Marksizmi “Ondokuzuncu Yüzyılın Bilimi” Olarak Nitelendirenler

2000’e Doğru Dergisi’nin 1 Eylül 1991 tarihli sayısında Sovyetler Birliği’ndeki son gelişmeler üzerine bir tartışma var. Tartışmacıların birisi Yalçın Küçük, diğerleri Sadun Aren ve Doğu Perinçek. Y. Küçük’e şöyle bir soru yöneltiliyor:

“- Bu Yeltsin nereden çıktı? Gökten zembille mi indi? SBKP Politbürosu’nun üyesiydi.”

Y. Küçük’ün cevabı inanılmaz ama şöyle:

“Sovyetler Birliği’nde bu tür insanlar yetişmiştir. Şu anda kapitalist yolcular egemen olmuşlardır. Bunun kaynağını, ne bürokraside görüyorum, ne de işçi sınıfında. Yepyeni küçük burjuvalar türemiştir ve giderek onlar iktidar olmuştur. Yeltsin gibi, Şevardnadze gibi adamlar. Bu sistem yalnızca Yeltsin ve benzerlerini yetiştirmemiş, Çekoslavakya’da Havel’i getirmiştir. Sosyalizm belli bir noktada durup daha ileri götürülemediği için olmuştur bunlar.”

Yeltsin, Havel gibi bir sanatçı değil, basit bir parti üyesi hiç değil; Politbüro üyesi. SBKP’nin en üst kademesine kadar yükselmiş eski bir komünist bozması. Y. Küçük, kapitalist değer yargılarına hayranlıklarını saklamaktan kaçınmayan bu insanların KP’den türediğini bir türlü kabul etmiyor. Ama nasıl türediğini de bir türlü anlatamıyor. Boris Yeltsin ise KP’ye nasıl üye olduğunu anılarında şöyle anlatıyor:

“Parti komitesinin bana sorduğu çok sayıda sorunun arasında, ondan gelen şu soru da vardı: ‘Marx, Das Kapital’in hangi sayfasında mal-para ilişkilerine değiniyor?’ Kendisinin Marx’ı hiçbir zaman ciddi biçimde okumamış olduğunu, asla bilemeyeceğini, zaten para-mal ilişkisinin ne olduğundan da haberi olmadığım biliyordum. Hemen cevap verdim. Şakacı bir ses tonuyla, bir saniye bile düşünmeden, ‘Cilt 2, sayfa 387’ dedim. Yüzünde bilgiç bir ifadeyle, ‘Aferin’ dedi. ‘Marx’ı iyi biliyorsun.’ Ondan sonra parti üyesi olarak kabul edildim.” 1

Parti komitesi üyesi, Kapital’i okumadan soru soruyor, Yeltsin onunla alay edercesine cevap veriyor. Bu bir komedi mi, yoksa SBKP’ne üye olabilmek için gerekli formasyona, Boris’in sahip olup olmadığının soruşturulması mı?

Moskova Komünist Parti Sekreterliği’nde bulunmuş, yaşamının çok büyük bir kısmını Parti saflarında geçirmiş Boris Yeltsin’in Parti’ye nasıl girdiğini okumak çok üzücü. Ama yalnız onun için değil, SBKP için de yürekler parçalayıcı bir durum. İyi bir mühendis olduğu kesin olan Boris, kesinlikle mesleki kariyerinde yükselebilmek için Parti’ye giriyor. Bunu anlamak mümkün, ama marksizm formasyonundan yoksun olarak Parti kademelerinde nasıl yükselebildiğini anlamak mümkün değil. SBKP’nin bugün nasıl böyle bir duruma düştüğünü anlamak için bu durum bazı önemli ipuçları veriyor. Boris Yeltsin’in idealist düşüncelerle Parti kademelerinde yükselerek Politbüro’ya girerken, sosyalizmle yakındandan uzaktan hiçbir ilişkisi olmadığını gösteren, yine kendi kitabından bazı pasajları buraya aktarmakta yarar var.

“Bir başka önemli konu da, kiliseyle devletin ilişkisidir. Benim görüşüme göre Stalin dünyada kiliseyi dize getirip kendi boyunduruğu altına alan tek devleti kurmayı başarmıştır. Kilise ancak yeni yeni, o da büyük zorluklarla kendine gelmekte, yıllar boyunca peşpeşe yediği darbelerin etkisinden sıyrılmaya çalışmaktadır. Gazetelerde yeni yeni okumaya başladığımız yakın geçmiş olayları, örneğin papazların cemaati parti yetkililerine ve KGB’ye ihbar edişi, (Ukraynalı) Grek Katolikler’in hâlâ bir dinsel kuruluşa üye olma hakkının bulunmayışı gibi şeyler, aslında kilisenin yozlaşmışlığına değil de, toplum hasta olduğu zaman tüm organlarının da sağlıksız olacağına işarettir. Bugün kilise sağlığına kavuşmaya başlamıştır ve inanıyorum ki günün birinde o kilise, ebediyetle ilgili, evrensel değerlerle ilgili mesajı sayesinde toplumumuzun yardımına koşacaktır. (a.b.ç.) Çünkü o mesajın kelimelerinde (öldürmeyeceksin gibi, komşunu tıpkı kendini sevdiğin gibi sev gibi sözlerle) en kritik durumlarda bile ayakta kalmamızı sağlayacak manevi ilkeler vardır.” 2

