Eşitsiz Gelişme Üzerine bir Deneme

İnsanlar tarih içinde bu adı vermemiş olsalar da doğayı, toplumu denetlemek ve değiştirmek için anlamaya yönelik çabalarını, “gelişme yasalarını bulma çabası” olarak görmek doğru olur.

Yasa denince akla düzen, uyum geliyor. Bu çok eskiden beri böyle.Pisagor’un öğretisi matematikten kalkarak “bulduğu” uyuma dayanıyordu. O dönem bu düşünce o kadar inandırıcı gelmişti ki, simyagerler elementlerin düzgün çokgenlerden oluştuğunu düşünmüşlerdi.

Bilinen gezegen ve renk sayısının aynı -7- olması gene bir uyumu anlatıyordu; uyum peşinde koşan insanoğlu tanrıların ve haftanın günlerinin sayısını yedi olacak şekilde ayarladı.

Simyada “gelişme”lerin yönlendirilmesi düşüncesi başka gelişmelerin gözlemlenmesinden kalkılarak belirlenmişti. Meyvaların olgunlaşması, ekmeğin pişmesi nasıl renklerle gözlenebiliyorsa metalleri dönüştürmek için de benzer şekilde bir renk sıralaması gerektiği düşünülüyordu.

Süreçler ve olgular incelenirken, var olduğu düşünülen “uyum”u doğrulamayanlar eleniyor “araz” olarak görülüyordu. Arazların varlığının reddedilemediği durumlarda ortaya yeni bir “töz” atmak gerekiyordu. Tözlerin sayısının çokluğu tanrı sayısına doğrudan yansıyordu. (3000 yıl önce 35.000 tanrı vardı) Doğaya ve topluma ilişkin yasalar bilinir hale geldikçe tanrıların ve tözlerin sayısı azalmakla birlikte bitmiyordu.

Gelişme düşüncesi henüz doğrusal, nicel bir gelişim gösteriyor, herhangi bir yandaki çeşitli gelişmeler her derde deva maymuncuklar olarak görülüp bilimin diğer dallarına ve genel olarak sosyal bilimlere taşınmaya çalışılıyordu. Felsefi düşünce de bu süreçten bağımsız değildi. İnsan vücudunun bir tür makina olduğunun düşünüldüğü ve mekanik materyalizmin yıldızının parladığı dönem, Newton sonrası dönemdi.

Boyle’un 17.yüzyılın ikinci yarısında, ışığın renklere ayrılabileceğine dair düşüncesini Newton 18.yüzyıl başlarında gerçekleştirmişti. Lavoisier aynı yüzyılda suyun da bir bileşik olduğunu kanıtlayıp Newton’un beyaz ışığa yaptığını suya yapmaya girişti. Dönemin kimyası çözümleyici bir niteliğe bürünmeye başladı. Çözümleyicilik her alana uygulanmaya başlandı, hatta güzelliğe bile. Hogarth 1753’de “Güzelliğin Analizi” adlı eserinde güzelliği oluşturan başlıca ilkeleri ve öğeleri tanımlamaya çalışıyordu. Schiller fenomenlerin “güzelim gövdesinin kavram parçalarına ayrılması” gerektiğini söylüyordu. Suçkov haklı olarak 18.yüzyıl gerçekçiliğinin özünün toplum çözümlemesi (sosyal analiz) olduğunu söylüyor.1 Gramsci, 18.yüzyılda ideoloji kelimesine yüklenen anlamın “düşüncelerin analizi” olduğunu yazıyor.2 Peki ya Felsefe? Kant, 1781 tarihli Salt Aklın Eleştirisi adlı eserinin “Aşkın Analitik” başlıklı bölümünde, bilginin, yargılama gücünün bilgiye getirdiği, kattığı salt veya a priori unsurlara ayrılması gerektiğini söyleyip bu ayırma işine soyunmuştu.

Bilimin bir alanında ortaya çıkan bir düşünce, ilerleme, diğer bilimlere, sanata ve felsefeye sirayet etti.

Analiz yöntem olarak biçimden öze inmeye yardım ediyordu, fakat süreci açıklamada nasıl kullanılmalıydı? Kinematik imdada yetişti, hareketin anlara parçalanarak yani analitik açıdan incelenmesinin verimli sonuçları ortadaydı. Bu, herhangi bir yapının analizinden farklı olarak “sürecin analizi” düşüncesine omuz verdi. Sürecin analizi düşüncesinin sosyal bilimlere, en çok da tarihe uygulanabilmesini hazırlayan başka gelişmeler ve olgulardan da söz etmek gerekiyor.

18. yüzyıldan söz ediyorum; hatırlayalım: Fransız İhtilali her yönü ile açıklanmaya muhtaçtı. 1789’a dek önce Hollanda’da sonra İngiltere’de toplum düzeninde bir takım değişiklikler yaşanmıştı ama Fransa’da yaşananlar bunların hiç birisine benzemiyordu. Ne altyapıda ne de üst yapıda değişmedik tek şey bırakmayan, Hıristiyanlığı bile ortadan kaldırabilen3 onca güçlü ve onca meşru Jakoben diktatörlüğünün düşüşü, Thermidor’un gelişi, restorasyon dönemi, Avrupa’yı ve Dünyayı birbirine katan Napolyon…Bütün bunların bir açıklaması olmalıydı. Bu kuşak, Büyük Fransız Devriminden başka Amerikan Devrimi ve Sanayi Devrimini de yaşadı. Artık 18. yüzyıl sonundan itibaren tarihe ilginin artmasını şaşırtıcı bulmamak gerekiyor. Goethe, Schiller ve Hegel’de, tarihe yöneldikçe belirginleşen bir gelişme fikri ortaya çıkıyordu. Ütopyacılar da projelerinin kanıtlarını tarihte aradılar: “Buna karşılık o henüz tamamlanmamış öbür Komünizm (Ütopik H.S.) özel mülkiyete karşı çıkan yalıtık tarihsel kuruluşlarda kendisi için tarihsel bir kanıt arar, hareketin tek tek uğraklarını ayırır (Cabet Villegardelle vb. özellikle bu işi yapmışlardır), tarihsel bakımdan safkan olduğunu tanıtlamak üzere bu uğrakları saptayarak varolan şey içinde bir kanıt arar”.4 Marx’ın bu sözleri tarihe ilginin artması olgusu için yeni ve güvenilir bir kanıt olmanın ötesinde tarihe bakışın yönteminin analitikliğini de gösteriyor.

