Sendikalar Sınıf Mücadelesinde Ne İşe Yarar?

Türkiye kapitalizminin yaşadığı kriz ve sermayenin emekçi sınıflara yönelik tam boy ve vahşi saldırı politikası ile emekçi kitlelerin bu saldırılara verdikleri tepkinin düzeyi arasındaki çelişki, Türkiye solu için birinci gündem maddesi olmalıdır. Gerek poitik mücadelenin araç ve hedeflerinin saptanması, gerek teorik katkı ve arayışların siyasal mücadelenin gereksinimlerine endekslenmesi, gerek ideolojik mücadelede vurucu söylem ve araçlar geliştirilebilmesi için…

Türkiye solunun bu çelişkili durum karşısında, politik bir sıçrama için yeni bir üretime ihtiyacı var. Bu gündemin kısa sürede hakkının verilmesi gerekiyor, çünkü Türkiye kapitalizminin krizi işçi sınıfı ve sosyalist harekete güncel olanaklar vaadetmeyi sürdürüyor.

Söz konusu üretimin önemli bir boyutu, bizzat siyasi mücadelenin konusudur. Teorik üretimin amacı ve dolaysız sonucu sosyalist siyasal mücadelenin yeni kazanımlara taşınması ise, bunun somut propaganda ve örgütlenme araçları, bir teorik üretimin çerçevesi ile sınırlanamaz.

Ve Türkiye sosyalist hareketi, zaten bu sürecin içindedir.

Siyasal mücadele, genel ya da konjonktürel duruma özgü saptamalar, öngörüler, sezgiler üzerinden, bunlara dayanarak geliştirilen siyasal araçlar üzerinden yapılır. Türkiye’de sadece Sosyalist İktidar Partisi değil, değişik sol kesimler de bu çabanın içindeler. Bu yazı, mevcut siyasal akışın gündemi, arayışları, denemeleri, kısaca bir somut veri birikiminin üzerine gelmektedir ve ancak bu akışın içinden gelecek katkılarla birleştiğinde taşıdığı anlam “teorik” olmanın ötesine geçecek, “siyasallaşacaktır”.

Türkiye’de ve her yerde işçi sınıfının ve diğer emekçi kesimlerin sendikal anlamda örgütlü kesimlerinin, örgütsüz kesimlere göre bir avantaj taşıdıkları varsayılır. Bu ilk elde doğru bir varsayımdır, ve üzerine inşa edilen beklenti de sermayenin saldırılarına karşı anlamlı tepkilerin bu “örgütlü” kesimlerden geleceği yönündedir. Bugün Türkiye’de söz konusu kesimlerin böyle bir ayırt edilir performansı kesinlikle yoktur. Türkiye’de emekçilerin bol bol izlediği, inandığı tüm basım-yayım araçları eliyle çağrısı yapılan, görünürde üç konfederasyonun ortaklaşa etkinliği ile muazzam bir kitleyi birleştiren bir genel eylem ya da genel grev yaşandı… Açıkçası emekçi sınıfların fazla umurlarında olmadı.

Türkiye’de sosyalist hareketin bugün yaşanan kriz konjonktüründe çok daha hızlı bir kitlesel gelişme şansı yakalamaması, emekçi kitlelerin süratle radikalleşmemeleri ilk bakışta çok şaşırtıcıdır. Burjuvazinin “toplumsal patlama” bekleyen gözlemcileri de şaşırmıştır bu duruma. Marksistlere düşen ise durumu kavramak ve çıkış yollarını saptamak olacaktır. Komünistlerin güncel görevi burjuva gözlemcilerin patlama beklentilerini haklı çıkartmak için ellerinden gelen tüm katkıyı koymaktır.

Bugünkü kriz ortamında emekçi sınıfların gerçekten anlamlı, krizin ağırlığıyla belirli ölçülerde paralellik arzeden bir hareketliliğe girmedikleri nettir. 5 Nisan’dan Eylül ayına kadar en önemlisi Gebze Belediye işçilerininki olmak üzere kimi kısmi işgal, direniş, grev, uyarı eylemleri olmuş, ancak bunlar yaygınlık kazanmamıştır. Üç konfederasyonun ortak genel eylemleri ise tencerenin buharının küçük bir aralamayla kaçırılması için yapılmıştır. Kısa süre önce bastırılan Aras kargo direnişi dışında ses getiren eylemlilik bulunmamaktadır. Temmuz sonunda İstanbul Kadıköy’de yapılan “Uyarı” mitingi ise kitle hareketinin değil, devrimcilerin kararlılığının göstergesidir. Kamu emekçilerinin sendikal hareketi atalet içindedir ve kapıda son yılların bu radikal hareketliliğini teslim almak için hazırlanmış yeni yasa projesi vardır. Bu arada DİSK 9. Kongresi alışıldık cansızlığın ötesinde devrimcilerin midelerinin kaldırması olanaksız bir havada yapıldı, bitti…

Bu olgu karşısında, marksistler, birincisi, sınıfı eleştirmek durumunda değillerdir; çünkü sınıf bugün için Marksistler karşısında, devrimci müdahalelerin çok sınırlı düzeyde olması nedeniyle, tam anlamıyla bir maddi nesnelliktir. Nesnel durum, Marksistler için kızılacak bir şey değil, değiştirilecek, işlenecek bir veriler yığınıdır.

İkincisi, Türkiye burjuvazisi işçi sınıfı üzerindeki hegemonyasını sendika bürokrasisi aracılığıyla kurmaktadır. Krize yönelik tepkilerin cılızlığı, sendika bürokrasisinin karnesine geçer not olarak yazılmaktadır. Sendika bürokrasisinin etkinliği kırılmadıkça işçi sınıfından fazla birşey beklenmemelidir.

Üç; bugün sosyalist hareket, işçi sınıfı ve sendikaların sınıf mücadeleleri içindeki yerlerine ilişkin sahip olduğu bazı yargıları otopsi masasına yatırmak durumundadır.

Bu çalışmada tüm bu öğelere değiniyorum. Bunun için zorunlu olarak konuya ilişkin kimi tarihsel deneyim ve Marksist değerlendirmeleri hatırlatmak da gerekli. Hepsini birden yapmaya kalkışmanın maliyeti olarak da elinizde kimi alt başlıklara yalnızca “değinen” bir çalışma ulaşıyor…

SENDİKALAR HANGİ SINIFA AİT?

Son noktadan devam edeceğim. Türkiye solunda kimi genel doğru sanılan yargılar vardır: “Sendikal örgütlenme sınıf bilincinin zorunlu uğrağıdır”, “işçi sınıfı önce sendikalarda örgütlenmelidir ki, daha sonra politize olsun”, “sosyalist bilinci sınıfa dışarıdan taşımanın en iyi kanalı sendikalar ve ekonomik mücadelenin sunduğu ortamdır”… Alıntı yapmıyorum, ama formülasyonları benim yazıyor olmam eleştireceğim yaklaşımları vulgarize etmiyor; tam tersine…

İşçi sınıfı mücadelelerinin en başına dönelim. Geçen yüzyılın başlarına… Hareketin doğum yeri Britanya adalarında 19. yüzyılın başlarında giderek kitleselleşen sendikalar, ya da işçi dernekleri/birlikleri başlangıçta yasadışıdır. Yasadışılık konumu, mücadelenin etkinliği azaltan bir faktör değildir. Örneğin illegal işçi sendikaları 1812’de Glasgow ve çevresinde tüm dokuma işçilerinin grevini örgütleyebilmiştir. 1818’de İskoçya’nın bütününde kömür işçilerinin genel grevi yaşanır.

İngiltere’de işçi birlikleri “üyelerini sadakat ve gizlilik yeminleriyle kendilerine bağlıyor, eksiksiz üye defterleri tutuyor, fon biriktiriyor ve düzenli mali raporlarla çalışıyordu”1 İllegalite belirli ölçülerde kurumsallaşmanın önünde engel oluşturmuştur, ama Engels’in anlatımına göre kurumsallık düzeyinin tarihsel olarak en ileri örgütlülük anlamı taşıdığı da rahatlıkla söylenebilir. Bunun dışında illegalite ne kitleselliğin, ne de toplumsal etkilerinin önünde bir engel olmadı. “Üyeler, çoğunluğun kararlarına uymaya yeminliydiler. Bütün grevler, kimliği sendika üyelerinin çoğu tarafından da bilinmeyen bir gizli komite tarafından denetlenmekteydi. Bu komite aynı zamanda sendikanın mali kaynakları üzerinde de sınırsız yetkiye sahipti.”2 Grev eyleminin kendisi de yasadışı, ama gizli işçi sendikaları yalnızca grev örgütlemiyor, grev kırıcıların ve acımasız patronların, sabotaj ve cinayet biçimlerine sık sık başvurularak cezalandırılması da faaliyet kapsamında. Sendikal örgütlerin bir yasal hak haline gelmelerinin tarihi ise 1824’tür. 1840’ların Çartizmi sendikal örgütlerin üzerinde  yükselen ama politik taleplerin içerildiği bir “Chart”tan adını alan, basbayağı politik bir harekettir. Ana fikri genel oy hakkı olan Chart, önünde sonunda bugünün siyasal terminolojisi içinde parlamentarist ve burjuva demokrat bir belgedir. Bu, o kadar önemli değil. Çartistler 1853-54 grev dalgasının üzerine işçi sınıfının siyasal iktidarını düşleyecek denli de burjuva demokrasisi ve parlamentarizmden kopuş sinyalleri vermişlerdir: 1854 Mart’ında Manchester’da düzenlenen geniş toplantının adı “İşçi Meclisi”dir3 .

İngiliz işçi hareketi bugün tarihi en eski olan örgütlü sınıf hareketidir. Bu ülkenin tarihinde sendika hareketi, ilk kez kitlesel direnişleri örgütlemiştir; ilk kez herşeyi göze alan mücadele biçimleri sınıf tarafından benimsenmiş, işçi hareketinin kendiliğinden mücadele yoluyla bir sınıf mücadelesine ve siyasal mücadeleye girmesi İngiltere’de görülmüş, sendikal örgütlenme sonrasında kendisini bir siyasi parti olarak örgütlemiştir.

Ama İngiltere’nin tarihinde işçi hareketinin mücadelesi 1840’ların Çartizmi dışında, kitleselleşme ile devrimci siyasi programı birleştirebilmiş değildir.

Çartist hareketin gerilemesinden sonra, bir dönem l.Enternasyonal’in etkileri hissedilir, işçi birliklerini konfederasyon haline getiren Trade-Union Confederation 1868’de kurulur. TUC’yi izleyen İşçi Partisi süreci ise İngiltere’de proletaryanın burjuvazi tarafından parçalanması ve teslim alınmasından başka birşey değildir.

Britanya proletaryasının nicel gelişimi ile sendikal örgütlülüğü arasında bir mesafe vardır. Bu mesafe, geçen yüzyılın sonlarında açılmıştır. Oranların kendisinden daha önemli olan, Marx ve Engels’in deyimiyle işçi sınıfının “burjuvalaşması”, aristokrat bir bölmesinin öne çıkmasıdır. Parçalanma esas olarak budur; öne çıkan işçi aristokrasisi artık sendikal önderlikle özdeşleşmiş, sınıf hareketinin içinde burjuva hegemonyasının taşıyıcısı olarak misyon üstlenmiştir. Bu durumun kendisi emekçi kitlelerin sendikal örgütlülükten uzaklaşmaları, bu yapıya karşı duyarsızlaşmalarını da getirmiştir. Ancak uzaklaşan ve duyarsızlaşan kesimlerin ayrı bir girişim oluşturmaları sözkonusu olmamıştır. İngiltere’de fizik olarak aynı unsurlarda somutlaşan işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisi sınıfın bütününü, sendikasızları da kapsayarak kapitalist boyunduruğa bağımlılaştırmıştır. 1892 yılında “ticaret ve sanayide istihdam edilen 14 milyon kişinin yalnızca 1.5 milyonu bir sendikaya bağlıdır,  ve bunların TUC’ye üye olanları bir milyondan azdır… Ancak 1906’da TUC üye sayısı iki milyonu aştı”4 .

İşçi Partisi, bilinen siyasi partiler gibi kendi örgütlerini oluşturarak örgütlenmiyordu. Parti konfederasyona üye sendikalar üzerinden tanımlanmıştı. Marksistler İşçi Partisi’ne varan gelişim sürecini, aristokratlaşma ve burjuvalaşma kavramlarıyla karşıladılar. “Trade-unionism” Lenin’in sisteminde belirli bir sendika türü ya da deneyimini anlatmanın ötesinde, “işçi sınıfının burjuvazi tarafından esirleştirilmesi” işlevini gören kendiliğindenci sapmayı ifade etmek üzere kullanıldı.

Yukarıda yeniden değerlendirilmesi gerektiğini söylediğim sendikalara ilişkin solcu yargılardan biri, “sendikaların dışarıdan bilinç taşınması için en elverişli kanal olduğu” biçimindeydi. İngiliz deneyimi bu yargıyı kesinkes yalanlar. İngiliz işçi hareketinin komünist hareketten kopukluğu ve komünist hareketin sessizliği için pek çok neden saymak mümkün. Ve elbette bunların başına aristokratlaşma kavramının bağlantılı olduğu olgu konulmalıdır. Bununla bağlantılı ve bizi daha direkt olarak ilgilendiren faktör ise şu:

Güçlü-kurumsal ve sınıfın maddi parçalanmış ve burjuva ideolojisince teslim alınmış haliyle uyumlu bir sendikalizm, bu sendikal yapının sınıf üzerindeki egemenliği.

