İkinci Cumhuriyet’in Hükmeden Sınıfı Birinci’den Farklı mı? Sermaye Sınıfı “Bildiğimiz Gibi” mi?

“Geri geri gidiyor ki dünya, uzun atlasın.” S. Eyüboğlu 


Türkiye’de yaşanan büyük dönüşümden sermaye sınıfının payına ne düştü? Birinci Cumhuriyet’i geride bırakırken, devlette büyük bir altüst oluş yaşandı ve yenilenler oldu. Peki egemen sınıf cephesinde neler oldu? Birinci Cumhuriyet’le özdeşleşen geleneksel sermayenin yenildiği, İkinci Cumhuriyet’in AKP sermayesini temsil ettiği söylenebilir mi? Sermaye sınıfı içinde ayıklananlar dışında yenilen olmadığını söyleyerek başlayabiliriz. Hiç kuşku yok sermaye sınıfının kompozisyonunda önemsenmesi gereken değişiklikler oldu. Ama bu değişimi siyasi iktidarın sermaye sınıfının yeni güçlenmekte olan bir bölmesi/fraksiyonu lehine tavır aldığı bir sermaye içi –sermayedarlar arası- mücadelenin ürünü bir yeniden yapılanma süreci olarak tarif etmek yanlış olacaktır. Türkiye’de hiç de hafife alınamayacak bir düzen içi mücadele yaşandı ve Birinci Cumhuriyet nihayete bu şekilde erdirildi. Ancak “düzen içi” mücadele ile “sermaye içi” ya da “sermayedarlar arası mücadele”yi bir ve aynı tutmaktan en azından marksist olma iddiasındakilerin kaçınmasında yarar bulunuyor. Sermaye sınıfının ortak çıkarlarını daha iyi temsil ve Türkiye özelinde emperyalizmle uyumlulaştırma iddiasıyla düzenin siyasi aktörleri arasında, emperyalist merkezlerin de doğrudan müdahaleleri ile yaşanan bir mücadeleyi, bir sermaye içi hesaplaşma ya da sermayenin farklı fraksiyonları arasında bir mücadele olarak değerlendirmemek gerekir. Sermaye içi mücadeleden, en çıplak hallerine 1848 Devrimleri esnasında ya da İkinci Dünya Savaşı öncesinde faşizm pratiklerinde rastlayacağımız sermayenin farklı kesimleri arasındaki çıkar çatışmalarını anlamak gerekir ve her iki döneme de damgasını vuran farklı şekillerde olmakla birlikte devrimci bir işçi sınıfı hareketinin varlığıdır, tehdididir. Sermayedarlar arası mücadeleden ise biraz indirgemeci bir yaklaşımla kapitalist işleyişin en temel özelliklerinden, sermayedarlar arasında olmazsa olmaz durumundaki rekabet anlaşılmalıdır. 

Türkiye’de yaşanan ise sermaye egemenliğinin tahkimidir. AKP yakaladığı özel konjonktürün de yardımıyla eski sosyalist ülkelerde “burjuva sınıfı”nın yaratılmasında kullanılan “kirli” yöntemleri ülkenin yağmalanmasında olduğu gibi kullanıp Türkiye kapitalizmine muazzam bir dinamizm, sermaye sınıfına da bir bütün olarak yeni mevziler kazandırdı. AKP’nin iktidarda olduğu 10 yılın hem dünyadaki gelişmeler hem de Türkiye ekonomisindeki gelişmeler açısından çok özel bir dönem olduğuna şüphe yok. Ama Korkut Boratav’ın da vurguladığı gibi 12 Eylül’e uzanan bir arka plan ve burjuvazinin “genel ve ortak çıkarları”nı gözetme ve genişletme misyonunu unutmadan… 

“Türkiye’ye neoliberalizm, Özal-ANAP çizgisinin deformasyonlarıyla ithal edildi. Neoliberal dönemin siyasi iktidara bahşettiği yeni imkânlar sonuna kadar kullanılarak, belli iş çevrelerinin ‘siyasi iktidar aracılığıyla ihya edilmesi’ yöntemleri keşfedildi. Bu yöntemler otuz yıl boyunca adım adım geliştirildi; AKP’li yıllarda ‘cezalandırma’ mekanizmalarının da eklenmesiyle bugünkü ortama ulaşıldı. Ancak, her aşamada burjuvazinin genel ve ortak çıkarları gözetilerek ve genişletilerek…”1 

Özelleştirmeler, eğitim, sağlık, enerji gibi alanların tam boy piyasa ilişkilerine açılması gibi yöntemlerle yaratılan dinamizm Türkiye burjuvazisinin belirleyici bölmesi olarak nitelenebilecek geleneksel sermayeye yaradı. Uzanlar ve Doğan grubu başta olmak üzere sınırlı sayıda gruba yönelik operasyonlar dışında -ki Uzanlar da dahil olmak üzere bunların önemlice bir bölümünü doğrudan AKP hesaplaşmasından ziyade 1990’lar bakiyesi olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır-  geleneksel sermaye, bu süreçten gücünü artırarak çıktı. AKP’li yıllar, 1990’lı yıllarda zorlanan geleneksel sermayeye ilaç gibi geldi ve AKP iktidarı ile geleneksel sermaye arasında yaşanan çelişkiler bu sayede kontrol altına alındı. Duble yollar ve TOKİ projeleri ile daha önceki on yıllarla karşılaştırılamaz bir büyüme sergileyen inşaat sektörü, eğitim, sağlık ve enerji alanlarında özel sektöre sunulan fırsatlar “AKP sermayesi” olarak adlandırabileceğimiz yandaş sermaye gruplarını ihya etmek için yeterli oldu. Sermaye sınıfının kompozisyonundaki değişim geleneksel sermayenin yanına semiren AKP sermayesinin eklenmesinden ibaret kalmadı. Yabancı sermayenin/tekellerin Türkiye ekonomisi içindeki ağırlığı da AKP döneminde önemli bir gelişme kaydetti. AKP iktidarı ile geleneksel sermaye arasında yer yer ortaya çıkan doku uyumsuzluğu ve güven bunalımının giderilmesinde emperyalist merkezlerin siyasi müdahalelerinin yanısıra yabancı ortakların da hayli etkili olduğu, zaman zaman tutkal görevi gördüğü de ayrıca vurgulanmalı. Ergenekon operasyonunun bir aşamasında Rahmi Koç’un adı “1 numara” olarak telaffuz edilirken Koç grubunun 10 yıllık dönemde üç kata yakın büyümesinde Tüpraş özelleştirmesi özel bir yer tutarken, Ford, Fiat gibi uluslararası otomotiv tekellerine sırtını yaslamış olmasının hem koruyucu hem de büyütücü etkisi de göz önünde bulundurulmalı. 

