Alt Emperyalizm Tartışmaları Gölgesinde Türkiye

Yeni Dünya Düzeni’nde Türkiye’nin yeri ne olacak? Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri’nin dağılması, Türkiye için yeni bir umut kapısı açacak mı? Bunların son on yılın Türkiye gündemine en fazla giren sorular olduğunu söylersek yanlış yapmış olmayız. 1991 yılında eski Sovyetler’e bağlı Kafkasya ve Orta Asya cumhuriyetleri bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bu yeni devletlerin, daha Sovyetler dağılmadan girilen kapitalistleşme yolunda devam edecekleri anlaşıldı. Sosyalizmin, kapitalizmin gerektirdiği anlamda ticari ve spekülatif “tilkilik”lerden uzak tutucu etkisi, kendini göstermeye başladı. Bu ülkeler, kapitalizme aşkın sosyalizm dene-yirminin ardından adeta ulusal bütünlüklerini yeni sağlamış, feodal toplum yapısından yeni yeni çıkmaya çalışan ülkeler gibi toy ve tüyü bitmemiş vaziyetteydi. Ya da belki, aslında böyle değillerdi de, emperyalist sistemin pusuda bekleyen azgın kemirgenleri durumu böyle görmekteydi. Türkiye dahil emperyalist sistemin pek çok irili ufaklı kapitalist devleti iştahlarından ve ağızlarının suyundan olsa gerek, önlerine düşen bu yeni yemeği pek lezzetli ve yenmeye hazır gördüler.

Sosyalizmi eritmiş olmanın övüncünü en fazla dile getiren, aynı zamanda yeni yemekten en büyük parçayı kapma hakkının kendinde olduğunu iddia ediyordu. Devletler içinde darbeler tezgahlamak konusunda rüştünü ispat etmiş olanlardan “Afganistan’ı, Kore’yi biz kurtardık”çılara; “aslında bağlarımız hiç gevşememişti ki, hepimiz hep kardeştik”çilerden “mühim olan demokrasidir, o da biz de var, zaten Çekoslovakya’yı da biz bitirdik”çilere kadar pek çok “demokrasi gücü” kendini göstermeye başladı. Zaten yıllarca o ülkelerde casus olarak bulunmuş kimseler, o ülkelere ataşe atandı. Kimisi kademe atladı, merkeze alındı. El altından dağıtılan burjuva neşriyatlar peynir ekmek gibi bedavadan verilmeye başlandı. Kokuyu en iyi alan ve uygun anda tam tekmil orada bulunan kazanacaktı.

Kimileri ise emperyalizmin ray döşeyip üstünden geçtiği otlaklarında, yine emperyalistler tarafından “öküz” olarak tayin edildikleri için gelişimi seyre daldılar. Neden sonra birkaç aklı-evvel ve çözümü yayılmacılıkta gören politikacı sayesinde “buralar bizim ata toprağımız, buralardan bize de birkaç parça birşey düşer” uyanıklığına girdiler.

Basın, “fırsatı kaçırmamalıyız” diye bas bas bağırdı. Bu ülkelere, ilişkileri geliştirmek için aralıksız seferler düzenlendi. Baklavalar, börekler yendi, kımız içildi, kalpaklar giyildi, kaftanlar kuşanıldı, güreşe tutuşuldu. Türklüğün kanı damarlara yürüdü, buradakilere de yürütüldü. Hatta kimi şişman türklük cambazları bu işi biraz fazla kaçırdı ve bir gezi dönüşü ani bir kalp krizine yenik düştü.