İskoçyalı bir komünist bu olgudan 1921’de sözediyor. Çıkarttığı sonuçlar tartışmalı ve yanlış öğeler içerse de, gözlem doğru:

“Britanya’da sendikal hareket hiçbir zaman komünizm lehine kazanılamadı. Köhnemiş sendikalara ve bürokrasisine egemen olmaktan sözetmek yalnızca gülünç ve eğlendiricidir (…) Biz solcular Britanya sendikalarında 25 yıldır her zaman varolduk. Fakat onlarla ihtilalcilik yapmakta başarıya ulaşamadık (…) Birçok kereler arkadaşlarımızı büyük sendika sorumluları haline getirdik ,fakat gördük ki bunu yapmakla komünizm namına birşey sağlamış değiliz.”5

1920’lerde bunların altını çizenler, genellikle sendikalarda herhangi bir çalışma yapmanın reddini savundular ve Lenin’in “Sol Komünizm” tepkisini üzerilerine çektiler. Ama tartışma bu tür yapılarda çalışılıp çalışılamayacağı üzerine idi, yapıların değerlendirilmesinde bir anlaşmazlık bulunmuyordu. Anlaşmazlık yoktu, çünkü örneğin 1912’de İşçi Partili milletvekillerinden dördü grev silahının kullanımını bir dizi koşula bağlayan gerici bir yasa teklifi sunabiliyorlardı. Yasa TUC’nin parlamento komitesi tarafından geri çevrildi, ama İşçi Partililer için “fazla sık yapılan grevler, toplum için rahatsız edici, zarar verici bir duygu yaratmıştır” 6 şeklinde değerlendirmeler olağan hale geldi.

İngiliz İşçi Partisi (Labour Party), adına karşılık sürecin belirli bir aşamasından sonra başka bir sınıfın partisi mi oldu?

Bu soru bir tarih sorusu değil, yanıtı da akademik bilgi olarak beni pek ilgilendirmiyor. Yanıt siyasidir:

Bu parti, hiçbir zaman işçi sınıfı örgütü olmadı; ve bu işçi sendikası İngiliz sendikal hareketinin belirli bir momentinde işçi sınıfı örgütü olmaktan çıktı. Her ikisi, parti de sendika da, sosyolojik verilere bakılırsa pekala “işçi”dir. İyi de, milyonlarca üyesi bulunan burjuva partilerinin, üye bileşimlerine göre “orta köylü”, “küçük burjuva” ya da “işçi” partisi diye adlandırılmaları da aynı şekilde mümkün olurdu. Partilerin ve yalnızca partilerin değil, tüm toplumsal örgütlenmelerin sınıf aidiyetlerinin sosyolojik parametrelerle saptanması aptalca bir ampirizm ve pozitivizm olacaktır. Burjuva siyaset bilimi bile çok uzun süredir sınıf aidiyeti ile örgüt kitlesi arasında ayrım yapmadan edemiyor.

İngiliz sendikal hareketi, Çartizmin yenilgisinden sonra yaşanan durgunluktan burjuvalaştırılmış bir önderlik tarafından kurtarılmıştır, ve o andan itibaren tüm yapılanması işçi sınıfını düzenin içinde tutmak üzerine kurulmuştur. Somut olarak İngiltere’de sendikal örgütlenme Çartizmden beri yapısal olarak anti-komünisttir. Parti ise bu karakter kazanıldıktan sonra oluşmuştur.

Dolayısıyla TUC ve LP’nin burjuva örgütleri olduğunu saptarken şu öge kritik değildir:

“Gördüğümüz gibi, partiyi kuran sendikalar, bir politika olarak işçi sınıfının yüzde 90’ını dıştalamış ve yalnızca ayrıcalıklı bir kesimi temsil etmişlerdir.” 7 Bu, bir olgu olarak doğru, ama mihenk taşı şu nokta olmalıdır:

“LP işçi sınıfını siyasal yaşamdan dıştalamak, orta sınıfa yakın ayrıcalıklı bir kesimin dar ve asalakça çıkarlarını savunmanın aracını elde etmesi için kurulmuştur” 8

Bu yanıt ,başka işçi sendikalarını ve sendikacılık türlerini de kapsar: Kıta Avrupasında Hıristiyan sendikacılığın, ABD’de “Amerikan sendikacılığı”nın ortaya çıkmaları, deneyim kazanan burjuvazinin işçi ve emekçi sınıfların örgütlenme potansiyellerini kendi kanallarına akıtmak için yaptığı girişimlerdir. Bu hareketlerin misyonu ilk anından itibaren anti-komünizmdir. Sahip oldukları işçi kitlelerinden ve sosyalist hareketin sınıfın bu kesimlerine de seslenme yükümlülüğünden bağımsız olarak bu durum saptanmalıdır. Gündelik kullanıma ait olan ve gündelik dilde söyledikleri en fazla duyurulanların yorumuna göre kapsamı durmaksızın değiştirilen “sarı sendika” kavramı aynı olguyu anlatmakta yetersiz kalacaktır. Mesele bir sınıf aidiyeti meselesidir.

Yukarıdaki sorunun yanıtı akademik değil siyasaldır. Siyasal olmanın ötesinde partizanca bir yanıttır bu. Burjuvazinin sosyalist bir işçi hareketinin önünü kesmek için yaptığı müdahaleler ne denli partizanca ise, bunların değerlendirilmesinin de bizim açımızdan en az o denli partizanca olmasına kimse itiraz etmemelidir.

İngiltere örneğinde bir unsuru özellikle gözetmek gerekiyor. Ne 19. yüzyıl başlarının burunlarından soluyan radikal işçi kitleleri sosyalisttir, ne de Çartizm içinde Marx’ın dikkate alınır bir etkisi vardır. Ancak birincisi, bu hareketler dönemlerinin, “yönünü arayan” emekçi hareketleridir, mülk sahibi sınıfların manipülasyonlarmdan bütünüyle bağımsız hareketlerdir bunlar.

İkincisi; bir bütün olarak “yön aranan” bir dönem söz konusudur. Marksizmin kendisini diğer sosyalizm aranışlarından ayırdettiği, siyasal bir kimlik kazandığı, burjuvazi ile göğüs göğüse geldiği bir çağ değildir bu dönem. Açıkçası siyasal hareket olarak “Marksizm-öncesi” yaşanmaktadır. Siyasal hareket olarak Marksizmle eş zamanlı her akım Marksizmden mesafesine göre az ya da çok burjuvaziye yakın olmuştur. Yakınlık soyut bir şey değil. Değerlendirilmesi gereken belirli bir akımın burjuvazinin manipülasyonuna ne denli açık olduğudur.

Marksistler örneğin Amerikan sendikacılığını işleyiş ve örgütlenme özellikleri, kitlesinin sosyolojik karakteri, diğer toplumsal ve siyasal örgütlerle benzerlik ve ilişkilerini konu alan bir dizi kıstasla değerlendirmeye ihtiyaç duymaksızın yargılarını verebilirler, vermelidirler. Mafyasıyla, CIA’siyle diğer devlet organlarıyla koordinasyon halinde çalışan, neredeyse yüzü ülkenin emekçilerinden çok Amerikan emperyalizminin uluslararası politikalarına daha fazla dönük bir sendikacılık modelidir bu.

Bize bu yeter. Hiçbir marksist, sınıf kitlelerini politik yaşamdan uzaklaştırmak ya da anti-komünist bir tarzda politikleştirmek amacıyla ortaya çıkartılmış bir sendikal örgütün sınıf aidiyeti konusunda kuşku beslememelidir. Ancak bu saptamanın siyasi faliyetlerin alan, araç ve taktiklerine ilişkin genel sonuçlar içeremeyeceğini de herkes bilmelidir. Taktikler ve bununla bağıntılı alan ve araç saptamaları somut durumun somut tahlili ile ilişkilidir.

MARX’TAN LENİN’E

İlk sendikal örgütlenmeleri önceleyen toplumsal örgütlenme tipi ortaçağın loncaları idi. Kapitalist topluma olsa olsa, bir tür mesleki yakınlaşmalar zemini devrolacaktı.. Modern proletaryaya kapitalizmin kendiliğinden sunduğu “bilinç” ise rekabet bilincidir. İşçilerin bir toplumsal sınıf olarak ortak çıkarlarının mevcut olduğunu farketmelerine denk düşen örgüt sendika olmuştur. Sendika bu nedenle de tarihsel anlamda bir ilerici içeriğe sahip oldu. Ama gelişmenin tekrar tekrar aynı içerik ve anlamla yaşanması mümkün değildir. Her defasında, başka zaman ve mekanlarda sendikalar burjuvazinin sınıflar mücadelesinin uluslararası deneyimi sayesinde gelişmiş bilinciyle beraber varolmuştur. Ve sendika olgusu, orijinal doğumunu takip eden her ortaya çıkışında artık yeni deneyim ve bilinç birikimiyle birlikte farklılaşan bir içeriğe ulaşır.

Solun bir diğer sorgulanacak varsayımı, işçi sınıfının kendiliğinden bilincinin siyasal etkilerden azade olduğu yolundadır. Ortada her defasında tarihsel birikimi kendi tanımına kümülatif biçimde ekleyen bir süreç yaşanıyor ise, İngiliz işçilerinin 1800’lerin başındaki kendiliğinden bilinçleriyle, başka koşulların kendiliğindenliğini ayırt etmek gerekmez mi?

Bu içerik farklılaşması nedeniyle, İngiliz işçisinin ilk illegal grevlerinin sınıf bilincinin gelişimi olarak tanımlanması ile, Lenin’in çağdaşı işçilerin kendiliğinden mücadelelerinde burjuvazi tarafından “köleleştirilme” izlerini görmesi birbirini çelmiyor.

İşçi sınıfının bilinçlenme süreci esas itibariyle iki yönlü bir altyapıya sahiptir: Kapitalist sömürünün nesnelliği ve dışarıdan taşman bilinç. Sözkonusu olan “iki yönlü tek bir süreç”tir. Birinin mevcut olmadığı soyut modeller yalnızca düşünce sürecini kolaylaştırmak açısından anlamlı olabilir. Yoksa sınıf bilinci, karmaşık ve sıçramalı bir gelişim yaşar ve eşitsiz gelişmenin egemenliği altındadır. Sosyalist siyasal bilincin güncellikle değil tarihsellikle tanımlanmasını bir yana bırakırsak, kapitalist sömürünün işçinin maddi yaşam koşullarının merceğinden yalın algılanışının dışındaki her bilinç öğesi bir dışarıdanlık taşıyacaktır. Öyle ki, önünde sonunda 1820’lerin 40’ların İngiliz proleterlerinin kendiliğinden hareketi ve bilinci, aydınlanma ideolojisi, ütopik sosyalizmi de beslemiş olan burjuva hümanizmi ve yüzyıllar boyunca tüm yoksul kesimlerde birikmiş olan mazlumca bir kin duygusu bileşimince belirlenir. Oysa yüzyılın sonlarında Kıta’daki sendikal/kendiliğinden bilinç reformizmin egemenliği altına giren bir bilinçtir. Aynı yıllarda Britanya proleterlerinin kendiliğindenliği işçi aristokrasisinin hegemonyası ile özdeştir. 20.yüzyıl başında Lenin’in kendiliğinden sınıf bilinci ve hareketini hakir gören tavrı, legal marksist/reformist/menşevik akımlara yönelik eleştirilerle içiçe girecektir; çünkü bu dönemin kendiliğindenliği tam da bu düzen içi akımların işçi sınıfını ideolojik olarak belirlemeleri anlamına gelecektir: “Bazılarının sandığı gibi, sendikalizm politika’yı tümüyle reddetmez. Sendikalar her zaman bazı politik (fakat sosyal-demokrat değil) ajitasyon ve mücadeleler yürütmüşlerdir.” 9

Türkiye işçi sınıfının sendikal mücadelesi belirli bir kendiliğindenliğe denk düşmüştür. İyi de, ekonomik mücadeleye angaje olan Türkiyeli işçilerin örneğin İslami, örneğin Kemalist eğilimleri taşımaları ve dışa vurmaları, bu ideolojilerin “kendiliğindenliğin” parçası olduklarını mı gösterir!

Komünistler işçi sınıfının kendiliğinden bilincini,

(1) zaman ve mekandan, tarihsel ve yerel koşullardan ,birikimlerden bağımsız bir evrensel içerikle tanımlamazlar.

(2) Kendiliğinden bilinç dışarıdan her tür etkiye, politikanın her varyantına, sınıfın maddi koşullarıyla doğrudan ilintisi olmayan ideolojilere tamamen kapalı bir sistem oluşturamaz. Adı üstünde bu konum dış etkilere karşı korunaksızdır.

(3) Komünistler, işçi sınıfının mücadelesinin sahip olması gereken bilincin bir nihai kurtuluş bilinci, niteliğinin politik, örgütünün iktidara yönelen bir devrim partisi olması görüşünde iseler, bunun doğal uzantısı olarak işçi sınıfının “kendiliğindenlik” konumu aslında sosyalist siyasal bilincin egemenliği altında olmadığı her durumu kapsayan genel bir kategori olacaktır.

Bu maddeler ortalama bir Lenin okumasının ulaşabileceği sonuçlar. Hayatının bir döneminde ortalama bir Lenin okuması yaptığı anlaşılan Türk-İş danışmanı Yıldırım Koç bile bu sonucu çıkartabilmektedir: “Kendiliğindencilik işçi sınıfının kapitalizmin sonuçlarına ve bazı özel durumlarda kapitalizmin kendisine karşı, sosyalistlerin yönlendiriciliği dışında geliştirdiği tepkilerdir.”10 Yıldırım Koç 1985 yılında bu kendiliğinden durumun aşılmasını sorun ediyor ve bunun için sosyalistlerin birlik olup müdahalelerini verimli kılmaları gereğinden sözediyordu. Galiba bu birlik sağlanamayınca Koç da sınıf bilincinin partiler-üstü olması gerektiğine kani oldu:

“Günümüzde sendikacılık hareketi gerçekten sınıf ve kitle sendikası anlayışına göre geliştirilmelidir ve bu anlayış temelinde bir birlik sağlanmalıdır. Ancak günümüz Türkiyesi’nde sınıf ve kitle sendikacılığı “devrimci sendikacılık” olamaz. Türkiye işçi sınıfı saflarında sınıf bilinci bugün hızla yaygınlaşırken, kapitalist baskı ve sömürünün alternatifi olarak sosyalizmi benimseyenlerin sayısı ve oranı çok düşüktür. Sendikalar sınıf bilincini geliştirir, ancak sosyalist siyasal bilinç geliştirme görevi, sosyalist partilerindir.”11

Yıldırım Koç’un kimi solcularımıza sıradan ve olağan gelebilecek bu görüşleri son derece vahimdir, daha doğrusu bu görüşlerin sıradan ya da olağan sayılabilmesi vahim bir durumdur. Bu yaklaşım tüm kendiliğindenci görüşlerde olduğu gibi, dahası komünist hareketin işçi sınıfı saflarında kaydettiği gelişimin önünü kesmeye soyunan tüm sendikal akımlarda olduğu gibi, esası sosyalist siyasal bilinç ile sınıf bilincini birbirlerinden kalın çizgilerle ayırmaktadır. Marx’ın, Engels’in, Lenin’in temel sorunları tam da bununla mücadeledir. Ekonomik bilinç ve mücadele ile siyasal bilinç ve mücadele birbirlerinden ayrı değildir. Ayrı kabul edildikleri anda ve gerçek hayatta ayrıştıkları anda, sosyalistler için sınıfla birleşmenin önemli yolları kapanmış olacaktır. Sınıfın ekonomik örgütü, siyasal örgütünün karşısına bir alternatif olarak çıkartıldığı anda ekonomik örgüt kapitalizm tarafından teslim alınmış demektir.

