Doğa Yasalarından Cezayir Raporlarına

Giriş

Klasik düşünce, çalışma ve özel mülkiyete odaklı bir insan hakları söylemine sahiptir. Bahsedilen haklar ise “doğa yasaları” çerçevesinde korunmaya alınmıştır diyebiliriz. Doğa yasalarında bir yandan “çalışma”nın doğal bir gereklilik olduğuna vurgu yapılırken, öte yandan yaratılan değere çalışan kişinin sahip olması için de “mülkiyet hakkının” kutsallığının altı çizilmektedir. Bir başka deyişle çalışma özgürlüğü mülkiyet sahipliğiyle beraber düşünülmektedir. Artı-değere sahip olacak kişinin mülkiyet sahibi olması örneğin Bastiat’da veya de Nemours’da ön şart olarak görülmektedir.  Daha sonra doğa yasalarının idari açıdan düzenlenmeleri çok tartışmalara neden olmuştur. Tartışılan konu, hangi siyasal yapının daha iyi doğa yasalarından türetilen özgürlükleri ve insan haklarını koruduğudur. Mesela Bastiat’nın Cumhuriyetçiler ve Rousseau tartışması bu minval üzerinedir.  Bu uzun meseleye burada değinmeyeceğiz. Bu çalışmada ele alacağımız konu klasik düşünürlerin ötesinde özel olarak Tocqueville’i ve onun da ötesinde yazarın “Cezayir Raporları”nı ele alarak bu düşünürün eserlerinde doğa yasalarına dayandırdığı çalışma ve mülkiyet paradigmalarını ve sonuçlarını eleştirmemiz olacaktır. Çalışmanın ilk bölümü doğa yasalarına dayanan çalışma ve mülkiyet üzerine klasik düşünürlerin tanımlamaları ve dayandırdıkları değerler sistemini açıklarken, ikinci bölümde ise aynı yazarların ve özellikle Tocqueville’in savuna geldiği tüm değerlerin taban tabana zıt uygulamaları ve zıt söylemleri olacaktır. İkinci bölüm aynı zamanda Tocqueville’in yazarın “Cezayir Raporları”nın bir incelemesini de kapsayacaktır. Bu raporlardan hareketle çalışma, Tocqueville’in insan ve sefalet tanımlarında değişik zaman ve süreçlerdeki gözlemlerinde farklılıkların olduğunu göstermeyi amaçlamaktadır. 

Ahlak ve birey üzerine notlar

Liberal düşünür de Nemours, (1767) doğal düzen içinde “çalışma” ve “mülkiyeti” tarif eder ve ona göre bu yasalar toplumların temelini teşkil eder. Şöyle ki toplum düzeni doğal düzenin bir parçasıdır. Toplumun doğal düzenden anladığı ise kendi mutluluğu için çalışmaktır. Böylece çalışmak fiili kişinin kendi özgürlüğüne bırakılmayacak kadar önemlidir, tembellik özgürlüğü olamaz onun için, çünkü çalışma doğanın insana yüklediği bir görevdir. Çalışmanın görev olması, kişinin o çalışma sonrası meydana getirdiği değerin kendisine ait olmasını engellemez. Zaten ürettiği değere sahip olmak üreten kişi için bir mutluluk vesilesi olacaktır. Bu demektir ki üretim yapanlar aynı zamanda kendi ürettiklerini tüketebilmelidirler. Bunun içinde ürettikleri malın mülkiyetinin kendilerine ait olması gerekir. De Nemours'un siyasal otoritesi, genelde doğa yasalarını, özelde mülkiyeti korumakla mükelleftir. Peki, toplumda bölüşüm nasıl olacaktır? Bunu De Nemours’dan daha fazla Quesnay düşünmüştür. Quesnay (1736) doğa yasası herkes için eşit yasalardan meydana geldiğine göre kimsenin başkasından daha fazla eşit olamayacağını savunur. Kısacası doğuştan gelen avantajlarından yararlanarak kimse daha fazla mülkiyet hakkı talep edemeyecektir. Bu bağlamda Quesnay'in doğa yasaları kişinin kendi tüketimine yöneliktir. Bir başka deyişle kişiler tıpkı doğa'daki hayvanlar gibi kendi mutluluklarını belirleyecekleri için neyi ne kadar tüketeceklerini de kendileri bilecektir. Tabii yazar kapitalist toplumlardaki sermaye birikimi rejimini hesaba katamadığından üretimin sonucu tüketim olacaktır.  Onun için toplumsal sınıfları Quesnay İktisadi Tablo’sunda (Tableau économique) kendi aralarında üretimi ve tüketimi tetikleyen mekanizmalar olarak görmektedir. Sermaye birikimi sağlayan kapitalist sınıf yer almadığından sınıfsal eşitsizlikleri Quesnay, üretim ilişkileri çevresinde değil, “mutlak hak ve haksızlık” etrafında ele almaktadır. Toplumsal eşitsizlik ona göre insan zekâsının doğadaki hayvandan farklı oluşundan kaynaklanmaktadır. Onun içindir ki doğa yasalarının nasıl olması gerektiği ile gerçekleşenler arasında farklılıklar vardır. Bu bağlamda insan insana karşı hayvanın hayvana olduğundan daha acımasız olabilir. Quesnay'e göre hayvanların doyduktan sonra yiyeceklerini başka hayvanlarla paylaşma güdüsü vardır. Bu aslında çoğu hayvanın, karıncalar hariç, birikim yapmadığını gösterir. Oysa yine aynı yazara göre insan öyle değildir. Birikim yapmayı sever, elde ettiği değerleri zaman içinde başka kuşaklara da taşımak ister. Burada Quesnay’in bahsettiği birikim, kapitalist birikim değildir, ranttır. Bu nedenle İktisadi Tablo’daki toprak sahibi Aristokrat, toprak kira gelirlerini tüketmek yerine biriktirebilir. Bu anlayış, İktisadi Tablo’da olduğu gibi, fizyokratik sistemin işleyişini sekteye uğratacaktır.  Quenay’in 1736 yılındaki yazdıklarından birikimin özellikle gelecek kuşaklara kaldığı biçiminin doğal bir şey olmadığını hatta doğa yasalarını tahrip ettiğini anlamaktayız. Onun için bu birikimleri toplum içinde adil olarak bölüştürecek siyasal otoritenin var olması gerekmektedir. Bu otorite insanların tüketiminin ve elde ettikleri doğal mutluluklarının korunmasına neden olacaktır. Quesnay'de, daha evvel de söylediğimiz gibi, korunması gereken tüketim'e dayalı üretim ilişkileridir. Yazarın önem verip altını çizdiği konu mülkiyetin korunması veya kutsanmasından öte toplumsal sınıflar arası tüketimin sağlanmasıdır. Onun içindir ki birikimi, gelecek nesillere çalışmadan tüketim olanağını sunduğu için benimsemez. Ona göre bu ayrıcalığa, yani çalışmadan tüketebilme olanağına sahip tek sosyal sınıf toprak sahibi aristokratlardır. Quesnay’in İktisadi Tablo'sunda (1991) anlattığı gibi onlarında iki tane toplumsal görevi vardır: ilki topraklarını tarım aristokrasisine açmaları, ikincisi de topraktan aldıkları gelirleri tasarruf etmeden harcamalarıdır. Bu son görev de Quesnay’in İktisadi Tablo'sunda toprak Aristokrasisinin birikim yapma şansının olmadığını gösterir. 