Kinematiğin hareketi parçalara ayırması gibi tarih de “uğrak noktaları”na ayrılarak incelenmeye çalışılıyordu. Parçalara ayrılan, analize tabi tutulan gerçi süreçti, ama ayırma yönteminde model olarak alınan, yapının analiziydi. Analiz sonucu elde edilmesi düşünülen öğelerin saf olma zorunluğu, totolojik olarak analizin tanımından geliyordu. Aksaklık tam da buradaydı, hareketin ya da sürecin her bir uğrak noktasının “saf” olması gerektiği şeklindeki düşünce, her biri saf olan bu uğrak noktalarının nasıl olup da, başka şekilde değil de o şekilde yan yana geldiklerini, yani süreci açıklamıyordu.

Burada, 18. yüzyılın düşünsel alandaki analizci niteliğinin gelişme düşüncesinin önünde engel olduğunu belirterek devam etmek istiyorum.

Başta Hegel olmak üzere, dönemin seçkin düşünürlerinin, tarihe yöneldikçe gelişme fikrine sahip olmaya başlamalarından da söz etmiştim. Son iki cümlenin mantıksal sonucu gelişme düşüncesinin biçimlenmesi sürecinde “analizci düşünüş” ile hesaplaşılmış olunması gerektiğidir. Hegel’in Tinin Fenomenolojisi adlı eserinin “çözümleyici düşünüş-Diyalektik Düşünüş” başlıklı bölümünde şu satırlar yer alıyor:”Bir idenin çözümlenmesi zaten tanıdık haline özgü biçimin aşılmasından başka bir şey değildi. Bir ideyi ilkel öğelerine ayrıştırmak, onun anlarına -en azından verilmiş ide biçimini taşımayan, ama Kendi’nin dolaysız özgüllüğünü meydana getiren anlara-dönmek demektir. Gerçi bu çözümleme vara vara, kendileri de sabit ve hareketsiz birer tanıdık belirlenim olan birtakım düşüncelere varır. Ama böyle farklılaşmış olan, hatta gerçek dışı olan şey, özsel bir andır. Çünkü somut, ancak farklılaştığı ve gerçekdışılaştığı için kendi kendini hareket ettiren şey olur.”5 Hegel çözümleyiciliğin, süreci oluşturan anların “saf” olması gerektiği şeklindeki düşüncesinden farklı olarak “uğrak noktaları”nda onların farklılaşmalarını ve gerçekdışılaşmalarını, yani hareket etmelerini sağlayacak “birlikler” olduğunu düşünüyordu. Analiz yerini Tez-Anti Tez-Sentez üçlüsüne bıraktı. Hegel’den sekiz yaş büyük olan Fichte “Bir şeyi bilmek demek önce onu görmek, sonra onu başkalarından ayırt etmek, ve daha sonra da onu başkaları ile birlikte tanımak demektir” demişti. 18. yüzyılın analizci niteliği 19. yüzyılda “Birleştiricilik”e yerini bırakmıştı. Aynı yüzyılda yapı kimyasının biçimlenmeye başlaması ile kimyada da analizden senteze geçilmişti.Herbert Spencer (1820-1903) Sentetik Felsefe adlı eserinde çağının sentezci düşüncesini kendisince yorumluyordu.

* * *

Gelişme düşüncesinin neden 19. yüzyılda ve hangi biçime bürünerek ortaya çıktığı sorularının yanıtını ararken söz edilmesi gereken bir iki nokta daha var.

Diyalektik, Marx öncesinde Hegel ile doruğuna ulaşıyor; diyalektiği Hegel “icad” etmiyor. Çok eskiden beri bilinen diyalektik Heraklit ile ulaştığı doruktan Aristo ile birlikte düşmeye ve itibar kaybına uğruyor. Bu kesintiden sonra, diyalektiğe değinen bir iki isimi bir kenara koyarsak, Fichte tekrar gündeme getirip layık olduğu itibarı kazanmasını sağlıyor. Diyalektiği düşünsel sürece uygulayarak “bilgi karşıtlıkları aşarak oluşur” sonucuna varıyor. Schelling aynı yöntemle doğaya baktığında “doğanın da karşıtlıkları aşarak geliştiği”ni görüyor. Darwin’in meşhur kitabı 1859’da Schelling’i ölümünden 5 yıl sonra yayınlanıp doğruluyor.6

Özetle Hegel’i diyalektiğin doruğuna getiren, diyalektik gelişme düşüncesini “bilgi” ve “doğa”dan farklı olarak tarihe getirmiş olmasıdır. Demek, Hegel’in, kişisel dehasından başka sahip olduğu “malzemeler” ille ve pek kabaca sıralanacak olursa, şunlar sayılmalıdır: Entellektüel gelişkinliği ve bütüne bakma alışkanlığını sağlayabilecek en verimli alan olan tarihe ilginin arttığı bir konjonktür; diyalektik alanında kendisinden önceki birikim ve bilimdeki gelişim ile toplumdaki değişimlerin diyalektiğin gelişmesine hazırladığı oldukça verimli bir zemin.7