Birinci Cumhuriyet’ten İkinci Cumhuriyet’e geçişte egemen sınıf cephesi için söylenebilecek Anadolu sermayesi ya da “yeni burjuvazi” olarak adlandırılan bir sermaye fraksiyonu lehine bir ağırlık kaymasından ziyade sermayenin egemenlik alanının genişlemesi ve sermaye sınıfının bir bütün olarak güçlenmesidir. 2002-2008 yılları arasındaki kesintisiz büyüme/genişleme ve emperyalizme entegrasyon düzeyindeki artışla Türkiye’de sermaye birikimi genişlemenin ötesinde derinlik de kazanmıştır. Geleneksel sermaye, AKP sermayesi ve yabancı sermayenin büyümesini yanyana koyarak ya da altalta toplayarak ulaşılan büyüklük genişleme hakkında fikir verse de derinleşmeye dair pek fazla şey anlatmayacaktır. Derinleşme, ancak kabaca üçe bölünebilen bu kategorilerin içiçelikleri, Türkiye’nin emperyalizmle ilişkileri ve üstlenmeye çalıştığı bölgesel rol, siyaset ve ekonomi düzlemleri arasında kapitalist devletin uç yorumu olarak nitelenebilecek ölçüde doğrudanlaşma2 gibi gelişmelerle birlikte anlamlanmaktadır.  

AKP iktidarı döneminde Özal, Demirel, Mesut Yılmaz dönemlerine benzer siyasi angajmana dayalı bir “AKP zenginleri” kuşağı ortaya çıktı. Önceki dönemleri aşan, AKP’nin temsil ettiği koalisyona uygun bir “tarikatler nepotizmi” de söz konusu. Ancak “AKP sermayesi” olarak nitelenenler yenilerden ibaret değildir, bir bölümü de, 1990’lardan itibaren kullanımı yaygınlaşan Anadolu sermayesi, İslami sermaye, yeşil sermaye, Anadolu kaplanları gibi ifadelerle tanımlanan sermaye gruplarıdır. Ancak iddia edilenin aksine bu grupların büyük bölümü geleneksel sermayeye rağmen değil, Türkiye’de sermaye birikim sürecinin genişleme uğraklarına paralel bir gelişim sergilemiş, pek çok örnekte geleneksel sermayenin sunduğu olanaklarla serpilmiştir.  

 

“Sermaye vs. Sermaye”nin Sınırları 

Yaşanan dönüşümün ölçeği dikkate alındığında egemen sınıf cephesinde de büyük ölçekli sermaye el değiştirmeleri yaşanması teorik bir olasılık olarak mümkündü. Ancak biri teorik-tarihsel biri güncel olmak üzere iki neden, söz konusu olasılığı zayıflattı.  

Teorik-tarihsel neden düzen içi dönüşümlerin doğası ve sermaye sınıfı ile siyasi temsilcileri arasındaki ilişkinin sınırları ile ilgili. Sermaye birikiminin erken aşamalarında bulunan, yeni kapitalistleşmekte olan bir ülkede, burjuvazi tarihsel olarak iktidardadır, ama sermaye sınıfı henüz oluşum halindedir. En somut örnek Türkiye’de burjuva iktidarının kuruluş süreci olmak üzere, siyasi ya da ekonomik zorla, henüz büyük oranda ticaret burjuvazisinden oluşan sermaye sınıfına müdahale edilmesi, sermayenin el değiştirmesi, içine girilen yönelimlerle daha uyumlu bir sermaye sınıfının yaratılması mümkündür. Ama sürece damgasını vuran henüz cılız durumdaki sermaye birikiminin el değiştirmesinden ziyade, sermaye birikiminin güçlendirilmesi, yeni sermaye sahipleri yaratılmasıdır. Benzer şekilde sosyalist sistemin çözülüşü sonrası, kapitalist restorasyon sürecinde kamu mülkiyeti yağmalanırken sermaye sınıfının oluşumunda karşı devrim süreçlerinin mimarlarının yakın çevresinin öne çıktığı bir süreç yaşandı. Kapitalistleşme sürecinin başlangıcında ya da restorasyon sürecinde sınıf bilinci güçlü siyasi temsilcinin temel yönelimlerde ve buna bağlı olarak da sermaye sınıfının oluşum/güçlenme sürecinde olağan kapitalist işleyiş süreçlerinin dışına çıkan işlevler üstlenmesi mümkündür. İkinci bir eksen olarak Sovyetler Birliği’nin, sosyalist sistemin var olduğu dünyada ulusal kurtuluş mücadelesine sahne olan ya da emperyalist-kapitalist sistemle mesafelenip sosyalist sisteme yakınlaşan “kapitalist” ülkelerde de devletin ekonomideki rolünün artışı, sermaye sınıfının emekçiler karşısında güç kaybına uğraması gibi olgulardan söz etmek mümkün. Yakın örnekler olarak Venezuela başta olmak üzere Latin Amerika’nın halkçı, sol iktidarlarının millileştirme vb. uygulamaları, egemen sınıf, sermaye sınıfı cephesinde gedikler açtı. Bu örneklerde ise, sermaye sınıfı içinde bir düzenlemeden ziyade sermaye sınıfının emekçi sınıflar karşısında güç ve mevzi kaybetmesi söz konusu. Kapitalizmin belli bir gelişmişlik düzeyinde bulunduğu koşullarda egemen sınıf cephesinde sermaye sınıfının bir bölmesinin başka bir bölmesi karşısında “yenilgi”ye uğraması için ölçek değişikliği başta olmak üzere kapitalist işleyişte, kapitalizmin belli bir özgünlükteki yapısal özelliklerinde köklü değişikliklerin olması, olağanüstü gelişmelerin yaşanması gereklidir.  