Daha önce insan zekâsının hayvandan farklı oluşundan, bu açıdan insanlar arası eşitsizliğin hak ve haksızlıklar bağlamında değerlendirilmesi gerektiğini savunan Quesnay, insanların zekâsının kendi aralarında da farklı olduğundan bahseder. O zaman konu mutlak hak ve haksızlıklardan insan zekâsını farklılaştıran sebeplere doğru kayar. O da ahlaktır. O zaman doğa yasalarına bağlı, idari kurallar, ahlaklıları ahlaksızlara karşı, adil olanları olmayanlara karşı korumak zorundadır. Yukarıdaki eserinden 29 yıl sonra yani 1765 yılında yazdığı “Droit Naturel” adlı çalışmasında Quesnay (1991) otoritenin tanımını daha iyi açıklamaktadır. Ona göre siyasal erkin, toplumsal uzlaşıya bağlı olması gerekir ve pozitif hukuka dayanması lazım gelir. Bu kuralların nedeni herkesin kendisini toplumun bir parçası olarak hissetmesi içindir. Bu kurallar bütünü aynı zamanda insanları kötü ve kurnaz insanlardan korumak amaçlıdır. Bu kötü kişiler Quesnay’e göre aile içinde de yer bulmaktadır. Örneğin çocuğuna kötü davranan, ilgilenmeyen bir babaya karşı siyasal otoritenin bir yaptırımı olması gerekir aynı şekilde küçük yaşta doğal nedenlerle yetim kalmış bir çocuğun siyasal erk tarafından korunması gerekir. Ahlaki meseleler A. Smith’de ilgi duymuştur, insanın bencillik, empati kurma ve tanrıdan korkma gibi bir çok doğal özelliklerinden söz etmiştir (Boyer, 2009). İnsanın daha fazla kazanma, daha fazla başarılı olma hırsını kamçılayan bencil yapısını dengeleyen özellikleri arasında başkasını kendi yerine koyma duygusu, Allah korkusu ve ahlaklılık yer almaktadır. Fakat zenginleşmeye paralel olarak insanların sosyal statülerinin artıyor olması kişileri tüm bu ahlaki süreçten koparacaktır. Bu durumda zaten bizi “Adam Smith paradoksuna götürmektedir. Kısacası Smith’in eserlerinde insanın ahlaki, sosyal tanımlamaları ile ekonomik sistemi arasında ciddi farklılıklar mevcuttur. Hatta buna sosyoloji ve ekonomi disiplinlerinin çatışması da denilebilir (J-D. Boyer, 2009). Sosyoloji rasyonel olmayan insan davranışlarına dayalı sosyal ilişkileri incelerken, ekonomi de bireyin rasyonel karar vereceğinden yola çıkarak genel geçer davranış kanunlarına dayalı pozitif bir bilim olduğunu iddia etmektedir. Mesela, A. Smith’in 1776 tarihli Ulusların Zenginliği adlı kitabında söz ettiği emek-değer kuramı birçok eksikliği ve yanlışlığı bilerek içinde barındırır ve bu anlamda Smith’in ekonomi bilimini ahlaki olarak nitelendirmek oldukça zorlaşır. Şöyle ki, Rosa Luxembourg, Sermaye Birikimi adlı eserinin ilk bölümünde A. Smith’in emek-değer teorisini nominal-reel paradoksu bağlamında eleştirir. Emek değer, reel bir değer ölçüsüdür, oysa Smith’in kapitalist üretim süreci, üretimin en başında emekçiye nominal ücret ödeyerek, onu üretim süreci sonucunda oluşacak olan değerin paylaşımından dışlar. Üstelik bu şekilde başlanan bir üretim süreci sonucunda oluşan değerin emek-değer olmayacağı çok açıktır. Bir diğer gayri-ahlaki davranış, Smith’in zenginlik kavramında yatar. Ticarete giren herkes zengin olacaktır. Oysa emekçi bundan muaftır. Üstelik Smith’in yaşamsal ücret hipotezi ile emekçinin tasarruf yapıp sermaye biriktirmesine olanak yoktur. Sermaye birikimi yapamayan, ücretini üretim süreci başında nominal olarak alan emekçinin de Smith anlamında ticarete konu mal üretip zengin olması mümkün değildir. O zaman soyut kuramlarla sınıfsal gerçekler birbirleriyle örtüşmemektedir. Smith’in sosyal sınıflardan anladığı emek sömürüsü üzerine kurulu sermaye birikimi sürecini açıklamak içindir. Bu anlamdan bakarsak A. Smith için emek değer yaratan çalışan ile bugünkü birey arasında pek bir fark yoktur. İkisi de çünkü etken değil edilgendir. İkisi de kendi içine dönük ve toplumdan kopuktur. Çalışanın üretim süreci içinde emek-değer yaratması bağlamında sermaye birikimi sağlamasında büyük bir gücü olsa da, ticari süreçten tamamen koparılmış olması onun günümüzün bireyi ile aynı “şey”e dönüştürmektedir. A. Smith’in artı-değer yaratan çalışanı üretim süreci içinde emek sömürüsüne maruz kalan bir toplumsal sınıftır ama ticari süreçte etkisiz, edilgen bir “birey”dir. Zaten Smith’in ahlak kuramında bahsedilen emekçi değildir, bireydir. Birey ya da “indivis” tanım olarak bölünemeyen en küçük bağımsız ünite demektir. Dolayısıyla birey tektir, kendi başına bir canlı türüdür, fakat bu yeterli değildir onun için insan vasfı kazanabilmesi için kendi dışına çıkması gerekir, o dışarısı da A. Smith’e göre çalışma ilişkilerinin belirlediği sosyal ilişkilerdir. Toplumda birey yani en küçük bölünemeyen ünite kendi başına bir şey ifade etmez. Çünkü birey biyolojik olarak mümkün değildir. En az anne, baba ve çocuktan oluşan üç birey olmak zorundadır. Oysa klasik ve neo-klasik düşünce anlamında birey, kendi vücudundan bile soyutlanmış, dünyadan soyutlanmış haldedir. Her şeyden soyutlanmıştır tek bir şeydir (J. Génereux, 2007). 