Gelişme Yasalarının Gelişiminde Bir Uğrak Noktası : Eşit Gelişme

Yazının başlarında yasa, düzen ve uyum kavramlarının bir arada gelişmiş olmalarından söz etmiştim. Bu nizam, kanun, düzen, kural vb. kelimelerin hem birbirlerinin yerine kullanılabilmelerinde hem de bu kelimelerin sözlük anlamlarında çok açık gözlemleniyor. Redhouse’da Law kelimesinin karşısında şunlar yazıyor: “Kanun nizam kaide düstur…” Aynı şekilde Lawless’in bir anlamı da nizamsız, düzensiz. Eskilerin hala kullandığı galat kelimesinin sözlükteki karşılığı şöyle: “1) Büyük yanlış, yanlış; 2) Kurala uygun olmayan; 3) 19. yüzyılda hekimlik terimleri yapılırken bazı üye gelişmelerinin yaradılıştan başkalığı, aşırı gelişmeleri anlatmakta kullanılmıştır.8 Çok açık; aşırı gelişmede yanlışlık görülüyor, gelişmelerden “müsavilik” anlamında adap bekleniyor. 19. yüzyılda aşırı gelişme, uyumsuzluk, başkalık, eşitsizlik henüz yasaya emdirilmemiş durumdadır. Bu tür eşitsizliklerden söz edilmesi gerektiğinde lawless, galat türü negatif anlamlı kelimeler kullanılıyor. Olağan kelimesinin Osmanlıca’daki karşılığı tabi’dir; teb’den geliyor. Yani sırayı izleyen, “birinin arkası sıra giden, ona uyan.” Demek ki herhangi bir gelişimde varolduğu iddia edilen sırayı izlemeyen öğeler olağan dışı sayılıyor. Kelimeler ile ilgili örnekler uzatılabilir ben burada kesiyorum.

“Aykırı” olan olguya reva görülen muamele hakkında fikir vermesi için Kuhn’un kitabında anlattığı bir deneyden söz etmek istiyorum: Deneklere önce normal oyun kartları sonra da aralarında siyah kupaların ya da kırmızı maçaların bulunduğu kartlar gösterilip her gösterildiğinde tanımaları isteniyor. Normal kartlarda elbette sorun çıkmıyor. Sıra içinde aykırı kartların da olduğu desteye geldiğinde başlangıçta gene sorun çıkmıyor. Gösterme süresi uzatıldığında aykırı kartlar çıktığında, deneklerde rahatsızlık belirtileri başlıyor. Bazı deneklerin bir süre sonra “aykırı” kartların deformasyon kuralını anlayıp rahatsızlıklarından kurtulmalarına rağmen, kuralı bulamayan deneklerin rahatsızlıkları artarak devam ediyor.9 Deneyi yaptıranların bile kendilerine ilişkin gözlemleri şöyleymiş:”Uyumsuz olan kartlara bakmak son derece sıkıntılı olmaktadır.” Khun’un bu deneyden de yararlanarak vardığı sonuç şu: “Aykırılıklar gösterdiği sonradan saptanan koşullar altında bile, başlangıçta algılanan yalnızca olağan veya beklenen olaylardır.17

O halde: 1) “Aykırı” olan olguyu algılamak, aykırılığı kabullenmek ileri doğru adımın ilk koşulu oluyor; 2) varlığı kabullenilen aykırılığı, açıklayıcılık alanının dışında bırakan mevcut kuramın genişletilmesi ikinci koşul oluyor.

Üzerinde durmak gerek; aykırı olan olguyu kabullenememenin nedeni, aykırılığı da kucaklayacak yeni kuramın oluşturulamamasındaki rahatsızlıktan kaçınmaktır. Örneğin, bu tür rahatsızlıktan kaçınanlar için Sanayi Devrimi’nin İngiltere’de olmasında bir aykırılık yoktur, böyleleri İngiltere’nin sanayi devriminden önce de zaten ileri olduğuna ya da Hindistan’dan gelen gelirin sanayi devrimini hazırladığına inanmak isterler. Böyleleri için olgular saf süreçler sıralı ve materyalizm ise determinizmdir.

Örneğin Marx, Bonapart’ın 2 Aralık 1851 darbesi için “Halbuki normal ya da kitabi bir biçimde gelişmeye göre Şubat ihtilalinden sonra gelmeliydi”10 derken, olup bitende hiçbir aykırılık görmeyen, pek kafa yormadan “Olması gereken oldu” diyen Proudhon’dan daha mı az materyalistti?

Bu örnekte Marx’ın “normal” bulmadığı sıçramanın kendisi değil realize olduğu andı. Marx, kendisi için yazdığı taslağında (Grundrisse) İdeal Tarih- Reel Tarih ayrımını yapmıştı.11 O, tarihin kitaplara uymasını beklemiyor kitapları tarihe uydurmaya çalışıyordu.

Marx-Engels ve Eşitsiz Gelişme

Çalışmanın çeşitli yerlerinde Marx ve Engels’ten eşitsiz gelişme bağlamında söz etmiştim; burada ise global devrim perspektifi ve gelişmiş ülkelerde başlayan devrim düşüncelerini tartışmak istiyorum.

Önce Marx ve Engels’in sözünü ettiğim perspektifine hammadde olan tarihsel malzemeye bakalım.

15. yüzyıl sonu, Avrupa’yı kökünden değiştirecek siyasal, dinsel, toplumsal devrimler döneminin arifesiydi. Leonardo da Vinci, Michelangelo, Rafaello, Cervantes, Shakespeare, Montagne, Copernic, Kepler, Galile; bunların en erken doğanı (Leonardo da Vinci) öldükten elli yıl sonra en son öleni (Kepler) doğdu. Bu kadar zamana bu kadar insan sığdı. Dinde reform, köylü savaşları, “ticaret devrimi” genel olarak Rönesans ve Reform bu dönemde başladı. Avrupa’nın her yeri her alanda ve aynı dönemde değişiyordu.

Amerika’nın keşfinden yalnızca kaşifleri etkilenmedi; bütün Avrupa oluk oluk Amerika’ya aktı herkesin payına bir şeyler düştü.

Sanayi devrimi baş aktörünün yerelliğine sığamadı; İngiltere Sanayi Devriminin olduğu değil doğduğu yer olarak anıldı.