Güncel neden ise, Türkiye kapitalizminin temel yöneliminde bir değişim yaşanmamış olmasıdır. Emperyalist sisteme entegrasyonun pekişmesi, piyasa ilişkilerinin güçlenmesi, emekçilere dönük hak gasplarının ve kuralsızlaşmanın artması ile karakterize olan bir dönemde, tam da bu eksendeki dönüşümlerin kalıcı hale getirilmesini hedefleyen bir düzen içi mücadelenin, yani sermaye sınıfının vizyonuna ilişkin bir mücadelenin sermaye sınıfı içi köklü bir düzenleme ile sonuçlanması mümkün değildi. Çünkü bu yönelim Korkut Boratav’ın da vurguladığı gibi son 30 yılın ürünüdür, AKP’nin yaptığı bayrağı daha yukarı taşımak olmuştur. AKP iktidarının Türkiye emekçileri açısından bir sürpriz olup olmadığı belki tartışılabilir ama sermaye sınıfı açısından ortada bir sürpriz bulunmadığı bugün itibariyle iyice açıklık kazanmış görünmektedir. Başlangıçta çok güvenilir olmasa da, çok gönülden bir seçim olmasa da, bir tercih yapıldı. Sermaye sınıfı ya da sermaye düzeni adına başka bir vizyona ayak direyen temsilcilerden söz etmek mümkündür ama sermaye egemenliğini geliştirme/genişletme çabalarına, önünün açıldığını gören/hisseden bir sınıf bölmesinin tekil uyumsuzluklar bir yana ayak diremesi söz konusu olamazdı. 

 

Başka Dünya “Başka” Cumhuriyet 

Türkiye’de yaşanan büyük dönüşümü dünyadaki gelişmelerden bağımsız tarif etmeye ve anlamaya çalışmak mümkün değil. Birinci Cumhuriyet’ten İkinci’ye geçiş basit bir numara değişiminden ibaret olmadığı gibi, sadece düzen içi mücadeleye de indirgenemez. Son 10 yılda sermaye sınıfının değişen yönelimlerini ve sermaye düzenin yaşadığı dönüşümü dünyadaki gelişmeler olmaksızın yorumlamakta ısrar edenlerin ulaştıkları nokta “burjuva demokratik devrim” oldu. Ki sermaye sınıfının güzide üyeleri ve onlar adına konuşan temsilcileri bile Türkiye’de yaşanan dönüşümü “globalleşme” sürecinin sunduğu olanaklar ve dayattığı ihtiyaçlarla ilişkilendiriyor. Doğrudan AKP iktidarının sözcülüğünü yapan isimler, kesimler de bir yandan “devleti içeriden, dışarıdan kuşatmış bir avuç elit”in iktidarına son verme masalını anlatırken diğer yandan globalleşme süreci ve uluslararası sermayeyle uyum konusunda gösterdikleri performansla övünmeyi ihmal etmiyor. Süreci salt Türkiye’nin “iç dengeleri”nden ve sermayenin farklı fraksiyonları arasındaki bir çekişme ya da çatışmadan ibaret görenlerin sayısı pek sınırlı. İçinde bulunduğumuz döneme ve Türkiye gelişkinliğindeki bir kapitalist ülkeye rağmen elbette herhangi birinin iktidarın sermaye fraksiyonları arasında el değiştirdiğini ve bunun bir “sessiz devrim”e denk düştüğünü ileri sürme hakkı vardır. Ama bunu sol adına, marksizm referansıyla yapmaya kalkanların fırsat buldukça küçümsedikleri el kitaplarından başlayarak bir okuma programına alınmaları şart görünüyor. Kapitalizm içi dönüşümleri marksist terminolojiyi kullanarak ama Amerikan sosyolojisinin sınırlarını bir milim aşmadan yorumlayan kalemlere yazının devamında döneceğiz. Ancak öncelikle dünyada olup bitenlerle Türkiye’de yaşananlar arasındaki ilişkiye genel hatlarıyla bakmakta yarar var.  

İnsanlık, sosyalist sistemin ortadan kalktığı bir dünyada emperyalist-kapitalist sistem açısından “restorasyon”un kapsama alanının eski sosyalist ülkelerden ibaret olmadığını, “ulus-devlet” ölçeğinin ve kurumsallaşmalarının fazla gelmeye başladığını, solsuzlaşma ve emekçilerin zayıf direncinin verdiği güvenle 20. yüzyılın kazanımları üzerinde son derece “deneysel” girişimlere imza atıldığını yaşayarak öğrendi, öğrenmeye devam ediyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu bölge, Kafkaslar, Balkanlar, Irak, Afganistan ve son olarak Kuzey Afrika ülkeleri her biri bir öncekinden öğrenilenlerle yükselmiş hedeflerle açık işgal de dahil olmak üzere değişik şekillerde dönüşüme tabi tutuldu. 2007’den itibaren emperyalist merkezlerden başlayarak uluslararası kapitalist sistemi etkileyen iktisadi krizin emperyalist-kapitalist sistem açısından ek olanaklar sunduğu da görülüyor. Türkiye’nin tüm bu yaşananlarla ilişkisi elbette çok yönlü oldu. Ancak iki noktanın özellikle altı çizilmeli. AKP iktidarı öncesi dönemde ilkin boşa çıkma hissinin yarattığı belirsizlik, ardından fırsatları kaçırma paniğiyle yoğun aranışçılık vb inişli çıkışlı süreçlerin hikayesi bir yana 2002 sonrasında Türkiye burjuvazisi “zamanın ruhu”nu kavradı. Emperyalist projelere angajman, uluslararası sermayeye alan açma gibi konulardaki eşsiz performans bir yana etrafta olup bitenlere bakıp “eski dünyanın kalıpları”nı hızlıca terk etmek gerektiğine, kabuk değiştirmek gerektiğine iman etti. AKP iktidarı da eskinin yükünden azadelik, dünyada emperyalist merkezlerden başlayarak yükselen yeni gericilik dalgasına tutunma konusundaki ek avantajları ve biraz da talihinin yaver gitmesi sonucunda “sınıfsiyaset” ilişkilerindeki pek çok eğilimi bozma ve ideolojik koordinatlarda önemli değişiklikler yaratma pahasına bu süreci sırtlanan siyasi aktör oldu. 

 

“Sessiz Devrim” ve Yeni Burjuvazi 

AKP iktidarını, başından bu yana “Türkiye’de sessizce gerçekleşen bir devrimin nedeni değil sonucu” olarak gören ve “bu dönüşümün faili” olarak da “Anadolu’da kök salan yeni burjuvazi”ye işaret eden bir yaklaşım bulunuyor.3  İslami kökenden gelen ve AKP ile değişik düzeylerde yakınlığı bulunan kalemlerin “devrim” yaklaşımında ve bu devrimi “yeni burjuvazi”ye dayandırmalarında şaşırtıcı bir yan bulunmuyor. Ancak aynı yaklaşımın “sol” versiyonu da bulunuyor.4  AKP’nin “demokratik” açılımlarının hız kazandığı son dört yılda yaşanan dönüşümü “burjuva demokratik devrim” olarak değerlendiren Birikim çevresi ve Taraf gazetesinin başını çektiği kesimler malumumuz. Ahmet İnsel, 2010 yılında, 12 Eylül referandumunun hemen ardından yaptığı bir değerlendirmede Birikim’in “yeni bir burjuva sınıfının sahne almakta oluşu”nu daha 2001 Eylül’ünde öngördüğünü vurguluyor:  