Buyurun cenaze namazına. Eski Moskova KP Sekreteri, eski Politbüro üyesi, yeni Rusya Cumhuriyeti Devlet Başkam Boris Yeltsin, Rusya’nın zor durumlarda imdadına koşacak kiliseyi özlüyor. Kilisenin yardımına muhtaç bir duruma düşmüş Rusya Cumhuriyeti’ni, İncil’den pasajlar ayakta tutacaksa vay o cumhuriyetin haline. Böyle bir ideolojiye sahip bir kişinin seneler boyunca SBKP üyesi olmasına mı şaşmalı, yoksa onu Politbüro üyesi yapan Parti üyelerinin haline mi acımalı? İşte, Stalin döneminden sonra SBKP’nin hızla yozlaştığının bir göstergesi karşımızda. Böylece Parti, Sovyet toplumlarını daha ileriki aşamalara götürmek için, gerekli fedakarlıklara hazır, ideolojik formasyonları çok yüksek üyelerden oluşacağına, idealizmin bataklığına saplanmış, tüketim toplumunun nimetlerinden yararlanmak için bireyciliği ön planda tutanların yeri olmaya başlıyor. Parti, kapitalist sistemle çevrili Sovyetler Birliği’nde Ekim Devrimi’nden İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar, sosyalizmi ayakta tutabilmek için verdiği mücadelede milyonlarca üyesini kaybediyor. Bu kan kaybını, marksizmle yakından uzaktan en ufak ilişkisi olmayan insanlarla karşılaşmaya kalktığı zaman Parti’nin çok büyük deformasyonlara uğrayacağı baştan belli olmasına rağmen, bu konuda ciddi tedbirlerin alınmamasına sadece Stalin’in ölümünü neden göstermek yeterli olmuyor. Bu konuda çok daha ciddi araştırmalar gerekiyor ki, bundan sonraki dönemlerde gerek kapitalist ülkelerde, gerekse sosyalist iktidarların kurulduğu ülkelerde, her türlü şart içinde, Parti leninist hüviyetini kaybetmesin. Yoksa Boris Yeltsin gibi insanların ortaya çıkması ve şöyle söylemesi her zaman mümkündür.

“Komşu sosyalist ülkelerde bu değişikliklerin olmasından büyük memnuniyet duyuyorum. Onların hesabına seviniyorum. Ama aynı zamanda bu değişikliklerin bizi de yeniden düşünmeye, gururla perestroyka adını verdiğimiz şeyi yeniden değerlendirmeye zorlayacağını, yirmibirinci yüzyıla ondokuzuncu yüzyıldan kalma modası geçmiş bir ideolojiyle (a.b.ç.) girmeye çalışan tek olduğumuzu farkettireceğini, erdemli birinin dediği gibi, bizim sosyalizmin yendiği bir ülkenin son insanları olduğumuzu bilinçlendirmemize yolaçacağını umuyorum.” 3

Marksizmi ondokuzuncu yüzyıldan kalmış ve modası geçmiş bir ideoloji olarak nitelendiren Boris Yeltsin, Rusya Cumhuriyeti’ni, kapitalizmin bataklığına atmak için elinden geleni yapıyor, ama bir yandan da Rusya Cumhuriyeti Başkanı oluyor. İşte sorun burada düğümleniyor: Yozlaşan Parti’nin kitleleri de ideolojik açıdan yetersiz bıraktığı ortaya çıkıyor.

“Kısacası komünizm, komünist yetersizliğinden ölmüştür. Dünyadaki komünistlerin en azı, eskiden komünist sistemi ile yönetilen ülkelerde yaşamıştır. Andropov’un dediği Sovyetler Birliği Komünist Partisi içindeki komünist sayısının yüzde 8 oranı doğru ise o zaman Parti’nin yüzde 92’si sadece partili idi. Zaten kendisi ‘komünistlik başka, particilik başka’ dememiş miydi? Bütün komünist partileri içinde sürü ile partili bulmak mümkün. Oysa komünistleri fenerle aramak gerekirdi.” 4

Vasili Rafailides’in bu yorumuna katılmamak mümkün değil. Nitekim Boris Yeltsin komünist olarak değil, bir partili olarak yaşamını sürdürüyordu SBKP’nde. Böylece SBKP yavaş yavaş leninist ilkelerden uzaklaşıyor ve komünistlerin yerini partililer alıyordu. İşte bu durumu gösteren ikinci bir örnek. Yine eski bir Politbüro üyesi: Aleksandr Yakovlev; Politbüro üyeliğine kadar yükselmiş, tarih bilimleri profesörü olarak Bilimler Akademisi üyeliği yapmış bir bürokrat. 1972-83 yılları arasında Gorbaçov’un keşfettiği ve Politbüro üyesi yaptığı Yakovlev 1990 Temmuzu’nda Politbüro’dan ayrılıncaya kadar, başta Merkez Komitesi Sekreterliği olmak üzere çeşitli görevlerde bulundu. SBKP’nin bugünkü duruma düşmesine neden olanların başında gelen Yakovlev, tarihi materyalizmi şöyle inkar ediyor:

“İlkel toplumdan köleci topluma, köleci toplumdan feodalizme, feodalizmden kapitalizme ve nihayet kapitalizmden sosyalizme geçildiği yolundaki teorinin bir aldatmaca (a.b.ç.) olduğu ortaya çıkmıştır.” 5

Bu satırları yazan basit bir parti üyesi değil, Politbüro üyeliğine kadar yükselmiş, tarih bilimleri profesörü. Böyle bir düşünce yapısına sahip kişilerin yönetimindeki SBKP’nin bugünkü durumuna gelmesine hiç şaşmamak gerekiyor.

Tarih profesörü Yakovlev, inkar ettiği tarihi materyalizm yerine kapitalizmin bireyciliğini yerleştirmek için şöyle çaba harcıyor:

“Aslında insanlık iki temel evreden geçiyor:

  1. Sonuna yaklaşmakta olan ekonomik zorlayıcılık dönemi: Zor ya da korku yoluyla ben sizi çalıştırıyorum, siz beni çalıştırıyorsunuz.
  2. Ekonomik inisiyatif dönemi: Kendime bakmak zorundayım, çünkü kendimden sorumluyum.” 6

Özel teşebbüsün tekrar Sovyetler Birliği topraklarında yeşermesi için çaba harcayan eski Politbüro üyesi Yakovlev, kapitalizme hayranlığını saklamadan açıklıyor. Toplumsal ilişkiler yerine, kişiselliğin ön plana çıktığı bir toplumu özleyen tarih profesörü Yakovlev, artık herkesin kendi başının çaresine bakmasını öğütlüyor. Kanada’da elçilik yaptığı sekiz sene boyunca kapitalizmin erdemlerine duyduğu hayranlık her geçen gün artarken, Yakovlev marksizmi inkar etmek için elinden geleni yapıyor.