Sonuç olarak diyebiliriz ki, klasik düşüncenin dayandığı iki temel felsefe vardır. Biri ara sıra vazgeçilir olabilmektedir, bir diğeri ise vazgeçilmezdir. İlki ahlak, insani değerlerdir, diğeri ise sermaye birikimine dayalı üretim sürecidir. Sonuncusunu kapitalizm tarihinin hiçbir safhasında vazgeçmemiştir, ama ahlak ve insan tanımları zaman içinde çok değişimlere uğramıştır. Tocqueville’in aşağıdaki yazarın “Cezayir Raporları”nı da bu minvalde değerlendirmek gerekir.

Tocqueville’in Cezayir Raporları 

Tocqueville’in biri 1841’de yazılmış ötekisi ise 1847’de Fransız parlamentosunda yapmış olduğu konuşmadan derlenen iki raporunda, Fransızların Cezayir’deki konumları ve yerli halk hakkında daha önceki fikirlerine nazaran farklı yorumlarda bulunmaktadır. Bunun iki temel nedeni vardır. İlki Cezayir’deki siyasi gelişmeler ile ilgilidir, ikincisi ise yazarın bağlı bulunduğu liberal öğretiyle ilintilidir. Tocqueville eserlerinde toplumu, toplumsal gelişmeleri, diğer klasik düşünce adamları gibi gözlemleyerek yazmıştır. Bu gözlemleri ve sonrasında çıkardığı sonuçlar incelediği toplumun egemen siyasi ideolojisinin ifade biçimiyle bire bir benzerlik göstermektedir. Bazen aynı toplumda değişen güçler Tocqueville’i tam tersi tezler içine itebilmektedir. Örneğin 1848 devrimini anlattığı “Hatıralar”ında devrimin sosyalist nitelikli olduğundan bahseder. Paris sokaklarında dolaşmasının kendisinde uyandırdığı izlenimdir bu. Gördükleri sosyalist devrimi kutsamasına neden olmaktadır ve emeği ile çalışanların diğer sınıflara karşı üstünlük kurduğunu ve böylece en alt sınıfın tüm toplumu ve toplumsal sınıflar üzerinde söz söyleme yetisi kazandığını anlatır. Sosyal sınıflar arasındaki çatışmalar sadece burjuva proleter çıkar savaşlarını barındırmaz aynı zamanda Paris ile Fransa’nın taşrasını karşı karşıya getiren bir başka arbede  alanı olması işçi-köylü mücadelesini de muhteva etmektedir. 1847 yılında “Genç sol” (Jeune Gauche) adında yeni bir siyasi hareketin başkanlığını yapan yazar, bu vesileyle Marx gibi ileriki toplumsal yapının proleter burjuva çekişmesi üzerine kurulacağını söylemektedir. Bu çekişmenin kilit noktası kişilerin mülkiyet hakkıdır. Yazar şimdiye kadar kutsal sayılan mülkiyet hakkının artık hak olmaktan çıkabileceğini uyarmaktadır. Bu uyarıyı “yaşadığımız zamanlar tarihte hiçbir zamana benzemiyor” diye açıklamaktadır (Tocqueville, 2005). Dolayısıyla mülkiyet hakkından en fazla yararlanan sınıf olan Aristokrasinin yıkılması ve mülksüz emekçi sınıfların iktidara yakın olması ile mülkiyet hakkının tartışılır hale geldiğini anlatır. Fakat 1850 ve 1851’de yazmış olduğu “Hatıra”larında sosyalizmi, geleceği olmayan bir ütopya olarak yerden yere vuracaktır. Bunun temel sebebi ise sosyalist fikirlerin insanlığın temel haklarından en önemlisi olan mülkiyet hakkını tartışma konusu yapmalarıdır (Tocquevile, 2005). Ancak aynı Tocqueville 1847’de aynı şeyi söylememektedir. Ne olmuştur? O yıllarda işçi sınıfı burjuvaziye alternatif bir siyasi güç olarak ortaya çıkarken, 1848’de yenilmiş ve 1851’de burjuvaziye bir tehdit olmaktan tamamen uzaklaşmıştır. Yine bir başka örnek 1848 devriminin kanlı bir şekilde sona ermesine çok sevinecek ve bu işte emeği geçen silahlı Fransız köylülerine, bu yaptıklarından dolayı methiye düzecektir. Hatta diyecektir ki, “ben ki onlardan pek haz etmezdim… Şimdi ise hayranlık besliyorum” (Tocqueville, 2005). Bu düşüncelerde tutarlılık sorunları salt Tocqueville’le sınırlı değildir, klasik düşünce yapısının biçimidir. Aslında tam olarak tutarlılık sorunu olarak da adlandırılamaz. Çünkü klasik düşünce 19’ncu yüzyılda sanayi devrimi ve kurulan ulus-devlet yapısından çok etkilenmiştir. 