Büyük Fransız Devrimi ve Napolyon Avrupa’yı kökünden sarstı.

1848 Devrimleri yerelliğin fersah fersah ötesinde yaşandı.

Yalnızca kaba dökümünü verdiğim bu tarihsel malzemeye sahip olduğunuzu düşünün; Sosyalizm, Sosyalist Devrim yerel olabilir miydi? Bu soruyu diğer ülkelerin bu devrime nasıl bakacakları ya da sosyalist ekonominin inşaasının tek ülkede mümkün olup olmaması parametrelerinden bağımsız olarak soruyorum. Can alıcı nokta, global devrim beklentisinin bu parametrelerle hesaplaşmadan şekillenmiş olmasıdır. Bu yalnızca şunu gösteriyor; global devrim düşüncesi yukarıda kaba dökümünü verdiğim tarihsel malzemeden doğmuştur. “Sosyalizm yerel olarak yaşanabilir mi?” sorusu bu tarihsel malzeme ile cevaplanacak ise “Yaşanırsa Lawless olur, galat olur” demek gerekecek. Kimseden bu tarihsel malzeme ile tek ülkede sosyalizm formülasyonuna ve eşitsiz gelişme yasasına ulaşmasını beklemeyelim; keza kimse ulaşamadı.

Bu yazılanları bir kez de tersinden doğrulamak, yani eşitsiz gelişme yasasının ve tek ülkede sosyalizmin soyutlanabildiği dönem ve tarihsel malzemesinin benzer şekilde dökümünü yapmak gerekiyor.

Trotskiy’den bir aktarma ile başlıyorum: “Çoktan ölmüş ve unutulmuş Alman Sosyal Demokratı Vollmar’ın daha 1878 yılında geliştirmiş olduğu ‘izole Sosyalist Devlet’ -Rusya değil Almanya için- perspektifi, Lenin’e kadar sözde bilinmeyen bu eşitsiz gelişme yasasına referanslar içermektedir. Lenin 8 yaşında iken yazılmış bulunan bu çalışmada eşitsiz gelişme yasasına 1924 sonbaharından başlamak üzere Sovyet kopyacıları arasında bulunabilecek olandan çok daha doğru bir yorum getirilmektedir.12 Trotskiy doğru söylüyor, Vollmar çalışmasını Lenin sekiz yaşında iken yazdı. Ancak, tarihsel açıdan, Komün yenilgisinden yedi yıl sonra yazdığını hesaplamak çok daha anlamlı olurdu. Marx ve Engels’de de şimdi sözünü ettiğim alana ilişkin olarak, eşitsiz gelişme düşüncesinin ip uçlarını 1871’den itibaren görmeye başlıyoruz. Devrimin merkezi ve devrimin merkezinin kayması soyutlamaları 1871’in ardında ve birlikte doğuyorlar. İkisini birden eşitsiz gelişme yasasına göbekten bağlı olan zayıf halka formülasyonunun embriyonik hali saymak mümkün.

Peki devrimin merkezinin doğuya, Almanya’ya kaydığı saptamaları daha ayrıntılı olarak neye dayanıyordu?

Her şeyden önce Marx, 1871’e dek İngiltere’den umudunu kesmemişti. Marx 1867’de “İngiltere’de toplumsal karmaşanın gidişi gözle görülür haldedir. Bu durum belli bir noktaya ulaştığında kıta Avrupa’sını da ister istemez etkileyecektir.” diyor.13 Gerçi İngiltere’nin sicilinin bir anlamda kötü olduğunu Marx biliyor: İngiltere’nin 1848’de kızıl hayaletten pek etkilenmediğini kendisi yazmıştı. Ama bunu yazdığı yerde sicil kötülüğünü pek dikkate almadan “Oysa bugün Avrupa Devrimi İngiltere için eğlencelik bir seyir ya da sömürülecek bir fırsat değil, şiddetli bir sınav olacaktır” da demişti.14 “Bugün” dediği tarih 1857 ve İngiltere “şiddetli sınav”dan bir kez daha kaçıyor. Ama, yukarıda yazdığım gibi Marx umudunu 1871’e dek kesmiyor. Bunun kanıtlanmasının önemli olduğunu ve 1871 sonrası ile olan farkın çarpıcılığını göstermek için bir aktarma daha yapıyorum:”İngilizler, sosyalist devrim için gerekli her şeye sahipler. Sahip olmadıkları şey genelleştirme anlayışları ve devrimci coşkudur. Bunu onlara ancak Genel Konsey sağlayabilir.15 Bu satırların tarihi ise 1870. Marx devrimci coşkunun olmadığını bilmekle birlikte, henüz umudunu kesmemiş, kazandırılabileceğini düşünüyor. Devrimci coşkunun barışçı geçiş için gerekli olduğunu kimse ileri sürmez sanırım. İngiltere için barışçı geçiş Komün yenilgisinden sonra gündeme geliyor. 1872’de Lahey Kongresi’nde Marx şunları söylüyor: “Ama bu hedefe varmanın yollarının her yerde aynı olduğunu hiçbir zaman iddia etmedik.” Aynı konuşmada Marx Amerika ve İngiltere için barışçı geçişten söz ediyor.16 Komün yenilgisinden bir yıl sonra Marx İngiltere’ye “devrimci coşku kazandırmak”tan vazgeçip kibarca “barışçı geçiş” diyor. Global bakış ve beklenti, yerini devrimin merkezi ve bu merkezin kayması soyutlamalarına bırakıyor. Böyle bir değişikliğin ortaya çıkmasında Marx’ın 1857’de kullandığı “Avrupa Devrimi” tamlamasındaki Avrupa’nın daralmasının yani İngiltere ve Fransa’nın bu Avrupa’dan düşmesinin payı çok büyük. Gerçekte Komün Fransa’da yeniliyor ama İngiltere, hiç değilse zihinlerde, Fransa’dan önce düşüyor. Çünkü o güne dek 10-15 yıllık periyodlarla çalkalanan hareketli toprağı nedeniyle, yenilginin boyutları çok net olarak ortaya çıkana kadar Fransa zihinlerde düşmüyor.