Fakat bu palyaçoluklar bir yandan devam ederken öte yanda ciddi bir adım atıl-dı. 1991’de bağımsızlıklarını ilan eden ülkeler, yeniden Bağımsız Devletler Topluluğu olarak birarada durmaya karar verdiklerini açıkladılar. Tüm bu devletlerin kendisinden kaçacağı umulan Rusya, bu devletleri öyle kolay kolay yedirmeyeceğini ilan etti. Bu durum, büyük emperyalist devletlerde pek baş ağrısı yaratmadı. Çünkü bu devletlerin tamamen başıboş kalması yerine, Rusya gibi bir abinin yanında kalması geçiş süreci için daha sağlıklıydı. Nasıl olsa, onları birarada tutan Rusya da, IMF kredileri ile besleme altında tutuluyordu. Bir yandan Rusya’nın beslenmesi, evlat edinildiği kapitalist aileye uyum sağlaması, bir yandan da küçük kardeşlerin devşirilmesi işi birarada yürüyecekti.

BDT’nin kurulması, asıl “atayurdunda” yeniden at koşturmayı umanları çarptı. Kendini kapitalist sistemin medyatik aynasında, “emperyalist veya yarı emperyalist” görmeye başlayan Türkiye, bu Orta Asya pazarının kendine yar edilmeyeceğini anlamaya başladı. Ama bu sefer Türkiye, emperyalistlerce çizilen kaderine kölece boyun eğmedi. Yeni dünya düzeni ile birlikte hız kazanan yeni bir taktiğe başvurdu, kendini pazarlama işine soyundu. Türkiye’deki egemen sınıf, bu ülkelerle yapılacak ticaretin yolu üzerinde olduğunu, bu ülke toplumlarıyla, kimisiyle çok az da olsa, kültürel ortaklıkları bulunduğunu ve bölgede hem islamik, hem modern kapitalist bir ülke olarak iyi bir model olduğunu vurgulamaya başladı. Egemen sınıf, bu kampanyayı hem dünya emperyalist sisteminin rütbelilerine hem de kendi kamuoyuna dönük olarak yürüttü. Bu kampanya son zamanlarda bayağı formdan düşmüş de olsa, hâlâ devam etmektedir.

Bu kampanyanın, emperyalistlere yönelik yürütülmesinin anlamı açık. Pazardan pay kapabilmek için kozlarını öne sürerek pazarlık gücünü artırmak. Türkiye emekçi sınıflarına yönelik yürütülmesinin anlamı ve gerekçesi ise Türkiye’nin çağ atladığı demagojisinden sonra Türkiye’nin büyük ve güçlü bir devlet haline geldiği demagojisini yaymak. “Adriyatik’ten Çin seddine büyük Türkiye” sloganı, bu dönemde üretildi. Türkiye birkaç komünistin ve dış mihrak kaynaklı provokatörün dile getirdiği gibi kötü durumda değildi, tam tersine Orta Asya’nın devletlerine yardım eli uzatabilecek, hatta bu pazarlar üstüne pazarlık yapabilecek kadar palazlanmıştı. Bu uğurda daha emin adımlarla yol alabilmesi ise, içerde sükuneti, “birlik ve beraberlik”i sağlamlaştırmasına, o ülkelere iyi örnek olmasına bağlıydı. Türkiye emekçi halkları bu “milli” çıkarlar konusunda sorumlu idiler.

Özal’ın bir lafı vardı: “Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek”. İşte Türkiye burjuvazisi, Orta Asya’nın kapitalizm anlamında geri ve ne yapacağını bilmez ülkelerini göstererek, kendi insanlarına dönüp “bakın biz onlardan ne iyi durumdayız” diyebiliyordu.