Tekrar Tocqueville’e döndüğümüzde insan ve dolayısıyla insan hakları ve özgürlükleri tanımının farklı olduğunu görürüz. İnsan ayrımı aslında bizi bugünkü liberal öğretinin tutarsızlıklarını görmemizi daha iyi sağlar. Tocqueville’in eserlerinde bir sürü taban tabana zıt görüşler barındırmaktadır. Örneğin İngiliz işçisinin sanayi devrimi esnasındaki yaşam koşullarının kabul edilemez bulan Tocqueville, öte yandan Cezayirli çiftçinin topraklarının elinden alınabileceğini söyleyebilmektedir. Bu çelişki gibi gözükse de aslında değildir. Çünkü yazar İşçilerin sefaleti üzerine yazılarında (Sur le paupérisme) Avrupa’dan insan manzaraları sunmaktadır ve İspanya’nın özellikle Portekiz’in fakirliği yazarı çok şaşırtmaktadır. Çünkü bu kişiler aynı zamanda “kötü eğitilmiş, pis kokan bilgisiz, cahil insanlardır”. Yazarın şaşırması “barbar” diye nitelediği bu tip insanların Avrupa’da ne aradığıdır. Daha önce çünkü bu tip insanları Amerika’da görmüştür ve bu insanların cahil ve saldırgan olmaları nedeniyle bu kişilerin medeni toplumlar gibi batı’nın anladığı bir biçimde maddi rahata, mutluluğa ihtiyacı olmadığını düşünür. Dolayısıyla batılı düşünürlerin insan hakları anlayışı medeni olmayan, barbar diye nitelendirilen birçok toplumu kapsamayacaktır. O zaman zaten doğal yasalar denilen ve insanın mutluluğuna ve haklarına dayanan temel yasalar belli bir eğitim ve kültürel seviyeye ulaşmamış insanlar için geçerli olmayacaktır. Bu ilk üzerinde durulması gereken bir noktadır. Bu tezin doğruluğunu Tocqueville yazılarında birçok defalar gösterecek ve insanların temel hak ve özgürlüklerinde bile farklı yorumlar getirebilecektir. 

Bu çalışmada Tocqueville’in yazarın “Cezayir Raporları”nı incelememizin nedeni onun kendi liberal düşüncesi ile bağdaşmayan sözlerini toplumsal güç ilişkilerinin, siyasi erkin onun düşünceleri üzerinde ne kadar tesirli olabildiğini anlatmak için olacaktır. 1841’de Abd-el Kader’in 11 yıldan beri Fransız egemenliğinde olan Cezayir’de Fransızlara karşı ayaklanması Tocqueville’i Cezayir ile ilgilenmesine neden olur ve sadece sosyolog kimliğiyle değil aynı zamanda Fransız milletvekili sıfatıyla Cezayir’e gidip, orada gördüklerini “Cezayir üzerine çalışma” (Travail sur l’Algérie, 1841) adlı raporunda toplar. İşçilerin sefaleti, Amerikan demokrasisi ve sosyal devleti üzerine birçok kitapları, makaleleri olan yazar, Cezayir’de militarist, kolonyalist, totaliter bir kimliğe bürünür. Aslında bu kimliğini ilk defa sergilemez. Aynı tavrını 1848 Paris devriminin kanla bastırılması sonucu da sergilemektedir. Fransa’nın taşrasından devrimi bastırmaya gelmiş silahlı köylülere methiyeler düzmektedir. Dolayısıyla Cezayir okumalarını, Tocqueville’in “barbar” diye nitelendirdiği Avrupa kültür ve medeniyetinden uzak toplumları kendi toplumundan nasıl ayrı değerlendirdiği üstünden değil de, temelde kendi toplumunun çalışan sınıflarına da zaman zaman aynı derecede sert ve otoriter yaklaştığını hatırlayarak incelememiz gerekir. Bu şekilde onun anladığı anlamda demokrasinin, özgürlüğün ve insan haklarının ne olması gerektiğini de görmüş oluruz. 