Önceki sayfalarda Rönesans ve Reform Amerika’nın talanı sanayi devrimi Fransız ihtilali ve 1848 devrimlerinin Avrupa’nın tümünü etkilediğinden söz etmiş ve bunun global bakışa tarihsel malzeme olduğunu söylemiştim. 1871 sonrasında global bakışı kıran yalnızca Avrupa’dan İngiltere ve Fransa’nın düşmesi değil; yukarıda anılan tarihsel malzemenin tersine Paris Komünü yerel olarak yaşanıyor. Yalnızca bu olgu bile eşitsiz gelişme düşüncesine yaklaşılmasında önemli bir rol oynamaya yeter. Zaten Vollmar da çalışmasını 1878’de yapıyor. Vollmar da çalışmasında İngiltere’yi düşürüyor hem de oldukça güzel bir biçimde. Ekonomik gelişmişlik ile sosyalizme yakınlık arasında doğrusal bir ilişki olmadığını İngiltere’yi örnek vererek açıklıyor. Trotskiy bunları kitabında aktarıyor ve bu arada belirtiyor: “Bu arada belirtmemiz gerekir ki, gayet ikinci sınıf teorisyen olan Vollmar incelemesinin bu bölümünden yalnızca Engels’in düşüncesini başka sözcüklerle tekrar etmektedir.17 Engels’in 1871 sonrasında eşitsiz gelişme yasasına yaklaştığı belgelenmiş oluyor.

Lenin ve Eşitsiz Gelişme

Marx ve Engels’ten, sahip oldukları tarihsel malzemeden söz ettik. Aynı konuda Lenin için ne söylenebilir? Çok basit: Lenin, her anlamda, her alanda ve tamı tamına eşitsiz gelişmenin ortasına doğdu. Başlangıçta çok cılız, hatta yaşayıp yaşamayacağı tartışılan bir kapitalizm var! Marx ve Engels ancak 1871’den sonra açık olarak farklı geçiş biçimleri ve farklı gelişme biçimlerinden7 söz etmeye başlamışlardı. Rusya’da ise hemen hemen herkes bu sonuca kendi somutundan kalkarak varabiliyordu. İdeal kapitalizm, saf kapitalizm düşünceleri, sosyalizm öncesi tarihsel kategorilerin tümünü birden aynı anda barındırabilen Rus toprağında hiç itibar görmüyordu.

Lenin Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi adlı eserinde bu tarihsel kategorilerin tümünü tek tek kapitalist üretim biçimi ile olan ilişkilerini esas alarak, tam da Marx’ın önceki sayfalarda aktardığım düşüncelerine uygun olarak inceliyor.

Kır-kent eşitsizliği kapitalizmde bölgeler ve sektörler arası eşitsizlik çeşitli ülkelerin kendi aralarındaki eşitsiz gelişmişlik,18 siyasal alanda ise 1871 sonrasından, I. Dünya Savaşı’na dek hareketsiz kalan Avrupa ile 1879-80 1901-02 ve 1905 yıllarında son derece hareketli olan Rus toprağı arasında göze batan eşitsizlik, bütün bunlar eşitsiz gelişme yasasının bilince çıkmasında önemli rol oynamıştı.

Lenin de Marx gibi19 gelişme düşüncesinin gelişmesi gerektiğini düşünüyordu: “Bugün herkes gelişme evrim ilkesini kabul etmektedir. Birden bu ilke bayağılaşıyor ve onun hakkında varılan uzlaşma beklenmedik, yüzeysel, düşüncesizce ve dar kafalıca oluveriyor. Gelişme ilkesinin kendisinin de gelişmesi, her şeye ve bilgiye bile uygulanması gerekir (…) Bu güç bir iştir ve ‘objektif anlamı olan bir kavramlar diyalektiği ve bir bilgi diyalektiği’ bulunduğunu varsaymayı gerektirir.”20 Gelişkin bir gelişme düşüncesi olan eşitsiz gelişme yasasını kavrayabilmek ve kullanabilmek diyalektiğe hakim olmayı gerektiriyor. Ancak ortaya bir ironi çıkıyor. Marx’ın kendi sisteminin Hegel’inkinden yalnızca farklı olmakla kalmayıp aynı zamanda onun tam tersi olduğunu söylemesi ilk kuşak Marksistlerin gözünde Hegel’in değerini azaltıyor. Yasalara duyulan sonsuz güven ve idealizm ile olan mücadelede yasalardan alınan destek de diyalektik materyalizmden determinist materyalizme kayışı hızlandırıyor. Hegel’in itibar kaybı, onun diyalektiğine olan ilgiyi de azaltıyor. H.Lefebvre, Liebknecht’in Bruno, Spinoza vb.’ni Marx kadar önemli bulduğunu, ama Hegel’in adını bile anmadığını söylüyor.21 Lenin’in Rosa Luksemburg’a söylediklerini hatırlayalım: Lenin Hegel’in iyice sindirilmeden Kapital’in anlaşılamayacağını söylemişti. Engels de 1890’da diyalektiksizlikten yakınıyor: “Bütün bu baylarda eksik olan diyalektik. Onlar, burada neden- orada sonuçdan başka bir şey görmüyorlar. Bunun tatsız tuzsuz bir şey olduğunu, bu tür kutupsal metafizik karşıtlıkların gerçek dünyada ancak bunalımlar sırasında varolduklarını; tüm engin gelişmenin (iktisadi hareketinin en güçlü, en ilk, en kararlaştırıcı olduğu güçlerin eşitsiz olmalarına karşın) karşılıklı etki biçiminde sürüp gittiğini; bu gelişmede mutlak hiç bir şey olmadığını her şeyin görece olduğunu görmüyorlar. Onlar için Hegel yaşamadı.22 Hegel’den sivil toplum, sentezden konsensus türetenler ve bu tür çabalar bir yana Hegel’in diyalektiğine yapılacak övgüler kimsenin materyalistliğine halel getirmez.