“Marksizm, Leninizm’in dışına çıkıldığından ya da onun ‘terkedildiğinden’ sözedildiği zaman, şu soruyu soruyorum: Neden sözediyoruz biz? Ben şahsen bu formülü kabul etmiyorum. Bunu hem teorik hem de siyasi açıdan yanlış buluyorum. ‘Marksist-leninist’ teori diye birşey yok. Marksizm’den toplumsal alanda bir dizi tahmin yürüten, XIX. yüzyılı parlak bir biçimde tanımlayan (a.b.ç.) ancak perspektiflerinde gerçekten fazla berrak olmayan ve herşeyden önemlisi, insana ilişkin teorisinin olmamasıyla belirginleşen bir sosyal bilimler disiplini ya da bir toplumu inceleme metodu olarak sözedilebilir. Marksizmde bize sosyalizmin ne olması gerektiğini somut olarak dile getiren çok az şey var. Marksizmin geleceğin toplumunda, herkesin yeteneğine göre vereceğini ve herkesin ihtiyacına göre alacağını ileri süren temel tezi de bir ütopyadır.” 7

Politbüro üyeliği yapmış Yakovlev, marksist-leninist teoriyi inkar ediyor. SBKP Yakovlev’i nasıl Merkez Komitesi Sekreterliği’ne getirmiş? Soruyu başka bir biçimde sormak daha mı doğru? Bilimler Akademisi üyesi, seneler boyunca Parti üyesi olarak komünist mi yoksa partili mi olarak yaşamını sürdürmüş? Marksizmi XIX. yüzyılın eskimiş bir ideolojisi olarak nitelendiren Yakovlev, II. Dünya Savaşı’ndan sonra marksizmin içine sızmaya kalkan burjuva ideologu Jean Paul Sartre’ın “Diyalektik Aklın Eliştirisi” kitabında uzun uzun bahsettiği insan ilişkilerinin marksizmin alanında yeterli ölçüde tahlil edilmediğine dair eleştirilerine bile baskın çıkıyor. Hiç olmazsa Jean Paul Sartre marksizmin 20. yüzyılın felsefesi olduğunu inkar edemiyor, onun kendisine göre eksik bıraktığı alanlarda yazmayı tercih ediyordu. Nitekim Sartre, kendi deyişiyle, “marksizme karşıt olarak değil, onun kıyısında gelişmiş” bir varoluşçuluğu benimsemiş olduğunu söylüyordu. Ama marksizmi toptan reddeden Yakovlev’in amacı bireyselliği ön plana getirirken, toplumsal ilişkileri hiçe sayarak bir burjuva ideologundan bile geri kalıyor. Böylece tüm sosyalist değerleri ortadan kaldırmak için mücadele veren ve Yeltsin’i bile geride bırakan tarih profesörü Yakovlev, o kadar ileri gidiyor ki, enternasyonalist ilkelerin artık hiçbir önem taşımadığını, her ülkenin kendi başının çaresine bakması gerektiğini utanmadan yazabiliyor.

“Her ülke kendi yolunu seçiyor, kendi sorumluluğunu üstleniyor. Bundan böyle üçüncü dünya ülkeleriyle, onların ideolojik yaklaşımından ve ekonomik seçiminden bağımsız olarak normal ilişkileri sürdüreceğiz. Yardım kavramı, tüm uluslararası güçleri harekete geçiren doğal afetler ve kıtlıklar için kullanılmalı. Çin, Vietnam, Küba gibi ülkelerle de aynı tür ilişkileri sürdürmeyi öngörüyoruz. Onlar da diğer ülkelerden farklı değiller.” 8

Küba’yı, kapitalist ülkelerle bir tutan Yakovlev, bu ülkeyi ABD emperyalizmine teslim etmek için türlü bahaneler uydurmak konusunda elinden geleni yapıyor. Politbüro ve Bilimler Akademisi üyesi tarih profesörü Yakovlev, kapitalist sistemin dışına çıkabilmek için verdikleri mücadelede milyonlarca ölü vererek kazandıkları zaferle sosyalizmin bayrağını topraklarında dalgalandıran ülkelerin tekrar uluslararası sermayenin egemenliğine girmesi için şimdiye kadar yapılan yardımların kesileceğini açıkça söylüyor. Yakovlev sosyalizme o kadar düşman olmuş ki, bununla da yetinmiyor, SSCB’de insanlara verilen hizmetlerin bedava olmasına karşı çıkıyor, insanları tembel olmakla suçluyor ve herkesin kendi başının çaresine bakmasını istiyor.

“Serbest piyasa ekonomisine geçişe bağlı temel psikolojik kopukluk, ne işsiz kalma saplantısı ne yaşam düzeyinin gerilemesidir; gerçekten çalışmak zorunda kalma kaygısıdır. İnsanlar hiçbir şey yapmayıp, konut, sağlık hizmetleri, bedava kreş, yuva ve parasız eğitim gibi temel ihtiyaçlarının herşeye rağmen kendilerine sağlanmasına alıştılar. Bu durum devletin daima daha fazla hizmet vermesi gerektiği duygusuna dayanan bir hak iddia etme anlayışını körükledi. Bence bu zihniyeti değiştirmek için herkesi kendi sorumluluğunu üstlenmek zorunda kalacağı bir duruma getirmek gerekiyor.” 9