“Eylül 2001’deki Birikim’de yeni bir burjuva sınıfının önce iktisadi, ardından siyasal planda sahnenin önünde yer almaya başlamasına dikkat çekiliyordu. ‘Devletlular ile ekonomiye egemen zümrelerin oluşturduğu bir tabakanın farklı hiziplerinin yönettiği siyasal mücadele alanında şimdi orta sınıfın kendi otantik kimliğiyle, kendi gücüne ve sürükleyiciliğine güvenerek çıkış hamlesi olarak’ AKP’nin görülmesi gerektiği belirtiliyordu. Otantik kimlikten kast edilen, kültürel olarak muhafazakar, dindarlığını teşhir etmekten çekinmeyen, memuriyet yerine ticareti tercih eden, ılımlı milliyetçi bir kimliktir. Taşra muhafazakarlığını gocunmadan sahiplenen ve sergileyen, piyasanın dilini konuşan ve geleneksel büyük sermayeye nazaran daha halktan bir görünüm sergileyen bir orta sınıfın yükselmesi AKP’yi iktidara taşıdı. Elbette bunun bu yoğunlukta gerçekleşmesinde merkez sağın geleneksel partilerinin bütünüyle itibarsızlaşması belirleyici idi. AKP bu anlamda, 1990’larda DYP ve ANAP yönetimleri sayesinde bütünüyle çöken merkez sağın bıraktığı boşluğu doldurdu. Doldurmakla kalmadı, kısa zamanda onu konsolide etti ve etki alanını genişletti. 

Solda rağbet gören değerlendirme ise egemen sınıf içinde nöbet değişimi yapıldığı yönündeydi. Söz konusu olanın bir nöbet değişiminden öteye, hakim sınıf katında büyük bir altüst oluşa denk geldiğini, büyük ihtimalle önümüzdeki on yılın Türkiye’sine damgasını vuracak yeni bir hegemonya kurulmaya başlandığını, bunun tam da bu nedenle yeni bir dönem başlattığını, Türkiye egemen sınıf oluşumunda bir devrim niteliğinde olduğunu ifade etmek, ilerici, laik, devrimci, solcu, vs.. sıfatlarla kendilerini tanımlayan bazı kişilerce AKP’ye teslim olmak olarak damgalanıyordu.”5

İnsel, iktidarı burjuvazinin bir kesiminden alıp başka bir kesimine vererek “devrim” yaptıktan sonra yazının sonunda ağırlık merkezinin değiştiğini ama geleneksel büyük sermayenin “sefil” edilmediğini vurgulamayı da ihmal etmiyor.  

“AKP’nin demokratlığının sınırları Birikim’de birçok kez ifade edildi ama buna rağmen yaşananın bir burjuva demokratik devrim olduğu da belirtildi. Geçerken belirtelim ki bunun dış politikada da yansımaları görüldü. Örneğin, Kıbrıs politikasındaki pozisyon değişikliği, geç kalındığı için sonuç almaya yetmedi ama geleneksel dış politikada değişimin anlamlı bir ön işaretiydi. 

AKP ile birlikte yeni burjuvazi toplumda güçlü bir rıza üretmeyi başardı. Sermayenin yeniden yapılanmasını düzenlerken, geleneksel büyük sermayenin göreli yoksullaşmasını değil, yükselen sermaye farksiyonlarının hızlı büyümeden daha büyük pay almasını mümkün kıldı. Böylece sermaye kesimleri içinde ağırlık merkezinin yükselen Anadolu sermayesine doğru kaymasına nezaret ederken, geleneksel büyük burjuvaziyi de tatmin etmekten geri kalmadı. Bu burjuvazinin hayat tarzı endişelerinin zenginliğini koruma kaygılarıyla büyük ölçüde dengelenmesini sağlayacak iktisadi ortamı yarattı.”6

Sınıf iktidarı, devrim, egemen sınıf, egemen sınıfın oluşumu gibi kavramlarla marksizmin kavram setini bonkörce kullanan İnsel’in sola atfettiği “Egemen sınıfı içinde nöbet değişimi” tezinin kime ait olduğunu bilemiyoruz. Ama egemen sınıfın değişip değişmediği konusunda kendi kafasının hayli karışık olduğunu anlayabiliyoruz: Sermaye yeniden yapılanıyor, egemen sınıf değişiyor, sermaye kesimleri içinde ağırlık merkezi Anadolu sermayesine kayıyor, ama geleneksel büyük sermaye de büyümeden pay alıyor…   

Hakim üretim tarzı kapitalizm ise egemen sınıf, gelişmişlik düzeyinden bağımsız olarak sermaye sınıfı, burjuvazidir. Tersinden burjuvazinin iktidarda olduğu bir toplumsal formasyonda, değişik üretim biçimleri varlığını sürdürse de kapitalist ilişkilerin hakimiyeti söz konusudur. Egemen sınıfın tanımı mekanik bir şekilde yapılmaya çalışıldığında, sanayi sermaye, mali sermaye, ticaret sermayesi gibi sermaye sınıfının farklı bölmelerinin yanısıra, çıkarları sermaye sınıfı ile örtüşen toprak sahipleri ve diğer küçük mülk sahiplerini de içerdiği söylenebilir. Ancak artık 19. yüzyılda olmadığımız için kapitalizm öncesi üretim biçimlerinin egemenleri ile genç burjuvazi arasındaki bir iktidar mücadelesinden ve ikincinin tarihsel olarak “ileri” çekici rolünden söz etmemiz mümkün değil. Bu nedenle İnsel’in, “burjuva demokratik devrim” saptamasına da dayanak yaptığı “yeni burjuvazi eski burjuvaziye karşı” tezinin altı boştur.  