Bu gündem soldaki yansımalarını üretmede de gecikmedi. Türkiye’de solun bir alışkanlığı gereği, hemen refleks bir cevap üretildi. Bunu yanlışlayarak söylemiyoruz. Tam tersine bu, önce adım atıp sonra düşünmeye başlamak tarzıdır. Ve bu tüm devrimcilerde hemen hemen mevcuttur. Üretilen refleks cevap “emperyalizmin bölgede ciddi oyunlar ve paylaşım mücadelelerine girdiği” şeklinde oldu. Türkiye de bir yerinden bu oyunlara ve paylaşıma katılmaya çabalıyordu. Bunların ikisi de çok doğru idi. Devrimci refleksler doğruyu gösteriyordu. Fakat sıra adımı atıp düşünmeye gelince iş sarpa sarmaya başladı. Özellikle Türkiye’nin sürece katılımı konusunda teorik üretimler gerçekleştirme sürecinde ayrılıklar çıkmaya başladı. Kimi sol kesimler “bu bizi aşar” savıyla kenara çekildi. Kimileri de burjuvazinin açtığı demagojik hattı kurcalamaya başladı. Emperyalizm teorisi yeniden incelendi. Yeni sonuçlar elde edildi veya eski teorik yapı geliştirildi.

Yalçın Küçük’ün, daha çok Türkiye’nin Kürt coğrafyasıyla ilişkisini açıklamak için başlattığı “hiyerarşik emperyalizm” 1 tartışması hem kendisi hem de başka yazarlar tarafından Orta Asya tartışmalarına dek genişletildi. Ayrıca, “Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi” ile Deniz Adalı 2 ; üç aylık olarak çıkmaya başlayan Emek dergisinin yazarı Abdullah Dereli 3 ; eski Marksist Eleştiri dergisi yazarlarından Coşkun Adalı 4 ve Gelenek dergisi çeşitli yazılarla tartışmalara katıldı.

Burjuvazinin sosyal, siyasal ve ekonomik planlarda temel parametrelerden biri haline getirdiği bu olgu, ister istemez emekçilerin ve sosyalistlerin karşısına da dikildi. Tüm bu açılardan, daha önce Gelenek’te yapılmış çalışmaların da ışığında, konuyu daha derinlemesine incelemek elzemdir.

Alt emperyalizm mi hiyerarşik emperyalizm mi?

Lenin “Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” eserinde, emperyalizmin tanımını;

“1- üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma öyle yüksek bir gelişme derecesine ulaşmıştır ki, ekonomik yaşamda kesin rol oynayan tekelleri yaratmıştır;

2- banka sermayesi sınai sermayeyle kaynaşmış ve bu “mali-sermaye” temel üzerinde bir mali-oligarşi yaratılmıştır;

3- sermaye ihracı, meta ihracından ayrı olarak, özel bir önem kazanmıştır;

4- dünyayı aralarında bölüşen uluslararası tekelci kapitalist birlikler kurulmuştur;

5- en büyük kapitalist güçlerce dünyanın toprak bakımından bölüşülmesi tamamlanmıştır” şeklindeki beş temel özellikle yapmıştır 5 . Tabii, aynı yerde şunu da baştan belirterek: “Bu bakımdan, gelişme sürecindeki bir görüngünün bir çok bağlantısını hiç kavramayan bütün genel tanımlardaki itibari ve göreli değeri unutmadan,…” Yani Lenin, ayrıntıların gözden kaçırılmaması gerektiğine, pek çok özgül farklılaşmanın temel belirleyici olabileceğini de unutmadan bu tanımların geçerliliği kabul edilmelidir demektedir.

Lenin, emperyalizm hakkında gerçekten açıklayıcı ve net bir eser oluşturmuştur. Hobson, Hilferding başta olmak üzere pek çok iktisatçı ve araştırmacının eserlerinden faydalanarak, döneminin nesnelliğini son derece net bir şekilde irdeleyerek kimi sonuçlara varmıştır. Vardığı sonuçlar geçerliliğini bugün de taşıyan, çünkü başlıbaşına gelişme trendini gösterme niteliğine sahip sonuçlardır. Bu anlamda Lenin’in emperyalizm hakkındaki bu kitabı, başka kitaplarının yanında, Hegel’in meşhur “tarihten bir sayfa okumak size tarihi olduğu gibi çözümlemenin anahtarını verir” önermesinin bir tezahürüdür. Hegel, bunu tarih tekerrürden ibarettir şeklindeki mantığına denk düşürerek söylüyordu. Oysa materyalist açıdan ele alındığında bu önerme, en çok Marx’ın, Kapital’de, kapitalizmi incelemeye, basit ve tikel metadan başlamasında kendini göstermiştir. Bu, diyalektik materyalist yöntemin büyük bir ilerlemesidir.