Sovyet toplumunda, sosyalizmin amaçları doğrultusunda, insanların her geçen gün artan ihtiyaçlarını karşılamak için devletten daha fazla hizmet istemeleri, hem de bunların bedava olmasındaki sakıncalarını anlamak mümkün değil. Yakovlev bunu kabul etmek istemiyor. Bu durumun insanları tembelliğe sevkettiğini açıkça dile getiriyor utanmadan. Peki ne istiyor Yakovlev? Kapitalizmde olduğu gibi parası olanların bu hizmetlerden faydalanmalarını istiyor. İnsanların az çalışma isteklerini horluyor. “Çok para kazanın, para herşeydir. Bundan sonra devlet size bu hizmetleri bedava vermeyecektir.” Böylece kapitalist değer yargıları tekrar yaşama girerken, insanın bir metaya dönüşmesi gündeme giriyor. Böylece insanların daha az çalışması, daha rahat yaşaması, daha boş zamana sahip olması tarihin karanlıklarına gömülüyor. Politbüro üyesi Yokavlev, burada kapitalizmin övgüsünü yapacağı yerde, insanın kişiliğini geliştirmesi açısından boş zamanın nasıl kullanılması gerektiği konusunda eleştirilerini ortaya koysaydı onu tarih başka türlü yadederdi. Başka bir deyimle, sosyalist insanın yaratılmasının Sovyet toplumunda ihmal edilmesinin yarattığı bunalımlarının çözümüne harcamalıydı enerjisini Yakovlev, parayı kapitalist toplumlardaki gibi Tanrı haline getireceği yerde.

Artık Türkiye’ye gelmek zamanı. Seneler boyunca, SBKP’sinin her söylediğini papağan gibi tekrar edenler için bu sorunlar hiç önemli değil.

Çünkü, Sovyetler Birliği’ndeki değişime göre hemen kendilerini ayarlayanlar, düne kadar söylediklerini inkar etmek için birbirleriyle yarışıyorlar. Yeni şeyler söylermiş gibi Sovyetler Birliği Bilimler Akademisi’nin tezlerini eski alışkanlıklarıyla tekrarlıyorlar. Tüm bunların sonucunda, asla komünist olmayı bir türlü beceremeyen ama partili olarak yaşamını sürdürmüş olan TBKP Genel Sekreteri Haydar Kutlu, kraldan daha fazla kralcı olarak şöyle söylemekten çekinmiyor:

“Bize göre hastalığın nedenleri doğrudan doğruya marksist teorinin kendi iç çelişkilerinde ve tarihsel aşılmışlıktadır.” 10

Boris Yeltsin, Yakovlev gibi Politbüro üyelerinin dediklerini tekrarlayarak günah çıkartan Haydar Kutlu, kapitalizmi göklere çıkartmak için marksizmin ondokuzuncu yüzyıl ideolojisi olduğunu tekrarlayarak sözde kendinden menkul düşüncelerini ortaya koymaya çalışıyor. Onu şimdilik bir kenara koymak gerekiyor. SBP Genel Başkanı Sadun Aren’in, 2000’e Doğru Dergisi’ndeki söyleşisinde Boris Yeltsin’in çarlığın bayrağına sahip çıkması, dizginsiz bir piyasa savunuculuğuna soyunması, ABD’ye yakınlığı vs. gibi konular hususunda ne düşünüldüğü sorulduğu zaman verdiği kaçamak cevap şöyledir: “Bunları söyleyecek kadar Sovyetler Birliği’ni bilmiyorum. Kitabi olarak başka, ben fiilen pek iyi bilmiyorum.” 11

Ama tarih içinde insanın verdiği her demeç, her yazdığı yazı, her yaptığı hareket onu kovalar. Bunun en iyi örneğini Sadun Aren veriyor. İşte örneği: “Dubçek’in veya şimdi Gorbaçov’un sosyalizmi daha çok çağdaşlaştıran ve adeta demokrasi ile sosyalizmi eşitleyici normlarını onaylıyorum. Bunların başarısı olarak görüyorum. Ve böylece insanlık için çok daha aydınlık bir gelecek çıkacaktır diye düşünüyorum.” 12

Ağustos 1988’de Tempo Dergisi’nde kapitalizme doğru adım adım ilerleyen Gorbaçov’u destekleyen Sadun Aren, 1968 senelerinde Dubçek’in reformlarını eleştiren Benjamin Page’in yazısını Emek Dergisi’ne koymaktan hiç çekinmiyordu. Bu satırların yazarına, Dubçek’in reformlarını uygulamaya koymaya çalışan Oto Şik hakkındaki düşüncelerinin eleştirisini Benjamin Page’de bulabileceğini söyleyen SBP Genel Başkanı Sadun Aren, aradan on yıllar geçtikten sonra 16. İktisatçılar Haftası’nda, 2 Haziran 1991 günü kapitalizme hayranlığını şöyle ifade ediyor:

“Bunu söylememin nedeni şu: Çünkü, bundan sonra çözüm yolları ile önerilerimi anlatmaya çalışırken akıllarda ‘Yahu öyleyse sen bu düzeni esas alıyorsun’ gibi soruyu cevaplamak olacaktır.”

“Evet, bugünkü yapıyı esas alıyoruz; ama onu halkın yararına dönüştürme mücadelesi verilecektir. Partimizin görüşü, çağdaş sosyalizmin görüşü budur. Şimdi bu apolojiyi yaptıktan sonra şunu söylemem lazım gelir: Yine görüşlerim ben bu partinin Genel Başkanıyım; ama partinin ekonomik programı yoktur, henüz yapılmadı.” 13

Ekonomik programının bile ne zaman yapılacağı belli olmayan bir partinin Genel Başkanı olan Sadun Aren son zamanlarda çok moda olan bir görüşü burada tekrar etmekten son derece zevk alıyor: Sosyal demokratlarla sosyalistler arasında görüş farkı kalmadı. Artık her ikisinin de varlık nedeni kapitalist düzeni veri alarak onu daha iyi bir biçimde düzenlemek. Ya da başka bir deyişle kapitalizmin iyi tarafları alınır, kötü tarafları atılır, böylece düzen değişikliği halkın yararına olur. Bu düşünceler sanki yeniymiş gibi yine piyasaya sürülüyor. 1968 Kongresi’nde tüm üyelere Proud-hon’un okunmasının gerektiği konusunda uyarılar yapan M. Ali Aybar’a karşı çıkan, SBP Genel Başkanı Sadun Aren, şimdi bilerek veya bilmeyerek Proudhon’u savunduğunun acaba farkında mı? “Felsefenin Sefaleti” adlı kitabında Marx şöyle diyor:

“Şimdi M. Proudhon’un, Hegel’in diyalektiğini ekonomi politiğe uygularken ne gibi değişikliklere uğrattığını görelim.”