Süreci “devletli” ve “ayrıcalıklı” egemen zümrenin yerini yükselen orta sınıfın içinden çıkan yeni burjuvaların alması, askeri vesayete tutunmuş bir egemen sınıf yerine “piyasa”nın ve halkın dilini konuşan yeni bir burjuvazinin gelmesi olarak okumak sivil toplumculuk ısrarın ürünü bir kolaycılıktır. Devlet-sermaye ilişkilerine dair teorik külliyat bir yana 2008 sonrasında ABD ve Avrupa’da yaşanan kurtarma operasyonlarının anlattıkları yeterliyken hâlâ sermayenin devletlisi ile sivili ayrımı yapmaya çalışılması şaşırtıcı olmaktadır. AKP’yi iktidara taşıyan faktörlerden sadece biri olarak görülebilecek “yeni sermaye dinamizm”inde bu hareketin yaslandığı siyasi geleneğin, belediyeler, tarikatler ve çeşitli ilişki ağları üzerinden kamu kaynaklarından nemalanmasının belirgin bir etkisi bulunmaktadır. Bundan daha önemlisi bu kesimlerin büyümesinde geleneksel sermayeye değişik şekillerde tutunmalarının etkisini ihmal etmek mümkün değildir. Büyük sanayi kuruluşlarının yan sanayi tedarikçiliğinden bayilik sistemi, gıda toptancılığı vb ticari ağlarda üstlenilen işlevlere bölünmüş bir toplumda farklı bir ekonomik havuzdan çıkmış yeni bir sermaye tarifi düştür.  

Türkiye kapitalizminin gelişmişlik düzeyi ve emperyalizm olgusu göz önüne alındığında “alttan” ittirerek ya da “tepeden” şekillendirerek egemen sınıfın ağırlık merkezinin değişmesi zordur. Tek tek burjuvaların ya da en büyükleri de dahil olmak üzere sermaye gruplarının siyasi tercihleri, alışkanlıkları, Türkiye kapitalizminin yönelimlerine uyumları bir yere kadar önem taşımaktadır. Bir sınıf olarak burjuvazi tekil sermayedarların davranışlarının toplamına indirgenemez. Geçtiğimiz süreçte Koç, Sabancı gibi geleneksel sermayenin Türkiye burjuvazisi ile özdeşleşmiş gruplarından birinin tasfiye edilmesi söz konusu olabilirdi ve bu durumda bile çok açık ki ne iktidar sermayenin farklı kesimleri arasında el değiştirmiş olurdu ne de bu durum sermaye egemenliğinde bir “gevşeme” anlamına gelirdi.  

Ahmet İnsel, Cihan Tuğal gibi isimlerin “sessiz devrim”, “pasif devrim” saptamaları elbette yaşanan büyük dönüşümü ifade edecek şiddette bir kavramlaştırma ihtiyacına da dayanıyor. İşin bu kısmındaki temel sorun, Tayyip Erdoğan başta olmak üzere AKP kadrolarında önce cüret olarak tezahür eden, ardından otoriterleşme olarak belirginleşen eğilimlerinin yaslandığı gücü tarif etmeye çalışırken düşülen hatalar. Cüret ya da otoriterleşme eğilimi, dönüşümün açığa çıkardığı güçten ziyade, bir dönemin bittiğine, bu konudaki temel karar vericilerin açık, ya da örtük, istekli ya da isteksiz yeni bir döneme onay verdiğinin anlaşılmasına, belki de erken okunmasına yaslanmaktadır. Bu siyasi gücü Cumhuriyet tarihi boyunca daha kapsamlıları ve 1960-80 döneminde sanayileşme süreci de düşünüldüğünde çok daha derinliklisi yaşanmış sermayenin genişlemesi sürecinin palazlandırdığı yeni kesimlere atfetmek doğru değildir.  

 

2001’in Eledikleri de AKP’ye Mal Edildi 

Sermaye iç kompozisyonunun değişiminde 2001 krizinin yol açtığı sonuçlar, en az AKP iktidarının yandaş sermayeye alan açma çabaları kadar, belki de daha fazla etkili oldu. 2001’in enkazını toplama, kriz sonrası düzenleme işlemlerinin mimarı olarak AKP iktidarını görmek/değerlendirmek doğru değil. Emperyalist merkezler ve IMF başta olmak üzere uluslararası finans kuruluşlarının yönlendirmesiyle çizilen, Kemal Derviş’in özel bir misyon üstlenerek mimarlığını yaptığı çerçeveyi AKP iktidarı hazır buldu ve büyük bir kararlılıkla uyguladı; büyük bir gayretkeşlik ve yaratıcılık sergilendiği elbette teslim edilmeli. Yukarıda vurgulanmıştı, Uzanların ipini çekmek için AKP ve Tayyip Erdoğan’ın ek siyasi motivasyonları bulunuyordu. Ama esas olarak Uzanların 2001 krizinin etkilerini küçülerek değil büyüyerek aşmaya çalışmasının ve bunu yaparken de sermayedarlar arası rekabetin asgari gerekliliklerini hiçe sayarak hareket etmesinin rolü çok daha fazlaydı. Uzanlar en son örneklerden olmakla beraber 2001 krizi, sermaye içinde bir seleksiyona yol açtı. Özellikle önceki siyasi iktidarlarla yakın ilişkilerinin ürünü olarak semiren grupların bir bölümü elendi. (Cavit Çağlar, Erol Aksoy, Toprak ve Bayındır grupları  ilk akla gelen örnekler.) Ama birebir siyasi angajmanlarıyla anılamayacak, 1990’lara damgasını vuran finans sektörü büyümesinden nemalanan pek çok grup kişisel servetlerini korumayı başarsalar da ağırlık yitirdiler. Bu seleksiyon, kriz mekanizmasının, sermayenin tekelleşme eğiliminin işlemesinin sonucu olarak ortaya çıktı.  

“Seleksiyon” işleminin uygulayıcıya güç kazandırmaması mümkün değildi. Öncelikle AKP iktidarının, bir yanıyla “sürpriz” bir iktidarın, sahneye böyle bir güçle çıkmasının hem toplumsal meşruiyet açısından hem de sermaye sınıfı nezdindeki meşruiyeti açısından çok büyük bir avantaj sağladığı açık. TMSF ve BDDK üzerinden yürütülen operasyonların, batık durumdaki şirketler üzerindeki her tür deneysel çalışmanın kazandırdığı deneyim ve kendi zenginlerini yaratma konusunda sunduğu fırsatlar da cabası. 

AKP iktidarının “ekonomi başarısı”nda 2001 krizinin hemen ardından iktidara gelmenin sunduğu fırsatların bulunduğu, önlerinde her anlamıyla hazırlanmış bir “model” buldukları açık. Ama kim olsa, hangi siyasi iktidar gelse benzer bir süreç yaşanırdı diye düşünmek büyük düzlük olur. AKP iktidarı, 1980-2001 arası dönemdeki temel yönelimlerin sürdürücüsü olurken sermaye sınıfı ve özellikle de 2001 krizinin eledikleri ile sıfır angajman içinde olması büyük bir avantaj sağladı. Ve nitekim hemen ardından 30 milyar dolarlık özelleştirmeyi seri bir biçimde gerçekleştirmeyi sağlayan da işin bu boyutundan devşirilenler oldu.  