1841 tarihli raporun ilk bölümü Cezayir’de Fransızların hangi stratejik bölgeleri ellerinde korumaları gerektiği üzerinde düşüncelerine dayanmaktadır. Tocqueville aynı zamanda sömürgecilik nasıl olması gerektiği üzerine de düşünür. Bunun için Tocqueville Cezayir’de sömürgecilik ile siyasal hâkimiyetin aynı anda tesis edilmesi gerektiğini savunur. Sömürge kurmadan yapılacak bir siyasi yapılanmanın verimsiz ve kısır kalacağından bahseder. “Eğer” der “Arapların kendi kendilerini yönetmesini izin verirsek, bizim arkamızdan ve bize karşı yapılanacaklardır bu da bizim Afirka’daki geleceğimizi tehlike altına atacaktır (s:8). Tocqueville’e göre Arapları yönetmek güçtür; bu bağlamda üzerlerinde siyasi bir baskı kurmakta zor olacaktır. Sebebi ise Arapların kendi aralarında birçok etnik farklılıklar barındırdığını ve sadece din dışında ortak bir noktalarının bulunmamasıdır. Onun içindir ki, Fransız sömürgeciler tarafından Cezayir’de herkesi memnun eden bir yönetim biçimi geliştirmek oldukça zor olacaktır. Fakat bu durum aynı zamanda Fransızlar için bir kolaylıkta olacaktır. Araplar arasındaki etnik farklılıklardan yararlanıp, bazılarını diğerlerine karşı tercih edip kendi tarafına çekme yoluna girmiştir. Tocqueville birçok konuşmasında ve raporlarında Cezayirlileri “yarı-barbar” olarak nitelendirir. Aynı şekilde Amerika’daki Kızılderililerde Tocqueville için barbardırlar. Yalnız Cezayirlileri “tam” değil “yarı” barbar olarak nitelememesinin temel sebebi, bu kişilerin Cezayir’in Fransızlar tarafından ilhakından önce ticaret ile uğraşıyor olmalarıdır. Ticaret ile uğraşmak birçok klasik düşünür için medeniyet ölçüsüdür. A. Smith’e göre örneğin de medeni toplumlarla ilkel toplumlar arasında en belirgin özelliğin ilkinin ticaret yapıyor olmasıdır. 

Tocqueville 1841 tarihli “Travail sur l’Algerie” adlı raporun daha ileriki kısımlarında Fransız sömürgecilerin güvenlik meselesini ön plana alır ve Cezayir üzerinde nasıl bir hâkimiyet kurulması gerektiği üzerinde düşünür. En önemli tehlike onun için Fransız istilasına karşı ayaklanmış olan olan Abd-el Kader’dir. Raporun büyük bölümü onun nasıl durdurulması gerektiği üzerinedir. Fransızların güvenlik sorunları Tocqueville’de Araplara karşı güvensizliği de tetiklemektedir. Araplar hakkında düşüncelerini açıklarken, onlar için “çabuk fikir değiştiren ve güvensiz insanlar” olduklarını söyler ve der ki, “Araplar Hıristiyanlara karşı öfkelidir ama birden silahlarını kendi vatandaşlarına karşı da doğrultabilirler… Bunun için onların gönüllerini almalı ve parasal yardımda bulunmalıyız” (s:14). Bu sözlerinde Arapların kendi aralarında yaşayacakları problemlerin Fransız sömürgecilerin günlük yaşamlarını olumsuz etkilemesi kaygısı, Arapların kendi güvenliği meselesinden daha ağır basmaktadır. Bu durum Tocqueville’in yerel halka topyekûn bir savaş açmak yerine, oluşacak olan olaylara göre hareket edilmesinin daha uygun olacağını düşünür. Örneğin, “Türkler gibi olmayalım, barbarlara karşı Türkler gibi barbar davranmayalım” der (s:14). İngiltere’deki sanayide çalışan işçilerin sefaletlerini eleştiren Tocqueville, aynı işçi Paris’te devrim hazırlığı içindeyken de onu tenkit etmemeye özen gösterir. Ne zaman 1848 yılındaki devrim ve özgürlük hülyası yıkılır bu sefer Paris’li emekçiyi yerden yere vurur. Tocqueville’de gördüğümüz onun herhangi bir hükümete karşı oluşan halk ayaklanmasını veya tepkisine ilk başta duyarlı oluşudur. Birçok olayda sosyolog kimliğiyle kendi gözlemlerini anlatır ama aslında Amerikan demokrasisine karşı hayranlığından da çıkarsadığımız üzere burjuva parlamenter sistemine her liberal gibi gönülden bağlıdır. Ama Cezayir’de söyledikleri şimdiye kadar anlattıklarının tam tersi olarak “halka rağmen halka karşı” bir anlayışı sergiler. Halka rağmen, otorite var olacaktır halkın üzerinde baskıcı bir düzen kuracaktır. Örneğin Arapların kendi aralarında ticaret yapmalarını yasaklamak ister, üstelik köylülerin elerindeki hasada da zorla el koyulması gerekmektedir. Şöyle der: “savaş hukuku bize ülkeyi talan etme hakkını vermektedir, onun için hasatların yakılıp yıkılması lazım gelir”(s.15).Bu otoriter önlemlerin temel amacı Arapların ülke içinde Fransızlara karşı gücünü kırmak içindir. Böylece bu kişilerin Fransız sömürge devletine tam itaat etmeleri sağlanacaktır.  Tocqueville’e göre tüm bu önlemler alınmaz ise içişlerinde serbest kalan Araplar, hem Fransızlardan daha çok bağımsızlaşıp uzaklaşacaklar, hem de daha az kontrol edilir olacaklardır. Şehirleri, kasabaları talan edip yıkmanın Fransızlar açısından üç önemli sebebi vardır: İlk olarak, göçebe olarak çölde dolaşan Abd-el kader ve ordularının şehirlerle irtibatını kesmek olacaktır. Böylece Abd-el Kader önderliğinde isyancılar, Fransız kontrolünde olan şehirlerle ticaret yapamayacaklar böylece kendi toplumundan soyutlanmak suretiyle güçleri kırılacaktır. İkincisi, kasaba ve şehirlerden kovulan yerli halkın yerine Fransızlar el koyacağı için bu bölgelerdeki ticarete de hâkim olacaklardır. Sonuncusu ise böylece kentler ve kasabalar Fransızların siyasal hâkimiyeti altına girecektir. 

