Tek Kutuplu Dünya Dengesini Koruyabilecek mi?

Yeniden şekillenmeye başlayan dünyamızda kapitalizm, iktidar koltuğuna oturmuş bulunuyor. Ancak bu iktidar dikensiz gül bahçesi değil. Tek kutuplu dünya henüz bir denge konumuna ulaşmış olmaktan uzak. Son aylarda yaşanan sorunlar da bunu göstergesi.

Sermayenin dünya çapında egemenliğini perçinlemesinin önünde duran en büyük engel olan sosyalist sistem ortadan kalkarken, emperyalist kapitalist sistemin çözmesi gereken sorunlar listesi oldukça kabarık. Yeni dünya düzeninde kapitalist ülkelerin hangisinin nasıl bir paya sahip olacağı bugünkü çekişmelerin ana eksenini oluşturuyor. Sistemler arası çelişkiye göre konumlanan NATO gibi yapılanmaların yeni misyonunun ne olacağından, yeni dünya düzeninin Ortadoğu’ya taşınmasına, eski sosyalist ülkelerin kapitalistleşmesine uzanan bir dolu konuda politika saptamak, emperyalizmin birçok kritik dönemeçten aynı anda geçmesi gerektiği anlamına geliyor. Şu an atılacak olan adımların ileride güç dengelerini değiştirebilecek öneme sahip olmaları sorunların kolaylıkla çözülmesinin önünde bir engel oluşturuyor.

Kuşkusuz bugün uluslararası politik alanda ABD hala bir üstbelirleyen rolüne sahip. Yakın dönemde diğer ülkeler arasındaki güç dengelerinde bir değişme olsa bile ABD’nin önderliği konusunda büyük bir değişiklik olmayacak gibi gözüküyor. Ancak bu önderliğin ne derece güçlü olacağı tartışmalı.

Dünya sermayesinin büyük bir bölümünü kontrol altında bulunduran ABD’nin iç ekonomisinde yaşadığı sorunlar hala aşılabilmiş değil. Reel büyüme hızının neredeyse sıfır olduğu, işsizliğin sürekli arttığı bu tüketim toplumunda tüketici harcamaları ise sürekli geriliyor. Bütçe açığı rekor düzeylerde dolaşmaya devam ederken, gelir dağılımındaki eşitsizlikler de derinleşiyor.

Emperyalist sistemin bekçiliği rolü ABD için kendi iç sorunlarını çözmenin ya da ertelemenin araçların en önemlilerinden biri. Ancak bugün, daha farklı bir görüntü sözkonusu: kendi iç sorunları pahasına emperyalist sistemin bekçiliğini yürütme. Önümüzdeki dönemde gündeminin, hegemonyasını elden yitirmeden soluklanma fırsatı arayışıyla belirleneceğini söylemek mümkün. ABD’nin doğrudan belirleyiciliğinde atılan adımlara baktığımızda bu sürecin iki yönünü görebiliyoruz. Örneğin, bir yandan Pasifik’teki üslerini kapatıp, askerlerini geri çekerken, Japonya’ya bu boşluğu doldurmasının hoşgörülmenin ötesinde bir zorunluluk olduğu hatırlatılıyor. Aynı şekilde, NATO üyesi ülkelerin, yeni dünya düzeninde militarizminden hiç de arınmayacak olan bu kuruma daha çok mali – askeri katkıda bulunmaları gerektiği vurgusu yapılıyor. Ancak, ABD bunun bir devir-teslimden çok yük dağılımı olduğunun sinyallerini de veriyor. Ne askeri alanda canalıcı teknolojilerin geliştirilmesinden vazgeçiliyor, ne de “küçültülmüş” haliyle bile vuruculuğundan çok da birşey eksilmeyen bir ordusundan.

Reel sosyalizm sonrası ülkeler

Uygulanan ekonomi politikaları açısından bakıldığında reel sosyalizm sonrası ülkeler kapitalistleşme sürecinde hızla yol alırken süreç, artık geri dönüşü zor bir noktaya gelmiş bulunuyor. Ekonomik plandaki genel eğilimin yönüne rağmen, bu ülkelere kapitalist sıfatının eklenebilmesi için kapitalizm açısından doldurulması gereken boşluklar oldukça fazla. Bunlardan en önemlisi de ideoloji alanındaki boşluk. Kapitalizmin insanlar arasında yarattığı eşitsizliği doğal gösterecek ideolojik arka planın yokluğunda, bu insanlara aşılanmaya çalışılan “tüketim ideolojisi” ile yaşanan pratik arasında varolan uyumsuzluk büyük sorunlar doğuruyor.