“M. Proudhon’a göre her ekonomik kategorinin biri iyi, biri kötü iki yanı vardır. O bunlara, küçük burjuvanın tarihin büyük adamlarına baktığı gibi bakar: Napoleon büyük adamdı; birçok iyi işler yaptı; birçok kötülük de yaptı.”

“İyi yan ile kötü yan faydaları ve mahzurları birlikte alınınca, M. Proudhon’a göre, her ekonomik kategorinin içindeki çelişmeyi teşkil eder.

“Çözülmesi gereken sorun: Kötü yanı tasfiye ederken iyi yanı alıkoymak.” 14 S. Aren’e de göre, kapitalizm esas alınarak, onun kötü yanlarını halk yararına düzelterek çağdaş sosyalizmin gerekleri yerine getirilir. Ama S. Aren bu çağdaş sosyalizmi uygulamak için gerekli parti yapısını ise şöyle anlatıyor: “…ama bizim partide kimseye tahakküm etmek emir vermek gibi birşey yok artık. Merkeze danışmıyorlar biz de bundan memnun oluyoruz. Bu nereye kadar gider, kimsenin bildiği yok tabii. Belki bir yerden sonra disiplini almak gerekecek, belki de böyle gidecek.” 15

“Bence derin bir marksist bilginin önemi artıyor. Eskiden sosyalistlerin derin bir marksist bilgiye ihtiyaçları yoktu. Düşman belli, dost belli. Amerika var, Sovyetler var…” 16

Aren şöyle devam ediyor:

“Biz burjuvaziyi batacak diye biliyorduk. Batmadılar. Batmamak ne demek? Yararlı birşeyler yapabilmek demek. Üretim güçlerini genişletebiliyorlar. Hastane yapıyor, yol yapıyor tabii kendilerine daha yontarak ama insanlığa da bazı hizmetler yapıyor. Bununla mücadele edeceksin ve iktidarı elinden alacaksın. Bu tabii zor birşey…” 17

Sadun Aren kapitalizmin yenilmezliği karşısında şaşkına düşmüş bir durumda, onun iyi şeyler yaptığını ve bu nedenle de iktidar değişikliğinin neredeyse olanaksız olduğunu açıkça söylemekten çekinmiyor. Ama dahası da var:

“Emperyalizm birşeyler de veriyor, bir sürü de iyilik yapıyor.Geliyor hastane kuruyor yol yapıyor…” 18

Böylece emperyalizmi de aklayan, Sadun Aren partisinin ekonomik programı olmaması nedeniyle sadece kendi görüşlerini açıklayacağım söylediği 16. İktisatçılar Haftası’nda, kapitalizmi düzeltmek için yapılacak olan mücadele içinde lüks malların kısıtlanması konusunda yapılacak işleri şöyle anlatıyor:

“… Türkiye böyle lüks tüketim yapma olanağı bulmamalıdır. Bu gibi mallar içeride üretilmemelidir. Kaçakçılığa filan sebep olabilir tabii bunlar -onları bilerek söylüyorum- bir de ahlâk yaratılmalıdır (a.b.ç.), bunun yanısıra. Yani bunun yanısıra ayıp (a.b.ç.) denmelidir.” 19

Artık işimiz kapitalist düzende ahlaklı bir toplum yaratmaya kaldı. Ve bu da çağdaş sosyalizm adına yapılacak. Tüm sosyalistler de lüks tüketim mallarını kullananlara “ayıp ayıp” diyecekler, onlar da bu malları utanacakları için kullanmayacaklar. Sadun Aren bununla yetinmiyor ve şöyle devam ediyor:

“Yani bu kadar fazla tüketmek, bu kadar lüks tüketmek erdemlilik (a.b.ç.) değildir ve bunu tepeden aşağı kadar toplumda sözü geçen herkesin yapması lazım gelir ve böylece bir erdem yaratılabilir. Yaratılmayacak birşey değildir.”

“Biliyorsunuz Batıda o Hristiyanlığın lüksü kötüleyen görüşleri filan sermaye birikiminin kaynağı falan olmuşlardır. Pekala Türk toplumunda da böyle şeyler yapılabilir.” 20

Artık, cuma günleri Diyanet Başkanlığı’nın hazırladığı lüksü kötüleyen hutbelerin okunması sayesinde sermaye birikimi yapıp sanayileşme doğrultusunda büyük hamleler yapma olanağı bulabilecek Türkiye toplumu. İşte çağdaş sosyalizmin kapitalist düzen içinde yapacağı önemli görevlerden biri daha ortaya çıkıyor. Bu duruma kapitalistler bile gülerler. Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan ne der acaba?