Fakat Tocqueville’in güvenlik ile ilgili kaygısının bir de mali yönü vardır. Açıkçası yazar askeri harcamaların Fransızlara mali yük olmasından korkmaktadır. Hem bir yandan güvenlik sorununu önemserken, öte yandan da güvenlik harcamalarının Fransız halkına ek vergi olarak ta dönmesini istememektedir. Bunun için yazar harcamaların kısılmasını yani asker sayısının azaltılmasını, onun yerini alacak, daha çok vurucu gücü olan profesyonel orduların oluşturulması gerektiğini söyler. Bu durum aynı zamanda Fransız ordusunda sivil insan kaybını da azaltacaktır. 

Tocqueville raporun ileriki sayfalarında Cezayir’deki Fransız askerlerin işleri bittikten sonra anavatana dönmelerinden ayrı bir kaygı duyar. Bu tasanın sebepleri bize dolaylı olarak yazarın sömürgecilikten ne anladığını da ortaya koyar. Açıkçası bir itiraftır. Yazar bu askerlerin Cezayir’de çok başarılı işler yaptığını belirtip haklarını teslim ettikten sonra şöyle deyip devam eder: “(fakat bu askerler)…sert, şiddetli, keyfi ve kaba yönetimlere alıştıkları için (s: 21)” Fransa’daki medeni toplumla iletişim kurmakta güçlük çekebileceklerdir ve muhtemelen orada sorun çıkaracaklardır. Tocqueville’in yukarıdaki sözleri Fransızların Cezayir’de kurduğu yönetimi anlatmaktadır yani ona göre Cezayir’deki Fransız sömürge yönetimi sert, şiddetli, keyfi ve kabadır. Tabii en şaşırtıcı olanı ise demokrat, özgürlükçü Tocquevile’in tüm bu olan bitenlere kayıtsız kalması ve olağan karşılamasıdır. Sadece onun için olağan olmayan kaba, saba otoriter bir rejime alışmış Fransız askerlerin Fransa dönüşleri orada çıkaracakları marazalardır. 

Tocqueville raporunun ikinci kısmında sömürgeleşmenin nasıl sağlanacağı ile ilgili bilgiler verir. Çünkü boşaltılan köylerin yeniden nüfuslandırılması gerekmektedir. Yeni nüfus ise Fransa’dan gelecek olanlardır. Bunun için ilk olarak boşaltılan köylerdeki topraklara el koymak gerekir. Burada yazar Mitidja bölgesindeki Fransızlara isyan etmiş olan Arapları örnek verir ve bu bölgedeki topraklara el koymanın “Müslüman hukukuna göre mümkün olacağından bahseder (s:31). Diğer verimli topraklara gelince, o topraklarında Fransızlara geçmesi gerekmektedir yazara göre. Her ne kadar Fransız hükümetiyle iyi geçinen bölgelerde olsa, bu verimli toprakları Fransızlar ya zorla, ya da parayla alıp kendi vatandaşlarına vermeleri lazım gelir. Fakat burada bütün klasik iktisatçıların önem verdikleri mülkiyet hakkını çiğnenmesi sorunu vardır. Tocqueville buna kendi kafasına göre bir çare bulur ve her ne kadar toprakların zorla ele geçirilmesi kendisinin hiç tasvip etmediği en tehlikeli uygulamalardan biri olsa da, bu “karışık” durumda özel mülkiyetin bir defalık delinebileceğini söyler. (s:32). Sonrasında bu gasp edilen toprakların yeniden nüfusa açılma sorunu vardır. Buralara anavatan’dan gelen Fransızların yerleştirilmesinin lazım geldiğini, bunun içinde bu bölgelerde kiliselerin, Fransız okulların vs… kurulması gerektiğinden bahseder. Fakat bu yetmemektedir, aynı zamanda devlet tarafından satın alınmış veya el konulmuş toprakların yerleşimci Fransızlara kolaylık sağlanarak ucuza devredilmesi gerekir. Dolayısıyla gelen yerleşimcilere kolaylık gösterilmeli ve Fransa’daki gibi köylüler üzerindeki hukuki kısıtlamalar ve mecburiyetler burada olmamalıdır. Onun için yerleşimci istediği yere yerleşmeli istediği üründe istediği gibi uzmanlaşabilmelidir. 

Ticaret’e gelince yazar’a göre yerleşimcilerin Cezayir’de ürettikleri malları Fransa’ya kolayca satabilmenin önünü açmak gerekir. Çünkü yeni gelen Fransız yerleşimcilerin tarımsal ürünlerden kazanacakları gelirlerinin garanti altına alınması gerekir. Bunun için anavatan Fransa, Cezayir’deki yerleşimcilerin ürettikleri ürünlerin ihracatına kolaylık sağlamalıdır. Ama burada  yazara göre ince bir çizgi vardır, o da: Cezayir’de üretilen her malın Fransa’ya ihracatında aynı kolaylık gösterilmemelidir. Örneğin yerli halkın ürettikleri Fransa içine girmesine olanak verilmemelidir. Fransa ile ticareti Cezayirliler değil, Fransız yerleşimciler yapabilmelidir. Onlar bu ticaretten kazanmalıdır, Araplar değil.  Tocqueville bunun için daha sonra Fransız bürokrasisini eleştirmekte ve Cezayir’de Fransız yerleşimcilere karşı bürokratik sürecin kısaltılması gerektiğinden dem vuramaktadır. Tüm bu engellerin kalkması yazara göre, yeni yerleşimcilerin Cezayir’e daha çok gelmesine neden olacaktır. Düzenleme işine gelince, Tocqueville ticareti de kontrol edecek olan güçlü merkezi bir idare oluşturulmasını ister. Bu yönetimin en başında askeri bir yetkili olacaktır. Çünkü her şeyden daha önemlisi Cezayir’deki Fransızların güvenliğidir. Güvenlik ticarete nazaran çok daha önemli olacaktır yazara göre, çünkü Cezayir topraklarında Fransızların var olmaları doğrudan güvenliğe bağlıdır. Bu temin edildikten sonra bürokratik işlemler içinde kolaylaştırıcı merkezi sivil bir yönetim olması gerekir. Fransızların Cezayir’deki davalarına Fransız mahkemeleri bakması gerekir. Bu mahkemeler çabuk karar alması gerekir. Oysa Cezayir de hukuki süreçler çok ağır işlemektedir. Onun için Hukuk sürecini ve mahkemelerin işleyişini Fransızlar lehine çabuklaştırmalı Araplar aleyhine ise ağırlaştırılmalıdır (s:42). 