AKP’nin “ekonomi başarısı”nın ya da ekonomideki büyük dönüşüm şu şekilde özetlenebilir: 

• Tüpraş, Türk Telekom, TCDD limanları, TEKEL işletmeleri, Erdemir ve İsdemir başta olmak üzere onlarca işletmenin özelleştirilmesi ile kamunun ekonomi içindeki ağırlığı azaltıldı. Sadece Tüpraş, Türk Telekom ve Erdemir özelleştirmelerinin ekonomideki kamu/özel payında yarattığı değişiklik bile son derece çarpıcı. 2010 yılında üç kuruluşun yıllık gelirlerinin toplamı 25 milyar doları geçti ve GSYH içindeki payı da yüzde 3,5 oldu. Sadece özelleştirilen kamu işletmeleri ve varlıkları aracılığıyla kamudan özel sektöre GSYH’nın yüzde 10’una ulaşan bir büyüklük devredilmiştir. Bu devrin çok önemli ekonomik ve toplumsal sonuçları olmuştur. Ancak bu sonuçlar arasında “devletten nemalanan” sermaye aleyhine bir gelişme yoktur. Bilakis en büyük özelleştirmelerden ikisinin kazananları (Tüpraş ve Erdemir), Koç ve Oyak gruplarıdır.  

• Üretimde, hammadde, ara malı ve yatırım mallarında ithalat bağımlılığının arttığı bir “büyüme” süreci yaşanırken enerji, gayrimenkul, madencilik, eğitim, sağlık gibi alanlar özel sektöre açıldı ve bu alanların ağırlığında bir artış yaşandı. Bunlar sonucunda Türkiye’nin nüfus artışı, büyüme ihtiyacı gibi noktalar göz önüne alındığında sanayi üretimin ithalat bağımlı bir modelle bir duraklama içine girdiği, adlı adınca bir sanayisizleşme süreci yaşandığı açıktır. Benzer şekilde tarımın da büyük bir çöküş
 yaşadığı görülmektedir. 2002 yılında sanayi üretimin GSYH içindeki payı yüzde 25’lerdeyken 2010 yılında bu oran yüzde 19’a gerilemiştir, tarımın payı da yüzde 12’lerden yüzde 9’lara düşmüştür. Yükselenlere bakıldığında ise aynı dönemde finans sektörünün payının yüzde 8’den yüzde 12’ye, ticaretin payı ise yüzde 10’dan yüzde 13’e çıkmıştır.  

• Finans sektörü muazzam bir şekilde büyüme sergiledi. 2000 yılında katılım bankaları da dahil toplam banka/finans kuruluş sayısı 79 iken bu sayı 2001 krizi sonrasında batan bankalar, birleşmeler gibi gelişmelerde düştü ve 2010 yılı itibariyle 49’a indi. 2000-2010 arasında finans kuruluşlarının kredi hacmi 6,5 kat artış gösterdi.  

• Enerjide 2002 yılında yapılan mevzuat/yasa değişikliğine de yaslanarak elektrik önce üretim sonra da dağıtımla özel sektöre açıldı. Doğalgaz kullanımı, dağıtım doğrudan özel sektöre devredilerek gelişti. 

• Gayrimenkulde konut kredilerinin desteğiyle konut yapımı gelişirken TOKİ’nin “hasılat paylaşım” modeli başta olmak üzere kamu arazilerinin tahsisi yoluyla büyük bir rant yaratıldı.  

• Madencilikte arama/işletme ruhsat sayısında patlama yaşandı. İrili ufaklı, yerli yabancı gruplar arama yöntemleriyle gündeme gelen altın dışında pek çok madenin işletmesini üstlendi ve hem üretimde hem de ihracatta ciddi bir artış yaşandı. Herhangi bir kaynak planlaması yapılmadan, ülkenin orta vadeli ihtiyaçları ve çevresel etkileri gözetilmeden her tür madenin çıkartılması ve talep edene satılmasına dayalı bir modele geçildi. 

• Eğitimde daha tartışmalı olmakla birlikte sağlıkta açık bir toplumsal destek de alınarak bu iki alan özel sektöre açıldı. Sağlıkta özel hastanelere açılan alan kadar önemlisi kamunun elindeki sağlık hizmetlerinin çeşitli aşamalarının özel sektöre devri oldu. 2002-2010 döneminde hem kamunun sağlık harcamaları hem de toplam sağlık harcamalarında muazzam bir artış gerçekleşti.  

 

“Dış Dinamik” Abartılıyor mu? 

AKP iktidarının “ekonomi başarısı”nın ve bunun sonucu olarak sermayenin alanının genişlemesinin en önemli göstergelerinden biri emperyalizme bağımlılıktaki artış oldu.  
Emperyalizme bağımlılıktaki artışı, üç temel başlık üzerinden takip edebiliyoruz. İlki dış ticaretteki muazzam artış. Üretimde hem kamu işletmelerinin özelleştirilmesi hem de izlenen kur-faiz politikaları yardımıyla ithalat bağımlılığı arttı ve ihracat artışı ithalatın bir türevi haline geldi. Genişleyen kredi mekanizmasıyla artan tüketim de ithalat artışının bir diğer tetikleyicisi oldu. 2002-2011 yılları arasında dış ticaret hacmi dört kattan fazla artarken dış ticaret açığı da altı kat artış gösterdi. 2002 yılında Türkiye’nin toplam GSYH’sı 180 milyar dolar civarında iken, 2011 yılında sadece dış ticaret hacmi 364 milyar dolara ulaşmış bulunuyor. 
 

 

