Kuşatma ve Şiddet

Konvansiyonel kuşatma

Bayar-Menderes istibdatının üst düzey komutanlarla birlikte yürürlüğe koyduğu sıkıyönetim rejimi, iktidarın anti-sosyal ve liberal ekonomik politikasının doğurduğu tepkileri bastırmanın aracı haline getirilmiştir. Kentli orta sınıfların siyasi aksiyona tarihsel nedenlerle de yatkın olan güçleri aydınlar, küçük memurlar ve alt kadrolarda bulunan genç subaylar, izlenen politikaların yükünü çekmekle birlikte en erken tepki gösteren kesimler olmuştur. Ancak, bu tepki sınıfsal keskinliğin yoğun olmadığı bir ortamda işçi sınıfının ekonomik mücadele araçları veya diğer araçlarla dışa vurulamamıştır. Bu nedenle, 27 Mayıs’a yönelen mücadele sürecinde asıl belirleyici düzlem siyasi düzlemdir.

DP’nin siyasi muhalefeti bastırmak amacı ile aldığı önlemler, Takrir-i Sükûn döneminden 1960’lı yıllara kadar sınıfsal ve sosyal kompozisyonu oldukça gelişen Türkiye’nin toplumsal dinamiklerini hesaba katmamıştır. Özellikle küçük burjuvazinin özerk bir parti veya siyasi programa oturmayan hoşnutsuzluğu temelinden yoğunlaşan muhalif birikim, ana muhalefet partisi CHP üzerinde sistemin uzun vadeli geleceğini güvence altına almak bakımından uyarıcı etki yapmıştır. Dünya ölçeğinde güçlenen anti-kapitalist ve anti-emperyalist arayışlar, Türkiye’de gelişecek dizginsiz bir toplumsal muhalefet akımının kurulu düzeni altüst etmesi korkusunu yaratmıştır. Bu bakımdan taşıdığı bazı radikal renkler, 1961 Anayasası’nın sosyal devlet, sosyal adalet, sosyal haklar gibi vurgulara da yansıyan muhalefeti düzen içi kanallarda muhafaza etme görevi CHP’ye düşmüştür. CHP’nin kontrol etmeye çalıştığı, ancak, statükocu ve siyasi devletçi yapısı nedeniyle onu reddetmeye başlayan muhalefet, tarih içinden gelen örgütlenme biçimleri ile bu eksikliğini aşma çabasında olmuştur.

Genç subay hareketinin toplumsal muhalefetin diğer kesimleri ile bütünleşmesi, bu kesimin radikal gelenekleri ve kısa sürede örgütlenebilme imkânları ile birleşince muhalefetin devlet içinde de bir çizgiye oturması mümkün olur. Muhalif potansiyelin toplumsal köklerini ve yaratacağı siyasi canlanmanın ortaya çıkarabileceği katastrofu görme yeteneğinden yoksun DP kadroları, CHP ile ordu ve diğer devlet kanallarında biriken muhalefeti neredeyse sistemin uzun vadeli işlerlik koşullarım tıkayacak şekilde ana muhalefet partisinin kişiliğinde ezmeye kalkışmışlardır. Devletin kurucu ilkelerini yaratmış, statüko ile özdeşleşmiş bir partinin, muhalif birikimi kontrol etme, iktidar olma ve dış politika açısından taşıdığı anlamı kavrayamayan DP yönetimi, kısa sürede ABD desteğini de kaybetmiştir. Giderek çözülen iktidar temellerini güçlendirmek uğruna toplumsal muhalefetin gerçek dinamizmini temsil etmekten uzak olan CHP’yi temel hedef haline getirmiştir. CHP’nin mallarına bir “kanunla” el konarak bunlar hazineye aktarılmıştır. Siyasi partilerin radyodan seçim konuşması yapmaları ve seçim dönemi dışında toplantı, gösteri yürüyüşü düzenlemeleri yasaklanmıştır. Ara seçimler yapılmamış, muhalefetin seçimlerde işbirliği yapması yasaklanmıştır. İç tüzük değişikliğiyle, mecliste muhalefetin soru ve gensoru yoluyla denetimde bulunması engellenmiştir. Mecliste kurulan tahkikat encümenine yargı yetkileri de tanınmıştır.

Tüm bu tedbirler, statükocu ana muhalefet partisini, giderek güçlenen muhalefet cephesinin tepkileri ve talepleri doğrultusunda kemikleştirmiştir. Muhalif siyasi canlanmanın yarattığı tepkilerden, giderek gelişen gücü oranında iktidar ve program netliği doğrultusunda yararlanmaya kararlı sanayi burjuvazisi de diğer kentli orta sınıflarla koalisyon halinde muhalif cepheye katılmıştır.

27 Mayıs darbesine yönelen süreçte ekonomik ve siyasal bunalım, canlı toplumsal hareketlilik, Türkiye’nin bulunduğu siyasi coğrafyada ortaya çıkan ve sosyalizmin bazı uygulamalarını üçüncü yol arayışında temel alan milliyetçi uyanışın etkileri de oldukça karmaşık bir durumu ortaya çıkarmıştır. Bu karmaşa içinde 1960’dan kısa süre önce netleşen siyasi hat, büyük ticari burjuvazi-toprak sahipliği temelinde ortaya çıkan egemen ittifakın siyasal tekelini kırmaya yönelik olmuştur. Bu siyasi tekeli ümmetçi-şeriatçı akımların ve üst düzey komutanların desteğinde korumaya kararlı DP hükümeti, sıkıyönetimin baskıcı uygulamalarını güvence saymıştır. Bu niteliği ile DP’nin varlık biçimi tamamen anti-demokratik, toplumun canlı siyasal dinamizmim temsil eden güçlerin direnişi ise demokratik niteliğe sahiptir. Sınıfsal kompozisyonu açısından ve muhalefet ettiği egemen ittifakın siyasi tekelciliğini korumaya yönelik otoriter baskıcı gücüne karşı çıkış anlamında 27 Mayıs hareketi, iktidarı askeri darbeyle almış olsa da kökleri sivil toplumda bulunan tarihen meşru, demokratik bir harekettir. Ancak, egemen ittifakın siyasi tekel ve otoritesinin çözülmesi oranında demokratik direniş potansiyelini ortaya koyan muhalif güçler çok kısa süreli bir konjonktür dışında iktidara ağırlıklarını koyamamışlardır. Muhalif siyasi hattın küçük burjuva niteliği, programsızlığı ve özerk bir örgütlenmesinin bulunmayışı, hareketin yarattığı siyasi ve sosyal radikalliği bir an önce düzenin sınırlarına çekmeye kararlı CHP’nin, Silahlı Kuvvetler Birliği’nin ve iç çelişkilerini yumuşatan büyük sermayenin işini kolaylaştırmıştır. 1961 yılı başlangıç olarak alınırsa, siyasi iktidar yoğun bir anti-komünist propaganda eşliğinde statükocu güçlerin eline geçmiştir. Ancak, 27 Mayıs hareketi içinde giderek radikalleşen sol akımlar, 1960’lardan sonra örgütlülük ve siyasi canlılık anlamında büyük bir sıçrama kaydedeceklerdir. 27 Mayıs, bu yönelişle birlikte düşünülürse, kendisini vareden unsurlardan bazıları açısından, aşağıdan yukarıya, tepedeki egemen güç blokunun siyasi tekelini kırmayı hedefleyen bir harekettir.

27 Mayıs’ı basit bir bürokratik darbe kapsamı içinde görmek, ortaya çıkardığı toplumsal dinamiklerin 27 Mayıs sonrasında gerçekleştirdikleri ideolojik ve toplumsal açılımlarla bir arada değerlendirildiğinde iyice anlamsızlaşır. 1961 Anayasası’nın yapılış sürecinde siyasi tekelciliğin otoriter yapısını reddeden muhalif güçler, restorasyon yanlılarının statükoyu koruma doğrultusundaki çabalarına rağmen otorite çözülmesinin yarattığı siyasi boşlukları iyi görmüşlerdir. Bu bakımdan 1961 Anayasası özellikle temel hak ve özgürlükler rejimi açısından “demokratik” bir yapıya sahip olmuştur. Ancak, 27 Mayıs hareketinin istenmeyen radikal sonuçları ve muhtemel sosyalizan açılımlarını önleme kararı konusunda CHP ile Silahlı Kuvvetler Birliği uzlaşmasının düzene yönelecek muhalefeti, sistemin iç işleyiş mekanizmaları içinde eritme politikası da bunda etkili olmuştur.

Sosyal patlamalara yol açmadan, alt kadro subay hareketi radikalizmini hukuksal düzlemin sunduğu anayasal programın reformist kalıpları içine alarak, ilericilik illüzyonu yaratmaya yönelmesi gibi pratik politik yönler taşıyan 1961 Anayasası’nın demokratik radikalliği uysallaştıran reformist biçimlenişini Bülent Tanör şöyle anlatıyor:

“Temsilciler Meclisi, partisel eğilimi bakımından CHP, sosyal kompozisyonu bakımından da aydın ağırlıklıydı. Böylece, normal koşullarda elde edemeyecekleri bir temsil gücüne erişen bu kanat, anayasa yapımında asıl ağır basan güç oldu. İşçi kökenli sadece 6 kişinin (sendikacı) bulunduğu, topraksız ve yoksul köylülerin temsil olunmadığı Temsilciler Meclisi’nde, asıl mücadele reformcu aydınlar ve siyaset adamlarıyla, genellikle tarımdaki egemen çıkarları temsil eden üyeler arasında cereyan etti. Sosyal devlet, sosyal adalet, sosyal haklar gibi konulardaki tartışmalarda, orta tabakalardan gelen reformist aydınlar sosyalliği savundular. Bunlara karşı çıkanlar ise genellikle büyük sermaye ile büyük toprak sahipliğine yakın temsilcilerdi. Bunlar, bazı hükümlerin yumuşatılmasını sağlamayı da başardılar. Eklemek gerekir ki, reformist aydınların tercihleri sosyal mağduriyetlerden olduğu kadar, kısmen komünizmi sosyal demokrasi yoluyla önlemek gibi bir düşünceden de kaynaklanıyordu 1 .