1841 tarihli raporunun en son bölümünde Cezayir’de iki toplum arasındaki sosyal ilişkiler üzerine düşünür. Bunun sağlanması için alınması geren önlemlerden bahseder. İlk olarak Cezayir’e gelen Fransızların, Cezayir’de kalmalarını kalıcılaştırmak için onların kendilerini anavatanda gibi hissetmelerini sağlamak gerektiğinin bir kere daha altını çizer (s:50). Bu durum, gelen Fransızların Cezayir’i benimsemelerine yarayacak ve geri dönmelerini önleyecektir. Onun için Fransa’nın yapması gereken, Cezayir’de yerli halka karşı terör estirmek olmaması gerekir. Bu sözleri Tocquevile, yine Fransızların çıkarları adına söyler. Sürekli yerli halkla savaş halinde olan bir devlet, sonuçta oraya yerleşmiş olan sömürgeci Fransız halkını da rahatsız edecektir. Bu açıdan, Fransız ile Cezayir kültürü arasında farklar olsa da, Müslüman ile Hıristiyan birbirinden ayrılsa da, sömürgeci ile yerli halk aynı topraklar üzerinde yaşamak mecburiyetindedir. Afrika’nın Fransa’dan çok farklı olduğunu onun için burada yerlilere karşı daha sıkı önlemler alınmasını söyleyenlere Tocqueville pek doğru bulmasa da, yine de Cezayir’de Fransa’ya göre bazı sınırlamaların olması gerektiğini de kabul eder. Tocqueville’e göre bu sınırlamalar ilk olarak serbest seçimler, basın özgürlüğü gibi konuların gelişmekte olan toplum diye nitelendirdiği yerlerde çok önemli konular olmadığını belirtir (s:51). Dolayısıyla Cezayir’de daha fazla demokratikleşme ve özgürlüklerin gelişmesi için çaba sarf etmenin anlamsız olduğunun altını çizer. Buna mukabil Fransa’da olmayan bazı özgürlüklerin de Cezayir’de olması gerektiğini savunur. Ona göre bunlardan en önemlisi eğitimde özgürlüktür. Burada Tocqueville’in bahsettiği özgürlük aslında Fransız laik eğitim sisteminde sınırlandırılan dini eğitimin Cezayir’de serbest bırakılması üzerinedir. Aslında Tocqueville dini ve din eğitimini Cezayirlilerin Fransız’lara karşı yürüttükleri direnişi kırmak için istemektedir. Daha fazla uhrevi dünya ile ilgilenen halklar, dünyevi konulara daha az itibar edebileceklerdir. Dini eğitimin Cezayir’de geliştirilmesi de bunu sağlayacaktır. 

Tocqueville ilk raporundan tam 6 yıl sonra 1847 yılında yazdığı Cezayir raporunda ise düşüncelerinde değişim görmekteyiz. Nedenine gelince bir kere 15 yıl boyunca Fransız sömürgesine karşı direnen Abd-el-kader’in yakalanmasıdır. Fransa’nın Cezayir’deki güvenliğini istikrarsızlaştıran bu adamın etkisiz hale getirilmesi Tocqueville’in Cezayir’e ve Cezayir halkına bakışını değiştirmiştir. Bu ülkeyi tanımlarken “her yerde barış var… Her yerde itaatkârlık mevcut…” (s:7) diyebilmektedir. Tocqueville artık bölgede barışı düşünmektedir ve aynı zamanda Fransızlar tarafından yeni toprak işgallerinin olmaması gerektiğini söylemektedir. Amaç artık savunmayı değil barışı düşünmektir, barışı kurmaktır. Özellikle Cezayir’in güneyi olan ve çöllerle kaplı bölgeyi işgal etmemek gerektiğini söyler. Bunun iki açıklaması vardır: İlki, artık tehlike geçmiştir, çöllerde Fransızlara direnecek bir kuvvet kalmamıştır. İkincisi de, o bölgenin iklim koşullarının kötü, tarımsal anlamda verimsiz olmasından dolayı Fransız yerleşimcilerin pek rağbet etmeyecek olmalarıdır. Artık Abd-el Kader ve orduları yenildiğine ve tehlike geçtiğine göre Cezayir’de barış sağlanması yazara göre en önemli konu haline gelmiştir. 