Kendi ifadesine göre, derin marksist bilgilere ihtiyacı olan Sadun Aren, marksizme olan saygınlığına rağmen bu yeni sosyalist düşüncelerle, yüzünü beğenmediği Yeltsin’den bile geri düşüyor. Artık bilinçaltında yatan ve bir türlü itiraf edemediği “marksizm onokuzuncu yüzyılın ideolojisidir” düşüncesini açıklamakla, hem kendisini hem de çağdaş sosyalizme inananları rahatlatacağından hiç şüphemiz yok. Geriye ne kalıyor? TBKP Genel Sekreteri Haydar Kutlu kalıyor. Seneler boyunca yukarıdan gelen perspektiflerle hareket etmeye alışmış, bunun getirdiği rahatlığın yorgunluğunu üzerinden atamamış Genel Sekreter, yaşamı boyunca komünist olmayı bir türlü becerememiş bir partili olarak, dünyadaki değişikliklere kendini uyarlama çabaları içinde Cumhuriyet gazetesinde yaptığı bir söyleşide şöyle diyor:

“Küresel bakış: Eskiden dünyaya kapitalizm ya da sosyalizm açısından bakılırdı ve hangi açıdan bakılırsa sadece o görülürdü. Dünya bir bütün olarak ele alınmadı.” 21

Küresel bakış açısı, sosyalizmin de kapitalizmin de iyi yanlarını, kötü yanlarını ortaya koymaya çalışan tarafsız bir bakış açısı. Böyle bir bakış açısı sözkonusu olabilir mi? Dünyayı Olimpos dağından gözetleyen bir Tanrı’nın bakışı olabilir ancak. Sınıflı toplumlarda yaşayan insanların tarafsız olmalarını beklemek mümkün değildir. Tarafsız görüş bildirdiğini iddia edenler son tahlilde kapitalizmden yana olmak zorundalar. Nitekim sınıf mücadelesinin geçerliliğini yitirdiğini iddia eden Haydar Kutlu da sosyalizmden ümidim kesmiş, “çağdaş sosyalizmden” yana bir tavır alarak, bu düzenin düzeltilmesinden bahsetmeye başlamıştır.

Kapitalizmin düzeltilmesini kültür devrimine bağlayan Genel Sekreter Kutlu bu konuda şöyle söylüyor:

“Küresel bakış açısı ile ele aldığımızda, kültür devriminin sadece sosyalizmin değil, dünyanın sorunu olduğunu görüyoruz. Bir bilimsel-teknolojik devrim yaşanmaktadır ve eğer bu bir kültür devrimi ile tamamlanmazsa dünyamız, insanlık büyük ve yeni acılarla karşı karşıya kalacaktır. Bana son derece ilginç geliyor. İnsanlar işsizliğe yoksulluğa koşmazlar koşmamalıdırlar.” 22

Bilimsel ve teknolojik devrimin yaşanıp yaşanmadığı ayrı bir konu. Ama Haydar Kutlu’nun Bilimsel-Teknolojik Devrimin ne olup olmadığı konusunda aydınlatılması gerektiğine inanıyorum. Çünkü teknolojik ilerlemelerle Teknolojik Devrimi birbirine karıştırıyor. Bunun üzerine yapmakta olduğum bir çalışmayı yakında yayınlamayı planlıyorum. Ama asıl sorun burada kültür sorunu. Genel Sekreter, kapitalizmde kültür sorununun artık çürümeye başladığını görmüyor mu? Burjuvazinin atılımcı olduğu dönemlerde, insanlığa damgasını vuran kültürünün artık yozlaşmaya başladığını görmüyor mu? Ondan insanlığın kurtuluşunu beklemek, hele hele kendini yenileyerek yeni bir devrim aşamasına girmesinden medet ummak, iştigalden başka birşey değildir. Ütopik hayallerle kapitalizm düzeltilemez.

“Toplumla ilgili her düşünce ve teoriyi içine almayan bir bakış biçimine dayanmayan toplumbilim bence yetersiz kalacaktır. Bu nedenle farklı teorileri içine alan bir toplumbilim ile toplumu anlamak mümkün olur diye düşünüyorum.” 23

Her toplumbilim bir sistemden oluşur ve bir bütünlük arzeder. Özünde yanlış da olsa kendi içinde tutarlıdır. Aksi takdirde bir teori olması mümkün değildir. Eğer toplumla ilgili her teoriden bir parça alıp onları karıştırırsak eklektik bir yapı ortaya çıkar ki bu yapı ile toplumu anlamak bir yana, toplumu karıştıran bir hilkat garibesi ile karşı karşıya kalırız. Genel Sekreter böyle bir mevsim salatasına benzeyen bir toplumbiliminin teorisini ortaya atarsa uzay çağının topumbilimcisi olarak tarihe geçeceğine emin olabilir. Kafası bu derece karışık olan Haydar Kutlu birbirleriyle tam ters düşünceleri aynı söyleşi içinde rahatlıkla açıklayabiliyor:

“…Marx’ın düşüncelerini doğru olanlar ve yanlış olanlar diye iki grupta ele almanın anlamlı olmayacağını düşünüyorum. Eğer dünün egemen bilim anlayışında yanlışlar varsa, bunun her alana sıçrayacağı kanısındayım.” 24

Haydar Kutlu, bu söyleyiş içinde ilk defa tutarlı bir cümle söylüyor. Evet, çok doğru. Marx’ın düşüncelerini bir bütünlük içinde ele almak gerekiyor. Marx bir sistem kurmuştur. Bu sistem içinde doğruları, yanlışları birbirinden ayıklamak gibi düşünceler saçma sapan düşüncelerdir. Haydar Kutlu’nun da çok doğru olarak belirttiği gibi eğer yanlış varsa tüm sistemin bundan etkileneceği şüphesiz mantıklı bir görüştür. Ama Genel Sekreter bu doğruyu söyledikten sonra tam tersini savunmaktan da geri kalmıyor:

“Marksist teoride yanlışlar vardı, ama herşey de yanlış değildi.” 25

Buyrun başka bir cenaze namazına. Ama Genel Sekreter Haydar Kutlu’nun söylemek istediği ise;

“Bir tarihsel dönemde geçerli olan kuram ya da düşünceler başka bir tarihsel dönemde kısmen ya da tamamen geçerliliğini yitirir.” 26

Ya da başka bir deyimle “marksizm 19. yüzyılın ideolojisidir.” Haydar Kutlu, marksizmi 19. yüzyılın ideolojisi olarak kabul eden Yeltsin, Yakovlev gibilerle yandaş olarak, onların her dediğini papağan gibi tekrarlayarak eski alışkanlığını sürdürüyor.