İkincisi, dış kaynak girişine bağımlılıktaki artış oldu. 2002-2011 döneminde ekonomi büyük oranda dış kaynak girişine bağımlı hale getirildi. Sadece “sıcak para” değil, bir yandan özel sektör borçlanmasıyla üretim ve ticaret diğer yandan bireysel tüketimin finansmanında dış kaynağın payı muazzam ölçüde arttı. 2002’de toplam dış borç stoku 129,5 milyar dolarken 2011 yılında bu tutar 300 milyar doları aştı. Dış borç stokunun GSYH’ya oranının yüzde 56,2’den (2002), yüzde 40’a düşmesi başarı olarak sunuluyor; aynı şekilde kamunun dış borcunun azalması da. GSYH hesaplamalarının ve dolayısıyla artışının ne kadar sağlıklı olduğu tartışmalı. Dış borç stokunun üçte ikisi özel sektöre ait, özel sektör borcunun yarısı da finans sektörüne ait. Özel sektör borcunun özellikle de finans sektörü borçlanmasının herhangi bir kriz durumunda doğrudan kamunun sırtına yükleneceği konusunda kimsenin tereddütü yok. Dış borç stokunun vadesi kısaldı, 2002’de yüzde 12,7 iken, 2010’da yüzde 27,1 oldu. Kısa vadeli dış borç stokunun TCMB rezervlerine oranı 2002’de yüzde 61,3 iken 2010 yılında yüzde 97,5’e ulaştı. Bu oran, ani bir para çıkışında artışıyla övünülen TCMB rezervlerinin ne anlam ifade ettiğini gösteriyor. Dış borçtaki artışa paralel olarak kredi stoku ve özellikle bireysel krediler önemli ölçüde arttı. 2002 yılında tüketici kredilerinin toplam tutarı 2 milyar dolar civarındayken 2010 yılında 80 milyar doları geçti, 2011 yıl Haziran ayı itibariyle de 90 milyar doları aştı. Tüketici kredilerinin yarısı konut kredilerinden, yüzde 5 kadarı taşıt kredilerinden, yüzde 45 kadarı da ihtiyaç kredisi başta olmak üzere diğer tüketici kredilerinden oluşuyor. Tüketici kredilerindeki bu “gelişim” toplumsal dokudaki değişimin maddi boyutu hakkında fazlasıyla fikir veriyor.  

Üçüncü etken ise yabancı sermayenin Türkiye ekonomisi içindeki doğrudan payındaki artış oldu. İstanbul Sanayi Odası’nın “500 Büyük Sanayi Kuruluş” sıralamasında yabancı sermayeli şirketlerin sayısı 2010 yılında 148 olurken, bu şirketlerin 500 şirketin üretimden satışlarındaki payı yüzde 32’ye, ihracatındaki payı ise yüzde 48’e ulaştı. 2002 yılında şirket sayısının 100, üretimden satışlardaki payı yüzde 25, ihracattaki payı ise yüzde 35 civarında olduğu düşünüldüğünde 10 yıl gibi kısa bir sürede sadece sanayi üretimde bile bu başlıkta ne kadar önemli bir gelişme olduğu görülüyor. Finans sektöründe yabancı sermayeli banka sayısındaki artışın çok daha çarpıcı bir gelişim gösterdiği, enerji, altyapı projeleri, gayrimenkul ve ticaret alanlarındaki faaliyetler de göz önüne alındığında ekonominin bütününde AKP iktidarı döneminde yabancı sermaye varlığının neredeyse önceki 30 yıla ulaştığı söylenebilir. 

Dış ticaret büyümesi, kredi hacminin genişlemesi ve yabancı sermayenin etkinliğinin artması, mali sermaye ve ticari sermayenin güçlenmesine yol açarken, her iki kesimde bir tekelleşme süreci de yaşandı. Finans sektöründe 2001 krizinin sonucu olarak banka sayısı azalırken genişlemeden aldıkları payla AKP döneminin en hızlı büyüyen kesimi oldular. Bu alana “katılım bankası” adını alarak “İslami sermaye” de dahil olduysa da esas aslan payını 2002’den itibaren sektöre giriş yapan yabancılarla büyük gruplar (Koç, Sabancı, Doğuş, İş Bankası) aldı. Ticaret alanında özellikle “organize perakende” zincirleri ile bir yeniden şekillenme yaşanırken tüketimdeki hızlı genişlemenin etkisiyle bir yandan yabancı hipermarket zincirlerinin etkinliği artarken (Carrefour, Tesco) bir yandan da AKP’nin zenginleri, Kiler grubu gibi, bu süreçten yararlandı.  

 

Yandaş Sermaye Zenginliğe Nasıl “Ulaştı”? 

AKP “modeli”nin en önemli taşıyıcısı ve AKP zenginlerini ihya eden sektör inşaat sektörü oldu. Duble yol inşaatları ve TOKİ’nin başını çektiği konut projeleri ile inşaat sektörü geçmiş 10 yılda görülmeyen bir performansla büyüdü. 1990-2001 döneminde inşaat sektörü büyümesi yıllık ortalama yüzde 3-3,5 civarında iken 2002-2011 döneminde bu oran yüzde 7 civarında gerçekleşti. Bu konuda en çarpıcı veri ulaştırma yatırımlarının kamu yatırımları içindeki payındaki artış, 2002 yılında yüzde 4,7 olan pay 2010 yılında yüzde 43,3’e ulaştı. Aynı dönemde duble yol uzunluğunun da 6 bin kilometreden 21 bin kilometreye çıkmış olması da ulaştırma yatırımlarının ağırlığını neyin oluşturduğunu gösteriyor. Ulaştırma Bakanı’nın Ocak başında yaptığı açıklamaya göre AKP iktidarı boyunca ulaştırma projeleri için harcanan tutar 112 milyar doları geçti. Ulaştırma projeleriyle yaratılan pastanın büyüklüğü Limak, Kolin, Makyol gibi büyük yol müteahhitlerini beslemeye devam ederken yandaş grupları da önce ihalelere ortak ederek, sonra da “kendi kanatları” ile uçmalarını sağlayarak ihya etti. Diğer büyük pasta ise TOKİ’nin merkezinde durduğu ve esas olarak AKP müteahhitleri için arsa ofisi işlevi gördüğü konut projeleri oldu. TOKİ üzerinden yapılan konut sayısının 500 bini geçti ve yaklaşık 80-100 milyar dolarlık bir büyüklüğe de burada ulaşıldı. Konut yapımı, duble yol yapımı kadar “komplike” olmadığı için burada “eşleştirme”ye de gerek duymadan, yandaşlar içinde en yakın olanların üstte kalmasını sağlayan bir mekanizma hayata geçirildi. Kuzu grup, Taşyapı gibi neredeyse sıfırdan milyar dolarlık şirketler yaratıldı.  

 

Herkes Büyüdü 

AKP iktidarı siyasi olarak karşı karşıya geldiği Uzan, Doğan gibi grupların üzerine “yok etme” kararlığıyla gitmekle birlikte geleneksel sermaye grupları dendiğinde ilk akla gelen Koç, Sabancı, Eczacıbaşı, Doğuş, Dinçkökler gibi gruplar 2002-2010 döneminde büyüdü. AKP iktidarının sermaye sınıfına sunduğu yeni pastadan küçümsenemeyecek paylar aldılar. Koç, Tüpraş’ı alarak neredeyse ikiye katlanırken geleneksel sermaye enerji ve gayrimenkul başta olmak üzere AKP iktidarının sunduğu olanakları iyi bir şekilde değerlendirdi. Koç grubunun cirosu 2002-2010 döneminde dolar bazında yıllık ortalama yüzde 23 büyürken, net kârı da yine yıllık ortalama yüzde 38 artış gösterdi. Grup 3 milyar dolarlık şirket satışı yaparken, 6,6 milyar dolarlık da şirket alımı yaptı. Tüpraş’ın satın alma bedeli, Tüpraş’ın 2,5 yıllık kârı ile ödendi. Grubun konsolide cirosu 2002’de 20 milyar dolar civarında iken, 2010 yılında 54 milyar dolara yaklaştı, konsolide faaliyet kârı ise aynı dönemde 1 milyar dolardan 4,1 milyar dolara çıktı.  