Kendiliğindenlik ve Leninizm ilişkisinde bir noktanın altının çizilmesinde yarar var: Lenin için, sendikal mücadele, ekonomik mücadele ve kendiliğinden bilincin denk düştükleri toplumsal konumlanış bir geriliktir, negatif anlam yüklenen bir durumdur.

Marx’ın ve Lenin’in sendikal mücadele konusundaki gündemleri birbirlerinden önemli farklılıklar taşıyordu. 19. yüzyılda anarşistler/sendikalistler ile Marksistlerin tartışması sendika ve siyasal eylem üzerinde döner. Bu tartışmada sendikaya grev, siyasal eyleme propaganda ve örgütlenme denk düşüyordu. Dolayısıyla anarşistler için grev ve sendikal örgütlenme işçi sınıfının kendinde barındırdığı erdemleri “dış” müdahale olmaksızın hayata geçireceği düzlemi ifade ediyordu. Yukarıda anlatmaya çalıştığım, “kendiliğindenliğin de geniş anlamıyla bir tür politik ve ideolojik belirlenime denk düştüğü” fikri aslında tam da anarşizme yöneltilecek eleştirinin altyapısıdır. Anarşistler işçi sınıfını kendi ideoloji ve politikalarına kazanmaya çalışırlarken sınıfın kendinde halini yüceltiyorlardı. Bu tuhaf iç çelişkiden onları kurtaran tek öge, sınıfa, anarşist ya da sosyalistlerin tavsiyesine gerek duymaksızın zaten kendisinin ürettiği sendika ve grev silahının dışında hiçbir örgütlenme ve mücadele aracı önermemeleridir.

Bu tartışmada dikkat edilmesi gereken başka unsurlar da var:

(1) Anarşistlerin yücelttikleri sendikalizmde mücadelenin asli unsuru toplu iş sözleşmesi ile uzlaşma yolu bulmak değil grev yoluyla düzeni devirmektir. Zaten birçok örnekte sendikalar, illegal ya da yarı-legal olabilmektedir. Üstelik mücadele biçimleri burjuva hukukunun kabul edemeyeceği radikal yöntemleri kapsayabilmektedir. Kaldı ki, toplu sözleşme bir çok ülkede kurumsallaşmış, yasalaşmış değildir.

(2) 19.yy sosyal-demokrasisi “siyasal mücadele” dedikten sonra sınıfın geriliğine parlamentarizm üzerinden bağlanmıştır. Siyasal mücadele II.Enternasyonal partileri için seçim ve parlamento kürsüsü, ve elbette bunlara yönelik örgütlenme çalışmalarıdır. Anarşizmin, genelde sosyalist siyasal mücadeleye karşı gösterdiği tutarsız tepki ve sınıf kitlesinin mevcut geri ideolojik konuma terkedilmesi anlamına gelen burjuva pasifist yaklaşımı, sosyal-demokrat reformizmin bu konumlanışı karşısında aniden “sol” kanadı temsil eder hale gelmiştir. Anarşizm bunu haketmiyordu.

(3) Aslında anarşizm de, Marx sonrası II. Enternasyonal reformizmi de, sınıfın verili geri konumuna tabiyette anlaşmaktaydılar. Farklılıkları anarşistlerin geri bilinç düzeyli işçilerin grev eylemlerine, reformistlerin ise aynı işçilerin oylarına bel bağlamalarından ibarettir.

(4) Grev silahı kendinde devrimci bir silah olamamıştır. Grevin işçi sınıfını ilerleten bir rol oynayamadığı örnekler bulmak pekala mümkündür. Grev bir uzlaşma sürecinin istisnası olabilir, yükselen ve araçları çeşitlenen bir mücadelenin sıradan bir silahı olabilir, toplu sözleşme sendikacılığının geçici pazarlık kozu olabilir, devrimci kalkışmanın sinyali olabilir, sınıfın tepkisinin daha gelişkin araçlara kanalize olmaması için sendika bürokrasisinin ileri sürdüğü bir “devrimci potansiyel tahliye” yolu olabilir…

Tüm dönemleriyle sosyalist yaklaşımı belirleyen düşünce sendikal mücadelenin ve grev silahının işçi sınıfı için bir okul olarak işlev görmesidir. Ancak her dönemde sosyalist hareket, sendika ve grevin bu işlevi görebilmesinin koşulunu bizzat kendi etkinliğinde görmüştür.

“İşçi sendikaları, sermaye saldırılarına karşı direniş merkezleri olarak görevlerini yaparlar. Kısmen başarısız olmalarının nedeni, güçlerini akılsızca kullanmalarındandır. Sendikalar, mevcut sistemin doğurduğu etkilere karşı küçük küçük çarpışmalardan ibaret bir savaş yürütmekle yetinip, bunları yaparken aynı anda, sistemi değiştirmeye uğraşmadıkları, örgütlü güçlerini emekçi sınıfın nihai kurtuluşu, yani ücret sisteminin tümüyle yok edilmesi için bir manivela olarak kullanmadıkları zaman genellikle başarısız olurlar. “12

Bu pasajda Marx tüm netliğiyle söylüyor: Sendikalar sosyalist devrim, nihai kurtuluş bilinciyle mücadele ettiklerinde anlam taşırlar. Bu aynı zamanda sosyalistler için bir hedeftir. Sosyalistler kendiliğinden harekete egemen olarak sınıfı dönüştürmeyi hedeflerler.

Lenin ek olarak sendikal mücadelenin sınırlarına işaret ediyor: “Grevler, işçilere, tüm işçi sınıfının tüm fabrika sahipleri sınıfına karşı, ve keyfi polis hükümetine karşı mücadelesi üstünde düşünmeyi öğretirler. Sosyalistlerin, grevleri “bir savaş okulu olarak tüm halkın, çalışan herkesin, hükümetin görevlileri ve sermayenin boyunduruğundan kurtarılması için, işçilerin düşmanla savaşmayı öğrendiği bir okul olarak adlandırmalarının nedeni budur. Fakat ‘bir savaş okulu’, savaşın kendisi değildir.”13

SENDİKA VE SINIF MÜCADELESİ: SABİT DEĞİL DEĞİŞKEN İLİŞKİ

Marksistler için grevin ve kendiliğindenliğin ne çerçeveye oturduğu bellidir, anarşist problematiğin kendiliğinden mücadele ve onun silahı grev ile, siyasi mücadele ve onun silahları (ya parlamento, ya da örgüt ve siyasi devrim) ikilemi artık kalkar. Sosyalizm emekçileri kendiliğindenlikten kurtarıp sosyalizme bağlamaya çalışır. Ancak sınıfın üzerinde sosyalizmin hegemonyasının hangi araçlarla kurulacağı önemli bir tartışmadır. Güncel politik sorunlara bizi bağlayacak olan halkalardan biri de bu.

Daha önce İskoçyalı bir komünist sendikacıdan aktarmada bulunmuştum. Sosyalist hareket içinde bir eğilim, benzeri değerlendirmelerden kalkarak sendikaların, sosyalizmin emekçi kitlelere taşınmasında herhangi bir kullanım değeri olmadığını savunur.

Eğer bu bir uç ise, diğer uca ben, Türkiye solunda da 1960 ve 70’lerde köklü biçimde yerleşen, aslında dünya solunun bütününe adım adım ikinci savaş sonrasında yerleşmiş yaklaşımı koyacağım: Sosyalist sistemin dünya üzerinde kapitalizme karşı bir alternatif güç odağı olmasından beslenen bu kavrayış, işçi sendikalarını “kendinde sınıf” konumundan “kendisi için sınıf” konumuna geçişin vazgeçilmez ara uğrağı olarak görür. Buna göre, sendikal örgütlenme tanımı gereği ilericidir ve tanımı gereği sosyalist bilincin kitleye taşınmasındaki ana araçtır. Önce kimi gözlem, saptama ya da tezleri sıralamak istiyorum:

(1) Marksizmin tarihinde sendikaların sınıf bilincini geliştirici örgütler olarak değerlendirildiği dönemlerin sendikaları, düzen içi kurumsallaşmalar olacak kadar “gelişmemişlerdir”.

(2) İlerici işlevli sendikalar mücadele örgütleri idi. Bugünün sendikalarının temel mücadele aracı toplu iş sözleşmesidir. İlerici dönemlerinde sendikaların esas silahı grev ve diğer direniş biçimleridir.

(3) Burjuvazinin organik uzantısı olarak oluşturulan “sarı” sendikalar bu radikal mücadeleyi likide etmek üzere sonradan ortaya çıkartılmışlardır.

(4) İleri çekici işlev gördükleri dönemlerde sendikalar, kurumsallıklarıyla değil, kitle hareketleri niteliğiyle belirlenirler. Bu anlamda kurumsal kitle örgütü ile kitle hareketinin organlarını ayırt etmek gerekir.

(5) Grev ve direnişi temel mücadele aracı olarak hayata geçiren kitle hareketi organları niteliğindeki işçi sendikalarının bir özelliği de komünistlerin müdahalelerine açıklıklarıdır.

(6) Kurumsalhğm değil hareketin öne çıktığı bu dönemlerinde sendikalar ve mücadele araçlarının yasadışı olduğu örnekler çok fazladır.

(7) Sendikal örgütlenme tüm örneklerde kurumsallaştığı ölçüde kitle hareketinden düzen içi kitle örgütüne evrilmiş, toplu iş sözleşmesi-direniş ilişkisinde sürekli olan ile geçici olan yer değiştirmişlerdir.

(8) Sendikalarda bunlara paralel olarak komünistlerin etkinlik ve hegemonyalarına karşı da bir refleks gelişmiştir. Bu etkinlik ve hegemonyanın kurumsal ve düzen içi sendikalarda da sürmesi, ne bu yapıların devrimci olduklarını, ne sınıf bilincini ilerletici işlev gördüklerini kanıtlar. Dünya tarihi, reel sosyalizm yıllarında komünistlerin devrimci olmayan hegemonyaları altında varolan sayısız sendikal hareket örneği görmüştür.

(9) Komünist hareketin uluslararası deneyiminde sendikalara karşı ilkesel tutum alışların ötesinde evrensel bir “doğru politika” değil, çok çeşitlenmiş bir pratik politikalar demeti vardır.

Bu söylenenlerin bir kısmı yukarıda açımlanmış, örneklenmiş bulunuyor. Lenin’inden hatırlatmalarla devam etmek istiyorum:

“Böylece Londra RSDİP Kongresi’nin sendikalar üstüne kararı, Stuttgart kararı ile (1907 II.Enternasyonalin 7.Kongresi-AG) sağlam bir teorik temele oturtulmuş olmaktadır. Stuttgart kararı her ülkede sendikaların sosyalist parti ile sürekli ve yakın ilişki içinde olmaları gerektiği genel ilkesini ortaya koymaktadır. Londra kararı, bunun Rusya’da elverişli koşullar altında, parti sendikaları biçimini alması gerektiğini ve parti üyelerinin bu amaç için çalışmaları gerektiğini söylüyor.”14 Bolşevik parti işçi sınıfı içinde örgütlenmesinde, mevcut kendiliğinden oluşmuş sendikalara egemen olmak, mevcut sendikaların içine gerilemez durumda olduğu ya da sendikalaşma inisiyatifinin kitleden yükselemediği koşullarda parti girişimi ile sendikalar kurmak, sendikalı ya da sendikasız işçiler içinde okuma grupları oluşturmak gibi bir dizi aracı kullanıyor.

Bolşeviklerin, sendikaların sınıf mücadelesindeki anlamları, sınıf bilincinin gelişiminde sendika ve partinin rolleri üzerine görüşleri, tek değil çok sayıda taktiği gündeme getirebilmelerini engellemiyor; tam tersine…

Bir dönem komünistlerin kendi elleriyle sendikalar kurmaları taktiği ile Komintern’e paralel olarak oluşturulan Kızıl Sendikalar Enternasyonali (Profintern) arasında paralellik elbette vardır.

Ama önemli farklılıklar da: KSE’nin Genel sekreteri Lozovskiy 1920’lerden itibaren yeni bir sendikal akımın doğduğunu anlatır. Komünist sendikacılıktır bu. Somut olarak da Sovyet Rusya’da işçi sınıfının toplumun yönetimine katılım organlarından biri olarak işlev kazanan sendikal örgütlenme ile KSE’ye bağlı sendikalar, komünist sendikacılığın kapsamını oluştururlar. Çok net olarak bu sendikal akım, komünist hareketin bir aracıdır 15 .

İktidarın işçi sınıfının elinde olduğu ülkede sendikalar bu iktidarın bir parçasıdır, kapitalist toplumlarda ise devrim mücadelesinin organları: “…çatışmadan (grevden) sonra… toplu sözleşme diye adlandırılan şöyle veya böyle bir belgede ifadesini bulan geçici bir ateşkesin geldiğini görüyoruz”16 Altı çizilmesi gereken “geçici ateşkes” terimleridir. Kızıl sendikalar için sendikal mücadelenin olağan aracı grevdir. Lozovskiy’in Enternasyonal konuşmaları bunun doğal sonucu olarak pratik mücadele dersleri içerir. Lozovskiy, bir dizi ülkenin komünist işçi önderlerine grev ile savaş arasında analoji kurduğu, sendika yöneticisi komünistleri bir ordunun kurmaylarına benzettiği dersler verir.