Kapitalizmin kendilerine sunacağı “nimetler”in beklentisi içerisinde olan bu kişiler, bugün toplumun yalnızca sınırlı bir kesiminin bu “nimetler”den faydalanabildiğinden şikayet etmeye başlamışlardır. Kapitalizmi sınırsız özgürlük ve Batılı toplumların yaşam standardı ile özdeş tutan bu kişilerin düşüncelerindeki kavramlar kapitalizm sözlüğünde çok daha farklı karşılıklar taşımaktadır. Bu sözlükte, özgürlük kavramının emek gücünü serbestçe satma özgürlüğü olduğunu, siyasi anlamda kendisi için tehlikeli olan bütün düşüncelerin çizilen özgürlük sınırının dışında kaldığını, eşitlik kavramının başkalarını sömürmeyi becerebilen herkese köşe dönme şansının tanınması olduğunu, yüksek yaşam standartının, kapitalistlerin üretiminden yüksek kar sağladıkları malları bilinçsizce tüketen bir toplum olma anlamına geldiğini, insan haklarının çifte standardizasyon ile eşanlamlı olduğunu farketmeleri uzun sürmeyecek gibi gözüküyor.

Ancak bunların farkına varılmasının, sosyalist ideallerin tekrar yeşermesi için yeterli olup olmayacağı ayrı bir soru.

Kapitalizmin yavaş yavaş tanımaya başladıkları gerçek yüzünden şaşkınlığa uğrayanlar, sadece sıradan insanlar değil. Bunlar arasında, bu sistemi getirmek için verilen mücadelede önderlik yapmış olan Walesa da var. Walesa Le Monde muhabiriyle yaptığı bir röportajda “AT’nun yaklaşımı için ne düşünüyorsunuz” sorusuna “Avrupa bize tipik kapitalist felsefe ile yaklaştı çok, saftık ve bütün sloganlarına inandık. Ancak şimdi Batı dahil herkes verdiği sözleri tutmak ve faturayı ödemek zorunda” cevabını veriyor. Doğrusu, batılı ülkelerin pervasızca davranma rahatlığına kavuştukları bir dönemde neden verdikleri sözleri yerine getirme zorunda oldukları sorusu geliyor insanın aklına. Walesa’nın neden böyle düşündüğü “artık kapitalist değil misiniz?” sorusuna verdiği cevapta açığa çıkıyor: “Hala öyleyim, ama artık uzun vadeli düşünen ve kurnaz bir kapitalistim.” Anlaşılan kapitalizmin “nimetlerinden” faydalanabilmek için kapitalist olmanın yetmediğini aynı zamanda kurnaz bir kapitalist olmak gerektiğini yeni öğreniyor.

Seçimsiz seçimler

Sosyalizmin çözülüşü sonrasında Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yapılan seçimler yeni dönemde açığa çıkan bir takım eğilimleri değerlendirmek açısından önemli. Aslında her ülkenin kendi iç yapısıyla bağlantılı olarak değerlendirebilmenin mümkün olduğu seçim sonuçları, tüm ülkeleri etkisi altında bırakan dalgayla birlikte bazı ortak özellikler içeriyor. Bu ortak özelliklerden biri “sol” oyların çok fazla gerilemiş, buna karşın aşırı sağ oyların geçmiş dönemlere oranla bir hayli artmış olması. Bir diğer nokta da seçimlere olan ilginin çok düşük düzeyde kalması. Tabi seçime katılmamanın bedelinin zorla ödetildiği Türkiye için böyle bir değerlendirme yapmak mümkün değil.

Seçimlere katılımın çok düşük düzeyde olması burjuva partileri arasındaki renklerin yokolmasının bir sonucu. Aralarındaki farklılıkların artık belirsizleşmiş olduğu bu partiler arasında yapılacak bir tercih, insanların pek ilgisini çekmiyor. Düzenin politikalarına karşı ilgisizleşmiş bir kesim, sosyalist bir çekim merkezinin varlığında burjuvazi için büyük bir tehlike anlamına gelebilir. Sosyalizmin uğradığı prestij kaybı düşünülürse bugün için böyle bir tehlikeden sözetmek mümkün değil. Ancak bu ilgisizliğin ortadan kalkmadığı durumda ileride sorun yaratabilecek bir potansiyel taşıdığıda bir gerçek.