Diyalektik Eşitsiz Gelişme ve Tarih

Bu başlık altında tarihten de örnekler vererek diyalektik-eşitsiz gelişme ilişkisini açmaya çalışacağım. Basit bir soru ile başlamak istiyorum: “Ad verme” anlamında soyutlamalar yaparken yöntemimiz uyduğumuz ilke nedir? Kabaca şu sanırım: Verilecek ad o nesne, ilişki veya süreci diğerlerinden ayırmalıdır. Ama iş bu kadarla bitmiyor; verdiğimiz ad, o nesne, süreç veya ilişkiyi hangi yönüyle tanıdığımızı da belli ediyor. Örneğin oksijen kelimesi; kabaca “ekşi doğuran” anlamına geliyor (Oksy:ekşi, Genes:doğurmak). Verilen ad oksijen ile ilgili olarak sahip olunan bilgi düzeyini de gösteriyor. Oksijen yakıcıdır, ateş de doğurur, Hidrojenle birleştiğinde su da doğurur. Demek o ilişki, süreç veya nesneyi birden fazla yönü ile tanıyorsak, ad vermek gündeme geldiğinde bir eleme yapılacak. yapılan elemenin yöntemi ise şu: Tanınan yönlerin hangisi bizim için daha önemlidir, hangisi özü en iyi ifade eder? Demek ki biçimi oluşturan öğelerden birisinin egemen olduğu kabul ediliyor. Verdiğimiz ad ile yalnızca egemen öğeyi değil de o nesne, süreç ye de ilişkinin tümünü anlatmak istiyorsak, verdiğimiz ada yabancılaşmamamız gerekiyor.

Bu yazılanlar ile eşitsiz gelişme arasındaki yol çok uzun değil; bu amaçla Banka örneğini veriyorum. Banka, bank, banket, aynı kökten türüyorlar; anlamları sırası ile şöyle: Tezgah, sıra, kürsü. İtalyanca’da banka üzerinde para bozulan tezgah anlamına geliyor bankanın ilk egemen işlevini anlatıyor. İki mekan arasındaki ticarette nakit para taşıma güvenlik nedeniyle tercih edilmediğinden para taşımadan önceden bankaya yatırılmış paranın ödenmesini sağlayacak bir yol bulunmuş: Ödeme mektubu. Banka bu mektupları paraya çeviriyor. Bu arada kısa süre sonra kasada kendilerine yatırılan paradan daha az para olmasının ödemeleri aksatmadığını görüyorlar. Bu görüldükten sonra bankaların sayısı artıyor başka nedenlerle de kendilerine para yatırılmasını sağlamaya çalışıyorlar vs. vs. Artık bankanın egemen işlevi ve varlık nedeni değişmeye başlıyor ama adını değiştirmeye gerek yok. “Yaratıcı”sının öznel niyetinden sanki bağımsız bir biçimde bir tür zararsız frankeştayn ortaya çıkıyor.

Ereklere uygun eylemler istenen sonucu sağladıktan başka “beklenmeyen” sonuçları da daha doğrusu yan ürünleri de oluştururlar. Örneğin tekeller. Tıpkı bankacılıkta olduğu gibi tekeller de tekel olmanın nimetlerini tekel olduktan sonra gördüler. Tekellerin ortaya çıkmasını zorunlu kılan gereksinim (Bunalımlar sermaye için seleksiyon dönemleridir ölenlerin boşalttığı alan yaşayanların büyümesini sağlar; bunalım dönemlerini ancak “büyükler” atlatabilir) onların bir kez ortaya çıktıktan sonra gördükleri işlevin tümünü kucaklayamaz.

Örneğin lonca sisteminden ev sanayisine geçiş: İngiltere’de kentlerdeki sıkı lonca denetimi ile kente göçü önleyen “yerleşme kanunları” (aynı amaca yönelik “poorlaw” da eklenebilir) bir araya gelince küçük zanaat kıra hapsolmuş oluyor. Diğer yandan kırda küçük pazarların yok olması zanaatçıya bir de satma sorununu yüklüyor. Önce zanaatkarın ürününü pazara götürmeyi iş edinen tüccarlar sonradan üreticilere hammadde ve üretim aracı sağlayarak ilk artı-değer sömürüsünü gerçekleştiriyorlar. Ulaşılan nokta ile, kendisine uygun eylemlerde bulunulan erekleri yan yana koyup düşünmek gerekiyor.

Örnekleri uzatmadan, yukarıdaki örnekleri kucaklayabilen ufuk açıcı bir saptamayı aktarmak istiyorum: “Eylemlerin erekleri istenmiş ereklerdir, ama bu eylemleri izleyen sonuçlar istenen sonuçlar değildir, ya da başlangıçta gene de güdülen amaca uyar gibi görünseler de sonunda istenmiş olandan bambaşka sonuçlara varırlar.23 Ama varılan bu “bambaşka sonuçlar”ı da kapsayacak kuramlar yok değildir; yukarıda anılan örneklerde, ereğe uygun eylemlerle ulaşılan sonuç arasını, metafizik öğelerle doldurmamıştım. Anlatmak istediğim sadece şu:Gelişmenin iki ayrı anını ifade eden iki nokta arasını hemen bir doğru ile birleştirmemek gerekiyor.

Bazı süreçleri, gelişimleri bir tür “frankeştayn”lardan, daha teknik deyimle göreli özerkliklerden söz etmeden açıklamanın olanağı yok. Bu olmadan üst yapının alt yapıyı etkileyebileceğini ne algılamanın ne de açıklamanın olanağı yok.