“Yaşadığımız çağa kadar tarihin belirleyici mekanizması zor kullanmaktı. Engels ‘tarihin ebesi zordur’ der. Artık barış çağına girdik ve insanlık tarihin değişim mekanizmasını zor kullanma olmaktan çıkardı. Şimdi değişimin mekanizması özgürlük oldu.” 27

Genel Sekreter Haydar Kutlu ilkönce bir varsayımı doğru olarak kabul ediyor. Ondan sonra doğru kabul ettiği bu varsayımın üzerine yeni teoriler geliştiriyor. Madem ki barış çağına girdik, tarihin değişim mekanizması zor kullanmaktan çıkmıştır. Bu nedenle de emperyalizm çağının geride kaldığını rahatlıkla söylemek mümkündür. Hâlâ emperyalist hegemonya kurma istekleri, silahlı çatışmalar olsa dahi. Çünkü bunlar geçicidir, geçiş sürecinin kalıntılarıdır.

“Emperyalizm yokolmadı, örneğin Amerika emperyalist hegemonya peşinde. Ama acaba hâlâ emperyalizm çağında mı yaşıyoruz Eğer artık tarihin ebesi zor (a.b.ç.) kullanmaktır varsayımını geride bıraktığımızı düşünüyorsak emperyalizm çağının da geride kaldığı doğrudur.” 28

Burada emperyalizmin ne olduğu konusunda uzun uzun durmaya gerek yok. Yalnız Haydar Kutlu için bazı ipuçları vermekte yarar var. Amerikan emperyalizmi ZOR’u hiçbir zaman elinden bırakmaz. Haydar Kutlu istese de istemese de, savaş sanayiine dayanan bir ekonominin sonucu olarak “Körfez Krizi” gibi senaryoları dünyada sık sık sahneye koymak ZORUNDADIR, ABD: Sivil ekonomisinin son derece kötü olmasına rağmen ayakta kalabilmek için tüm kapitalist sisteme, yaşamını sürdürebilmesini sağlayan gerekli parayı ödettiren ABD, bunun bedeli olarak dünyanın jandarmalığını üstleniyor. Nitekim, dünyadaki son değişikliklerden sonra gündeme giren NATO’nun lağvedilmesi, Avrupa ordusunun kurulması gibi kapitalist sistemin bünyesindeki değişiklik isteklerine şiddetle karşı çıkarak dediklerini ZORLA kabul ettiriyor. Bu nedenle, ütopik düşüncelerle, barış hayalleriyle, emperyalizm çağının sona erdiğini söylemenin hiçbir anlamı yoktur. Haydar Kutlu kabul ettiği varsayımlardan hareket ederek, Bilimsel ve Teknolojik Devrim’le birlikte üçüncü sanayi devrimini yaşayan kapitalizmin artı-değeri yavaş yavaş ortadan kaldırdığını ifade edebiliyor.

“Artık üretim güçleri ile üretim ilişkileri çelişkisinden kaynaklanan ve çelişkiyi çözecek olan bir devrim öngörmesek bile ahlâki açıdan (a.b.ç.) sömürüye karşı çıkmak gerekiyor. Çünkü hâlâ artı-değere el konuluyor, dünya ölçeğinde Güney-Kuzey ayrımı devam ediyor.” 29

Ahlaki açıdan kapitalistlere karşı çıkacaksak, Sadun Aren’in tavsiye ettiği gibi “ayıp” demeliyiz ki onlar da sömürüden vazgeçsinler, ya da çok kısa bir zaman sürecinde Bilimsel ve Teknolojik Devrimi hızlandırıp, tüm dünyayı içinde artı-değer bulunmayan metalarla doldursunlar.

Sonuçta, Haydar Kutlu bu mükemmel varsayımlar dizisini şöyle sürdürüyor; artı-değer yoksa, sınıf mücadelesi de yoktur; sınıf mücadelesi yoksa iktidar mücadelesi de yoktur. Bu nedenle de kapitalizm sürekli olarak kendini varedecektir. Bunun için geriye sadece gelir dağılımının düzeltilmesi sorunu kalıyor. Gelir dağılımının düzeltilmesi ise ancak demokrasinin genişletilmesiyle mümkündür. Haydar Kutlu, sınıfsal bir nitelik taşımadığını iddia ettiği demokrasinin nasıl gerçekleşeceğini ise şöyle anlatıyor:

“Sınıf mücadelesi varlığını hâlâ sürdürüyor, ama çözüm sınıf mücadelesinde bir sınıfın diğerini yönetmesi ile sağlanmıyor. Ben, yeni demokrasinin her sınıftan çağdaşlaşmış insanlar (a.b.ç.) eliyle gerçekleştirileceğine inanıyorum. Bu çok köklü ve kapsamlı bir demokrasi anlayışıdır.” 30

Nedir bu çağdaşlaşma? Kimdir bu çağdaşlaşmış insanlar? Bu çağdaşlaşmış insanlar demokrasiyi nasıl gerçekleştirecekler? Yoksa kültür devrimi ile ortaya çıkan yeni insanüstüler mi biraraya gelerek Bilimsel ve Teknolojik Devrim’in getirdiği ortamda bizim anlamamız mümkün olmayan yeni bir demokrasiyi mi kuracaklardır? Bu demokraside ahlaki açıdan son derece gelişmiş insan türleri karşılıklı anlayış içinde mi gelir dağılımını çözeceklerdir? Bilim kurgu romanları yazabilecek nitelikte gözüken Haydar Kutlu, konuşmanın son bölümünde ,TV için daha önce yapılan bir söyleşide, ekonominin dışa açılması yönünde uygulamada değil ama ilkede ANAP ile bir yakınlığı olduğunu söylediğini ama bunun çarpıtıldığını iddia ediyor:

“Daha sonra ekonominin dışa açılması yönünde uygulamada değil ama ilkede ANAP ile bir yakınlığımız olduğunu söylemiştim. Yani bu bir ilke sorunu idi ve ANAP’in dışa açılma ile ilgili uygulamaları da bence kesinlikle katılınmayacak yanlış girişimlerdi. Ayrıca çok açık ANAP, bana göre bir 12 Eylül partisiydi ve onu yakın bulmam sözkonusu değildi.” 31