Yapılmak isteneni sendikal mücadeleyi düzen içi kurumlaşmadan kurtarmak olarak tanımlayabiliriz: Sarı ya da reformist önderlikli sendikaların kurumsallıklarma ya da kurumsallaşma hedeflerine karşı dönemin merkezi politikası şudur: “içinde bulunduğumuz aşamada tüm kararlılıkla merkezi sözleşmelere karşı tavır takınmamız gereği açıktır. İlkesel nedenlerden dolayı değil, sözleşmeler işçi sınıfının çıkarlarına merkezileştirilmiş ihanet olduğundan dolayı.”17

Komintern’in faşizm öncesi politikalarındaki “sınıfa karşı sınıf” dönemi sendikalara ilişkin II. Enternasyonal tabularına karşı ikinci savaş dönemidir aynı zamanda. II.Enternasyonal’in bu konudaki geri çekici mirasına karşı ilk savaşı Bolşevikler, işçi sınıfı örgütlenmesinde devrimci yaratıcılıkla gerçekleştirmişlerdi. İkincisinde Rus Marksizmi bu deneyini uluslararası alana taşımaktadır.

Lenin’in Sol Komünizm’deki vurgularının ise “gerici sendikalarda da çalışma yapmak” yönünde olduğu bilinir. Profintern politikaları ile bunun arasında herhangi bir teorik çelişki aranmamalıdır. Kızıl Sendikalar Enternasyonali ayrı komünist sendikaların oluşturulmasını bir dönemsel politika olarak öne sürmüştür. Kurumsallaşmaya, merkezi sözleşmelere karşı muhalefet konularında olduğu gibi…

Esas olan şudur: Komünistlerin sendikal örgütlere yaklaşımında sosyalizm ve devrim mücadelesini ikinci plana iten bir “daha ilerideki” hedef olarak gösteren soyut ilkesellikler yoktur. Komünistlerin ilkesi işçi sınıfını sosyalist devrime kazanmaktır. Yalnızca bu amaç sınıfın bilinç düzeyinin değerlendirilmesini, sınıf bilincinin gelişmesi için güncel görevleri, gerici sendikal örgütlerin içinde çalışıp çalışmamayı, komünist sendikalar kurup kurmama kararlarını belirler. Lenin’in ve daha sonra başka komünist önderlerin “gerici sendikalardan kopmayın” mesajları da belirli bir konjonktürün “işçi kitlelerini sosyalist devrime kazanma” ilkesi doğrultusunda analizinden türetilmiş sonuçlardır. Örneğin bu analizlerde kapitalist ülkeler emekçilerinin Sovyet devrimini destekleyen geniş bir kitle tabanı oluşturmalarını sağlama görevi, ya da Sovyet devletine karşı gelişen emperyalist tehdit çemberini geniş bir işçi cephesiyle hançerleme gereği önemli yer tutar.

Kızıl Sendikalar deneyi ile sosyalist sistem döneminin Dünya Sendikalar Federasyonu arasında da bir bağlantı kurulabilir. Ama yine önemli farklılıklarla…

Dünya Sendikalar Federasyonu uluslararası politikada sosyalist ve kapitalist sistemler arasındaki çelişkinin tüm gücüyle varlığına karşılık aynı zamanda bir genel denge döneminin örgütüdür. Profintern’den farklı olarak Dünya Sendikalar Federasyonu artık bir savaş örgütü değildir. Komünistlerin hegemonyası da “savaş örgütü” anlamında devrimci bir içerik artık taşımamaktadır.

Komünistlerin sendikalardaki hegemonyası ille de bu radikallikte mi olmalı? Bu soruya sabırsız ve rezervsiz bir “evet” yanıtı olsa olsa devrimci ruh halini kanıtlar. Böylesi bir yanıt o kadar kolay verilmemelidir. Örneğin Fransız komünistlerinin önceki dönemlerden, sonra Direniş hareketinden, ardından da sabırlı bir örgütlenme çalışmalarından elde ettikleri devasa sendikal kazanımları, ne pahasına olursa olsun korumaları sorgulanacak birşey değildir. Sorun, komünistlerin yalıtık olarak sendikalardaki hegemonyalarının devrimcileşmesi olarak görülemez; uluslararası komünist hareketin kökü eskilere uzanan statükoculaşması, giderek sosyal-demokratlaşması süreci, batı kapitalizminin kendini konsolide edilebildiği koşullarda, kaçınılmaz olarak her siyasal faaliyet alanını, bu arada sendikaları da belirlemiştir. Ortaya çıkan sonuç ise, beğenelim beğenmeyelim, bir dönem için komünistlerin elindeki düzen içi sendikalardır.

Burada net olarak yazılması gereken bir tez daha var:

Sendikaların düzen içi kurumlar olduğu çokça söylenir. Doğrudur da; ama komünistlerin işçi sınıfına yayacağı etki, sendikaları kurumlar olmaktan çıkartıp kitlesel mücadele örgütlerine dönüştürmek olacaktır. Bunun gerçeklik kazanacağı konjonktürler ise başka bir dizi koşulun varlığını talep edeceklerdir. Çoğu da komünistlerin belirleyemeyeceği koşullar olmak üzere…

Bu söylenenlerin Marksizmin iki yüzyılını birbirinden fazla ayırdığını düşünen okuyucular olabilir. Bu düşünceye karşı çıkacağım. Marx’ın anarşistlerle polemiği sendikaları salt iktisadi örgütler olarak görülmemesi gerektiği argümanına oldukça kritik bir yer veriyordu. Marx’ın döneminde sınıfın bilincini geliştiren, eş zamanlı olarak komünist etkilere yapıyı açık hale getirecek olan gelişme, sınıfın bütününü kapsayan, bu yanıyla ortaçağ mirası lonca tipi bölünmüşlüğü aşan sendikaların oluşumudur. “Sendika hareketinin henüz emekleme aşamasında olduğunu bile bile Marx, herhangi bir tavizde bulunmayı mümkün görmedi. Sendikaların önüne yalnız iktisadi değil, aynı zamanda politik sınıf görevleri de koydu.”18

Yine buraya kadar söylenenlerden komünist hareketin 20. yüzyıl deneyimine pragmatizmin fazlaca girmiş olduğu sonucu çıkartılabilir. Taktiksel çeşitliliğin arttığı, ilkesel ifadelerle taktiklerin arasındaki -çelişkinin doğduğu değil- mesafenin açıldığı her konjonktürde pragmatizm vardır; bu doğru. Ama benzer bir pragmatizm Marx’ın İngiliz sendikacılığının ilerici kimliği üzerine söylediklerinde de kesinlikle vardır.

Nasıl olmasın ki?

İngiltere’nin en büyük, en kitlesel işçi sendikaları Enternasyonal’e katılmaktadırlar. 1860’larda Britanya adalarının her tarafından, terziden, matbaacıya, marangoza, maden işçisinden tuğlacıya işçi dernekleri Enternasyonal ile ilişki kurmaktadırlar. Enternasyonal’e giren İngiltere Birleşik Mekanisyenler Birliğinin üye sayısı 33.000’dir, Maden İşçileri Sendikasının 28.000… TUC’nin 1868’de kurulmasının bu akışın önünü kesme güdüsünden bağımsız olduğunu düşünmek mümkün değildir.

Sendikal hareketin sınıfın gelişimi açısından ilerici niteliğini vurgulamak, dönemin hareketi açısından hem doğrudur, hem de komünistlerin pragmatizmlerine uygundur. Ama tekrar ediyorum, Marx, bu bakışını ekonomik mücadeleyi siyasal mücadeleden ayırma yanlılarına karşı ideolojik ve örgütsel bir mücadele ile bütünleştirmiştir.

İngiliz sendikal hareketinin gerici trade-unionism halini alması karşısında Marx’ın yaklaşımına bir öge daha eklenir: “Sanayi işçileri, kendilerini herşeyden önce şimdiki önderlerinden kurtarmalıdırlar.”19 Bürokrasiye karşı vurgu, komünist hareketin sendikalar politikasının ayrılmaz parçasıdır.

Bir uyarı daha: Bu yazıda sözü edilen bürokrasi, sosyalist mücadelenin tanımına bir de “anti-bürokratizm” maddesi eklemeye meraklı troçkizan yorumları çağrıştırmamalı. Sendikal bürokrasi, işçi sınıfının burjuvazi tarafından trade-unionism eliyle köleleştirilmesi sürecinin çocuğudur. Bu sürecin mantıksal sonuçlarına ulaşması, kalıcı ve yapısal hale gelmesi, az buz iş değildir. Bu süreç bir ülkeyi zayıf halka konumundan çıkartacak bir işçi sınıfı-burjuvazi ittifakının inşasıdır aynı zamanda!

Açıkçası, Lenin’in gerici anlamıyla sendi-kalizme ye kendiliğindenciliğe karşı açtığı savaş, böylesi bir tehlikenin işaretlerini görmesiyle ilintilidir. Rusya’da sendikaların illegal, grevlerin izinsiz iş sözleşmesinin son derece istisnai, dolayısıyla her bir sendika örgütlenmesinin, her bir grevin proleterler için devrimci bir okul anlamına geldiği bir dönemde, yüzyılın başlarında, Lenin Rus işçi hareketinde yapısallaşmış olmaktan uzak duran trade-unionism tehlikesine karşı bayrak açarken, zihninde Batı Avrupa örneği vardı. İşçi sınıfının sendikalar kanalıyla düzenin statükosuna bağımlılaştırılması tuzağına karşı bir savaştır bu.

TÜRKİYE: İHANET KURUMLARINA DOĞRU

Bütün bunların ardından Türkiye’ye yaklaşabiliriz.

Türkiye solu 1980’lerde, hatta 90’larda kaçınılmaz bir soru etrafında tuhaf bir tartışma yürüttü. Başlık sınıfın sendikal birliği idi. Bu tartışmada bir dizi ara eşik atlanarak yanıt aranan soru, “gösterilecek adres” olmuştur.

Açıkçası ister DİSK’i, ister Türk-İş’i, ister bağımsız sendikaları birleşme mekanı olarak gösterenler, eksik kriterlerle bir muhakeme yürütmüşlerdir. Bu aşamada eksiklerin tümüyle, değil “birlik” meselesiyle ilgileneceğim.

Birlik kendinde bir amaç olamaz; Türkiye solu sınıfın birliğini tabulaştırma eğilimi göstermiştir. Uluslararası sosyalist hareketin gerektiğinde en gerici sendikalarda ent-rizm,  gerektiğinde komünist sendikalar kurmak, başka koşullarda mevcut düzen içi sendikal kurumların yönetimlerini ele geçirmek gibi bir dizi deneyimi varken, Türkiye’de tartışmanın eksenine birlik fikrinin oturtulması abestir. Bu fikri elbette tüm tartışmacılar paylaşmadı. Ama yapılan politik tercihler, ya bu soyut birlik hedefine, ya da ilkeselliklerden arınmış bir örgütsel pragmatizme endekslenerek geliştirilmişlerdir. Bizim ilkeselliğimiz sınıfı sosyalist devrim düşüncesine kazanmak perspektifidir.

Yukarıda söylenenler hatırlanarak Türkiye için de sendikal hareketin gelişiminde bir ayrıştırma yapabiliriz. Türkiye işçi sınıfını “ileri çekici”, bu anlamda “ilerici” ya da “devrimci” sendikal çıkış deneyimleri kanımca şöyle sıralanıyor:

-1946’nın TSEKP ve TSP belirlenimli çıkışı,

– 1967-70 DİSK hareketi,

– 80’ler sonu işçi direnişleri,

– 80’ler sonu-90’lar başı kamu emekçileri sendikal hareketi,

– Türk-İş ve bağımsız sendikaların özellikle İstanbul şubeler platformunun kısmen kazandığı ivme.

Bunlara tüm sınıf mücadelesi tarihine yayılmış direniş eylemleri elbette eklenmelidir.

Türkiye sendika hareketinde bu tür momentler ya da ara dönemlerin ötesinde devrimci dönemler, devrimci sendikalar ya da dinamikler aramak kesinlikle boş iştir. Hiçbir konfederasyona böyle bir sıfat atfedil-memelidir; adı ne olursa olsun…

1946, sosyalist etkinlikten kısmen bağımsız bir toplumsal kıpırdanış dönemi olmuştur. Sosyalist hareket bu dönemi oldukça akıllıca ve iyi bir çıkışla değerlendirdi. Ancak kazanımlarını “mevzi” haline dönüştürmeye fırsat bulamadan karşı-devrimci bir saldırı, Türkiye işçi sınıfının sendikal bilincine bir devrimci sendikacılığın kazınmasının önünü almıştır.

1967-70 yılları DİSK’in kurumsal bir sendikacılığa değil, bir kitle hareketi kimliğine denk düştüğü dönemdir. 15-16 Haziran bu kitle hareketi niteliğinin en kesin kanıtı olduğu gibi, dramatik biçimde bu nitelikle belirlenen dönemin düşüşe geçmesini de simgeler. Öyle ki, 15-16 Haziran direnişini izleyen 12 Mart faşizminden çıkışta işçi sınıfı sosyal-demokrasi tarafından teslim alınmıştır. Bu teslimiyetin gerçekleşmesinde bir önceki sürecin belirleyici etkileri kuşkusuz var. Örneğin DİSK’i oluşturan TİP’li sendikacıların sınıf bilincinden sosyalist devrime sınıfın kazanılmasını anladıklarını söylemek gülünç olur. Aynı kadronun tipik trade-unioncu oldukları bilinmelidir. Bu kesim, dev-rimcileşen bir kitlesel harekete değil, düzen içi kurumsallaşmaya gözlerini dikmişlerdi.

Türkiye işçi sınıfının da sosyalist hareketinin de bu sürece ağırlık koyup dönüştürecek bilinç ve deneyimleri ise bulunmuyordu. DİSK’e ağırlığını koyan TKP’nin payına bu eleştirinin tümü düşer. Türkiye Komünist Partisi, uluslararası deneyimi bellemişti ve o “kitapta” komünistlerin bizzat yönettikleri ya da -olmazsa- manipüle ettikleri kitle sendikaları yazıyordu! Daha önce söyledim: 1960-70’lerin uluslararası komünist sendikal politika modeli, komünistlerin devrimci-olmayan hegemonyalarını merkez alır. Bu modelin sınıf bilincini ilerletici işlevi son derece sınırlıdır. Model, aslında, daha cüretkar ve her örneğe denk düşmese de kullanılmasında sakınca görmediğim bir ifadeyle, “işçi sınıfının reformistleşen komünistler aracılığıyla kapitalizme eklemlenmesi” modelidir. TKP’nin Türkiye’de DİSK’e yaptığı budur. Düzene eklemlenmenin başka ülkelerde KP’ler üzerinden gerçekleşmesi mümkündür, ama Türkiye’nin menşevikleri, bu ülkenin zayıf halka olduğunu atlamışlardır:

Türkiye kapitalizminin ve burjuvazinin böylesi bir eklemlenmeye rıza göstermesi olanaksızdı. 1970’de DİSK’in ipini çekmek için çıkartılması denenen ve işçi sınıfının şehitler pahasına durdurduğu yasanın imzacıları, eski milletvekili sosyal-demokrat sendikacılar kitlelerini peşlerine takıp DİSK’e geldiler ve herhangi bir dirençle karşılaşmadan proletaryanın kalesi zannedilen konfederasyonu ele geçirdiler. TKP dışındaki kimi başka solcu, devrimci- demokrat vb. kesimler bu yeni dönemin kendilerine alan açacağını bile düşünmüştü. Ne de olsa sos-yal-demokratlar da ilericiydi!