1961 Anayasası’nın yapılış sürecine zoraki muhalefet, CHP’nin ağırlığını koyması, cumhuriyetin kuruluşunda ittihatçı radikalizminden geriye çekilirken ölçüleri oluşturulan statükocu reformizmin bilinen kalıplarını anayasaya taşımıştır. Nasırcılık, Baascılık, Arap milliyetçiliği, sosyalizm ve El Fetih gerillacılığının Ortadoğu’da toplumsal kaynaşmalar yarattığı 50’li yılların ikinci yarısının gittikçe radikalleşen Türkiye’deki muhalefeti, siyasi ve ekonomik statükonun özünü zedelemeden içerikten yoksun bir reformculuğun sınırları içinde tutmak, CHP’nin başlıca çabası olmuştur. Özellikle 1961 ve 1963’de CHP hükümetleri döneminde ortaya çıkan darbe girişimleri, ordu içindeki uçların tasfiyesi ile birlikte reform vurgusu yoğun bir programın gündeme alınmasını getirmiştir. Bu reformcu çizginin 1961 Anayasası’na dayandırılan orta sol temeli, bir yandan işçi sınıfı ağırlığının arttığı sosyalist hareketin gelişimini durdurmaya yönelirken, diğer yandan devlet içi hukuksal temele sahip reformist ve anti-komünist içeriğini ön plana çıkarmıştır. 1961 Anayasası’nın CHP reformizmine uygun çizgisini sürdüren orta sol siyasetin, yukarıda açıklanan yönlerine dair 1966 yılında Bülent Ecevit’in yazdıkları, sonraki gelişmeler açısından da oldukça aydınlatıcıdır:

“Halkı adaletsizlikten, yoksulluktan, baskıdan kurtaramayan toplumlarda bu tehlike daha da büyüktür. İşte o zaman aşırı sol akımlar, bu isyan duygusunu yıkıcı ve yaygın bir sel haline getirebilir. Ortanın solu, bu sele karşı en sağlam duvar, en etkili settir” 2 .

CHP reformistliğini, sanayileşme sonucunda ortaya çıkacak işçi sınıfına dayalı sol akımların önlenmesi ile özdeş gören bu statükocu anlayış, orta sol programı 27 Mayıs öncesinden gelişmeye başlayan radikal, sosyalizme açık, giderek aydınların ve öğrencilerin işçilerle birleştiği düzene muhalefet karşısında “en sağlam duvar olarak” tanımlamaktadır.

1960 hareketinin tüm sınıflar üzerinde etkide bulunduğu açıktır. İlk iktidar şaşkınlığını üzerinden atan MBK, Cemal Gürsel’in ağzından Ağustos 1960’da grev hakkına hemen izin verilmeyeceğini açıklamıştır. CHP’nin daha sonra “vermekle” övündüğü grev ve çalışma yaşamı ile ilgili haklar, aslında 27 Mayıs öncesinden başlayan gelişmelerin canlandırdığı yoğun bir işçi hareketi ile mümkün olmuştur. 1961 yılında sendikalarla ilgili olarak kanun taslağı hazırlayan hükümetin grev hakkını ancak yetkililerin izniyle taşıyacağı konusunda basında çıkan haberler üzerine maden, deri, tekstil, inşaat, demiryolu işçileri ve sendikaları tarafından protesto gösterileri düzenlenmiştir 3 . 31 Aralık 1961’de yaklaşık 100.000 işçinin katılımıyla Saraçhane’de o güne kadar yapılanların en büyüğü olan bir işçi mitingi yapılmıştır. Konuşmacılar, “grev ve toplu sözleşme hakkını almak için ant içtiklerini, eğer yetkililer bu hakları kanuni yollarla vermezlerse genel grev ilan edileceği”ni söylemişlerdir 4 . Bu arada Ankara, İzmir, Zonguldak ve Eskişehir’de işçiler gösteriler düzenlemişlerdir. 1961 yılı sonunda 20.000 liman işçisi greve gitmiştir. 1962 yılında ise, Antalya’da yapılan işsizlik gösterisine küçük esnaflar da katılmışlardı. 1962 Mayısı’nda, Ankara’da 5000 inşaat işçisi parlamentoya yürümüş ve temsilcileri senato, meclis başkanlarıyla görüşmüştür 5 .

Haziran 1962’de Çiğli Havaalanı (Hava Kuvvetleri Üssü) inşaatında, Türk işçilerle üssü yapan Amerikan şirketi temsilcileri arasında anlaşmazlık çıkmıştır. Haziran sonunda Lastik-İş Sendikası Başkanı Rıza Kuas, ABD Başkanı’na Goodyear işçileri adına bir telgraf çekerek; “işçileri aşağılayan, onları köle gibi sömüren, işyerine hükümet gözcülerini, sendika temsilcilerini sokmayan, anti-demokratik ve kanun dışı yöntemlerle sendikayı parçalamaya çalışan” işletme yönetimini protesto etmiştir. Bu arada NATO hava üssü ile Ereğli Demir-Çelik Fabrikaları’nda çalışan işçiler de ABD’li işvereni protesto gösterileri düzenlemiştir. 12 Ağustos 1962’de ise 103 sendika temsilcisinin ve Türkiye’nin her köşesinden gelen işçilerin katıldığı binlerce kişilik miting, anti-Amerikancı bir gösteriye dönmüştür. Süleyman Demirel’in bir zamanlar temsilciliğini yaptığı Morrison-Knudsen Company adlı ABD şirketinin, Türk işçilerine karşı keyfi davranışına ve gayrı insani sömürüsüne karşı çıkan işçiler, normal çalışma koşulları ve işten çıkarmalara son verilmesini istemişlerdir. Morrison-Knudsen ile işçiler arasındaki anlaşmazlıkta devreye giren ikinci koalisyon hükümetimin orta solcu çalışma bakanı Bülent Ecevit, Türkiye toprakları üzerindeki Amerikan askeri üslerinin denetiminde Türk makamlarının yetkisiz olduğunu kabul eden bir demeç veriyordu. Tarihsel bir ironi sonucu o dönemin sendikacıları tarafından Ecevit’e de Morrison Firması temsilcisi Süleyman Demirel’e takılan lakabın aynısı takılıyordu; Morrison Ecevit.

Bu yoğun işçi hareketliliği neticesinde CHP’nin ve Ecevit’in daha sonra pek çok övündüğü 274 Sayılı İşçi Sendikaları Kanunu ile 275 Sayılı Toplu Sözleşme Grev ve Lokavt Kanunu 15 Haziran 1963’de parlamentoda kabul edilmişti. Bu kanunla her grevde özel izin almak için uzun bir muamele süreci getiriliyor, hükümete herhangi bir grevi erteleme yetkisi tanınmıyor, bazı sanayi dallarında grev hakkı, lokavt serbest bırakılıyordu. 1960 canlanmasının ardından ortaya çıkan bu yaygın işçi hareketi mücadelesinin ilk döneminde grev ve toplu sözleşme hakkını kısıtlı da olsa yönetime kabul ettirmiş, sendikal hareket güçlenmiş, işçi hareketi sola açılmış, 1961 Şubat ayında bazı işçi liderlerinin öncülüğünde TİP kurulmuştur.

Tüm bu gelişmeler içinde Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu ile Batı Almanya ve ABD’deki sağ kanat sendika temsilcileri etkisinde bulunan reformist sendikacıların etkinliği azalmıştır. ABD’deki sendika okullarında ve 1955 yılında Yakındoğu’daki sendika başkanları için Uluslararası İş Organizasyonu tarafından kurulmuş bulunan İstanbul İşçi Enstitüsü’nde eğitim görmüş bu sendikacılar anti-Amerikancı işçi gösterilerinde yoğunlaşan, politik turumun da zorlamasıyla doğrudan CHP ve daha sonra AP içinde üst düzey parti yöneticisi olarak çizgilerini netleştirmişlerdir.

1960 hareketinin yarattığı bu kaotik ortamın başlangıcında büyük sermaye kuşkulu bir bekleyişe girmiştir. 1960 yılı itibariyle 2531 şirket kurulurken, bu sayılar 1961’de 1213, 1962’de 616’ya düşmüştür 6 . Ayrıca, 1959 yılında 1.354.000 lira yatırım yapan özel sermayenin yatırımları 1960’da 1.152.000 liraya inmiştir.

1958 yılında %57.23 sermaye yatırımı yapan özel kesimin bu payı, 1961’de %51.19’a gerilemiştir 7 . Büyük sermayenin canlı bir sosyal tabana sahip radikal muhalefetten duyduğu ürküntü, yerini bir süre sonra tepkiye bırakmış, 30 Haziran 1960’da İstanbul Sanayi temsilcileri vali ile yaptıkları bir toplantıda eğer “normal” düzen geri gelmezse, işletmelerini kapatacaklarını belirtmişlerdir. Bu arada, ticari sermayenin karlarını tehdit eden 192 Sayılı Kurumlar Vergisi ile 195 Sayılı Gelir Vergisi Kanunu kabul edilmiş, yıllık geliri 500.000 TL’sını geçenlerden 60 oranında vergi alınmasına ilişkin bu kanun Türkiye’de ilk kez tarımı da vergilendirmeyi gündeme almıştır. 1 Ocak 1962’de yürürlüğe girecek kanun, Ankara, İstanbul ve İzmir’de iş çevrelerinin protestosu ile karşılanmış sermaye çevreleri vergiler azaltılmaz ise “yeni yatırım yapılmayacağı, yabancı sermayenin panik yaratıcı bir kopuş göstereceği, ithalatın minimuma düşeceği, tarım ve endüstrinin yıkılacağı ve üretim azaldıkça işsizliğin artacağı” tehditlerini savurmuşlardır 8 . Bunun üzerine Maliye Bakanı Kemal Kurdaş bir bildiri yayınlayarak vergi sorununun tekrar ele alınacağını, hükümetin en çok “emekten elde edilen gelirlere” konan vergiyi artırdığını, yatırım faaliyetlerine ve sermaye karına düşen vergi yükünün çok hafif olduğunu söylemiştir 9 . Sonuçta vergi yükü işçilerin üzerine yıkılarak sermaye karları korunmuştur. Askıya alınan vergi kanunlarında 1963 yılı itibariyle DP dönemine dönülmüştür. Radikal muhalefetin temsilcisi olarak iktidara gelen MBK, 20 Temmuz 1960’da İstanbul işçi çevrelerine Gürsel’in konuşması ile; “kim olursa olsun kendisi için zenginlik yaratan her kişiye, bakanların tahakkümüne, enflasyona, Türkiye’nin buhranlı durumuna karşı köklü işlemler” yapacaklarını belirtmiştir. Ancak CHP reformizmi, yüksek komuta kademesinin gücü, Silahlı Kuvvetler Birliği’nin statükoculuğu eksenine oturtulan süreçte büyük sermaye ve uluslararası tekeller yönetimine ağırlıklarını koymuşlardır.

