Osmanlı Dağılırken Aykırı Çehreler: “Camlar Şikest, Meyler Yerde”

Yakın Osmanlı Tarihinde Aykırı Çehreler

Taner Timur

İmge, Ankara, 2006, 190 sayfa

 

Bir devletin, hele hele 600 seneden uzun bir sürede, “üç kıtada at koşturmuş” bir imparatorluğun çözülüş döneminde “aykırı” olmak ne anlama gelir? İmparatorluğun küçük bir coğrafyaya doğru geri çekildiği, dış borçlar altında ezildiği, emperyalist aşamaya geçmiş devletlerin paylaşım sahası haline geldiği, yalnızca dışarıdan değil içeriden de “istibdat” altında kaldığı bir dönemde kanımca aykırı olmak gittikçe zorlaşıyor.

Taner Timur’un yakın Osmanlı tarihinden kimi kişiler seçerek derlediği kitabı da bu duygumu kuvvetlendirdi. Hariciye bürokrasisinin hangi büyük devletten parsa kapacağını düşünen çaplı-çapsız memurları devleti ele geçirmişken, “iyisine ihtilalci, kötüsüne hekim” denilen Tıbbıye-yi Şahane mektebi öğrencisi İttihatçılar mı “aykırı” olabilirdi?

Birinci Dünya Savaşı’nı Osmanlı’nın paylaşılması ile neticelendiren Sevres Antlaşması’na kadar Osmanlı aydınında “bağımsızlıkçılık” düşüncesinin yaygın olmadığını görüyoruz. Örneğin kitapta bahsedilen, başlarda İttihatçı olan, sonraları İttihatçı diktatörlüğe amansız düşman kesilen Şerif Paşa’nın “İngilizci-Fransızcı” olması, neyle açıklanabilir?1 İttihatçıların şoven-milliyetçi tutumunu “Hürriyet’in ilanı” ve 1913 iktidarından sonra devam ettirmesini; Türk olmayan anasıra dönük katliam politikalarını kınayan Şerif, “genel reformları Avrupalı uzmanlara yaptırma zaruretinde birleştiklerini” sevinç içerisinde kaydediyor.2

Peki, Osmanlı’nın içerisindeki kaynaşma yarım yamalak bir ilerleme yaratıyor da, Avrupa’nın Osmanlı’ya bakışı nasıl oluyor? Birincisi, oryantalizmle açıklanabilir; ikincisi ise 19. yüzyılın meşhur siyaseti olan Doğu Sorunu’dur.

Osmanlı’daki Fransız sefirlerinden Charles de Ferriol’ün esir pazarından 4-5 yaşlarında bir Çerkez kızını satın almasıyla başlayan “Matmazel Ayşe”nin hikayesi, Paris’teki sosyete salonlarında kadına ve Doğu’ya bakışın acımasız pençeleri altında mutsuz bir şekilde son buluyor. “Efendisi”ne hizmeti, bir şövalyeye olan aşkı, henüz “Voltaire” ismini almamış François Arouet ile tanışıklık… Fransız Devrimi’nden sonra, “soylu aşk” ile “maddi ve gelip geçici aşk” kültürünün arasında kalan Çerkez kızı Ayşe, tüberküloz nedeniyle kan tükürerek yaşamını yitiriyor. Hayatı, Fransa-Osmanlı yakınlaşmaları arasında sıkışıyor; tıpkı Charles de Ferriol gibi…