Örneğin İtalya: Doğal liman konumunun geliştirdiği ticari zenginliğe haçlı seferlerine gemi ve silah yapımından gelen zenginlik eklendi. Tüm iktisadi yaşamını ticarete bağlayan İtalya’da o güne dek görülmemiş büyüklükte kentler oluştu. Kentler arasında dış pazarı paylaşma savaşları başladı. Bunun ilk sonucu ulusal pazarın, ulusal ticaret ve sanayi sisteminin kurulmasının engellenmesi oldu. Bu, zanaati, gereksindiği ulusal pazardan mahrum bıraktı.24 Üstyapı altyapıya gereksindiğinden fazlasını vermiş oldu.

Ortaya şöyle bir sonuç çıkıyor: Üstyapı altyapıdan ancak genel hatları ile belli olan bir değişme komutu alır; yeni özün kendisini somutlayacağı yeni biçimi belirleyen parametreler arasında üstyapının “eski” biçimi de vardır, diğer üstyapı kurumları da vardır. Örneğin devletin göreli özerkliğinin bir nedeni, bir kez ortaya çıktıktan sonra, asli olarak denetlemesi gereken alandan daha geniş bir alanı denetlemeye yetecek kadar güçlü olmasıdır: “Bu yeni, ayrı güç (devlet H.S.) sonunda üretim hareketini izler, ama sahip bulunduğu görece özerklik gereğince üretim koşulları ve üretimin gidişi üzerinde de karşı etkide bulunur, yani bir kez görece özerklik kazandıktan sonra artan bir kararlılıkla daha büyük bir gelişmeye doğru yönelir”25 Benzer bir durumu “mali sıkıntıların politik sıkıntılara, bunların da tekrar mali sıkıntılara yol açması”nda gözleyebiliriz.26

Bileşik Gelişme

Üstyapının altyapıdan yalnızca genel hatları belli olan bir “değişme” komutu aldığından söz etmiştim. Kaba bir benzetme ile, mesajın netliği altyapının saflığı ile doğru orantılıdır. Saflık ise soyutlama sürecinin bir aşamasında, sonradan reddedilmek üzere varsayıldığında anlamlıdır. Eşitsiz gelişme yasası “saflık”ı teorik bir kategori olarak bile reddeder, teoriye içsel olan bileşikliktir.

Bileşikliği anlatmak için feodalizm verimli bir alan; feodalizmden kapitalizme geçiş ile feodalizmin kendisi üzerine oldukça geniş bir literatür var. Feodalizm ile ilgili olarak mümkün olan en kapsayıcı tanımın negatif tanım olması gerektiğini düşünüyorum. Feodalizmin ne olduğunu değil ne olmadığını anlatan bir tanım daha geniş bir alanı kucaklayacaktır. Aksi halde egemen olan serf-senyör ilişkisinin dışındaki, hem feodalizmin kendisi hem de aşılmasından sonra ortaya çıkacak olan kapitalizmin özgün nitelikleri üzerinde önemli etkileri olan öğeleri kucaklayamama tehlikesi belirebilir. Örneğin hiç de küçümsenmemesi gereken boyutlara varan fetih gelirlerini ve yol açtığı sonuçları “ücretli emek, makinalar vb. gibi bazı ekonomik kategorilerin savaş yüzünden ve ordularda vb. burjuva toplumun iç kısmında olduğundan daha erken gelişmesini”,27 savaşların finansını üstlenen tüccar sermayesinin papalıkla ya da “yönetici”lerle olan ilişkisinin sıkıfıkılığını, egemen çelişkiye indirgenmiş bir feodalizm tanımı, ya dışarıda bırakmak ya da açıklamamak durumundadır.

Feodalitenin, merkeze yakın olan yerlerdeki, kendisini çözücü nitelikte olan tüccar sermayesinin varlığına çıkarı için katlanmış olmasını; merkezden uzak olan tüccar sermayesinin ise çözücülük bir yana sistemi güçlendirebildiğini, ama merkez dışında geliştikten sonra feodalizmin karşısına heybetli bir rakip olarak çıkabildiğini; henüz emekleme aşamasında iken, endüstriyel üretime ancak üretenden çok satanın karlı çıkması durumunda izin verildiğini ama endüstriyel üretimin emekleme döneminde feodaliteye verdiği bu tavizin acısını gelişip serpilince fazlasıyla çıkarttığını, vb. vb. gibi oldukça karmaşık ve çok yönlü ilişkiler ağını eşitsiz gelişme bakış açısından ele aldığımızda ne görüyoruz?

Bu örneklerin tümünde ortak olan öğe, rakiplik potansiyeli taşıyan iki yapının (tüccar sermayesi-papalık/yöneticiler; merkezden uzak tüccar sermayesi- feodaller; endüstriyel üretim/feodal üretim vb.) bir süre, çıkar ilişkisi ya da ilişkisizlik nedeni ile bileşik gelişmeleridir. Bu söylenenlerin “çelişkilerin yavaş yavaş birikmesi” düşüncesi ile olan farkını vurgulamak istiyorum. “Çelişkilerin yavaş yavaş birikmesi” düşüncesinin savunucuları, kör değneğini beller örneği, sonradan “karşıt” olduğunu bildikleri bu ikili yapılarda çelişkinin her daim varolduğuna inanırlar; o kadar ki neredeyse çelişkinin başlangıcını, ölçülemeyecek kadar küçük elementer çelişkilere taşımayı nasıl olup da akıl edemediklerine insanın şaşası gelir.

Marx’ın, ekonomik kategorilerin incelenmesinin yöntemine ilişkin söylediklerini bileşik gelişmeyi açıklamada oldukça verimli buluyorum: “Ekonomik kategorileri tarihte belirleyici olmuş oldukları sıra ile birbirlerini izlemeye terketmek görülüyor ki lüzumsuz ve yanlıştır. Gerçekte sırayı belirleyen bunların modern burjuva toplumu içinde birbirleriyle olan ilişkileridir”.28 Önemli olan sonradan çatıştıkları bilinen iki öğenin ortaya çıktıkları andan beri yavaş yavaş da olsa çatışmaya başladıklarını çatışmanın yoğunluğunun zamanla orantılı olarak arttığını ileri sürme basitliğine düşmektir. Eşitsiz gelişme yasasının bir öğesi olan bileşik gelişme bu basitlikten Marx’ın deyimi ile “sözde objektiflik”ten kaçınmayı sağlıyor.