Sürecin özeti: DİSK, kuruluşundan 15-16 Haziran’a kadar kurumsal bir sendikal yapı değil bir işçi kitle örgütüdür. Devrimci etki-lenimlere açıktır. Ve sınıfı direnişleriyle, iç süreçleriyle, 15-16 Haziran’la ileri taşıdığından kuşku duyulmamalıdır. Akışı değiştirecek tek faktör o dönem güçlü bir devrimci sınıf partisinin varlığı ve müdahalesi olabilirdi. Sendika bürokrasisi elini kolunu sallayarak önce 15-16 Haziran için burjuvaziden özür dilemiş, sonra TİP ile arasına mesafe koymuş 12 Mart generallerini kutlamış, kendi gerici kurumsallığı ile TKP’nin ülkeye taşımak istediği uluslararası model arasında bir uyuşmazlık görmemiş, sürecin son noktasını da Abdullah Baştürk’ün yönetime gelişi koymuştur.

12 Eylül sonrası işçi sınıfı hareketi dindirildi. Burjuvazi sınıfın örgütlülüğüne darbe vururken pek fazla zorlanmadı. Ama “yeni düşünce”nin ve yeni-liberalizmin aceleci sözcülerinin bütün “elveda proletarya” çığırtkanlığına karşılık, 12 Eylül sonrasında Türkiye toplumunun burjuvazinin ideolojik yapılanmasına karşı en dirençli çıkan kesimi işçi sınıfı olmuştur. Türkiye işçi sınıfı 80’lerin ikinci yarısında kendiliğinden hareketlilik ve bir toplumsal sınıf olarak kimliğini restore etme anlamında ikinci doğuşunu yaşamayı başardı. Bundan yedi yıl önce bu kitap dizisinde durum değerlendirmesi şöyle yapılıyordu:

“12 Eylül, geride sinmişlik ve yıkılmışlığın ötesinde, yaşamsal tüm değerleri ve birikimi erozyona ya da yıkıma uğramış insanlar çıkardı ortaya. Bu konumlarıyla bu insanlar, bıraktıkları yola ve bu yolda hala yürüyenlere korkunç bir düşmanlık da sergiliyorlar.

“İşte bu noktada, işçi sınıfını Türkiye toplumunun öteki kesimlerinden ayırmanın mümkün olduğunu sanıyoruz. Korku, çok başta. Herkeste, her sınıf üyesinde olabilir. Ancak, inanç ve değerlerin erozyonu, kişiliksizleşme dejenerasyon türü gelişmeler söz konusu olduğunda, 12 Eylül ve ANAP döneminin ekonomiden kültüre dek tüm alanlarda, en az işçi sınıfı üzerinde etkili olduğu söylenebilir. “20

İşçi sınıfının bahar eylemleri ve Zonguldak ile doruğa çıkan silkinişi sendikal yapının mevcut gerici önderliğinden bağımsız gerçekleşmiş, tam anlamıyla, bu yapı sınıfın kendiliğindenliği tarafından aşılmıştır. Bu dönemin eylemleri proletarya için bir savaş okulu işlevi görmüş, tartışmasız biçimde sınıf bilincini geliştirmiştir. Dramatik eksiklik bir kez daha, bu süreç sendika bürokrasisini sarsıp yürürken devreye sosyalist bir sınıf öncüsünün girememesidir. Türkiye sosyalist hareketi 1987-90 hareketliliğinde önemli bir . fırsatı kaçırmıştır.

Bu fırsatın sosyalizm adına kaçırılması ile, işçi sınıfı adına kaçırılmasının eş anlamlı olduğu kısa bir süre içinde kanıtlandı. 12 Eylül ve sonrasında işçi sınıfı dışında tüm topluma yeni bir ideolojik biçimleniş getirmeyi beceren burjuvazi, proletarya söz konusu olduğunda süreci gecikmiş olarak yaşadı ama önünde sonunda yaşadı.

Bu dönemin hareketliliği Türk-İş’e bağlı ve bağımsız sendikalarda örgütlü işçi sınıfının mevcut örgütlülüğü aşması açısından da anlamlıdır. Sendika üst yönetimlerini sıkıştıran şubeler platformu odağım ortaya çıkartan bu hareketliliktir. Süreç Zonguldak yürüyüşü ve 3 Ocak 1991 genel grevi ile doruğa çıktı.

Bir sınıf mücadelesi dersinin iyi bellenmesi gerekiyor:

Eksikli doruk noktaları sermaye açısından karşı saldırının da dönüm noktaları anlamına gelir. 15-16 Haziran nasıl bir doruk ve düşüşün başlangıcı olduysa, ’91 Ocak ayı da öyledir. Yoldan döndürülen Zonguldak emekçileri ve zamanlaması burjuvazi ile Türk-İş yönetimi tarafından ortaklaşa yapılan genel grev, sosyalistlerin dışarıdan bir enjeksiyonda bulunamadıkları proletaryayı durdurmaya yetti. Grev ve direnişler döneminin ekonomik kazanımları ideolojik ve siyasal alana taşınamadı. Ve Türkiye işçi sınıfı 12 Eylül restorasyon dönemini gecikmiş olarak yaşadı.

Bu süreçte, devrimci ya da sosyalist işçi önderlerinin sendika bürokrasisi tarafından teslim alındığını gördük, trade-unionism’in sınıfı köleleştirmesini yaşadık. Sendikal hareket içinde yer alan ya da yeni yetişen işçi önderleri kuşağı, sosyalist ideoloji ve örgüt tarafından değil, sendikal yapı tarafından kazanıldı. Burjuvazi, sendika bürokrasisi aracılığıyla işçi hareketinde, çoğu noktada şubelere kadar, işyeri temsilcilerine kadar örgütlendi. Son nokta Türk-İş’te Meral-Denizer ekibinin yönetimi aldığı kongredir. Sınıf aidiyeti kuruluşunda net biçimde burjuva olan Türk-İş, 1980’lerin ikinci yarısında yaşanan çalkantıdan sonra yeniden aslına rücu etti.

Türk-İş’in burjuva yapısının dışına salınan sendikal odaklar da -şubeler platformu sol kimlikli bağımsız sendikalar, sonrasında DİSK- bu çekim gücünün dışında kalamadılar. Kalabilmeleri için tek şans bu odakların, açıkça “komünist sendikacılığa” dönüşmeleri olurdu.

Türkiye işçi sınıfının 1946, 1967-70 ve 87-90 ilerici kendiliğindenlik örneklerine bir yenisini kamu emekçileri hareketi eklemiştir. Kamu sendikaları hareketi, toplu iş sözleşmesi yapma konumunda olmamalarıyla beslenmesi ve bizzat devrimcilerin sürüklediği bir süreç olarak doğması, üstelik bir gericilik döneminin ardından birikmiş bir dizi sınıfsal tepkiyi barındırmasıyla, Türkiye emekçi hareketi tarihine devrimci bir dinamik ve bir kazanım olarak geçti.

Bu hareketin işçi hareketi deneyimine kattığı dersler var. Bir kez daha hareket, kurumsal bir sendikacılık biçiminde değil, bir emekçi kitle hareketi niteliğiyle yükselmiştir. Bir kez daha sosyalizmin etkisine son derece açık bir süreç yaşanmıştır.

Kamu emekçilerinin sendikalaşması burjuvazinin başlangıçtaki engellemelerine karşın fiili bir mücadeleyle geliştirildi. Ancak devrimci bir tarzda, fiilen elde edilmeye başlanan kurumsallık, kendi başına bir devrimci kazanım olamamıştır. Bugün gündemdeki son derece geri memur sendikaları yasa tasarısı, burjuvazinin kamu emekçilerine yönelik müdahalesinin değişik momentlerde değişik biçimler alması açısından da öğretici.

Hareketin ilk kıpırdanışlarında burjuvazi tarafından gayrı meşru ilan edilen sendikalar, anlamlı bir kitleselliğe ulaştığında, almaya başladığı radikal mücadele tarzlarının üzerine bir sindirme hedefiyle gidilmiştir. Sendikalaşma hareketinin yasal-hukuki bir düzenlemeye gidilmesi talebi, yıllarca düzen tarafından ciddiye alınmadı ve sürüncemeye bırakıldı. Bugün yasal düzenleme geri bir içerikle gündeme alınıyorsa, görmek gerekiyor, kamu emekçileri hareketi de başlangıcındaki kimi niteliklerinden uzaklaşma eğilimine girmiş olması son derece önemli bir noktadır.

Bu hareketin “emekçi kitle” niteliğinde bugün önemli bir aşınma vardır. “Sokağa dökülme” motivasyonunda gerileme gözlemlenmektedir. Açıkçası, burjuvazinin güç kullanımına dayalı sindirme operasyonunun belli ölçülerde sonuç aldığı söylenmelidir. Bugün geri bir hukuki çerçeve dayatılmaya çalışılan kamu emekçileri hareketi, düzenin ve toplumun gündemine bu hukuki tartışmayı bir “mücadelenin kazanımı” olarak sokamamışlardır. Paradoksal biçimde, mücadelenin ivme yitirdiği dönemde burjuvazi, hareketi yeni yasa tasarısıyla teslim almayı planlamaktadır.

Elbette hareket önemli bir sınıf mücadelesi unsuru olarak sürüyor. Bugünkü nokta ise oldukça kritik bir anlam taşımaktadır. Yaklaşık bir yıldır tıkanmış durumdaki hareket bugün bir dönüm noktasındadır.

Karşı cepheden planlananlar belli. Tekrarlarsak, güç kaybetmekte olan hareket, düzen açısından mümkün olan en güvenli çerçevede belirli bir statükoya oturtulmak istenmektedir. Emekçilere gelince; tıkanıklığın toplumun üzerine örtülmüş genel depolitizasyon kısıtını bir yana koyalım, ve hareketin içsel dinamiklerine değinelim. Kimi temel yaklaşımları hatırlatarak…

Sınıfın kendiliğindenliğini sosyalist devrime kazanacak olan etken, hareketin içinde yoğun olarak devrimcilerin varlığı değil, bu kadrolar aracılığıyla kendiliğinden hareketin öncü devrimci bir partinin hegemonyası altına girmesidir. Kamu emekçileri hareketinde bir kitleselliği sosyalist siyasete bağlamak için yeterli nicelik ve yoğunluğun ötesinde bir devrimciler birikimi vardır. Ancak “devrimciler birikimi”, her durumda devrimci bir birikim değildir.

Sendikal hareket kendisini sosyalizme bağlamaksızın, tanımı gereği düzen içi hukuki kazanım hedeflerine endekslenince, kimliği de düzen içi bir niteliğe doğru evrilir. Kamu emekçileri hareketi bu gerileme sürecini tamamlamış değil. Ama bu anlamda da bir kavşakta bulunuyorlar.

Bir diğer önemli nokta, hareketin önder kadrolarının hiç de “düzen içilik” yönünde bir ideolojik tercih yapmamış olmalarıdır. Toplumsal bir dinamiğin düzene akması için mutlaka düzen içi bir bilinçli perspektif tarafından esir alınmış olması gerekmez. Örneğimizde yaşanan yalnızca perspektifsizliktir. Kamu sendikaları alanında varlık gösteren devrimci kadro ve hareketler, bu mücadeleye kısmi ilerlemeler merceğinden bakmışlar, üç adım sonrasına ilişkin bir hedefe tabi olmamışlardır.

Sonra, bir sendikal örgütlenmenin genişlemesi ve paralel olarak kurumsallık kazanması mutlak olarak ilerletici olmayabilir. Sendikal örgütlenme sosyalizm mücadelesiyle organik bağları kurulmadığı çoğu koşulda bir kitle hareketini statükoya taşıma işlevi görmüştür. Sendikal yapılanmanın kurumsallaşması, hangi perspektif egemense o perspektifi kurumlaştırır.

Özetlersek, kamu emekçilerinin sendikal hareketi uzunca bir süredir durgunlaşmış ve bu sendikalar birer kitle mücadele örgütü olmaktan çıkmışlardır. İkincisi, hareketin perspektifi sendikalarının tanınmasına, toplu iş sözleşmesi haklarının verilmesine takılıp kalmıştır. Üçüncüsü, hareketin herhangi bir politik talebi kalmamıştır. Ve bu koşullarda gerileyen emekçi kitlesine cazip gelebilecek, kısmi bir kazanım olarak algılanabilecek, ya da kanıksanabilecek bir yasal düzenlemenin desteğinde sermaye saldırı halindedir.

Bu saldırı karşısında, kamu emekçileri hareketi kendisini tahkim etmek durumundadır. Güncel “konfederasyonlaşma” tartışması bu çerçevede değerlendirilmelidir.

Kritik nokta şundan ibaret: KÇSP’nun organizasyonunu bir gelişkin düzeye yükseltecek olan konfederasyonlaşmanın bir örgüt biçimi olarak kendisi değil, toplumsal içeriği ve perspektifi önemlidir. Bugünkü işçi sendikalarının geri/atıl kitle – uzlaşmacı yönetim yapısının yanma eklenecek kapsayıcı ve kitlesel, ama benzer nitelikte bir memur konfederasyonu, sermayenin saldırısına, kitlenin daha bütünlüklü olarak, çatlak ses olmaksızın teslim olması anlamına pekala gelebilir. Ama konfederasyonlaşmanın sınıf mücadelesinin içinde bulunduğu aşamanın devrimci analizi üzerine oturtulmuş bir perspektife sahip olması da mümkündür. Konfederasyonlaşmanın siyasal açıdan ileri bir adım olup olmadığını belirleyecek olan konu, bu örgütlenmenin emekçi hareketi genel bir atalet içinde iken, direniş odaklarını besleyip besleyemediğidir.