Haydar Kutlu ya ekonomi bilmiyor ya da demogoji yapıyor. Dışa açılmanın nasıl olacağını açıklayamadığı için -hayallerinin nasıl gerçekleşeceği konusunda hiçbir şey söylemediğinden- 24 Ocak Kararları’nı eleştirmesinin hiçbir anlamı yok. Dışa açılmayı kabul ettikten sonra, kapitalizmin çerçevesinde, 24 Ocak Kararları ekonomik açıdan, 12 Eylül’ü uygulama açısından Haydar Kutlu niçin kabul etmiyor anlamak mümkün değil. Kapitalist sistemin Türkiye’ye verdiği bir görev var. Bu görevi yerine getirmek demek, Türkiye’yi dünya ekonomisiyle bütünleştirmekten geçiyor. Bir yandan da düşen kâr oranları nedeniyle bu bütünleşmeye çanak tutan Türkiye burjuvazisi var. 27 Mayıs’ı hatırlamakta yarar var. İthal ikamesini isteyen Türkiye burjuvazisi bir yandan, dünya ekonomisinin empoze ettiği planlama bir yandan Türkiye’yi 27 Mayıs’a götürüyor. Türkiye sosyalist hareketi 27 Mayıs’ı göklere çıkarıyor. Ama 12 Eylül’e Haydar Kutlu karşı çıkıyor. 27 Mayıs’la 12 Eylül arasında ne fark var, dünya ekonomisinin isteklerinin yerine getirilmesi açısından. Hiçbir fark yok. Tarihin derinliklerinden gelen bu aşamaları burada yazmakta yarar var. 1876, 1908, 1923, 1950, 1960, 1971, 1980 dönemlerinin farkım söyleyecek kişinin kapitalist sistemi hiç anlamadığını rahatlıkla ortaya koymak mümkün. Burada daha derinliğe inmek ise mümkün değil. Haydar Kutlu, 12 Eylül’de dışa açılmak için, içeride işçi ücretlerini düşürmek, tüketimi kısmak, enflasyonu körüklemek Türk parasının değerini düşürmek gibi alınan tedbirlerin uygulanması için 12 Eylül’ün aldığı tedbirlere, insanlık açısından karşı çıkıyor. Bu ne perhiz, ne lahana turşusu. Hem kapitalist dünyada kalıp, hem kapitalizmin getirdiklerini reddetmek, Proudhon gibi küçük burjuvalara mahsustur. Haydar Kutlu, ise seneler boyunca Türkiye dışında yaşamasına rağmen, bırakın sosyalizmi, kapitalizmi bile öğrenememiş. Nitekim 1980’den sonra kapitalizmin erdemlerini biraz öğrenince sosyalizmden vazgeçen Haydar Kutlu 12 Eylül’e karşı çıkmasının nedenlerini şöyle açıklıyor:

“24 Ocak Kararları’na ve uygulanan politikalara gelince, bunlara karşıyım. Özellikle bu kararların uygulama (a.b.ç.) biçimine karşıyım. Eğer kemer sıkılacaksa bütün toplum kemer sıkmalıdır. Ama 24 Ocak Kararları, 12 Eylül sermaye için bir cennet olmuştur.. Şimdi sermaye o cennetin, o olağanüstü kârların sıkıntısını yaşamaya başlamıştır, çünkü gerekli teknolojik atılım için tembel davranmıştır.” 32

Ah, gerekli teknolojik atılım için burjuvazi tembel davranmayıp olağanüstü bir gayret gösterseydi, burjuvazi çok rahat edecekti. Böylece burjuvaziye akıl öğreten, onun sıkıntılara girmesinden dolayı üzüntü duyan Haydar Kutlu tüm toplumun kemer sıkmasını öğütlüyor, emekçi kitlelerin kemer sıkması yerine. İşte dışa açılmanın faturasını emekçi kitlelere ödeten burjuvazinin yeni akıl hocası olan TBKP GENEL SEKRETERİ marksist ideolojiyi reddeden diğerleriyle nasıl da benzeşiyor.

Dipnotlar

  1. Boris Yeltsin, “Bu Gidişe Karşıyım”, Altın Kitaplar, s. 54.
  2. a.g.e., s. 235.
  3. a.g.e., s. 245.
  4. Vasili Rafailides, “EONOE”, aktaran Cumhuriyet gazetesi
  5. Aleksandr Yakoviev, “Sovyetler Birliği’nde ne yapmak istiyoruz?”, Afa Yayınları, s. 66.
  6. a.g.e., s. 66.
  7. a.g.e, s. 62.
  8. a.g.e., s. 83.
  9. a.g.e., s. 65 – 66.
  10. Haydar Kutlu, “Yeni Açılım Dergisi”, Mayıs 1989, s. 13.
  11. Sadun Aren, 2000’e Doğru Dergisi, Eylül 1991.
  12. Sadun Aren, Tempo Dergisi, sayı 38, 21/27 Ağustos 1988, s. 15.
  13. Sadun Aren, İktisat Dergisi, sayı 315-318, Haziran – Eylül 1991, s. 55.
  14. Marx, “Felsefenin Sefaleti”, Sol Yayınları, s. 123 – 124.
  15. Sadun Aren, 2000’e Doğru Dergisi, Eylül 1991.
  16. a.g.e.
  17. a.g.e.
  18. a.g.e.
  19. Sadun Aren, İktisat Dergisi, sayı 315 – 318, Haziran – Eylül 1991, s. 56.
  20. a.g.e., s. 56.
  21. Haydar Kutlu ile Cumhuriyet Gazetesi’nde yapılan bir söyleşi
  22. a.g.e.
  23. a.g.e.
  24. a.g.e.
  25. a.g.e.
  26. a.g.e.
  27. a.g.e.
  28. a.g.e.
  29. a.g.e.
  30. a.g.e.
  31. a.g.e.
  32. a.g.e.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×