Diyalektik materyalist yöntem, tarihsel gelişmenin bir sayfasına bakarak nere-deyse tarihsel gelişmenin bütün doğrultularını çıkarsama imkanı tanımaktadır. Bunun için nereye bakıldığı kadar, hatta ondan daha fazla nereden bakıldığı ve ne yöntemle bakıldığı önemlidir.

Bu çalışmamızın, Lenin’in kitabının incelenmesi olmadığı açık. Ama son zamanlarda yaygınlık kazanan bir tarz var. Bu tarz, sol için, dogmatizmden kaçınmak bağlamında, tarihsel gelişmenin türlü başlıklarına bir tek sayfaya bakar gibi temiz ve net bakmak yerine bütün tarihsel gelişme süreçleri içinde, onu bir kaos haline getirerek kaybolma tarzıdır. Bu tarzı uygulayan yazarlar, tarihin, tüm gelişmeyi açıklayabilecek sayfalarına, gelişmeyi açıklayabilecek tarzda yaklaşmak şöyle dursun, bu tarzda yaklaşmış olan çalışmaları da değersizleştirmektedirler. Hem de sırf dogmatikliğe düşmemek pahasına!

Oysa dogmatizmin gerçek anlamı, belli ve mutlaklaştırılmış doğrular ekseninde bütün yeni gelişmeleri ve özgünlükleri gözardı etmektir. Dogmacılık, düşüncenin ve düşünce üretiminin katılaşması ve zamanla çürümesi demektir. Peki, bu, düşüncenin, özellikle burada marksist-leninist düşüncenin, tarihsel gelişiminde kaskatı birer kaya gibi duran eserlerin parçalanmasına, yumuşatılıp birer çorba haline getirilmesine mi denk düşer? Kesinlikle hayır! Marksistler her zaman kaskatı gerçeklikler dünyasını, kesin ve net görüşlerinin süzgecinden geçirerek, her bir somut parçayı titizlikle inceleyerek kavramışlardır. Dünyayı dönüştürme işinin başka türlü yürütülmesi mümkün değildir.

Dünyaya işçi sınıfının evrensel ve tarihsel gözüyle bakamaya,n marksizmin kılavuzluğuyla bakamayan yazarların içine düştükleri durum, bir anlamda bu “dogma”lardan türeyen paradigmaları da dışlamak olmaktadır. Ama her düşünce, kendini bir paradigma içinde tarif ederek işe başlar. Bunu geliştirirsek; belli belirsiz bir paradigmanın halkası olarak oluşan bir düşünce zamanla kendine bir paradigma bulacak veya yaratacaktır. Bulanlara diyecek sözümüz yok. Kendine paradigma yaratanlarsa zamanla birer “dogma” haline gelmektedir. Hem de oportünizmin ta kendisi olan bir dogma!

Dogmatizm konusunda bunca açıklama yapmak zorunda kalışımdan ötürü okurlar beni affetmelidir. Ama her cümlesine bir alıntıyla başlayanların durumuna düşmemek için teorinin altını üstüne getiren, dogmatizmden kaçınıp kendilerine teori içinde özgün bir yer ararken kavram kaosu yaratanlarla aramıza bir sınır çizmek gerekiyordu. Aynı zamanda bu, okurları da, benim sık sık yaptığım gibi, tekrar tekrar Lenin’in tanımını karıştırmaktan da kurtarmış olacaktır!