Hayalleri dağılan küçük burjuva reformistleri ise politik yetersizlik içinde halk sözünü dillerinden düşürmeden “kontenjan”a çekilmişlerdir. Büyük sermayenin kapitalist enternasyonal tarafından desteklenmesi radikal politik açılımın devletten hızlı tasfiyesini kolaylaştırmıştır. Bu çerçevede, 1961 Mart’ında Maliye Bakanı Kemal Kurdaş, Sınai Kalkınma Bankası Genel Müdürü Bülent Yazıcı ve AİD Başkanı Stuard Van Dyke’ın kararlaştırdıkları “sermayeyi artırmak ve yeni özel şirketler kurmak için bu banka yoluyla özel firmalara kredi sağlanmasıyla ilgili anlaşmayı gerçekleştirmişlerdir. Bu anlaşma, Sınai Kalkınma Bankası’nın ve yabancı firmaların küçük anonim şirketler üzerindeki denetimini de kolaylaştıran kısıtlamalar içermiştir. Sınaî Kalkınma Bankası, yalnızca önemli miktarda hisse sahibi olduğu Türk şirketlerine bu ABD fonundan kredi temin etmekteydi. Bu hisseler banka yoluyla yabancı firmalara satılabiliyor ve elde edilen para daha sonra başka girişimlere yatırılıyordu 10 .

Dönüşün işaretim veren bu tekelci uygulamalar ile birlikte MBK, radikallik illüzyonuna devlet güvencesi sağlayan anayasaya bağlılık söylemiyle “demokratik rejimi” ve “sosyal adaleti gerçekleştirmek” misyonunu, “aşırı solun duvarı” CHP’ye devrederek, eski Takrir-i Sükûncu yeni orta solcu İsmet İnönü’ye sığınıyordu. 1961 Şubatı’nda sanayi bakanı, İstanbul’lu sanayicilerle yaptığı bir toplantıda, devlet ve özel sektörün “ortak çıkarlarını korumak için tam anlamıyla iç içe çalışmaları” gerektiğini hükümetin özel girişimcilere gerekli yardımda bulunacağını, devlet yatırımlarının yalnız demir yolları kömür işletme ve elektrik enerjisi istasyonlarının kurulmasına hasredileceğini bildiriyordu. Bu toplantıyla ilgili bir rapor yayınlayan Türkiye İktisat Gazetesi ise şunları yazıyor: “Sanayi bakanının bu konuşmasını dinleyen girişimcilerin tatmin olmamaları düşünülemez” 11 .

Dönüşün işaretlerini güçlendirme bakımından, 9 Temmuz 1962 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 2.İnönü koalisyon hükümeti programında; “özel girişimi engelleyici devlet faaliyetlerinin ne şekilde kısılacağı, özel sermayeye verilecek teşvikler, özel sermayenin sarsılmazlığını ve selametini” sağlamak için hangi koşulların yaratılması gerektiği konusunda taahhütler yeralmaktaydı. Büyük sermaye ve kapitalist enternasyonalle 27 Mayıs hareketinin içerdiği siyasi, sosyal radikallikten dönüşe ilişkin olarak verilen işaretlerin yeterli olmadığını düşünmüş olmalı ki, “restorasyon” ustası İsmet İnönü, 2. koalisyon hükümetine A.Menderes zamanında ticaret bakanlığı yapmış olan Muhlis Ete’yi, tekrar aynı görevle almıştır. Özel sektörün kayıtsız şartsız üstünlüğünü savunan, Türkiye’nin İktisadi Kalkınma Programı”nın yazarı Muhlis Ete, iktisat alanında DP’nin görüşlerini belirleyen kişidir. İş Bankası kurucularından olan Ete, aynı zamanda Türkiye’de kapitalizmin yerleşmesinde büyük öneme sahip olmuş ve kapitalist enternasyonalin Türkiye ekonomisindeki temsilcisi TSKB’nin de kuruluş çalışmalarında bulunmuştur. Kapitalist enternasyonal ile Türkiye büyük sermayesinin bağlarını geliştirmesinin savunucusu olan Ete, “Özel sektör ülke endüstrisinin önünde yer almalıdır”, sloganını ortaya atan kişidir.

DP’nin varolan siyasi yapıyı zorlayarak sosyal tepkiler yaratan ve bu tepkilerin geniş bir muhalefet cephesinde radikal arayışlara yol açan istibdatçı uygulamaları, bu radikalliği yatıştırmak amacı ile kurbanlar verilmesine neden olmuştur. Oyunu kuralına göre oynamayıp sistemi tehlikeye sokacak bir muhalefetin oluşumuna katı tutumuyla yol açan DP, “zoraki muhalif” CHP ve İnönü’nün uyarılarını anlamamıştır. Ancak, siyasi canlılığı ve ucu sola açık radikalizmi saptırmak amacıyla DP kadroları tasfiye edilmiştir. Menderes ve arkadaşları asılırken, DP’nin Ticaret Bakanı ve ekonomik ideolojisini formüle eden kişi, DP dönemindeki göreviyle iş başına getirilmiştir. Herhangi bir kopuş kurgusuna izin vermemeye kararlı İsmet İnönü, ayrıca, DP hükümetinin Bayındırlık Bakanı ve 9-10-11 dönem DP Milletvekili Fethi Çelikbaşı Sanayi Bakanı DP ileri gelenleriyle sıkı ilişkileri olan Türk Ticaret Bankası Yönetim Kurulu Başkanı Ali Şakir Ağaoğlu’nu da 2. koalisyon hükümetinde Devlet ve Milli Savunma Bakanlığı’na atamıştır. 27 Mayıs’ın büyük sermaye ve kapitalist enternasyonalin işlerliğini olumsuz yönde etkileyecek yansımalarını devletten uzak tutmaya kararlı İnönü sanayi-ticaret-milli savunma konularını DP’de kilit mevkilerde bulunmuş siyasetçilere teslim ederken, reformist bir illüzyon yaratmanın peşine düşmüştür.

Orta solculuk olarak formüle edilecek bu siyasi program, bir yanıyla büyük sermayenin gücünü ve siyasi etkisini güvence altına alırken, diğer yandan sola açılmaya başlayan işçi hareketini sistemin sınırları içinde tutma çabasının politik ifadesidir. 1960 hareketinden kısa bir süre sonra MBK’nın tasfiyesi ve DP’nin iktisadi politikalarının sürdürülmesi gündeme gelmiştir. DP’nin sermayeyi yoğunlaştırma ve merkezileştirme politikası, CHP tarafından ve bizzat DP’nin önemli temsilcilerinin katılımıyla uygulamaya konulmuştur. Bu süreçte ordunun üst yönetimi ile bağlarına dayanan CHP, Silahlı Kuvvetler Birliği ile aynı doğrultuyu paylaşarak MBK’nin devlet iktidarından tasfiyesinde sessiz kalmıştır. Tüm bu siyasi tasfiye süreçleri, daha sonraki dönemlerde görüleceği gibi tekelci sermayenin, sermaye birikimine dönük maddi ve fiziki yoğunlaştırma hızına engel teşkil eden politik, sosyal tortuların temizlenmesi ile ilgilidir. Böylece, büyük sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşmesinin önü 1960’daki kısa kesinti sonrasında CHP eliyle yeniden açılmıştır.

Hilmi Özgen’in, Cumhuriyet Gazetesi’nin 16 Ocak 1965 tarihli nüshasında yayınladığı çalışmaya göre; 1952 yılında 2692 şirketin karları ile ilgili araştırma yapılmış, neticede sermaye açısından en büyük 323 şirketin net karının 1.100.000.000 TL. olduğu, geriye kalan 2369 şirketin ise kar toplamının 223 milyon olduğu anlaşılmıştır. Bu çalışma sonucunda Özgen şunları söylemektedir:

“Küçük şirketler halinde kurulan kuruluşlar azami kar garanti edememektedirler. Bu nedenle, iktisadi kalkınmamızda model olarak kabul ettiğimiz ABD’deki yolu izlemek zorundadırlar. Yani tröstleşen anonim şirketler, küçük şirketlerin varlığını tehdit etmektedirler.” Türkiye’de sermaye birikim sürecinin hızını ortaya koyan bu tespit, 1960’lı yıllarda küçük burjuva radikalizminin teğet geçtiği iktidarın kimlerin elinde olduğunu ortaya koymaktadır. Sermayenin tekelci yapısının 1960’dan itibaren hızla güçlenmesinin bir başka örneği de özel sermayenin en büyük örgütü olan İş Bankası’dır. 1957’de toplam akitleri 1.6 milyar lira olan bankanın aktifleri 1962’de 3 milyar lira’ya 1963’de 3.4 milyar liraya çıkmıştır 12 .

Özel bankanın bu muazzam tekelci gücünü anlamak için 1963 yılında kontrol ettiği para miktarının 6.7 milyar devlet bütçesinin ise 11.4 milyar olduğunu hatırlatmak yeterlidir sanırız. 1963 yılı itibariyle İş Bankası’nın net karı Türkiye’deki özel ticaret bankalarının toplam net karının, 66’sı kadardır 13 . 27 Mayıs’tan sonra daha da güçlenen banka, ABD, Batı Almanya, Fransa ve İtalya’nın çok uluslu tekelleri ile sıkı bir işbirliği içinde büyük sermayenin ve kendinin Türkiye içindeki konumunu sağlamlaştırmıştır. 8 Eylül 1964 tarihli İktisadi Yürüyüş Gazetesi, İş Bankası’nın tekelli yapısı ile ilgili olarak değerli bilgiler vermektedir. Gazeteye göre; “çok büyük yatırımcılardan oluşan bir grup İş Bankası etrafında toplanmıştır. Bankanın kendisi, cam, tekstil, şeker, çimento, metalurji, un, yağ, konserve, lastik gibi sanayi dallarında en büyük hisse sahibi ve organizatörü durumundadır”. Ayrıca bankacılık, ticaret, sigorta işleri ve hukuk üzerine araştırmalar yapan bir bilimsel araştırma kurumuna da sahip olan banka, özel olarak seçilmiş eserleri yayınlayan bir yayınevinin de sahibidir. Bu arada, büyük sermayenin finansörü ve çok uluslu tekellerin desteklediği Sınai Kalkınma Bankası, 27 Mayıs’tan sonra açtığı bütün kredinin %78’ini büyük şirketlere dağıtmıştır. 27 Mayıs’tan hemen sonra büyük sermayenin gücünü artırması kapsamında değerlendirilebilecek bir olay da, Vehbi Koç’un Ticaret ve Sanayi Odalar Birliği’ne, iş dünyasındaki otoritesini kullanarak başkan seçilmesidir (1963 yılında Koç Holding A.Ş. kurulmuş Koç şirketler bünyesi içinde bulunan A.Ş.ler, merkezi bir yapıya bağlanmıştır).

