati bir veridir. Burjuvazi genel olarak AKP ile devletin arasındaki mesafenin kapatılmasından değil, bu sürecin lokomotifi olan Erdoğan’ın bu sırada attığı kontrolsüz adımlardan şikayetçidir. 
  4. AKP ile devletin arasındaki mesafe siyasi pozisyonu belirleyen temel parametreye dönüştüğünde 15 Temmuz darbe girişimi sırasında AKP’ye karşı tavır almak da imkansızlaşıyor. Cemaatin darbesine karşı kahraman ilan edilen AKP demokrasi şampiyonu olarak alkışlanırken, AKP’nin girişimin ardından başlattığı operasyon hakkında da tutarlı bir pozisyon alınamıyor.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×