Dünyanın paylaşılması tamamlanmıştır

Emperyalizm bir dünya sistemidir. Dünya üzerindeki hiçbir ülke bu sistemin dışında tanımlanamaz. Çünkü Lenin’in yaşadığı dönemden beri dünyanın en büyük kapitalist güçlerce toprak bakımından paylaşılması tamamlanmıştır. Yani, dünya üzerinde hiç bir toprak parçası kalmamıştır ki, emperyalist güçler tarafından paylaşım alanı olarak tarif edilmemiş, “keşfedilmemiş” olsun. Asya’nın en uzak köşesinden Afrika’nın vahşi çöllerine, Avustralya’nın insan yiyen kabilelerinin yaşadığı topraklardan Sibirya’nın tundralarına kadar. Birinci Dünya Savaşı’nda; İngiltere, Hindistan, Avustralya, Ortadoğu bölgelerinin; Almanya, Kafkaslar, Ortadoğu, Balkanlar’ın; İtalya, Fransa, Belçika Afrika’nın; Japonya Uzak-doğu’nun ekonomik anlamda ve siyasi otorite kurma anlamında “sahip”leri durumuna gelmişlerdi. Öte yandan ABD de, hızla, modern anlamda sömürgeleştirdiği toprakların oranını artırıyordu.

Buradaki tamamlanmıştır cümlesi, sahipsiz toprakların işgali tamamlanmıştır anlamındadır. “İlk kez olarak, dünya paylaşılmış bulunmaktadır, öyle ki, topraklar ilerde ancak yeniden paylaşma konusu olabilir; yani efendisi bulunmayan toprağa bir “efendi”nin sahip olması yerine, toprak bir “sahip”ten diğerine geçebilir”6 . Lenin, aynı yerde az yukarda, yeni paylaşmaların kaçınılmaz olduğunu belirtiyor.

Bu dönemdeki paylaşımın sömürgeci bir işgalcilik olduğu itirazı gelebilir. Bu, nispeten doğru ama eksiktir. Klasik anlamda sömürgecilik döneminin sonunun geldiği ama yerini yeni tipte bir sömürgeciliğin almaya başladığı bir dönemdir bu. Gelişen yeni tipte sömürgecilikte -ki bu 19.yüzyılın ikinci yarısında büyük ilerleme kaydeden Almanya ve Fransa için daha fazla ön plandadır- tekeller ve mali sermayenin egemenliği belirleyicidir. Ama bu, dünyanın bütün topraklarının eski tarz sömürgecilikle veya yeni, mali-sermaye ve tekellerin hakimiyetindeki sömürgecilikle paylaşılması, sonucu değiştirmemektedir. Çünkü emperyalist güçler, eski tarzda sömürgeleştirdikleri veya yarı-sömürge haline getirdikleri ülkelerde de kısa zamanda mali-sermayenin ve tekellerin egemenliğini hakim kılacak tarzı yerleştirmişlerdir.

Bu son cümlenin altını çizmek istiyorum. Birinci Paylaşım Savaşı sonrası başlayan, özellikle SSCB’nin kuruluşundan da destek alan ulusal kurtuluş mücadeleleri, pek çok ülkenin klasik anlamdaki sömürgeciliği kaldırıp “bağımsız”lıklarını ilan etmeleriyle sonuçlandı. Fakat bu ülkeler, bu “bağımsız”lığın ardından şöyle veya böyle, emperyalizmin egemenliği altına girmeye mahkum oldular. Sosyalizm yolunu seçenleri hariç.