Aşırı sağ oylardaki artış ise, basında hükümetlerin büyük bir kaygı duyduğu bir sorun olarak yansıtılıyor. Bu sadece madalyonun bir yüzü, diğer yüzde görüntü çok daha farklı. Aşırı sağ, iktidara aday olma gücünden uzak olduğu sürece hükümetler için bir sorun teşkil etmekten çok, birçok sorunun önünü kesen bir işleve sahip. İşsiz sayısının yakın döneme göre büyük artış gösterdiği Avrupa ve ABD’de aşırı sağ partiler bu kesimin öfkesini dışa vurabileceği bir alanı oluşturuyor. Aşırı sağ partilerin denetim altında tutulması bir anlamda işsiz kesimin denetim altında tutulabilmesini de kolaylaştırıyor. Aynı zamanda işsiz kesimin talepleri ırkçılık düşüncesine bulanmış haliyle diğer insanlar için desteklenebilir olma özelliğini yitiriyor. Uzakdoğu’dan ve eski sosyalist ülkelerden gelişmiş kapitalist ülkelere olan büyük göç dalgası bu ülkeler için büyük sorun teşkil ederken, ırkçı partilerin gözyumulan saldırganlığı da bu göçün önüne geçilmesinde bir araç olarak kullanılıyor.

Doğuda barış havarileri

Son dönemde basında Ortadoğu’yla ilgili olarak en çok sözü geçen konu “barış” konferansı oldu. Daha ilk günlerinden itibaren gündemi en fazla dolduran hususlardan biri, bir sonraki toplantının nerede yapılacağı olan konferans burjuva basında hakettiğinden daha fazla yer aldı. Bu haliyle yeni bir gelişme niteliği taşımayan konferans daha çok ABD’nin yeni düzen ile ilgili önerilerine Ortadoğu ülkelerini ısındırma turu niteliğini taşıyordu. Ortadoğu’da “barışın” sağlanması için çözülmesi gereken sorunların önem sırası ABD’nin Ortadoğu’da kurmayı planladığı yeni düzene göre belirlendiğinden, Ortadoğu’nun tek sorunu İsrail-Filistin sorunu olarak gösterildi. Sonuçta “Ortadoğu Barışı” ile ilgili bu konferans da başından salt İsrail-Filistin meselesinin görüşüleceği bir toplantı niteliğine büründü. Yine aynı nedenle, Kürt sorunu bu toplantının gündemine alınmadı bile.

Kürtlerle ilgili olarak kimi zaman kraldan daha kralcı bir yaklaşım sergileyen ABD, kimi zaman da bu sorunu görmezden gelebiliyor. Aslında ABD için Kürtler, bu ulusun üzerinde yaşadığı ülkelerin yönetimlerine karşı istendiğinde kullanabilecek bir koz olmadan öte bir anlam taşımıyor. ABD’nin Kürt gruplarına el altından yaptığı yardımlar da böyle bir kozu canlı tutmaya yönelik. Tabi bu durum sosyalist eğilimler taşıyan Kürt gruplarının önüne engeller koymayı da sağlıyor. Böylesine bir bölünmüşlük de ABD’nin Kürtler üzerindeki denetimini çok daha kolaylaştırıyor.

ABD’nin pragmatist yaklaşımı nedeniyle geçmiş döneme göre çok farklı yaklaşımlar getirdiği konulara birçok örnek bulmak mümkün. Ortadoğu’da tek ata oynamama ilkesiyle birlikte düne kadar siyonizmin dünya üzerinde en büyük destekçisi olan ABD, bugün İsrail’in tarafsızlığından şikayet ettiği bir ülke konumuna yükselebiliyor. Bir diğer örnek de Saddam Hüseyin’e karşı alınan tavır konusundaki değişiklik. Bir dönem Saddam Hüseyin, dünyayı her an büyük bir felakete sürükleyebilecek dengesiz bir kişilik olarak lanse edilip, bu düşünce kamuoyunda büyük destek bulmuşken bugün yaratılan bu imajın üstüne bir sünger çekilmiş gibi gözüküyor. Bu dönemde de Saddam’ın varlığı ABD için büyük bir işleve sahip. Geçmiş dönemde yaşanan olaylar ve bu olayların Saddam Hüseyin’in ismi ile birlikte hatırlanması Irak yönetiminin ülkesindeki Kürtlerin desteğini almasını zorlaştırıyor. Aynı şeyi komşu ülkelerle gidilecek bir işbirliği için de söylemek mümkün. Saddam’ın varlığı İran’ın Irak ile işbirliğine gitme olasılığının önünde bir engel oluşturuyor. Her yandan kuşatılmış Saddam’ın başkanlığındaki bir yönetim ise, ABD’nin Irak’a dayattığı politikaları daha kolay kabul ettirebilmesi anlamına geliyor.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×