Yukarıda belirli rakamlar çerçevesinde anlatmaya çalıştığımız gibi büyük sermaye, montaj ve ticarete dayalı yapısıyla 1960 öncesindeki yoğun faaliyetini, çok kısa süren bir durgunluktan sonra sürdürmüştür. CHP’nin ve ordu üst kademesinin, siyasi içeriği yoğun toplumsal muhalefeti reformist kanallar içine çekmenin verdiği rahatlık, CHP ve DP’nin büyük sermayeye dayalı iktisat politikasının verdiği güvenle, sermaye daha da güçlenerek merkezileşmiştir. Sermayenin üst kesimleri tekelleştikçe, kilit noktaları ele geçirmiş ve fiziki, maddi kaynaklara el koymuştur. Giderek kapitalist enternasyonalle sıkı işbirliğine giren büyük sermaye, ekonomik ve politik etkinliğini kapitalist enternasyonalin desteğiyle artırmıştır. Tekelleşme sürecinde büyük mesafe alan sermaye, siyasette tekelleşmeyi gündemine alarak şeriatçı-ümmetçi kültürün sol düşmanlığını siyasal dayanaklarını güçlendirmekte kullanmıştır.

Devlet içi tasfiyeler ve özünde dış politika, ekonomi, büyük sermayenin gücü gibi temel konularda AP ile paralel olan CHP ise sistemin toplumsal dayanaklarının güçlendirilebilmesi için, sınai kalkınma ile yoğunlaşacak işçi hareketinin sola açılarak özerk bir siyasi örgütlülüğe ve program netliğine kavuşmasını saptırmanın özverili neferi olmuştur. İsmet İnönü’nün çalışma bakanlığını verdiği Bülent Ecevit, CHP’nin işçi politikasını yönetmiş ve 1965 yılında orta sol programın formüle edilmesi işlevini üstlenmiştir. İsmet İnönü’nün kontrolünde gelişen bu orta solcu yapılanmadaki işlevlerinden sonra, yeni bir çıkışın öncüsü olan genç politikacı, büyük umut imajı içinde artık gücünün sonuna gelmiş İsmet Paşa’yı, temellerini attığı “sola duvar” politikasını uygularken politikadan tasfiye etmiştir.

1961 Anayasası’na içerilen MGK, TDK, TRT, DPT türünden kuruluşlar, CHP’nin “sola karşı duvar” politikasının devlet içindeki uzantıları olarak işlevlerini sürdürmüşlerdir. Ancak, MBK’nın “kontenjan” göreviyle dahil olduğu senato ve sol harekete açıklığı kapsamında üniversiteler, bu kutsal uyumu bozucu bir konuma geçmişlerdir. Temel hak ve özgürlükler rejiminin, özellikle toplantı, gösteri, yayın, örgütlenme hakları, bilim özgürlüğü ile ilgili yönleri düşünülürse bu hakları işçilerle birlikte, belki onlardan daha fazla kullananlar üniversite öğrencileri ve öğretim üyeleri olmuştur. Anayasanın devletçi reformizmine ve bu reformizmin temsilcisi CHP’ye pek itibar etmeden bu kesimlerin “özerk” bir yol arayışı içinde oldukları dönemin gelişmelerinden anlaşılmaktadır.

CHP’nin beklediği gelişmeler ve iktidarı gerçekleşmez. YÖN-TİP-MDD-FKF ekseninde oluşan radikal siyasetler, gençliğe tüm baskı ve tasfiye süreçlerine rağmen ordu alt kadrolarına işçi ve yoksul köylülere daha çekici gelmiştir.

Burada, DP lideri, İttihatçı Atatürk’ün başvekili İş Bankası kurucusu, sivil Cumhurbaşkanı unvanları ile cumhuriyetin kuruluşundan itibaren devletin soyağacını kişiliğinde toplamış Celal Bayar’ın aynı kökene dayanan, CHP ve DP ile ilgili görüş farkını açıklayan satırlarına bakalım: “Üstünde çalışılan, fakat bir türlü ifade edilemeyen fikir şudur; Türkiye’de demokrasi, hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir ve millet bunu bizzat kullanır ilkesinden hareketle mi uygulanacak, yoksa bazı yerlerde örnekleri olduğu gibi muhtar (özerk) kuruluşlara ve kurullara bağlı olarak mı yürütülecektir? DP birinci fikre, CHP muhalefeti ikinci fikre sahip çıkmıştır.”

Devlet aygıtlarının, fiziki, maddi güç birikimini kapitalist mülkiyet rejiminin gerekleri açısından ve sermayenin siyasi tekelini korumak amacıyla güvenceye almasının hukuk kalıpları ve kurumsal işleyişi ile yakından ilgili olacağı açıktır. CHP’nin tutumu, bu hızı sistemin uzun erimli çıkarlarını güvenceye alacak bir zindelik ve işlerlikle siyasi sisteme dahil etmesi yönündedir. DP’nin siyasi tutumu ise, somut seçmenin iradesini özünde reddederek soyut bir “millet egemenliği” formülünden hareketle doğrudan büyük sağ federasyonun partisinde toplama doğrultusunda olmuştur.

1961 Anayasası bir bakıma bu gerilimi siyasi sisteme taşırken, yarattığı otoriter çözülme hukuk alanında temel hak ve özgürlükler rejiminden toplumsal muhalefetin yararlanma şansını artırmıştır. Özellikle TİP’in Anayasa Mahkemesi’nde açtığı iptal davaları ile anayasanın getirdiği örgütlenme ve gösteri haklarını sonuna kadar kullanan işçi, öğrenci ve yoksul köylü kesimini bu noktada hatırlamak gerekir. 1961 Anayasası’nın içine doğduğu siyasi ve sosyal ortamın canlılığı anayasanın metnine tümüyle yansımamıştır. Anayasa’nın bu ortamın simgesi olarak algılanması ve siyasal sistemin, sermayenin fraksiyonel yapısının izlerini taşıyan bir gerilim içinde otoriter yoğunluğun hızını düşürmüştür. Toplumsal muhalefetin bu boşluğu, demokratik bir hak arayışı temelinde anayasaya dinamizm kazandıran bir yorumla temel haklar zemininde kullanması, 1961 Anayasası’nı merkezi ve büyük sermaye ile sağ federasyonun tüm kesimlerinin katıldığı sınıf kinine dayalı bir kampanyanın hedefi haline getirmiştir.

1960 hareketinden kısa bir süre önce ipuçları ortaya çıkan ve 27 Mayıs’tan sonra netleşen politik yönelişler, Türkiye’nin daha sonraki tarihsel evrimine damgalarını vurmuşlardır. 27 Mayıs bu anlamda prizmatik bir işlev görmüştür. Bu yönelişleri özetle toplarsak; büyük sermayenin tekelcileşme sürecinin yoğunluk kazanması, işçi hareketinin güçlenmesi ve öğrencilerden de önce kitle gösterilerine anti-Amerikancı bir renkle ağırlığını koyması, solun örgütlülük düzeyinin nitelik ve nicelik açısından gelişmesi, TİP-YÖN-MDD hareketleri, CMKP’nin şoven açılımları ile para-militer örgütlenmesi, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nde açığa çıkan anti-sol kampanyanın şiddeti içeren boyutları, müslüman toplulukların sola karşı kampanyada aksiyoner hale gelmesi, CHP’nin orta sola yazılan devlet politikası, AP’nin de büyük sermayenin temsilcisi olarak ortaya çıkması olarak sıralayabiliriz.

27 Mayıs hareketi sonrasındaki bu gelişmeler, anayasanın yapılış sürecinde de aktif rol oynayan Doğan Avcıoğlu, İlhami Soysal gibi radikal aydınlar, bir yön arayışı başlatmış, yön arayışı YÖN’ü ortaya çıkarmıştır. YÖN Dergisi, 23 Eylül 1962 tarihli 39. sayısında, Doğan Avcıoğlu’nun kaleminden “Milli Kurtuluş Cephesi” programını açıklamıştır. Bu programda işçi, köylü, aydınlar, gençlik, ordu, milli, burjuvazi ve CHP’nin katılacağı milliyetçi demokratik kuvvetlerin birleşeceği bir “Milli Kurtuluş Cephesi” önerilmiştir. YÖN-MDD-TİP arasında, 60’lı yıllar boyunca tartışılacak devrimci programlar ve iktidar tezleri, toplumsal muhalefetin dinamik müdahalesinin anlam kazandırdığı metafizik bir belgeye içkin olmayacak kadar yoğun bir toplumsal dinamizme açıklık misyonuyla ele alınarak, olumlu bir açıdan değerlendirilmiştir. Ancak, 1961 Anayasası’nı büyük sermayenin iktidardaki gücüne ve ağırlığına dayanan fraksiyonel bölünmesini yansıtan siyasi gerilim açısından yorumlayamamışlardır. Paradoksal bir durum çerçevesinde devletin, kapitalist enternasyonalin şebekesi içinde yer alan aygıtlarının ve ideoloji üretmenin özerkliğini içeren merkezlerinin hukuki meşruiyet belgesi olan anayasa, salt haklar alanındaki programatik ileriliği yeterli görülerek en çok solcular tarafından savunulmuştur. YÖN’ün 1962’deki bildirisinde anayasanın korunması doğrultusunda ortaya koyduğu ilkeye, Türkiye solunun 197l’de silahlı kopuş gerçekleştiren kişi ve örgütleri dahi büyük bir vefa ve bağlılıkla sahip çıkmışlardır.