Ekim Devrimi’yle, Rusya’nın bu sömürgeci paylaşımlar zemininden kopması, ardından Kafkasya’nın ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Doğu Avrupa’nın bu paylaşım zemininden kopması dünya emperyalist sistemi için yeni bir durum oluşturmuştu. Dünyanın gerçekten üçte biri elden kaçırılmıştı. Burada doğal olarak iki dünya, iki sistem oluşmuştu. Dünya emperyalist sistemi ve dünya sosyalist sistemi. Dünya sosyalist sistemi, mali-sermayenin ve tekellerin egemenliğine karşı işçi sınıfının ve onun devletinin egemenliğini kurmuştu. Bu, işçi egemenliği, dünyanın pek çok bölgesinde ulusal kurtuluş mücadeleleri için ümit oldu. Bu başlık altında Türkiye de dahil Hindistan’dan Angola’ya kadar onlarca ülke sayılabilir.

“Sovyetler Birliği, bu ülkelerin egemenliğine aykırı düşecek askeri ve politik şartlar ileri sürmeksizin, eşitlik ve karşılıklı fayda temeli üzerinde geniş bir ekonomik işbirliği gerçekleştirmiştir. Sovyet Rusya, gelişme halindeki ülkelere yardım yaparken bu yardımı dış politikasının temel ilkesine uygun bir biçimde yapar. Bu temel ilke sömürgeciliğin kökünden kazınması için mücadele eden bütün uluslara yardım etmektir… Hindistan’da, Sovyet yardımı, devletler-arası işbirliğine başvuran ve temel sanayilerin öncelikle geliştirilmesini savunan hükümetimizin önem verdiği alanlara yani ağır sanayiye yönelmiştir” 7 .[MALAWYA H.D.]

Hintli yazarın da belirttiği gibi, SSCB’nin bu ülkelere yardımları daha çok sanayilerini geliştirmek içindi ve dostça idi.

Ulusal bağımsızlığını yeni kazanmış ülkeler hakkında batılı emperyalistlerle SSCB’nin yaklaşımları taban tabana zıttır. Yine, Hintli yazar Malawya’nın kitabında belirttiği gibi, SSCB bu ülkelerdeki yatırımlarını demir-çelik, barajlar, elektrik gibi sanayi dallarında yoğunlaştırmıştı. Batılı emperyalist devletlerin verdiği kredilerin ve bağışların yüzde 75’i askeri üslere, silahlanmaya, stratejik demiryollarının ve karayollarının yapılmasına harcanıyordu. Kredilerin geri kalan yüzde 25’lik kesimi ise, yine batılı tekellerin kontrolündeki tüketim malları pazarında harcanıyordu. SSCB, kurduğu işletmeye kesinlikle ortak olmazdı. Yöneticisi de yerli halktan seçilen işletmeler adeta mühendis yetiştiren okullar haline gelirdi. Batılı emperyalistler ise, kurdukları işletmelerde kendi malzemelerini ve teknik personelini kullanıyordu. Tesisler bitince tekeller bunların yönetimini alıyor ve büyük kârlar elde ediyordu. Yönetim, yerel hükümetlere bırakıldığında da yapım ve satış için vergiler isteniyordu. Bunlar hepimizin bildiği gibi Know-how’dan patent hakkına kadar çok çeşitli şekillerde oluyor.

Emperyalistlerin ülkelere “yardım”ını rekabet ve kâr belirliyordu. İngilizler Hindistan’da petrol bulamazken, SSCB günde 2 milyon varil petrol üreten bir rafineri inşa edebiliyordu. ABD’li uzmanlarsa Pakistan’da petrol buldukları alanlarda, toprağı işleyip pirinç ekmeye başlamışlardı 8 !

Sosyalist sistemin, klasik anlamda sömürge olmaktan kurtulma mücadelesi ve-ren halklara yardımı, tabii ki bir paragrafta anlatabileceğimiz kadar değil. Ancak, yaptığımız tanımlamanın belki de en tipik ülkesi olan, Hindistan’dan bir yazarın verileriyle, dünya sosyalist sisteminin ve dünya emperyalist sisteminin, klasik sömürgecilikten çıkmış ülkelere yaklaşımını bir arada görme şansımız oldu. Bu ülkelerde, sosyalizmle emperyalizmin amansız bir çatışması söz konusudur. Sosyalist sistem, bu ülkelerin kalkınmasına yardımcı olup sömürgecilikten kurtulmalarını sağlamaya çalışırken emperyalist sistem yeni bir sömürgeciliğin temellerini inşa ediyordu.