AKP sermayesi, sanayide büyümeden pay aldı. Ancak otomotiv, demir-çelik, beyaz eşya, kimya gibi sanayi üretimin ana sektörlerinde geleneksel sermaye aleyhine bir dönüşümden, bir el değiştirmeden söz etmek henüz mümkün değil. Hatta demir-çelikteki yeni yassı mamul yatırımları hariç geleneksel sermayeyi tehdit edecek rakiplerden söz etmek de mümkün görünmüyor. Ama küçük ve orta ölçekli işletmelerin büyümeden pay aldığı, AKP’nin kamu bankaları ve katılım bankaları aracılığıyla sunduğu olanaklara yaslanarak güçlendikleri görülüyor. Bunların bir bölümünün AKP eliyle büyümekten ziyade konjonktüre dayalı bir büyüme yaşadıkları ve “AKP’lileştikleri”ne de dikkat edilmeli. 

 

Daha Güçlü ve Daha Yenilmez mi? 

Buraya kadar 10 yılın sonunda karşımızda 1990’ların bilinmezlikleri belirsizliklerinin yarattığı depresyondan kurtulmuş, eskisiyle yenisiyle özgüveni daha fazla, eli daha rahat bir sermaye sınıfı bulunduğuna işaret etmiş olduk. Daha güçlü ve genişlemiş bir sermaye sınıfı daha yenilmez mi sayılmalı? Sosyalist mücadelenin, sermaye düzenine karşı yürütülen mücadelenin daha yaratıcı, güçlü ve kararlı olması gerektiği çok açık olmakla birlikte emperyalizme dayanarak genişlemiş/güçlenmiş bir sermaye düzeninin kırılganlıklarının da arttığının farkında olmak gerekiyor. İrlanda, Yunanistan, İspanya gibi Avrupa’nın zayıf düşürülmüş ekonomilerinin bugün yaşamakta oldukları özellikle sermaye girişleri ile beslenen, sanayi altyapısı zayıflayan ülkeleri neyin beklediğinin somut bir örneği. Türkiye’de açık bir siyasi desteğin ürünü olan kesintisiz denebilecek sermaye girişi büyümenin/genişlemenin motoru olduğu ve bu mekanizmadaki tekleme, büyük bir kırılmaya yol açabilir. Burada sıcak para girişinin kesilmesinin yaratacağı etkiler bir yana, ulaşılan ölçekte ortaya çıkacak bir krizi yönetebilecek birikim ve deneyime ne AKP kadroları ne de genel anlamıyla sermaye sınıfının profesyonel kadroları sahiptir. Türkiye’nin üstlendiği bölgesel misyonlar ve bugüne kadarki gelişmeler göz önüne bulunduğunda, uyumun bozulması için orta vadede bir neden olmadığı ve bu modelin sürdürülebilir olduğu ileri sürülebilir. Emperyalizmle ilişkiler söz konusu olduğunda en uyumlu durumun bile ne tür iniş çıkışlara açık olduğunun pek çok örneğini idrak ettiğimiz 2011 yılının ardından yine de bu iddiayı kabul edebiliriz. Ama bu kabul Türkiye’nin emperyalistler arası rekabetteki pozisyonu da ayrı bir kırılganlık düzlemi ortadan kaldırmak için yeterli değil. Türkiye siyasi rotasını artan oranda ABD’ye kırarken ekonomik anlamda Almanya başta olmak üzere AB ile bağları artan bir ülke olarak aynı zamanda başka bir kabusun içindedir. 2011 yılını parlak rakamlarla kapatmanın arkasında Almanya, Fransa, İtalya’ya yapılan ihracatın yüzde 20-30 oranlarında artışının etkisi büyükken, Türk bankaları 2012 için gözlerini Avrupa bankalarının kesenin ağzını ne kadar açacağına dikmişken, ABD ile Avrupa arasında artan açıdan Türkiye’nin payına çok iyi şeyler düşmeyeceği açık. 

Dipnotlar

  1. Korkut Boratav, “Burjuvazi, 12 Eylül ve AKP”, soL Portal, http://haber.sol.org.tr/yazarlar/korkut-­‐ boratav/burjuvazi-­‐12-­‐eylul-­‐ve-­‐akp-­‐32727 
  2. Kafkaslarda ve Balkanlarda emperyalizm eliyle “şirket-­-devlet”e dönüşen ülkeler ve devlet başkanından ziyade “CEO” gibi davranan yöneticiler düşünüldüğünde Türkiye’de de bu yönelimin artması olağan görülebilir. Ancak Türkiye’nin ölçeği ve kapitalizmin gelişmişlik düzeyi göz önüne alındığında biraz da dünyada olup bitenlerden fazla vazife çıkartıldığı, AKP kadrolarının tüccar kimlikleri gibi faktörlerle de fazla uç bir yorum “deneyimlendiği”  açıktır. AKP ile “iş dünyası” arasındaki polemiklerde kimin “sınıf üyesi” kimin temsilci olduğunun karıştığı pek çok örnek bulmak mümkündür.
  3. Hakan Yavuz, “AK Parti, Toplumsal Değişimin Yeni Aktörleri”; Kitap Yayınevi; 2010. Kitabın orijinali 2006 yılında  yayımlanmış, Hakan Yavuz’un kitaba yazdığı Giriş’te yaptığı bu değerlendirme de 2005 yılında kaleme alınmış.  Ancak yazar aynı yerde AKP’nin iktidara yeni geldiği günlerde de benzer değerlendirmeyi yaptığını ifade ediyor.
  4. Birikim’in, hele hele Taraf’ı tırnaklayarak da olsa sol saymak elbette gelinen noktada mümkün değildir. Ama referansları, etkide bulundukları kesimler ve ortaya çıkardığı sonuçlar üzerinden düşünüldüğünde ne yazık ki solla ilgileri yoktur demek de güçtür.  
  5.  Ahmet İnsel, Birikim, 262. http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx?did=1&dsid=402&dyid=5941 
  6.  Ahmet İnsel, Birikim, a.g.ç.