Tekelli sermayenin devletleşen terörü

12 Mart 1971-73 değişiklikleri ile anayasa değişiklikleri, askeri darbe ile sağ ve büyük sermaye mutabakatının temellerinden biri haline getirilmiştir. 1971-73 değişikliklerini önceleyen dönemin en önemli olay ve yönelişlerine değinmek, askeri darbelerin tümünde ortak bazı özelliklerin vurgulanması açısından değer taşımaktadır.

Türkiye 1970’li yıllara yaklaşırken hükümette büyük sermayenin temsilcisi AP vardır. Büyük sağ federasyonun şeriatçı, milliyetçi, liberal tüm kesimlerini bünyesinde temsil etmeye çalışan AP kapitalizmin toplumsal dayanaklarını güçlendirme adına her tür imkânı kullanmıştır. Bu temelde islam büyük bir siyasi canlılık içine girmiş ve tarikatlar, mezhepler politik kişilikleri ile sistemin özünü teşkil eden kapitalist mülkiyet rejiminin gönüllü bekçileri olmuşlardır.

1960’ların sonlarından itibaren, manevi başkanlığını Cemal Gürsel’in yaptığı Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin açtığı yoldan oldukça örgütlü bir biçimde ilerleyen şeriatçı müslüman kesim, önemli eylemler başlatmıştır. Mehmet Şevki Eygi’nin yönetiminde, kökleri Suudi Arabistan’a kadar uzanan Bugün Gazetesi’nin disipliner propagandası ile 14 İstanbul’un büyük camilerinde (1980’li ve 90’lı yıllarda da izleri görülen) sokaklara taşan toplu namazlar düzenleniyor, sola yönelik slogan, parola ve taktikler ülke çapında bir program dahilinde uygulamaya konuluyor, şeriatçı kalabalıklar cihad motifiyle işleniyordu. 1970’li yıllarda Maraş’ta, Çorum’da, Malatya’da gündeme gelen kütlesel şeriatçı dehşetin temelleri bu dönemde atılıyordu. Bugün Gazetesi’nde Mehmet Şevki Eygi, solculara karşı hazırlanılmasını istiyor ve antikomünistlere örtülü cihad çağrısında bulunuyordu:

“İhtilal yapacaklarmış. Yapacakları varsa görecekleri de var…”

“Korkaklık ölümdür, cesaretsizlik esarettir, dava uğrunda cimrilik alçaklıktır. Ey bu milletin hür yaşamak isteyen çocukları! Komünizme karşı uyanık ve hazır olunuz!”

“… Bu ülkenin ordusu, jandarması, polisi, adliyesi vardır. Fakat millet, devlet ve ülkelerin maruz kaldığı tehlikeleri bu kuvvetler bertaraf edemezlerse iş halkın kendisine düşer.

İşçisi, köylüsü, esnafı, memuru, talebesi eline çapasını baltasını taşını alır ve vazifesi yapar.”

Bu çağrılar yanıtsız kalmamıştır. 24 Temmuz 1968’de Konya’da yüksek öğrenim gençliğinin düzenlediği Amerika’yı protesto mitinginde şeriatçı müslümanlar, Konya’da bulunan öğretmen dernekleri, kitabevleri ve solcu sayılan kişilerin işyerlerine saldırırlar. 16 Şubat 1969’da ise daha önce belirttiğimiz gibi ABD 6. filosunun İstanbul’u ziyaretini protesto etmek için Hürriyet Meydanı’ndan Taksim’e yürüyen solcu gençlik üzerine, Dolmabahçe ve Beşiktaş camilerinde toplanan şeriatçı ölüm mangaları saldırır. 2 ölü, 104 yaralının kanlan üzerinde “kalkın ey ehli islam, davranın!” diye cihad çağrısı yapan Bugün Gazetesi, Amerikancı islamın kapitalist enternasyonalle olan ilişkilerini açığa çıkarmıştır böylece.

Bu arada Prof. Necmettin Erbakan’ın temsil ettiği islamcı sermaye, sahip olduğu tarikat bağlarının Calvinist hristiyanlığın kapitalist birikimine hizmet eden püriten yapısını andırır biçimiyle, büyük sermaye içinde bir fraksiyon olarak ağırlığını koymaya başlamıştır. Necmettin Erbakan, AP tarafından içeri sokulmamasına rağmen, 1968’de Türkiye Odalar Birliği’ne başkan oluyor böylece büyük sermaye içi bir çekişme Milli Nizam Partisi’nin doğuşuna yansıyordu. 28 Temmuz 1968’de İzmir’in Gümüldür bucağı Akrepkaya yöresinde ilk komando eğitimi kursu açılmış, Ankara’dan gelen iki komando uzman nezaretinde silahlı eğitime başlanmıştı. O zamanki CKMP’ye bağlı 70 ülkücünün katıldığı bu kamplar tüm Türkiye’ye yayılıyor, 1969 sonunda sayıları 35’i buluyordu. Bu kurslarda eğitimini ilerleten ülkücüler, 31 Aralık 1968 günü ilk büyük eylemlerini yapıyor ve Ankara SBF yurtlarını basarak solcu öğrencilere saldırıyorlardı.

Buna karşılık 1960’lı yıllar boyunca sola açılan Türkiye işçi sınıfı hareketi ve gençlik anti-Amerikancılık, anti-emperyalizm vurgusu oldukça yüksek bir politik netlik doğrultusunda tepkilerini yükseltiyorlardı. Bu bağlamda 1960 sonrasında yönetici sınıfları dev-kurt’u da gündeme alacak şekilde harekete geçiren ve korku yaratan en büyük eylem 11 Mart 1965’de Zonguldak’ta ortaya çıkıyordu. Zonguldak’ta 11 Mart tarihinde ocaklardan birinde 1500 işçi greve başlamıştır. Bu greve daha sonra 500 işçi daha katılmıştır. O gece, önce Kilimli, Çaydamar, Asma sonra Kozlu işçileri de işi bırakmışlardır. 40.000 işçinin çalıştığı Zonguldak yöresinde çalışma hayatı birdenbire felce uğramıştır. Türkiye’nin her yanından işçilerin katılacağı bir genel grev tehdidi ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine, AP hükümetinin kararı ile Kozlu’ya 2 piyade bölüğü, 2 topçu bölüğü, 200 denizeri ve çok sayıda polis gönderilmiştir.

Zonguldak, askeri harekât bölgesi ilan edilerek askerlerle doldurulur. Ordu tarafından yörenin, dışarısı ile olan bütün ilişkisi kesilmiş, yollar tutulmuş ve yollar üstüne barikatlar kurulmuştur. İşçi toplulukları üzerine ateş emri verilmiştir. İşçilerin direnişi durdurmaması üzerine askerler ateş açmış ve 2 işçi öldürülmüş 10 işçi yaralanmıştır. Böylece, yöreyi işgal eden düzenli ordu birlikleri zaferi kazanmıştır. Geriye kalanlar içinden pek çok işçi tutuklanmış, 15.000 işçi ise polis konvoyu altında köylerine gönderilmiştir 15 . Zonguldak merkezli işçi sınıfı eylemleri daha sonraki yıllarda da devam etmiştir.

8 Şubat 1965’de çalışma komisyonunun belirlediği ücretin işçilere eşit ve doğru biçimde dağıtılmadığı gerekçesiyle başlayan direniş kısa sürede toplum polisi ile çatışmaya dönüşmüştür. Adana’daki Sabancı Holding’in Bossa tesislerinde DİSK’li işçilere komünizme ölüm diye slogan atarak saldırılması olayı, silah ve gaz bombası kullanan polis ile jandarmanın katılması ile boyutlanmış, olayların sonucunda 60 işçi yaralanmış, 160 işçi ise gözaltına alınmıştır.

Karadeniz’de fındık ve çay mitingleri düzenlenmiş, gösterilerde çatışmalar yaşanmıştır. Büyük sağ federasyon DP, MNP, MHP ve Güven Partisi ile AP arasında bölünmüş, henüz orta sol duvarın sistemin geleceği açısından önemini büyük sermayeye tam olarak kavratmaktan uzak olan CHP ise iktidar adayı olarak ortaya çıkamamıştır. Sermayenin iç bütünlüğünü sağlayamaması ve bölünmüşlüğü iktidar boşluğu doğurmuştur. Bunun üzerine, devlet aygıtlarına ağırlığını koyması beklenen ebedmüdded iktidar partisi, emir-komuta zinciri içinde ve 1960’dan sonra sermaye ile pekişen bağlarının verdiği güvenle, kapitalist enternasyonalin desteğinde harekete geçilmiştir. Ordu üst kademesi, askeri-sivil istihbarat, büyük sermaye örgütleri ve devlet aygıtlarının yönlendiriciliğinde gelişen faşizan para-militer vurucu güçler, şeriat cephesi, krizin aşılmasına yönelik olarak sistemin mayası olma konumlarıyla ayrı ayrı ancak, birbirini bütünleyen bir olaylar, olgular, iradeler zinciri kapsamında ortaya çıkmışlardır.

1970 yılı itibariyle, milli demokratik devrim tezi etrafındaki tartışmalar, solu değişik kesimler arasında bölmüştür. El Fetih ile askeri bağlar kurulurken, yükselen işçi ve gençlik hareketinin yarattığı umut dalgası aydınları da harekete geçirmiştir. Dev-Genç, Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi ve Türkiye Halk Kurtuluş Parti-Cephesi gibi “uç” askeri eylemselliği hedefleyen devrimci gerilla ve partizan yapılanmaları, bu dönemin siyasi aktörleri haline gelmiştir. Devrimci hareket, kendi ordusunu radikal canlanma içinde yaratma savaşına girişmiştir. Filistin Kurtuluş Ordusu’nun askeri çıkışlarının tüm dünyaya meydan okuyan yiğitlemesi, Vietnam savaşı konjonktüründe ve giderek Arap, Kürt hareketleriyle de enternasyonal bağlara oturan “uç” askeri eylemsellik, mantıki ve tarihsel uzantıları anlamında doğrudan ordu alt-kademesinin radikal kanadının arayışlarını da etkilemiştir. Bu etkilerin kaçınılmazlığını hem sol askeri örgütlülükler, hem de iktidar arayışıyla 27 Mayıs’a yönelen radikal subay hareketi modelini farklı bir içerikte tekrar etmeye kararlı aydınlar kabul etmek durumunda kalmışlardır.