Yıkılmaya yüz tutmuş bir devlette ajanların cirit atması ne kadar kolaysa, işlerin rüşvet ve dalavereyle yürütülmesi de o kadar kolay oluyor. “İngilizci”, “Fransızcı”, “Rusçu” partilerin egemenliği altındaki Osmanlı devleti, emperyalist devletlerin Osmanlı’yı yaşatıp yaşatmama konusunda takılıp kalan emperyalist sürtüşmeler arasında kendisini “reformdan geçirmeye” çalışıyor. Bir süre boyunca, aslında emperyalistlerin “zayıf ama parçalanmamış bir hasta adam” isteğiyle solunum makinesine bağlı tutulan Osmanlı İmparatorluğu, saray doktorlarının dahi entrikalarına sahne oluyor. Üstelik bu entrikalar, “devşirilerek” de gerçekleştirilebiliyor. Gençliğinde romantik bir Helenist olup Yunanistan’a, şair Lord Byron’un doktoru olmaya giden Julius Michael Millingen, Yunanlıların bulunduğu siyasi durumdan hayal kırıklığına uğrayarak İstanbul’a gelir. İstanbul’a gelişi de, kendisinin anlatışıyla, “İbrahim Paşa’nın donanmasına esir düşmesiyle” gerçekleşir.3 Daha sonra İngiliz sefaretinin araya girmesi ile Dersaadet’e kadar yükselen Dr. Millingen, İkinci Mahmud’un kız kardeşi Esma Sultan’ın “yaşlılık günlerinde tesellisi” olur. Daha sonraları ise boşadığı eşi Elizabeth Millingen ve oğlu Frederic başına bela olacaktır. Bayan Millingen, Kıbrıslı Mehmet Paşa ile evlenip Melek Hanım adını aldıktan sonra, oğlu Frederic de “Kıbrıslızade Osman Bey” adını alarak, Osmanlı içerisindeki İngiliz nüfuzuna savaş açacak ve Osmanlı reformculuğunun tanığı ve yorumcusu haline gelecektir.

Osmanlı Devleti’nin içinden patlayan reform hareketleri Avrupa’nın ilgi odağıydı. Avrupa’nın temel derdi, ıslahatlar şeklinde ilerleyen düzenlemelerin kendi çıkarlarına aykırı olmasını engellemekti. Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve Jön Türkler Avrupa’daki muhtelif devletlerin kendi tarafına çekmeye çalıştığı kimseler ve akımlardı. Kıbrıslızade Osman Bey ile Melek Hanım da, “Fransız partisi”nden yana çıkıyorlardı.4

“Aykırı” çehrelerde dikkat çeken taraf, çehrelerin genellikle gayrimüslim olması. Paris Komünü kahramanlarından Gustave Flourens’in ihtilalci bir heyecanla İstanbul’da Gelecek (“L’Avenir”) isimli bir dergi çıkarması bir yana konulacak olursa, Osmanlı toplumunda nesnel olarak “aykırı” olan simaların, sayıları gittikçe azalmaya başlayan gayrımüslim ve Türk olmayan halklardan çıkabileceğini seziyoruz. Sayıların azalma sebebi yalnızca “katliam”lar değildir; gayrımüslim halkların bağımsızlık savaşları sonucunda uluslaşıp ayrı devletler kurması da bu “azalış”ın işaretlerinden birisidir.

Bir de, aykırı olmanın alamet-i farikası herhalde biraz da “yenilmiş” olmak… Matmazel Ayşe’den, Şerif Paşa’ya, Paris Komünü’nde Versay işbirlikçileri tarafından katledilen Gustave Flourens’ten Kıbrıslızade Osman Bey’e kadar hepsi, heyecanla hayata tutunmuş olsa da sonunda yenilmiş kimselerdi.

Galiplerin birçoğununsa, bir zamanlar “aykırı” olduysalar bile, tarihe “aykırı” olarak geçmediklerini biliyoruz.

Dipnotlar

  1. Timur, Taner, Yakın Osmanlı Tarihinde Aykırı Çehreler, Ankara, İmge, 2006, s. 135.
  2.  age, s.135.
  3. Age, s.49.
  4.  Kıbrıslızade Osman Bey’in daha sonraki hikayesi de ilginç: Fransızcılığı “İngiliz partisi”nin hoşuna gitmeyince, İngiliz sefareti vasıtasyla Yeni Osmanlılar nezdinde “Türk düşmanı” ilan ediliyor ve onlardan uzaklaştırılıyor. Yapacak bir şeyi kalamayan Kıbrıslızade, Rusya’ya sığınıyor ve Vladimir Andrejevich adını alarak, “93 Harbi” ile ilgili bir eser yazıyır. Bkz. Age, s.61.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×