Sonuç olarak

Yukarıdaki birey ve ahlak üzerine olan klasik kuramların ışığında Tocqueville’in yazarın Cezayir Raporları, klasik düşüncenin yorumlanması bağlamında ilginç sonuçlar çıkarmaktadır. Genellikle Tocqueville, çoğu zaman savuna geldiği liberal değerlerle taban tabana zıt düşebilmektedir. Amerika’daki özgür iş ilişkileri çerçevesinde Tocqueville’e üretim araçlarından yoksun işçinin ne kadar özgür birey olabileceğini sorabiliriz. Ama tabii tüm bu tartışmalar Cezayir Raporları ile beraber başka bir boyuta yönelmektedir. Aslında Tocqueville’in emekçiye bakışı (işçi-köylü) değişmemektedir. Sadece değişen Cezayir’de anti-demokrat, militarist, otoriter bir Tocqueville olmasıdır. Yoksa yazar, Amerika’daki özgür işçinin emek sömürüsüne dayalı kapitalist üretim süreci içersinde ne kadar “özgür” olabileceğini bilmektedir. Dolayısıyla Tocqueville özgür bireyini, sermayenin şiddetine teslim etmektedir. Ama kapitalist öncesi toplum yapısına sahip olan Cezayir’de Cezayir’li emekçiyi kime teslim edecektir? Tabii ki, artı-değere zorla el koymak üzere orada bulunan işgalci düzene teslim edecektir. Zaten Tocqueville’in bireyi’de kapitalist üretim sürecinden soyutlanmış ama özgürce kararlar verebildiğine kani olmuş olan bir vatandaştır. Kişi kendi başına ne kadar özgürce kararlar alabiliyorsa o kadar medenidir. Dolayısıyla Tocqueville’in “barbar” diye nitelendirdiği toplumlar, göçebe kültüründen gelmiş, bir arada yaşayan, kendi başlarına karar almasını bilmeyenlerdir. O zaman özgür birey her şeyden öte kapitalist ideolojinin tanımlamasıdır. Mesela Brizon (1977) liberal inançlarla sermaye birikimi gerçeği arasındaki farkları çok güzel resmeder. Çünkü 19’ncu yüzyıl kapitalizminde Paris’li işçileri anlatır. Sermaye birikimi üzerine kurulu kapitalist süreç, emekçilerin ne kadar daha fazla süreyle ve daha çok kişinin çalışmasının formüllerini aramaktadır. Bu formüllerden biri de, yukarıdaki liberal düşüncenin ahlaki kuralarıyla uyuşmayan daha fazla çocuk işçi kullanımıdır mesela. 

Son olarak diyebiliriz ki, sermayenin çıkarına ve klasik düşünce yapısına ters düşen sosyal olaylar, insan hakları ve demokratik prensiplerin sınırlarını teşkil edecektir. Zenginliğin tüm toplum katmanlarına yayılacağı savı ve buna göre emekçinin de sermaye birikimi yapabileceği savları doğru olmasa da klasik düşüncenin temelleridir. İnsanın özgürlüklerinden bahsettiğimiz vakit bu özgürlükler sadece ticari ilişkileri kapsayan ve çevreleyen etkinliklerle sınırlı kalacaktır. Kısacası ticareti kısıtlamayan, ticarete konu olabilecek veya en azından onu doğrudan engellemeyecek olan faaliyetlerin özgürlüğünden bahsedilebilir ancak. Karşılığında hiçbir sosyal sorumluluğu olmayan faaliyetlerin özgürlüğünden bahsetmekteyiz. Doğa yasalarının tersine işçinin, köylünün mülkiyet ve çalışmadan soyutlandığı, ulusal sınırların içinde ve dışında cereyan eden sömürü üzerine kurulu birikim süreci ile karşı karşıyayızdır. Cezayir’de, Amerika’da, Manchester’de süregelen sermaye düzeninin zararlı yan etkilerini hasıraltı etmenin yolu da birbirinden farklı emek, insan, özgürlük, insan hakları tanımlamalarıyla olacaktır. Dolayısıyla Tocqueville'de ve diğer klasiklerde gördüğümüz üzere özgürlükler, demokrasi ve insan hakları tanımları zamana göre değiştiğinden dolayı tekil değildir çoğuldur. Ama buna mukabil iktisat biliminin kuralları herkes için geçerli olacaktır. Burjuva ideolojisinin tüm bu açmazlarını örtbas etmede kullanılan terim “birey” ya da ticari süreçlerden soyutlanan “çalışan” olacaktır. Toplum ilişkilerinden soyutlanmış bir birey tanımından hareket edilmesi, somut olayların “birey” gibi muğlak tanımlar üzerinden yorumlanmasını kolaylaştırmaktadır. O zaman “bireylere” yönelik şiddet de somut halden soyut hale daha kolay dönüşecektir.

 

Yararlanılan kaynaklar:

Boyer, J-D. (2009), “Adam Smith Problem ou probleme des sciences sociales? Détour par l’antropologie d’Adam Smith”, Revue Française de Socio-économie, 2009/1- nuımero 3

Brizon, P. (1977), Emeğin ve emekçilerin tarihi, Onur yay. İstanbul

Génereux, J. (2008), La dissociété, Point-Seuil, Paris

Luxembourg, R. (2004) Sermaye Birikimi, Belge yay. İstanbul

de Nemours, (1767), “Ordre naturel et essentiel des sociétés politiques”, Epehemeride du Citoyen, Paris

Quesnay, F. (1991), Physiocratie, Droit naturel, Tableau économique et autres textes, GF-Flamamarion, Paris

Quesnay, F. (1736), “Essaie Physique sur l'Economie animale”, chez Guillaume Cavelier, Père, rue Saint Jacques, près la Fontaine S. Severin,  au Lys d'or, Paris. 

de Tocqueville, A. (1841) “Travail sur l’Algerie”, document produit en version numérique par Jean-Marie Tremblay dans le cadre de la Collection “Les classiques des Sciences Sociales”

de Tocqueville, A (1847) “Premier rapport sur l’Algerie”, document produit en version numérique par Jean-Marie Tremblay dans le cadre de la Collection “Les classiques des Sciences Sociales” 

de Tocqueville, A. (2005), Textes économiques: anthologie critique, Pocket/Agora, Paris

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×