Ordu içinden, 12 Mart’ın tasfiye ettiği 9 Martçı Em.Tüm.Gen.Celil Gürkan’ın bu sürece bakışını izleyelim: “Genel konjonktür, silahlı kuvvetler ağırlığını fiilen ortaya koymadan ve rol üstlenmeden, sadece sivil kişi ve odakların, hangi amaca yönelik olursa ve hangi gerekçelere dayanırsa dayansın, bir girişimde bulunmalarına asla olanak vermiyordu. Türkiye’nin sosyo-politik yapısı ve gelenekleri karşısında vermesi de beklenemezdi. Bu nedenledir ki, ister eski askerlerden -emekli veya istifa etmiş- isterse sivil kişilerden kaynaklanan ve kurulu düzeni değiştirmeyi amaçlayan eğilim, sürekli şekilde silahlı kuvvetler içindeki gelişmeleri izliyor, onunla dirsek temasında kalmayı, kısacası silahlı kuvvetlerin koçbaşı olarak kullanılıp yıkacağı sur gediklerinden yönetim kalesine önde girmeyi öngörüyordu” 16 .

Celil Gürkan radikal aydınlardan yönelen radikal iktidar talebi programını açıklayan bu koçbaşı teorisi ile birlikte, Demirel’in o dönemdeki siyasi mantığını da yorumlamakta ve Demirel’in 12 Mart’la “mutabakat” 9 Mart’çıların temsil ettiği anlayışla ise çatışma içinde olduğunu açıklamaktadır. “Demirel’in mantığına göre:

-Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tam komutası ve kontrolünü ellerinde bulunduran ve ünlü 12 Mart muhtırasını veren en üst düzeyde dört komutan vardı:

-Bunlar kendi deyimi ile “12 Martçı” idiler.

-Makul ve ılımlı kişilerdi; çünkü parlamentoyu kapatmaksızın güdümlü bir demokrasiye taraftar “güvercin” tabiatlı idiler.

Bu karşılık:

-Bir de sivil idareyi ele geçirmek için parlamentoyu kapatmayı kafalarına koymuş ama üst komutanların emrinde, maiyetinde ve ast kademelerde bulunanlar vardı ve

-Bunlar “şahinler” idi” 17 .

Ordu içinde gelişen radikal eğilimi kontrol altına alıp saptırmak amacı ile başlatılan ve üst düzey komutanların bilgisi dahilinde yapılan çalışmaların planlayıcıları arasında yeralan Tüm.Gen.Celil Gürkan’ın kendini tanımlarken ortaya koyduğu özellikler de bu süreç açısından oldukça aydınlatıcıdır. 9 Mart’ta tasfiye edilen kadro, nitelik itibariyle reformizmi askeri sınırlar içine çekmeye kararlı olan ve ordunun 27 Mayıs deneyinden sonra radikal uçlarla üst-kademe arasında kayış vazifesi gören bir kadrodur. Bu kadronun en ilginç tipolojisi Celil Gürkan’dır.

İşte 9 Martçı Gürkan’ın portresindeki çizgiler:

“Genelkurmay’da, en üst düzeyde dış ve iç NATO ve CENTO karargâhlarında, Kıbrıs Üçlü Karargâhı’nda çok önemli görevler.”

“Büyük müttefikin, Türkiye’de Genelkurmay Başkanı ve Milli Savunma Bakanı’ndan başka hiç kimsenin bilmeye, görmeye, el sürmeye yetkili olamayacağı şartını koştuğu en gizlilik dereceli dosyaların proje subaylığı.”

“NATO formlarında Genelkurmayı temsil edecek derecede Genelkurmay karargâhının kilit adamlığı.”

“15-16 Haziran 1970 olayları sırasında ülkenin en kritik bölgelerinden birinde (Kocaeli) Sıkıyönetim rejimi altında aylarca Kolordu ve Sıkıyönetim Tali Bölge Komutan Vekilliği.”

“Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nda Plan Prensibler Başkanlığı.”

Tüm bu görevler NATO ve Pentagon’a çok yakın, işçi hareketinin bastırılmasında Sıkıyönetim Komutanı olarak görev yapmış yetenekli bir kurmayın mesleki ve o ölçüde politik niteliklerini simgelemektedir. Radikal toplumsal muhalefetin anti-Amerikancı, anti-emperyalist öze sahip gençlik ve işçi eylemselliğini içeren sola açık yapısının özü daha farklı olan 27 Mayıs türünden bir ordu alt kadro hareketi ile birleşmesi korkusu 9 Martçı’ların kişiliğinde bu tehlikenin bertaraf edileceği bir mekanizmanın kurulmasını zorunlu kılmıştır.

Bu mekanizmanın etkin görevlerine ABD’nin güvenini kazanmış, mesleki kariyeri parlak, devlet reformisti olmaları ölçüsünde solcu aydınların ilericilik illüzyonuna uygun kişiler getirilmiş, 27 Mayıs’ta olduğu gibi kısa süre için dahi olsa, istenmeyen gelişmelerin ortaya çıkmaması sağlanmıştır. 9 Martçı’ların tüm bu niteliklerine rağmen tasfiye edilmeleri, büyük sermayenin hegemonya krizini aşacak yeterlikte güç biriktirmesi ve dış politik konjonktürün ABD desteği ile bunu kolaylaştıracak şartları ortaya çıkarması, ordu üst kademesini bu anlamda müdahale ve tasfiyeye kendini uygun hissetmesi ile imkân dahiline girmiştir. 9 Martçı’larla politik açıdan çok fazla ayrılığı bulunmayan 12 Martçı üst düzey komutanlar, radikal subay hareketi ile aralarındaki zoraki kayışı 9 Martçı’ların tasfiyesi ile koparmışlar ve ülke yönetimine olduğu gibi, giderek ellerinden kaçan ordu yönetimine de kapitalist enternasyonal, Pentagon, büyük sermaye, sağ federasyon desteğinde el koymuşlardır.

Öncesinde ise, 4 Mart 1971 tarihinde Ankara’da NATO’nun Kepekli Boğazı’ndaki Elektronik Taburu’nda görevli 4 ABD’li askerin THKO tarafından kaçırılması eylemi vardır. Dört askerin kaçırılması İnönü’nün öfkesini çekerken, ABD Başkanı Nixon’u da harekete geçirmiştir. Bu arada THKP-C Merkez Komitesi kararı ile 197l’in 17 Mayıs günü İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom, kaçırılıyor bunu, bu eylem üzerine makabline şamil idam cezasını öngören bir yasanın çıkarılacağını açıklayan Başbakan Yardımcısı Sadi Koçaş’ın açıklaması izliyordu. Aynı gün 500’e yakın sol görüşlü aydın devlet tarafından gözaltı statüsünde rehin alınıyor, sonraki dönemde ise büyük bir insan avı başlatılarak anti-Amerikancı, Arap ve Kürt Hareketleri ile bağları bulunan, emperyalizmin kararlı düşmanı devrimci gerillalar tasfiye ediliyor, Pentagon, büyük sermaye, kapitalist enternasyonal ve devlet, Türkiye’yi yeniden fethe girişiyorlardı.

Bu süreçte orduya yönelik koçbaşlarının ve devrimci gerillaların tasfiyesi ile birlikte “Balyoz” programını uygulayan faşist yönetim, 1961 Anayasası’nın temel hak ve özgürlükler alanını işlemez hale getirecek tedbirler almıştır. Tasfiye süreci, 12 Mart’ın ilk reformcu kabinesine uzanıyor ve devlet reformistleri tasfiye ediliyordu.

Toplumsal muhalefetin biriktirdiği güç ve değişim enerjisini saptırarak düzenin kanallarına çekecek orta sol programı, “kazip azimeti” ile başarması imkânsız olan İnönü, aslında kendi oluşturduğu programı uygulayacak olan Ecevit tarafından tasfiye edilmiştir. TİP ve Milli Nizamcılar da politik sahnenin dışına itilmiştir. Tüm bu tasfiye süreçlerinde asıl ağırlık, silahlı bir kopuşu programatik ve örgütsel netliğe oturtma gücünden yoksun olsa da, yaratabileceği muhalif sol enerji ve Arap, Kürt hareketi ile bağları olan sol gerillaya verilmiş ordu içinde alt kadrolarla da ilişkisi bulunan THKP-C ve THKO önderleri büyük bir şiddet dalgası içinde eritilmişlerdir.

Bu ortamda yapılan anayasa değişiklikleri TSK’nın hiyerarşik yapısının takviye edildiği süreçle birlikte MGK’yı kuvvet komutanlarının denetimine almıştır. Sıkıyönetim ilan nedenleri genişletilmiştir (Md.124/1). Sivillerin, askeri nitelikte olmayan suçlarından dolayı sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanmaları mümkün kılınarak, Takrir-i Sükûncu İstiklal Mahkemeleri pratiğine geri dönülmüş, örgütlenme ile ilgili haklar güvencelerinden arındırılarak işlemez kılınmaya çalışılmıştır. Yürütme organını militarize eden milli güvenlik ve devletin bölünmez bütünlüğü söylemine dayalı bir yönetim anlayışı, boşluk bırakılmaksızın örülmeye başlanmıştır. Türkiye’de Silahlı Kuvvetler Birliği cuntasının MBK’yı tasfiyesi ile 12 Mart ve 12 Eylül’ün temsil ettiği askeri darbelere dayalı yapılanma içinde büyük sermayenin ağırlığını ekonomiye ve siyasete koyması, giderek bu ağırlığı montajcı sanayi burjuvazisinden, tekelci sanayi burjuvazisine dönüştürmesi ve finans kanallarını genişleten tekelci sermayenin siyasi tekelciliğini ilan etmesi süreçleri iç içe geçmiştir. 1971 dönemi bu açıdan tekelci sermayenin siyasi ve ekonomik tekelciliğini oldukça geliştirdiği bir yönelişi ifade eder. Tekelci sanayi sermayesinin gelişimini Dr.Ahmet Aker 1971-73 dönemini konu alan çalışmasında şöyle anlatıyor: “Sanayide tekelleşme sıçraması iki yönden yürütülmüştür. Teşvik tedbirleri, ücretlerin ve tarım ürünlerinin fiyatlarının düşük tutulması, kredilerin büyük sanayi sermayesine kaydırılması tekelleşmenin mali kaynaklarını hazırlamıştır. Bu kaynakların bir kısmı doğrudan doğruya büyük sanayi sermayesi ile rekabet eden küçük sanayi üreticilerinden aktarıldığı (hiç değilse, onlara gidecekken büyük sanayi sermayesine yöneltildiği) için daha ilk adımda denge büyük sanayi sermayesi lehine bozuluyordu. Uygulanan fiyat politikası, enflasyonun körüklenmesi, üreticiler arası anlaşmalı tekelci fiyat uygulamasına göz yumma ve döviz olanakları harcanırken iç tekellerin düzenini bozmayacak bir politika izlenmesi piyasayı tekelci uygulamaya daha elverişli kılmıştır” 18 .