 

Dipnotlar

  1. Suçkov B; “Gerçekliğin Tarihi”, Bilim yay., s.21
  2. Gramsci Antonio; “Hapishane Defterleri”, Belge yay., s.77
  3. Engels 1793 ve 1798 arasında dinin pratik olarak yok olduğunu, Feuerbach’ın tezinin tersine halkın bu süre içinde dinin yerini tutacak başka bir şeyi gereksinmediğini yazıyor. Napolyon’un dini yerine oturtma çabasında karşılaştığı zorluğu din konusundaki değişimin meşruluğunun kanıtı olarak sayabiliriz. (Ludwig Feurbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Seçme Yapıtlar, Cilt III, s.432 Sol yay.)
  4. Marx Karl; “1844 El Yazmaları” Sol yay., s.191
  5. Hegel; “Tinin Fenomenolojisi” Bütün Yapıtları(Seçmeler), Onur yay., s.84-85
  6. “Tepe taklak duran diyalektiği ayakları üstüne oturtmak” birlikte çalışan Marx-Engels ikilisi ile birlikte çalışan Hegel-Schelling ikilisi arasındaki ilişkinin bir biçimi olarak düşünülebilir.
  7. Hegelin “yabancılaşma” konusunda verdiği örnek Fransız monarşisinin yabancılaşıp “büyük coşku ile andığı” Fransız ihtilalini doğurmasıdır. (F. Engels; “Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu”, Seçme Yapılar içinde, cilt III, s.413
  8. Özon Mustafa Nihat; “Osmanlıca-Türkçe Sözlük”, İnkilap Kit., s.239
  9. “Varoluşun karmaşıklıkları ortasında şimdiye değin yol göstericilerimiz olan rahatlatıcı yasalarımızı kaybedince,(…) yeni bir tutamak bulana ya da yüzmeyi öğrenene kadar olgular okyanusunda boğuluyoruz.” (W. Sombart’tan aktaran E.H. Carr; “Tarih Nedir?”, İletişim yay., s.81) Mevcut yasa ancak kucaklayamadığı olgularla karşılaştığında sarsılıyor. Aşkın yasa eski yasanın açıklayabildiğini iddia ettiği “sorun çıkarmayan” olgulara da eski yasadan farklı bakıyor. Aşkın yasa gelişene kadar yoğun bir rahatsızlık yaşanıyor. Kuhn’un anlattığı deneyde ilişkiyi kuramayan deneklerden biri: “Bu son gösterdiğiniz kart bile değildi çıldırıyorum herhalde” diye bağırmış. Bu bana Ekim Devrimi ve ilk yıllarına ilişkin olarak Colletti’nin söylediği şu sözleri hatırlatıyor: “Alt yapı-Üst yapı ilişkilerini belirleyen tarihi maddeciliğin klasik formülü alt üst oldu.” (Birikim, sayı:30-31, Ağustos-Eylül 1977 içinde, “Stalin Sorunu”, s.52)
  10. Marx Karl; “18 Brumaire” Köz yay., s.17
  11. Marx Karl; “Grundrisse”, Birikim yay., s.182
  12. Trotskiy Leon; “İhanete Uğrayan Devrim”, Köz yay., s.234-235
  13. Global devrim beklentisine, Tek ülkeye diğer devletlerin tavrının ne olacağı ya da tek ülkede sosyalist ekonominin inşa edilebilirliği parametreleri ile hesaplaşılmadan, doğal olarak ulaşılmış olmasından söz etmiştim. Marx yukarıda “kıta Avrupa’sının ister istemez etkileneceğini” söyleyerek bu tespiti doğruluyor.
  14. Marx Karl; “Grundrisse” içinde, 1857’de Daily Tribune’de yayınlanan yazı, Birikim yay., s.115
  15. Marx Karl; “Seçme Yapıtlar” içinde, “Gizli Yazışma”, Sol yay., cilt II, s.210
  16. Marx Karl; “Seçme Yapıtlar” içinde, “Lahey Kongresi”, Sol yay., cilt II, s.350
  17. Trotskiy Leon; a.g.e., s.235
  18. Buna gelişmiş-gelişmemiş ülkeler ayrımından başka, emperyalist devletler arası eşitsizlikler de dahil. Lenin İngiliz Emperyalizminin sömürgeci, Fransız Emperyalizminin ise tefeci tipte olduklarını yazıyor. Alman Emperyalizmi ise Lenin’in deyimiyle “üçüncü tip”i oluşturuyor
  19. “Özellikle gelişme kavramının alışılagelmiş soyutluğu ile alınmaması gerek.” Marx; Grundrisse, Birikim yay., s.183
  20. Lefebvre Henri; “V.İ.Lenin” Anadolu yay., cilt I, s.251
  21. Lefebvre Henri; A.g.e., s.49-50
  22. Engels Friedrich; “Seçme Yapıtlar” içinde Sol yay., “Conrad Schmidt’e Mektup”, cilt III, s.600
  23. Engels Friedrich; “Seçme Yapıtlar” içinde “Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin So1u”, Sol yay., cilt III, s.446
  24. Bu ileriki yıllarda oldukça önemli bir dizi sonuca da neden oldu. Avrupa’da hummalı bir Merkantilist döneme girildiğinde uluslararası ilişkilerin, savaşların ve devletin bununla ilgili olarak öneminin arttığı bir döneme İtalya devletsiz girip açık bir çöküntüye uğradı.
  25. Engels Friedrich; A.g.e., “Conrad Schmidt’e Mektup”, cilt III, s.596
  26. Marx Karl; “Grundrisse” içinde, 1857’de Daily Tribune’de yayınlanan yazı, Birikim yay., s.118
  27. Marx Karl; “Grundrisse” Birikim yay., s.182
  28. Marx Karl; A.g.e., s.180
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×