SENDİKAL BİRLİK NE ANLAMA GELİYOR?

Yeni yasa işkollarının yeniden belirlenmesi, dolayısıyla buna göre aynı alana denk düşecek olan kamu sendikalarının birleşmesini gündeme getirdi. Bu yolla doğacak büyük kamu sendikalarının üzerinde bir konfederasyonlaşmanın yükselmesi daha güçlü bir olasılıktır. Son yıllarda Türk-İş ve Hak-İş’in oluşturdukları, bir süredir de DİSK’in eklendiği geri sendikal yapının ayrıksı örneklerini, lokal işçi direnişlerinin dışında işçi sendikalarının şubeler platformu ile kamu sendikaları veriyordu. Açıkçası KÇSP’nun konfederasyonlaşma geri yapıya eklenme yönünde bir operasyon için de zemini kolaylaştırma tehlikesini barındırıyor.

Kamu sendikalarının bu basınca karşı direnebilmelerinin birinci koşulu, örgütlü varlıklarını yine örgütlü kanallardan sosyalizm mücadelesine bağlamalarıdır. Bu sağlanmadan “güçlü sendika”, “büyük sendika”., “birlik”, “sınıfın birliği” türü sloganların içleri kof kalmaya mahkumdur.

Buradan “sendikal birlik” konusuna geçebiliriz.

Şimdi durup düşünelim. 1980 ve 90’lar-daki sendikal birlik problematiği tüm bu gelişmelerden, hareketliliğin sınıfın bilincini yükseltici ve sosyalizme evriltici olup olmadığı, dolayısıyla ne denli ücret ve sendika konularının ötesine geçen siyasal perspektifler taşındığı gibi parametrelerden bağımsız olarak ne denli sağlıklı tartışılabilirdi?

Yanıt, tartışmasız olumsuzdur. Elbette ilkesel ve refleks bir tutum olarak sosyalistler, tarihleri boyunca sınıfın en geniş sendikal birliğinden yana olmuşlardır. Ama bu ilkeselliğin sosyalistlerin devrede olmadıkları, açıkçası sınıfın devrimcileşmesinin önünü kesen bir geniş birlik gündemdeyken, sendikal örgütlülüğün üst düzey biçimlere düzene eklemlemek amacıyla taşındığı durumlarda da olduğu gibi geçerli olduğu nerede yazıyor Örnek olsun, bugünkü Türk-İş, bugünkü DİSK ve düzen tarafından restore edilmiş bir kamu çalışanları konfederasyonun birleşmesi, sosyalizme alan açan değil, önümüzdeki verilerle kapatan bir birlik olurdu. Böylesi bir “en geniş birlik” sosyalizmin işine mi gelecektir?

12 Eylül sonrası gelişmelerde sınıfın sendikal birliği sorunu farklı evrelerden geçti. Kitle eylemleriyle sendika bürokrasisinin aşıldığı ve sarsıldığı dönemde sosyalist bir öncünün devreye girememesi en kritik olgulardan biridir.

İkincisi, kamu emekçileri hareketinin doğuş konjonktürü, işçi sınıfının militanlıkta geri çekilmeye başladığı, kamu emekçilerinin, hareketin içindeki sosyalist unsurların da kattığı bir renkle göreli olarak öne çıktıkları bir dönemdir. Bu dönemde sendikal düzeyde dönüştürücü müdahaleler “memur” hareketinin işçi sendikalarına yönelmesiyle güçlendirilebilirdi. Aynı dönem sarsıntı geçiren işçi sendikaları bürokrasisinin daha kapsayıcı bir örgütlenmede denetim kurmasının son derece güç olacağı da açıktı. Bu fırsat kaçırılmıştır.

Bugün toplam sendikal harekete bakıldığında kıtlesiz ama devrimci önderliklere sahip sendikalar ya da şubelere rastlanıyor. İşçi hareketi ve sosyalist hareketin iki ayrı kanaldan aktıkları bugünkü koşullarda bu tür sendikal öbeklerin işçi hareketine değil, devrimci kanala ait oldukları rahatlıkla söylenebilir.

Dünyanın çoğu ülkesinde “işçi hareketi” denildiğinde, bu deyim Türkiye’de bugün çağrıştırdığından başka şeyleri akla getirir. Bir çağrışımın ötesinde, Batı Avrupa’da “işçi I hareketi” deyimi siyasal hareketleri anlatır. Türkiye’de politikanın dışında, ivmesi belirsiz, perspektiften yoksun bir kitle devinimini anlatmak için bu terim kullanılıyor. Dolayısıyla “sınıfın birliği” lafzından ne anlaşılması gerektiği üzerine düşünülmesi de gerekiyor.

Satır arasında söylediğimi tekrar edeceğim: Sosyalist hareket, öncüsü olmaya çalıştığı sınıfın asgari örgütlenme deneyimlerine sahip olmasını tercih eder. Sosyalist mücadele ve devrim sürecine kazanılacak olan emekçilerin ekonomik haklarına duyarlı olmaları, sendikada örgütlülük ile tanışmaları, grev deneyiminden geçmeleri, sınıf dayanışmasını hissetmeleri son derece önemli bir bilinçlenme altyapısının parçalarını oluşturuyor. Ancak sosyalist yaklaşımın “nasıl olursa olsun örgüt” dediği hiç duyulmamıştır.

İşçi sınıfının bu bilinçlenme sürecinin ayrılmaz öğesi, devrimci bilincin taşıyıcısı öznenin müdahalesidir. Bu müdahalenin saati, bir ekonomik mücadele, deneyim ve bilinç aşaması tamamlandıktan sonra çalmayacaktır. Devrimci kadroların, devrimci örgütün, devrimci bilincin yönlendirdiği bir grev ile, bunların mevcut olmadığı bir grev arasındaki farklılık çok büyüktür ve önemsenmelidir.

Bu yazıda işçi hareketinin sendikal mücadele deneyiminin genel ve tarihsel bir betimlemesini sunmaya da çalıştım. Bu betimlemeden alınacak bir ders şudur: Marksizmin, daha iyi bir ifadeyle komünist partilerin bulunmadığı tarihsel ortamlarda işçi hareketinin kendiliğindenliğinde gizli ilerletici nitelik çok daha fazladır. Komünist partilerin varlığı ve dolayısıyla burjuvazinin bu varlığa karşı işleme koyduğu karşı önlemler durumu değiştirmiştir. İşçi hareketinin kendiliğinden (ekonomik) mücadelesinin, komünist özneler tarafından yönlendirilip yönlendirilmediği, bu mücadelenin ilerletici olup olmadığını belirleyen en önemli kriterler arasına girmiştir.

19. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’da işçi hareketinin sendikal birliği sloganı kendi başına devrimcidir. Çünkü sınıf bilinci “kendindelik” konumundan “kendisi için” konumuna sıçramaktadır. 20.yüzyıl başında Rusya’da kendiliğinden mücadeleye neredeyse “gerici” denilmişse, arada bir mantıksal çelişki değil tarihsel koşulların farklılaşmasını aramak gerekir. 20.yüzyılın ikilemi “kendinde-kendisi için” kavram çiftiyle karşılanabilir olmaktan çıkmıştır. Daha uygun bir kavrayış, kendindeliğe özgü ideolojinin burjuva ideolojisi, “kendisi için” konumuna denk düşen ideolojinin ise sosyalizm olduğunu temel almalıdır.

Günümüz Türkiyesi’nde de sosyalistler ekonomik örgütlülüğü sınıfın maddi gelişimi açısından olumlu bir altyapı olarak görürler, bu ilkeselliği korurlar. Ama, bu örgütlülüğün sosyalizm perspektifiyle, devrimci özneyle, öncü partiyle ilişkisi, yakınlaştırıcı, sınıf kitlesini sosyalizme yönlendirici bir tarzda kurulamıyorsa, hatta sendikal örgütlülük bu yakınlaşmayı engelleme güdüsü üzerine kuruluyorsa ne yapılacaktır?

İlkesel tutumunuz bu çok sık rastlanır durumu kapsamıyorsa sınıfta kalırsınız. Türkiye solu sınıfın en geniş sendikal birliğinin evrensel bir hedef ve pratik tutum olduğu saplantısını terketmelidirler. Birlik sosyalizmin hegemonyasının kurulmasına hizmet ettiği ölçüde, ilkedir.

Yöntemsel bir parantez açacağım. Aslında eleştirdiğim türden bir “ilke”, maddi durumun analizinde diyalektik yöntemden uzaklaşmanın en sık rastlanır biçimine de denk düşüyor. Tarihsel diyalektik materyalizm için birbirlerinden ayrı belirlenim ve gelişimlere sahip nesne ve özne mevcut değildir. Öznelerin müdahalesinden yalıtılmış bir nesne analizi de, nesnelerin iç deviniminden özerk bir özne de tek kelimeyle saçmadır. Devrimci müdahalenin analize dahil edilmediği bir sendikal sorunun değerlendirilmesi kesinlikle anti-Marksisttir.

Çok açıkça şunu söylüyorum: Bugün, “memur” ya da işçi, tek tek işkollarındaki sendikaların birleşmeleri gündeme geldiğinde, sosyalist hareket, bu birleşme sürecinde ve ortaya çıkacak sonuçlar üzerinde kendi etkinliğini birinci derecede bir parametre olarak hesaplamalı ve tutumunu öyle belirlemelidir.

Bu dar pragmatizm değildir. Sosyalist özne, sınıfın öncü partisi toplumsal süreçlerin önemli öğelerinden birisi ise, işin doğrusu, kendi gücümüzü önemseyen bir değerlendirme yapmaktır.

Son yıllardaki sendikal birlik deneyleri ise parlak sonuçlar vermemiştir. Sendikaların birleşmeleri, daha geniş bir işçi kitlesinin tek bir ekonomik mücadele örgütünde birarada olmalarını sağlamıştır sağlamasına, ama, eşzamanlı olarak hareketin sıradanlaştırılmasını, devrimci unsurların teslim alınmasını ya da törpülenmesini de sağlamıştır. Sosyalistler bu gelişmeleri salt “sınıfın daha geniş birliği” diye alkışlayamazlar.

Kamu çalışanlarının gündemindeki sendikal birliğe sosyalistler, birleşmelerin devrimci müdahale olanakları açısından getiri ve maliyetlerini hesaplayarak tepki vereceklerdir. Yine birliği ve üst düzey bir örgütlülüğe geçişi ifade eden kamu sendikaları konfederasyonu tartışmasında da aynı tutum geçerli kılınmalıdır. Ekonomik örgütü daha kapsayıcı hale getirirken, bu örgütün sınıfın siyasal örgütü, partisi ile mesafesinin açılmaması gözetilecektir. Burada bir uyum sağlandığı ölçüde konfederasyonlaşma devrimcidir.

SINIF SENDİKACILIĞI ÜZERİNE

“Sınıf ve kitle sendikaları işçi sınıfının çoğunluğunu üye veya sempatizan olarak bünyesinde töplamamış hiçbir siyasal partinin veya hareketin, doğrudan veya dolaylı, gizli veya açık, örgütsel veya ideolojik izleyicisi olmamalıdır; bu tür örgütlenmelerden örgütsel ve ideolojik olarak bağımsızlığını özenle korumalıdır” 21 Bu satırların yazarı, Türk-İş’in akıl hocasının niyeti bellidir: Sendikaları, emekçi sınıfın ekonomik örgütlerini, sosyalist öncü partiden, emekçi sınıfın siyasal örgütünden ayırmanın ötesinde karşı karşıya getirmek! Sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışına bu yaklaşım içinde biçilen misyon, “sendikaları siyasal örgütlenmelerin kitlelerle bağlantı kayışları ve sempatizan devşirme araçları olarak kullanmayı amaçlayan anlayışların alternatifi” olmaktır 22 .

Aynı kişinin bir derdi de, geçmiş DİSK belgelerinde sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışında, sınıf bilinciyle sosyalist siyasal bilincin oldukça yakın, neredeyse özdeş kavramlar haline getirilmiş olması. Burada, bu “dert” ile uğraşmak gerekmiyor. Bu tartışmanın düzlemi sosyalistlerin perspektifinden alabildiğine uzaktır. Ancak Yıldırım Koç, bugün en büyük sendikal yapıda ideoloji imalatından sorumlu bir görevdeyken, aynı anda “sol” bir partinin yayın organlarının köşe yazarı ise durum biraz daha karmaşıktır. Bir diğer “sol” partinin genel başkan yardımcısı, aynı zamanda sendikacılık yaptığı DİSK’in son Kongresinde, “geçmişte solun sendikalarda tahakkümcü bir mantık sergilediğini, bunun hata olduğunu” söylüyorsa23 durum gerçekten biraz daha karmaşıktır.

Koç bir yana, “sol” partilerin sendikalara yönelik yalakalıkları birkaç şeyin birbirine karıştırılmasına yol açıyor.

Sınıf ve kitle sendikacılığı kavramının Türkiye’de kullanımı DİSK patentli olmuştur. Bu kavram, uluslararası literatürde verilen anlam bir yana, ikili çağrışımıyla anlam kazandı:

“Sınıf” öğesi emekçi sınıfların tarihsel çıkarları anlamında sosyalist bir perspektifi anlattı. “Kitle” öğesi, ise bu perspektifin sınıfın dar bölmelerinde taşınmasıyla yetinilemeyeceğini…

Ortaya çıkan sonuç, DİSK’in pratiğine bakılırsa, deyimin “kitle” vurgusunun fetişleş- tirilmesi olmuştur. Sosyalist perspektifle uzak yakın ilintisi olmayan ideolojilerin DİSK içinde cirit atmalarına izin verilmiştir. DİSK sosyal-demokrat sermaye ajanlarına teslim edilmiştir. Bu pratiğin kendisi bile bugün sosyalistlerin bu lekeli kavramı terketmeleri için yeterli koşuldur. “Sınıf sendikacılığı”, ideolojik tercihlerle eşanlı olarak sınıf kitlelerini kucaklama hedefini de pekala kapsayacak biçimde tanımlanabilir ve uygulanabilir.