Bu dönemde büyük sermayenin işçi sınıfının ekonomik hak mücadelesine karşı geliştirdiği savaşı 25 Aralık 1972 tarihli Yankı Dergisi şöyle yorumluyor: “Tekstil sendikasın grev kararı da tekstil işverenlerinin uzun süredir hazırladıkları lokavt kararını sahneye koymalarına yol açtı… Tekstil işverenleri, 25 milyon TL. Lokavt fonu biriktirmişlerdi. Bunun dışında, kendi aralarında bazı prensip kararları da vardı. Grev uygulanmayan işyerleri normal aidatlarını on misline çıkaracaklardır. İşverenler, bunlar da yetmezse, sermayemiz, kredimiz, fonumuz hep prensiplerimizin kazanılması için kullanılacaktır dedik.”

Yankı’nın bu yorumuna göre 1969’da sadece 1 lokavt uygulanır ve bu lokavta 18 işyeri katılıp 180 işgünü kaybedilirken, 1972 yılında 82 lokavta 2728 işyerinin katılıp 185-885 işgünü kaybedildiği bilgisini de eklemek gerekir 19 . Ayrıca 1970’de 56 olan grev sayısı 1972’de 14’e inmiştir20 . 12 Mart rejiminde Amerika’nın emriyle haşhaş ekimine de son verilmiştir. Konya, Denizli, Uşak, Afyon, Kütahya ve Isparta’da haşhaşın yasaklanması 90.000 çiftçi ailesinin gelirini yılda 33 oranında düşürmüştür 21 . Bu arada, ABD haşhaş üreticisine iane olarak 9 milyon dolar göndermiş, bu para da üreticiye ulaştırılmamıştır. Zaten zamanın tarım bakanı haşhaştan başka bir ürünün ekimine geçiş için 400 milyon dolar gerektiğini açıklıyordu. Haşhaş köylüsüne kalan tek yol büyük kentlere göç edip yedek işçi ordusuna katılmak olmuştur. Artan sayıda işçinin ucuz maliyetle emrine verilmesi büyük sermaye için yeni bir teşvik tedbirine dönüşmüştür. Kredilerin tekelci sermayeye akıtıldığı bu dönemde Türkiye Esnaf Kefalet Kooperatifleri Genel Başkanı Kasım Önadım şunları söylüyordu: “Türkiye’de 15 milyon esnaf ve sanatkâr var. Yalnız 238 bini kredi alabiliyor. Maliye Bakanlığı görevim yapmıyor. 40.000 üyemiz kooperatiften ayrıldı. 20.000’i Almanya’ya gitti” 22 .

Büyük sermaye sözcüleri ise sermaye birikimini bir harami mantığıyla ele alıyorlardı. Örneğin; 1972 Mayıs’ı sonlarında, Devlet İstatistik Enstitüsü toplantı salonunda, motor fabrikasını devlet mi yapsın, yoksa özel sektör mü yapsın konusu tartışılırken Koç grubundan Can Kıraç; “özel sektör yapsın. İthal edilecek malzemeye 100 gümrük bağışıklığı tanınsın, yatırım indirimi verilsin ve gerekli kredi devlet tarafından sağlansın. Motor sanayiine devlet girerse israf olur” diyor, sadece karı toplayacak bir anlayışı formüle ediyordu.

Ekonomide iyice yerleşmeye başlayan montajcılıktan, devlet kaynaklarının tümüyle emrine verilmesi sonucu sanayi sermayesine dönüşen tekelci sermayenin, bu gücüne, siyasi tekelciliğini kurumlaştırma çabaları eşlik etmiştir. Ancak, yaşanan bu süreç oldukça kanlı olmuştur. Şiddet tekelini meşrulaştıran yasaları ve anayasa değişikliklerini CHP-AP işbirliği ile parlamentodan geçiren 12 Martçı büyük sermaye ve yüksek komuta konseyi, politik açıdan düşman ilan ettikleri devrimci gençleri yasal terörizmi kullanarak ortadan kaldırmışlardır. Yasal terörizmin adeta İstiklal Mahkemeleri’ nin Takrir-i Sükûncu özüne uygun biçimde işletileceğini, Elrom’un kaçırılması üzerine açıklayan Başbakan Yardımcısı Sadi Koçaş 17 Mayıs 1971’de radyodan şöyle konuşuyordu: “Hükümet hiçbir pazarlığa girme niyetinde değil. Konsolos en kısa zamanda serbest bırakılmadığı takdirde gizli örgütle yakın, uzak ilişkisi bulunanlar, adam kaçıranlar, bunlara yardım ve yataklık edenlerle, bildikleri halde söylemeyenler için idam cezası öngören bir kanun çıkarılacaktır. Konsolos serbest bırakılmayıp öldürüldüğü takdirde bu kanun makabline teşmil edilecektir”.

12 Mart’ın yasal terörizmini simgeleyen en önemli olaylardan biri de Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarıdır. Deniz Gezmiş ve arkadaşları, özellikle anti-Amerikancı ve marksist-leninist kabul edilmeleri nedeniyle asılmışlardır. İdamları TBMM’de iki kez müzakere edilen Gezmiş ve arkadaşları için, CHP Anayasa Mahkemesi’ne İdam Kanunu’nun iptali için dava açmıştır. Anayasa Mahkemesi, kararı şekil yönünden bozmuştur. Bunun üzerine, ikinci kez görüşme yapılmış ve TBMM, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının asılmasını bir kez daha karara bağlamıştır. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü bu görevinden ayrılmış ve yerine Bülent Ecevit vekâlet etmeye başlamıştır. Bazı bağımsız milletvekilleri Ecevit’e idamların iptali için Anayasa Mahkemesi’ne ikinci başvurunun yapılması talebinde bulunmuşlar, ancak Ecevit’ten red cevabı almışlardır. Bu biçimde Genelkurmay, AP-CHP ve diğer sağ partiler ile kararlı düşmanlarını hiçbir zaman affetmeyen ABD’nin ortak iradesi sonucunda idamlar yapılmış, Gezmiş, Aslan, İnan öldürülmüşlerdir. CHP bu idamların yapılmaması konusunda neden fikir değiştirdiğini halen açıklamış değildir. Ayrıca basın da, CHP’nin bu tutum değişikliğini susarak geçiştirmiş, idamlar ikinci kez mecliste görüşülürken bunu doğru dürüst haber bile yapmamıştır. Siyasetin, alternatifin boğulması ve katli ile eşanlamlı olduğu Türkiye’de, Hamitizm-İttihatçılık-tek parti diktatörlüğü-Takrir-i Sükun ve en son zoraki muhaliflik sürecinden gelen CHP, bu siyasi zincire mavi karanlık dalgasında unutturacağı üç devrimci gencin idamından sorumluluğu da eklemiştir.

12 Mart rejiminin otoriter hızın işleyişini güvence altına almak için dizginlerinden boşalttığı yasal terörizmin şiddetini, AP Malatya Milletvekili Hamdi Öner’in, Gezmiş, Aslan ve İnan’ın idamı ikinci kez görüşülürken, yaptığı şu konuşmadan izlemek mümkündür: “Türk Devleti nefis müdafaası olarak ona saldıranları ölümle cezalandırmıştır. Haklıdır ve doğrudur. Devletimizin yaşaması için binlerce kişiyi kurban etmek farzdır arkadaşlar. Elbette ki, bir devlet yaşayabilmek için kendisini savunmak zorundadır. Türk Devleti’ne ve Cumhuriyeti’ne saldıranlar kim ve kimler olursa olsun, ister üç, ister üç yüz bin tepelenmelidir.”

Ordu, ABD, 12 Mart

CHP-DP-Ordu politikaları açısından, ABD, Türkiye’den emindir. Soğuk savaş dönemi ve anti-komünist dalgadan önce milli mücadele yıllarında ordunun uç askeri alternatifin komünizan bağlantılarına karşı duyarlılığı ve bu duyarlılığı 1925 Takrir-i Sükûn dönemi ile rejimin temel taşı yaparak sol alternatifi boğan devlet görüşüne süreklilik kazandırması, Türkiye’de rejimin kurucu ilkesidir. 27 Mayıs 1960 sabahı harekete geçen subaylar radyoda NATO’ya ve CENTO’ya bağlılıklarını ilan etmekle kalmıyorlar, daha önce belirttiğimiz gibi teamüle uygun olarak radyoda anti-komünist yayınları da başlatıyorlardı. Bu yayınlarda, Dr. Uygur Kocabaşoğlu’nun çalışmasında tespit ettiği üzere, Vatandaş dikkat su uyur, komünizm uyumaz, komünizm tatlı dille arkadan sokan bir yılandır, komünist Türk ve müslüman kılığına bürünerek yaklaşır türünden spotlar arka arkaya yayınlanıyor. 27 Mayıs ABD’ye güvence ve anti-sosyalist kampanya temelinde kısa süre içinde sola düşman bir devlet hareketine dönüşüyordu.

Daha sonra Silahlı Kuvvetler Birliği’nin, 1961’de MBK’yi tasfiye ederek hareketi ABD’nin ve egemen toplumsal güçlerin istediği sınırlara çekmesi ile 27 Mayıs hareketinin bu sınırların belirlenmesinde ileri yanlan törpüleniyordu. 1947’den itibaren her türlü araç ve gerecin yanısıra askeri danışmanları ve haber alma örgütleriyle de Türkiye’ye yerleşen ABD’nin politik iradesi önemli rol oynamıştır. Nisan 1952’de, 1368 mevcuda ulaşan askeri yardım heyeti, geniş bir örgütlenme temelinde Türkiye’de ağırlığını hissettirmiş, Amerikan müşavirleri tarafından tavsiye olunan organizasyon tablolarını kabul etmek durumunda kalmıştır. Ancak, tüm bağımlılığa ve ödenen bedellere rağmen ABD’nin harb doktrininde Türkiye’nin, Sovyetler’den gelişecek bir saldırıya karşı korunması söz konusu değildi. ABD Genelkurmay Başkanı Bradley’in açıklamalarına göre, ABD’nin, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu kanat ülkelere ilişkin tutumu şöyleydi:

1-“Ancak komünist saldırısına karşı dövüşmeye istekli halklara yardımı düşüneceğiz.”