DİSK’in kavramlaştırmasına yönelik eleştiriler karşısında pek ses seda çıkmaması, hatta geçmiş tahakkümcülükten vazgeçme sözlerinin verilmesi, bugün bir vurguyu cesaretle yapmamızı gerektirir:

TKP’nin DİSK’e soktuğu sendikacılık tarifi ana hatlarıyla doğrudur.

Bu tarifte “İşçi sınıfının da bir ideolojisi vardır. İşçi sınıfının ideolojisi sosyalist ideolojidir” denilir; “…mücadele yalnızca kapitalizmin sonuçlarına karşı değil, kapitalist sömürünün temellerine karşı sürdürülmek zorundadır…” denilir; “sendikalar işçi sınıfının politik mücadelesi doğrultusunda mücadele vermek, işçi sınıfı bilimine ters tüm eğilimlere karşı sendikal düzeyde ideolojik mücadeleyi sürdürmek zorundadırlar” denilir 24 .

Bir ekonomik mücadele örgütünün kendisini sosyalist ideoloji ve politika ile yakınlaştıran her ifadesine sempatiyle bakılır. DİSK’teki tuhaflık, bu ilkelerin uygulanması ve sınıf kitlesinin tahakküm altına alınması, ya da ekonomik örgütün bağımlı bir eşantiyon durumuna düşürülmesi değildir.

Bir kere, yukarıda alıntı yapılan belgenin DİSK Yönetim Kurulu tarafından karar altına alındığı yıl 1979’dur, ve konfederasyon “çıkarcı komünistlerin” değil, sosyal-demokrasinin tahakkümü altındadır. “Demokratik Sınıf ve Kitle Sendikacılığının Temel İlkeleri” karar belgesi, muhtemelen o dönem konfederasyonda konumlarını koruyan Marksistlerin de devrede oldukları bir dizi dengenin ürünü olmakla birlikte, sosyal-demokrat sendika bürokratlarının sosyalist, devrimci, ilerlemeci sendikacı ve işçi önderlerini, DİSK’e katkı koyan Marksist aydınları alaya almalarını da belgelemektedir.

Sosyal-demokratlaştınlmış DİSK’in sosyalizm ve anti-kapitalist mücadeleden dem vurması ironiktir. Ancak bundan daha önemlisi şudur:

1970’lerin DİSK’i sol politikanın tahakkümü altında olmak bir yana, sol politikayı tahakkümü altına almıştır. Bu deney, bir yanıyla ilerlemeci çizginin sendikal politikasının da iflası olmuştur. TKP, sendikaları kendi yükselişinin bağlantı kayışları olarak kullanmayı tasarlamıştır, ve bunda ne şaşılacak ne de kızılacak bir şey yoktur. TKP bu işlemi, sendikalarda ideolojik içeriği olan bir hegemonya kurmak yönünde “meşakkatli” bir çalışma üzerinden değil de, ideolojik ve politik kimlikleri verili ve pek iç açıcı olmayan sendikacılar üzerinden gerçekleştirmeye çalışmıştır. Deneyim bu yolun, politik partinin değil, sendikanın önünü açtığını gösteriyor. Politik partinin öncülüğü olmaksızın önü açılan sendikanın doğal akışı düzen içine doğrudur.

ANTİ-SENDİKAL SALDIRI: GERİ DÖNÜŞ MÜ?

Bugün içinde bulunduğumuz koşullarda tüm bu tartışmaları derinden etkileyen unsur , kapitalizmin dünya çapında yürüttüğü anti-sendikal saldırıdır. Kapitalizm, 1970’lerden, yani ikinci savaş sonrasının ilk büyük krizinden başlayan bir eğilim olarak işçi sınıfının sendikal örgütlülük düzeyini ciddi ölçüde geriletmektedir. ABD’de 1970’den 90’a sendikalaşma oranı, yüzde27’den yüzde15’e, aşağı yukarı yarı orana düşmüştür. Fransa’da aynı gerileme yüzde23’den yüzde 10-12 dolaylarınadır. Hollanda II.Dünya savaşından bu yana en düşük sendikalaşma oranı olan yüzde25’lik bir tabana 1980’lerin ortalarında vurmuştur. Sendikalaşma oranlarının yüksek olduğu İngiltere (1975’de yüzde53), Belçika (1985’de yüzde75.8), Avusturya (1970’de yüzde62.l) gibi ülkelerde 10-15 puanlık düşüşler yaşanmıştır 25 . Sendikasızlaştırılan işçi sayısı muazzam boyutlar almaktadır.

Kapitalizm 1970’lerle birlikte kriz konjonktüründe işçi sınıfının devrimci bir hareketlenmeye girmediğini görmüştür. Batı toplumlarının statükocu sendikalarda ve en fazla baskı grubu işlevli partilerinde örgütlü işçi sınıfı kriz koşullarında kararsız bir savunma mevzisine çekilmiştir. Bu durum karşısında sermayenin yaptığı basınç uygulamak, saldırısını adım adım arttırmak ve mevcut örgütlülükleri de yeni bir iktisadi yapılanmaya ya da üretim modeline geçiş doğrultusunda tasfiye etmek olmuştur. Bu sürecin diğer boyutları yazının kapsamı dışında kalıyor. Sürecin sınıfın örgütlülüğüne darbe vuran boyutları ise biliniyor: İşletme ölçeğinin küçültülmesi, taşeronlaşma, toplu pazarlık sisteminin parçalanması, işçinin kapitalist üretim süreci içinde yaşadığı yabancılaşmanın yerine, üretim sürecinin teknik boyutlarıyla sınırlı bir paylaşım mekanizmasına dahil edilmesi, sınıf örgütlenmesi ve dayanışması motiflerinin, yerlerine “işletmenin birliği” konularak geriletilmesi…

Bu gelişme bu yazının bütününde tartışılan işçi sınıfının bilinçlenme süreçleri ve bunun ekonomik ve siyasal örgütlülük ile bağlantıları konusuna, kesinlikle dahil edilmelidir. Bu yöndeki girişimler ilk bakışta, kendilerini bir tarihsel geri dönüşle karşı karşıya hissetmektedirler. İşçi sınıfının ürettiği ekonomik örgütlülük düzeyi, bunun deneyim ve bilinci, içinde bulunduğumuz dönemde tekrar üretilmek durumunda; bu gözlemin üzerine “geri dönüş” yaklaşımının eklenmesi ise ciddi bir teorik tehlike olacaktır.

Türkiye işçi sınıfına, dünya çapındaki sendikasızlaştırmadan düşen pay oldukça yüksektir. Üstelik işçi sınıfının sendikalı kesimleri ile sendikasız kesimleri arasındaki bilinç birikimi mesafesi de, sendikaların düzen içi kurumlar olarak konsolide edilmesiyle paralel olarak kapanmaktadır. Bu durumda basit ve tehlikeli bir “geri dönüşçü” yaklaşım, sendikalaşmayı öne koyan politikalar olacaktır. Sendikalaşmanın neyin önüne konulacağı ise bellidir: Politik örgütlenmenin…

Sınıfın öncelikle sendikal mücadeleye örgütlenmesi Türkiye’de toplumsal birikimin içerdiği eşitsizlikler gözönüne alınırsa, kesinlikle devrimci bir işlev taşımayacak bir önermedir. Leninist bir ilkesellik zemininde bu tartışmayı yürütmek, yukarıda söylenen bir dizi tezi tekrarlamak anlamına gelecek. Leninizmin sendikalar politikası, işçi sınıfının ne kadarlık bir kesiminin sendikalarda örgütlü olduğundan bağımsız bir arka plana sahiptir.

İŞÇi SINIFINA ULAŞMAK…

Yukarıda sözünü ettiğim eşitsizlik öğelerini sıralamakta yarar var:

(1) Türkiye işçi sınıfının sendikalarda örgütlü kesimi örgütlenmenin öğreticiliğini değil, sendikal bürokrasi aracılığıyla kapitalizme uyumlulaşmayı yaşamaktadırlar.

(2) Sendikal yapıların dejenerasyonu karşısında işçi sınıfı önce mevcut “önderle riyle” birlikte mücadele vermeyi tasarlamış, sonra ihanete uğrayıp demoralizasyona düşmüş, ya da yeni sendikal arayışlara girmiştir. Bugün gelinen noktada proletarya sendikal önderliğe kayıtsızdır. Sendika bürokrasileri bir işçi kitlesini çekip çevirememektedir.

(3) Sendika örgütlenmesi mevcut yönetimlerin ötesinde bir kategori olarak işçiler nezdinde prestij kaybına uğramaktadır. Ama yerine konabilen birşey de yoktur.

(4) Sosyalist, devrimci, ya da solcu işçi önderleri sendika bürokrasisine eklemlenmişlerdir. Kendi siyasal kimliklerini koruyan ve bu anlamda sınıf ortalamasının oldukça üzerinde konumlanan unsurlar ise, mevcut bürokratik ve atıl zemin üzerinde bu kimliklerini -en azından- realize edememektedirler.

(5) Türkiye sosyalist hareketi işçi sınıfı üzerindeki etkisinin en düşük olduğu dönemi yaşamaktadır.

(6) Buna karşılık sosyalistler ya da devrimciler “Bahar Eylemleri” döneminden farklı olarak kendilerinden bağımsız bir sınıf hareketliliğiyle karşı karşıya değillerdir. Giderek her anlamlı işçi direnişi belirli devrimci kadroların denetimi ve yönlendiriciliğinde ortaya çıkmaktadır.

(7) Bu koşullarda bugün Türkiye’de bir sınıf kesiti olarak “öncü işçiler” tanımlaması son derece tartışmalı hale gelmiştir. Mücadelesi olmayan kitlenin öncü unsuru olmak, bir tuhaf kendinden menkul iddiadır.

(8) Sosyalist hareket sınıfın depolitize olduğu, kayıtsızlaştığı ve atıllaştığı bir konjonktürde çok anlamlı ve üretken bir öncü kol yaratmıştır. Türkiye solu tarihinde görmediği derinlikte bir sınıf politikası üreten bir bölmeye üstelik kendisini parti olarak örgütlemiş bir bölmeye, sahiptir…

Bu liste daha da uzatılabilir. Ancak belirli sonuçlar için bu kadarı da yeterli.

Sosyalist hareket mutlaka belirli ideolojik ve politik ilkeler üzerinden ama maddi verileri gözeten yaratıcı esnemelerle mücadele verir. Yukarıdaki verilerden yalnızca biri, işçi sınıfının sendikasızlaşmakta olduğu gözlemi, sosyalist politikada önceliğin sendikal örgütlenmenin canlandırılmasına tanınmasını destekliyor. Ama bugün Türkiye’de mevcut hiçbir sendikanın gündeminde işsiz kitleleri kapsayacak, sınıfın en büyük darbeyi yemiş, dolayısıyla radikal eğilimleri barındıran bu kesiminden beslenme hedefi bulunmuyor. Tek başına bu bile büyük bir handikaptır. Bugün sendikalar, işçi sınıfı içinde rekabeti ortadan kaldırmak gibi klasik bir işlevden de uzaktırlar.

Bir diğer ve temelli öge, bugünkü sendikal yapının tabandan dönüştürülme olasılığının artık sıfırlanmış olmasıdır. Sendika bürokrasisi devlet ve sermaye ile içice bir düzen kurumu vasfı taşımaktadır, ve böylesi kurumlar ancak parçalanarak, alt üst oluş yoluyla dağıtılabilirler.

Öte yandan Türkiye’de mevcut sendikalara ve sendikalarda örgütlü işçi sınıfına yönelik ilgisini kesme gücüne de kimse sahip değildir. Açıkçası, mevcut sendikal örgütleri dağıtmaya yönelik taktikler de sosyalistlerin deneyim cephaneliğinde mevcuttur. Ama bir koşulla: terketme çağrısı yapılan sendikaların karşısına “kızıl” sendikaların çıkartılabilmesi durumunda…

İşçi sınıfının, üstelik sendikalarda örgütlü işçi sınıfının ataleti ise önemli bir olgunun göstergesidir: Son derece çeşitlenmiş yollarla burjuvazinin kurduğu ideolojik hegemonya çok güçlüdür.

Bu verili durum, ancak işçi sınıfının barındırdığı eşitsizliklerin özenli bir analizi üzerinden değiştirilebilir. Burjuvazi tüm araçlarıyla işyerlerini işçilerin örgütlülükle tanıştıkları mekanlar olmaktan çıkartmaktadır.

İşçi sınıfının iç eşitsizlikleri ise, bir, yukarıda değinilen duyarsızlığı barındırıyor. Bu duyarsızlık, sermayenin saldırısı sürdükçe her zaman bir arayış anlamına da gelecektir.

İkinci olarak; proletaryanın işsiz kesimleri bir diğer arayış odağıdır. Bunun hemen yanına, proletaryaya son derece yakın yaşam koşullarını paylaşan kent yoksullarının konulması gerekiyor. Kent yoksulları, düzenin kurumlarıyla barışık olmayan Alevi ve Kürt dinamikleriyle çakıştıkları her örnekte politizasyona yatkın bir kitle oluşturuyorlar.

Eğer sendikalar bugün Türkiye’de sosyalist etkiye kapalı olma kıstasıyla yapılanıyorsa ve ne buna ne de sınıfın genel çıkarlarına ihanete karşı güçlü bir tepki sendika tabanından örgütlenemiyorsa, işçi sınıfının sosyalizme kazanılmasında politik pratiğin öğreticiliğine başvurulacaktır.

Türkiye sosyalist hareketi, “şu konfederasyonda birleşilmesi”, “sendikal yönetimlerin ele geçirilmesi”, “sendikaların terkedilmesi” gibi bütüncül politikalar oluşturulmasına el vermeyen bir parçalı toplumsal zemin üzerinde mücadele veriyor. Bütüncül politikalar net ve iç rahatlatıcıdır. Ama şu an, sınırsız bir denemecilik ve yaratıcılık zamanı…

Politik pratiğin öğreticiliğinin ötesinde bir formülasyon olarak ancak şöyle bir tez ortaya atılabilir:

Sanayi proletaryasının, işsizliğin ve işsizlik tehlikesinin yüksek olduğu, sendikal bürokrasi hegemonyasına bağımlı durumda olmayan diğer sınıf kesimleri ve kent yoksulları üzerinden “kuşatılması” ana strateji olmalıdır. Bu kuşatma kimi yerde sendika şube yönetimleri üzerinde basınç oluşturacak işçi muhalefet odakları yaratmak, kimi yerde şube yönetimlerine sosyalist öncü işçilerin gelmesi, başka örneklerde işçi dernekleri, diğerlerinde yerel dernekler aracılığıyla inşa edilecektir. Kuşatmanın vazgeçilmez merkezi öğesi ise politik bilinç ve örgüt olmak zorundadır. Günah çıkartma meraklısı ya da sendika bürokratlarına yaltaklanmayı büyük politika zanneden sol-demokratlar istedikleri kadar kızsınlar… İşçi sınıfının öncü partisinin, sınıfla bütünleşmesine giden yolda herhangi bir aracın işlevselliği, öncü partiyi gölgelememesine, tam tersine tüm okların öncü partiyi göstermesine bağlıdır 26 . Bu faaliyet sınıf ve kitle sendikacılığı pratikleri yaratırsa, bu sendikal odaklar, Lenin’in deyimiyle devrimci öznenin “bağlantı kayışları” olacaktır.