2-“Mahalli harblerin, haksız yere bizi asıl görevimizi yerine getirmekten alıkoymasına kesinlikle müsaade etmeyeceğiz. Mahalli savaşların kaynaklarımızı ve insan gücümüzü, kudretimizi tahrip edecek ve bir dünya savaşında zaferi kazanmamızı, tehlikeye atacak ölçüde tüketmesine imkân verilmemelidir” 23 .

ABD, o dönemde kesin savaşın Batı Avrupa’da verileceğini düşünüyor, kuvvetlerini bu hesaplaşmaya saklıyordu. Türkiye, ABD’nin, ancak sınırlı yardımda bulunabileceği mahalli bir harp alanıydı. Bu mahalli harp alanı, Eisenhower doktrinine göre ülke içinden gelecek sol tehdite yönelik olarak yeniden tanımlandı. Bu tanımın kapsamında Türk ordusunun elinde bulunan araç-gereçle NATO misyonunu yerine getiremeyeceği belirlendi. NATO’nun resmi doktrinine göre, Türk ordusunun temel misyonu sosyalizm tehditini önlemeye yönelik bir caydırıcılıktı. Sosyalizm tehditi ise sadece Sovyetler’in kaynaklık ettiği bir askeri hareket biçiminde değil, içeriden sol bir kalkışmanın sosyalist iktidar talebi olarak da anlaşılmalıydı. Bu düzenlemeler içinde Türkiye’nin, ABD ve NATO çıkarlarından göstereceği en küçük politik sapma, ABD’nin ülke içindeki yandaşı güçleri harekete geçirmesi bakımından neden oluşturabilmiştir. Bu temelde 1969-1971 yılları, ABD Başkanı Nixon ve ekibinin Türkiye’ye karşı afyon ekimini yasaklatma savaşına giriştikleri bir dönemdir. Ancak, Amerikalı gazeteci Epstein’in de belirttiği gibi, “Türkiye’de biraz sallantıda bir parlamenter demokrasi olması, sorunun çözümünü daha da güçleştirmekteydi. Amerika’nın tutumunu en çok sempatiyle karşılayan bakanlar ve askerler dahi farkındaydılar ki, yarım milyon Türk çiftçisini açlığa mahkûm edecek bir hükümet iktidarda bir gün bile tutunamazdı”.

Ancak, ordunun, böyle bir uygulamaya rağmen iktidarda tutunması mümkün olabilirdi. İsmail Cem’in “12 Mart” adlı çalışmasında ortaya koyduğu görüşler bu bakımdan anlamlıdır: “12 Mart’taki dış etken 12 Mart sonrasında kendini olabildiğince açık şekilde ortaya koydu. İktidara gelenler, Amerika’nın kendisine rahatlıkla muhatab olarak alabileceği Amerika’nın dilinden ve sorunlarından anlayan kimselerdi. Zaten bir kez Demirel hükümeti gidip sivil-asker karışımı bir iktidar geldiğinde, bu iktidarın kendisine çok daha bağımlı ve çok daha kolay etkilenen bir iktidar olacağını, bunun kaçınılmazlığını, Pentagon’un Türkiye uzmanları herhalde görmekteydi. Türkiye yetkilileri ve istihbarat örgütleriyle iç içe yaşayan ajanlarından bu bilgileri almaktaydı. Nitekim, Demirel gittiğinde yerine askeri nitelikteki güçlerin iktidarı kontrol edeceğini, bunlardan ise gerek Tağmaç, gerek Cumhurbaşkanı Sunay kanadının ne ölçüde Amerikan denetiminde olacakları açıktı. Yani, Türkiye’de sivil hükümet yıkılırsa, yerine gelenler, benim politikamı izler mi, izlemez mi diye bir sorun yoktu ABD açısından. İktidarın askerlerin kontrolüne girmesi, 1970’li yıllar Türkiye’sinde Amerika açısından yeterli bir güvenceydi. Nihayet NATO’nun bir bölünmez birimiydi, yönetimi alacak olanlar” 24 .

Bu değerlendirmeler, dönemin toplumsal muhalefetinin, Demirel Hükümeti’ni baskı altına aldığı gerçeği ile birlikte düşünülürse, popülist bir söylemle iktidar olan AP’nin böyle bir iktidar yükünü taşımakta ne kadar zorlandığını ortaya koymaktadır. Bu durumda ordu-CHP-AP üçgeninde el değiştiren veya ortak kullanılan iktidar, hükümetin ateşte bulunan kestanelerini ordunun alması için, orduya devredilmiştir. İktidardan ayrılan AP’nin bakan desteğiyle kurulan askere dayalı hükümetin ilk işi afyon ekimini yasaklamak olmuştur.

12 Mart’ta Türk-ABD ilişkileri açısından adeta bir balayı yaşanmıştır. 12 Mart ile birlikte kütlesel düzeyde yapılan ve büyük coşku yaratan Amerikan aleyhtarı gösteriler son bulmuş ve 6.Filo limanları ziyaret etmeye başlamıştır.

Erim Hükümeti’nin Dışişleri Bakanı Osman Olcay şöyle konuşmaktadır: “Sıkıyönetim, aşırı propagandayı susturarak, muhtemelen bizim durumumuzu kuvvetlendirmiştir. Fakat, halk da bizim temsil ettiğimiz hükümet biçimine daha çok güvenmektedir. Amerika ile dostane ilişkiler, Türk halkının genellikle batı yanlısı tutumuna uygun düşmektedir. Türk halkı, kaderinin, batının kaderi olduğuna inanmaktadır” 25 .

Osman Olcay’a göre, CIA destekli darbe sonucu iktidara gelen hükümeti halk güvenilir bulmaktadır. ClA’nın ordu içi tasfiyeleri ve devrimci yönelişi afyon sorunundan önce, 1966 yılında gündemine aldığı bilinmektedir. Senatör Haydar Tunçkanat’ın kamuya açıkladığı bir CIA raporunda şu tespitler yer almaktadır: “Bu durumdan kurtulmak için izlenecek politika, emir-komutanın tekrar kurulması, devlet mekanizmasının muhalefet yanlısı elemanlardan temizlenmesi, buna bağlı olarak, bazı hükümet tedbirlerinin hazırlanması ve uygulanmasıyla birlikte, rejime sadık olmayan devlet memurları ve subaylardan en tehlikelileri bir program çerçevesinde tasfiye edilmek üzere saptanmalıdır” 26 .

Toplumsal muhalefetin tepkilerine duyarlı alt subay kadrolarının tasfiyesi konusundaki siyasi geleneği CIA ve Pentagon da paylaşmakta kurdukları korudukları ABD ve NATO güdümlü rejimin tehlikeye girmesini önlemek istemektedirler. Türkiye’nin, Ortadoğu politikası, afyon vs. konuların yanında ordunun, ABD politikası standartlarına uygun bir konumda tutulması zorunluluğu, 12 Mart’ı ABD ve ClA’nın ilgi bilgi destek ve aktif operasyon alanı içine sokmuştur. 1972 sonbaharında Erenköy’deki ünlü kontrgerilla üssünde sorgulanan Doğan Avcıoğlu şu ilginç bilgileri vermektedir: “Erenköy’deki ünlü köşke götürüldüğümde odamdaki yatak bir Amerikan yatağı idi. Yatağın üstünde markası ve fiyatı yazılıydı (New Beauty Rest. 69.5 Dolar). Pencereler siyah kâğıtla kaplanmış ve içinden tüten bir soba borusu geçen eski köşkün harap odasına, 69.5 dolarlık yeni bir Amerikan yatağı pek az yakışıyordu. İhtimal, köşkte benim görmediğim fakat varlığını feryatlardan sezinlediğim, Amerikan yardımından sağlanmış birçok teknik araç bulunmaktaydı” 27 .

ABD, gizli ordularıyla 12 Mart’ın içinde olmuştur.

Dipnotlar

  1. Tanör; Bülent, İki Anayasa, s. 17
  2. Ecevit; Bülent, Ortanın Solu, s.2, İstanbul 1966.
  3. Cumhuriyet; 14-15 Temmuz 1961
  4. Türkiye Yıllığı; s.234-235 1962
  5. Cumhuriyet; 5 Mayıs 1961
  6. TC Merkez Bankası, Aylık Bülten, No:1, 1965.
  7. Türkiye Ticaret Odalar Sanayi Odaları ve Ticaret Borsaları Birliği İktisadi Raporu, s.19, 1965.
  8. Türkiye İktisat Gazetesi, 2 Subat 1961.
  9. Forum, 1 Mart 1961.
  10. Türkiye İktisat Gazetesi. 2 Mart 1961.
  11. Türkiye İktisat Gazetesi, 16 Subat 1961
  12. Türkiye İş Bankası Raport Annel, 1962, İstanbul 1963, s. 6O.
  13. Cillov; Haluk, Türkiye Ekonomisi.
  14. Bugün, 16.V.1968, 18.V.1968, 14.4.1968.
  15. Cumhuriyet, 12-13-14-15-16 Mart 1965
  16. Gürkan; Celil, 12 Mart’a 5 Kala, s.123
  17. Gürkan; Celil, 12 Mart’a 5 Kala, s.143
  18. Aker; Dr.Ahmet. 12 Mart Döneminde Dışa Bağımlı Tekelleşme s.110
  19. Cumhuriyet, 1 Haziran 1973.
  20. Cumhuriyet, 12 Ağustos 1973.
  21. Yankı, 25 Ekim 1971, sayı 35
  22. Yeni Ortam, 10 Nisan 1973.
  23. Avcıoğlu; D., Devrim ve Demokrasi, s.93
  24. Cem; İsmail, 12 Mart, s.73
  25. Avcıoğlu; D., Devrim ve Demokrasi, s. 98.
  26. Avcıoğlu; D., Devrim ve Demokrasi, s.102
  27. Avcıoğlu; D., Devrim ve Demokrasi, s.102
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×