ÖNCÜ İŞÇİLER NEREDE?

Yukarıda kapitalizmin üretim modelindeki yeni eğilimleriyle ortaya çıkan sendikasızlaştırma olgusunun, sosyalistleri sendikalara birincil önem verdikleri bir perspektife doğru itelediğini söylemiştim. Bu perspektif, üstelik sınıfın öncü partisinin dışında duran devrimci kesimler tarafından pratiğe döküldüğünde karşımıza bir neo-anarko-sendikalizmin çıkacağından hiç kuşku duymayalım. Bu akıma karşı mücadelenin nasıl bir zemine oturacağı önemlidir.

Sol harekette, olup bitenin pek farkında olmamaktan kaynaklanan ayakları havada beklentiler de var. Sendikal birlik konusunda DİSK’i tercih etmiş olan “devrimci” kesimler açısından mevcut yozlaşmaya dair bir tereddüt yoktur. Bir alıntı açıklayıcı olacak:

“DİSK ‘çağdaş sendikacılık’ safsatası ile oyalanacağına yeniden bir devrimci sendikal örgütlenme olmayı hedeflemeliydi ve hedefleyebilirdi”27 . Bu analizde katıldığım tek şey çağdaş sendikacılığın bir safsata olduğu!

Bu yaklaşımda, DİSK’in tarihindeki devrimci sendikacılığa ilişkin değer ve kazanımlarm abartılmasının yer ettiği açık. Ancak bu bir yana, yukarıdaki görüşü paylaşanlar, DİSK yönetiminin “neden hangi sendika kadrolarına ve işçi tabanına dayanarak, hangi perspektifle… bu dönüşümü yaşayacağının beklendiği” sorularını yanıtlayamazlar.

Yanıtlayamazlar, çünkü böyle sendika kadroları ve işçi tabanı yoktur, sendika yönetiminin perspektifi yoktur, vs… Her durumda sendikacıların hain ya da namussuz olmalarına, hatta bürokratlaşmış olmalarına da bağlanmamalıdır bu atalet. Sendikacılar her şeyden önce depolitize unsurlar halindedir. Sendikacılara tam bir ticari zihniyetle ilişki kurdukları sosyaldemokrasi dışında herhangi bir dönüştürücü siyasi çekim etki etmemektedir… DİSK’ten sözederek başladım, ama bu söylenenler işçi sendikalarının tümü için geçerli.

Kısaca Türkiye’de devrimci bir sendikacılığın taşıyıcısı olabilecek öncü işçiler bulunmamaktadır.

Ancak, ilginç bir biçimde Türkiye’de kimi siyasi hareketlerin sendikalar içerisinde kayda değer bir kadro ve ilişki birikimleri vardır. Ancak zaten perspektifsizlikle malul bu hareketlerin, ne bu kadroları, ne de ilişkileri “öncü işçi”, “emekçi önderi” vs. değillerdir.

Bu tipolojinin özellikleri şunlar:

-Sendika bürokrasisi ile konsensüs kurmaları;

-geçmişte (bu geçmiş 15 ila 6 yıl arasında da değişebilir) gerçekten bir sınıf hareketliliği anında öne çıkmış ve “öncülük” yapmış olmaları;

-siyasal birikimlerinin son derece zayıf olması;

-işçi tabanlarının geçmiş mücadeleciliklerine saygının ötesinde bugünkü mücadele perspektiflerinden kaynaklanan bir bağlılık taşımaması, yani önüne çıktıkları kitleyi arkalarından getirmelerinin kuşkulu olması;

-sendikalara karşı kitlenin geliştirdiği duyarsızlaşma halinin bu unsurlara da yönelmesi;

-örgüt fobisi…

Evet, bazı sol grup ya da partilerin sendikalar içindeki uzantılarım temsil eden kadroların bizzat kendilerinde bir örgüt fobisi vardır. Kendi uzantılarını dönüştüremeyen ve her yıl mevcut gerici sendikal yapıya hasat toplar gibi kadro transfer etme olanağı sunan bu hareketler, dönüştüremedikleri uzantıları üzerinden sınıfı mı dönüştürecekler?

Elbette bu söz konusu değil. O yüzden bu çevreler mevcut sendika bürokrasisi ile işbirliğine girerek “kazanımlarını korumayı” tercih ediyorlar. Bu nedenle Yıldırım Koç Aydınlık yazarıdır, Türk-İş’li sendikacılarla İP’liler dosttur. Bu nedenle DİSK ve KÇSP’nda siyasal kimliği unutulmuş devrimci-demokratlara ve BSP’lilere bol bol rastlanmaktadır…

Sendikalardaki “politize” topluluğun kimi kesimlerinin Türk-İş’in Meral-Denizer ekibiyle yaşadığı restorasyona ya da DİSK’in statükoculaşmasına teslim oldukları bellidir. Kimileri bu süreci gecikmeli olarak yaşıyorlar yaşayacaklar. Sayısı gerçekten az olan bir kesim ise yeni bir yükselişin motoru olacak enerjiye sahip olmamasına karşılık, köşesinde ya da mevzisinde bu yükselişi beklemektedir.

Peki sendikal alanı toparlayıcı, devrimcileştirici bir süreç nasıl geliştirilecek?

Artık nihai sonuçları yazabiliriz:

(1) DİSK’in yönetim sorumluluğunu paylaşan sol ya da devrimci kesimlerin bu konfederasyonu dönüştürme misyonları inandırıcı değildir. Çünkü bu kesimler böylesi bir dinamiğe kesinlikle oturmamaktadırlar. Aynı şey Türk-İş merkez yönetimi ve bağlı sendikaların büyük çoğunluğu için de geçerlidir.

(2) Kamu emekçileri hareketinin ehlileştirilmesine karşı sosyalist ve devrimci kesimler direnç göstermelidirler. Bu görev başarıldığında, sendikal hareketin yaşadığı döngünün kırılabileceği de gösterilmiş olacaktır. Bunun sonrasında anlamlı bir dinamik işçi sendikalarına da taşınabilir.

(3) İşçi sendikalarını dönüştürmeyi temel alan bir mücadele, sosyalist hareketin sınıfla arasındaki mesafe gözönüne alındığında da kendi kendine yeterli, anlamlı ve gerçekçi bir hedef değildir.

(4) Türkiye’de sendikalar-parti bağlantısı konusundaki tüm liberter düşünceler yok edilmelidir. Bu ideolojik mücadele son derece kritiktir. Yanlış olmanın ötesinde, öncü partinin müdahaleciliğine sınır koymakla tanımlanan liberter yaklaşımlar bugün ya anarko-sendikalist zemini güçlendirir, ya da sendikal bürokrasiyi…

(5) Türkiye’de öncü işçi kategorisi son derece tartışmalıdır; bunun yerine, sosyalist siyasal bilinç ve örgütlenme açığını anlatmak üzere tırnak içine alınmış “ileri işçiler” kavramlaştırması uygun düşmektedir.

Bu durumda direkt olarak siyasal mücadele kanalından hareketle bir genç öncü işçi kuşağının yetiştirilmesi görevi gündemdedir. Şimdilik embriyon halindeki bu kuşak Türkiye işçi sınıfını sosyalist devrim sürecine kazanmanın anahtarı olacaktır. Gelişimin direkt olarak sanayi proletaryası içinden çıkacağı gibi bir yasallık tasarlayanlar da yanılıyorlar. Yeni öncü işçi kuşağının sanayi proletaryasını kuşatan diğer sınıf kesimlerinden çıkması çok daha gerçekçi bir öngörüdür.

Öngörüyü gerçek kılmak ise kendiliğinden süreçlerin ya da başka öznelerin değil örgütlü sosyalistlerin görevidir.

Dipnotlar

  1. Engels; İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, Sendikalar Üzerine (Marx.Engels, Lenin) Bilim yay. Ocak 1975, s.14.
  2. Engels; a.g.e. s.22.
  3. Marx Manchester İşçi Meclisi’ne, Çartist önderlerden Ernest Jones’un önerisiyle “onur delegesi” olarak seçiliyor, ama toplantıya katılamıyor. Bk. Marx; “Letter to the Labour Parliament” Surveys from Exiles – Political Writings 2, Pelican Londra 1973, s.277-278.
  4. Clough, Robert; Labour: A Party Fit for Imperialism, Larkin Publications, London 1992, s. 20.
  5. 1921 Kızıl Sendikalar Enternasyonali Kongresinde İskoçya delegesi William Galacker’in konuşması. Julius Braunthol, History of the International, c.2’den (London, Nelson 1967, s.177)aktaran Alpaslan Işıklı: Sendikacılık ve Siyaset, Birikim yay. İstanbul 1979, s.68.
  6. Clough; a.g.e. s.2
  7. a.g.e. s.34.
  8. a.g.e. s.34.
  9. Lenin; Ne Yapmalı; Sendikalar Üzerine s. 176.
  10. Koç Yıldırım; “Dünya’da ve Türkiye’de Gelecek îşçi Sınıfının”, Marksizm ve Gelecek 1, Haziran 1985; s.227.
  11. Koç; Sendikal Eğitim Notları, Öteki yayınevi, Ankara 1994, s. 64.
  12. Marx; Ücret Fiyat ve Kâr; Sendikalar Üzerine s.79.
  13. Lenin; “Grevler Üzerine” (1899) ; a.g.e. s.167.
  14. Lenin; a.g.e. s.277.
  15. Lozovskiy; Sendikalar Üzerine I, Inter yay. İstanbul Eylül 1988 s. 14. Bir eksik algılama olmaması için yine hatırlatmak gerekiyor; Profintern’in “sol” politikası ve kimliği onu kitleselleşmekten uzaklaştırıp marjinalleştirmemiştir.Profintern’in 1927’deki üye sayısı 12-13 milyon civarındadır.
  16. a.g.e. s.92.
  17. a.g.e. s.93.
  18. Lozovskiy; Sendikalar Üzerine II, Inter yay. 2. basım İstanbul Haziran 1993 s. 25.
  19. Kugelmann’a Mektuplar’dan aktaran Lozovskiy, a.g.e. s.82
  20. “Gündem: İşçi Sınıfı Sesini Duyururken” Gelenek 7 Mayıs 1987; s.14-15.
  21. Koç; Sendikal Eğitim Notları; s.65.
  22. a.g.e. s.60.
  23. BSP Genel başkan yardımcısı ve DİSK’e bağlı Bank-Sen’in geçmişten bugüne değişmez simalarından, eski ” ilerlemeci” Sıtkı Coşkun, kongre konuşmasında DİSK’in geçmişini bol bol övdü. Bu arada eski pratiği adına bir de günah çıkartarak, DİSK’in miras muhasebesinden ziyade, sol örgütlerin havayı bir zamanlar olduğu gibi politize etmeleri olasılığı üzerinde kafa yoran toplulukla bir ortak dil tutturmayı denedi. Coşkun’un konuşmasının herhangi bir yerde yayınlandığını görmedim, dolayısıyla kaynak kaynak gösteremeden alıntı yapıyorum. Önemsediğim bir nokta da şu: Coşkun’un “faydacı” pratiği en aşırı biçimlerde icra etmiş bir gelenekten geldiğini biliyorum. Huylunun huyundan vazgeçeceğine de inanmıyorum. Ama “tahakkümcülük” günah-çıkartması dinleyici topluluğunun nabzını yakalamaya dönük bir baska tür “faydacı” yaklaşımdan ibaret de değil. Coşkun’un partisinin ve sendikalı işçinin bilinç ve halet-i ruhiye düzeyleri fazlasıyla benzeşiyor. Bu benzeşme en “faydacılara” en faydasız sözler sarf ettiriyor. Tümü birlikte geri konumu veri alan bir iliski ve dil tutturuyorlar, kimsenin geri konumun değismesine yönelik bir beklenti ve politikası yok!
  24. DİSK; “Demokratik Sınıf ve Kitle Sendikacılığının Temel Dlkeleri” başlıklı Yönetim Kurulu karar belgesinden aktaran Koç, Sendikal Eğitim Notları, s.62-63.
  25. “Sendikal Hareketin Krizi”, DİSKAR sayı 16, Mayıs-Haziran 1994, s. 14.
  26. “İşçi sınıfı partilerinin sendikalar üzerinde ideolojik ve siyasal bir hegemonya kurmak için mücadele etmeleri meşrudur, ancak örgütsel bağımsızlık ilkesine titizlikle uyulmalıdır” (Öngider Seyfi; Kriz ve Sendikal Hareket, Devinim yay. İstanbul 1994, s.77.) “Buna da şükür” demeyelim; bugünün koşulları, sendikalara ve sosyalistlere, yani sınıfın örgütlü unsurlarına yönelik saldırı koşulları altında yukarıdaki uyarı son derece anlamsızdır. Sosyalistler zaten sendikaların parti’den ayrı bir işleve sahip olduklarını bilirler. Örgütsel bağımsızlık ilkesinden sendikanın örgütsel varlığının ve kendi karar alma mekanizmalarının güvence altında tutulması kastediliyorsa, bu olmadan sendika kendi işlevini yerine getiremeyecektir.Ama burada sözkonusu olan bu basit gerçeklik değil, örgüt fobisidir bence.Bizim formülasyonumuz “kitle örgütlerinin işçi sınıfının öncü partisinin yönlendiriciliğinde sosyalist devrim sürecine bağımlı hale getirilmeleri”dir.Bunu aşan bir ilkemiz, bir örgütsel bağımsızlık tasarımımız olamaz.
  27. Öngider; a.g.e. s.92.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×