Emperyalistlerin, sosyalizme karşı dünya çapındaki mücadelelerinin çok önemli bir boyutunu da, bu ülkelerdeki mücadele oluşturuyordu. Hükümet darbeleri, hatta savaşlar, emperyalizmin, sosyalist sisteme katılma tehlikesi olan ülkeleri, “sistem içinde” tutmak için başvurduğu taktiklerin sadece birkaçıydı. SSCB’de “Barış İçinde Bir Arada Yaşama” teorileri üretilirken emperyalist sistemde Amerikan Savaş Doktrini oluşturuluyordu. Bir yandan da halk savaşlarına karşı kontrgerilla birlikleri, çeteler ve bunların mali mekanizmaları kuruluyordu.

Emperyalist sistemin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki lideri ABD olmuştur. ABD, gerek savaşın kendi kıtası dışında olmasının, gerekse ekonomik büyümesinin sağladığı avantajları, bütün Avrupa’nın yeniden inşasına ayırmış, geri kalan tüm ülkeleri de mali yardımlarla denetimi altına almaya başlamıştır. Aynı zamanda dünyanın en gelişkin ordusuyla, emperyalist sistemin bütünlüğüne zarar verecek her türlü girişimi kanla bastırmıştır. Bu dönemde, ABD’nin, dünya emperyalist sistemindeki liderliği diğer emperyalist devletler tarafından da kabul görmüştür. Bunun nedeni sistemler arası savaştır. Sosyalist sisteme karşı yürütülen savaşın komutanı ABD’dir. Bu durum, ABD’nin emperyalist sistemdeki askeri he-gemonyasını açıklar. Ekonomik anlamda ise keskinliği hiç bir zaman ön plana çıkarılmasa da geçmişin “iki yanlı emperyalist savaşları” devam etmektedir. Almanya, Japonya ve Fransa giderek büyüyen ekonomileriyle ABD’nin ekonomik ağırlığını sarsmaya başlamışlardır9 .

Emperyalist sistemde hiyerarşi ve işbölümü

1990’larla birlikte yeni bir döneme girilmiştir. Dünyanın emperyalistler tarafından paylaşılması zemininin dışına çıkan sosyalist ülkeler birer birer geri dönmeye başladılar. Emperyalistlerin, hem sosyalist ülkelere yönelik ideolojik saldırısı, hem de yarı-sömürge ülkelerde sürdürdükleri ekonomik-siyasi-askeri ve ideolojik anti-sosyalist mücadele meyvelerini veriyordu. “Soğuk savaş” diye tabir edilen, emperyalist sistemle sosyalist sistem arasındaki her türlü araç kullanılarak sürdürülen savaş, sona eriyordu. Ve yeni bir süreç başlıyordu: Dünyanın, büyük kapitalist güçler tarafından yeniden paylaşılması!

Evet. Dünyanın paylaşılması ve yeniden paylaşılmasının üzerinde duruyoruz. Daha yukarda çalışmalarını andığımız yazarlarımıza bakarsanız, dünyanın kapitalist güçler tarafından paylaşılması konusunun yeterince ele alınmadığını görürsünüz. Oysa bu, Lenin’in ve daha sonra bundan kalkarak geliştirilen emperyalizm teorilerinin temel direğini teşkil eder. Dünyanın kapitalist güçler tarafından paylaşılması hem bir sonuçtur hem de tekelci kapitalizmin gelişmesi içinde beliren bir süreçtir. Tekelci kapitalizm yayılmadan varolamaz. Tekelci kapitalizm savaşsız yapamaz.

Yukarıda, dünyanın paylaşılmasının işgalcilikten farklı olduğunu görmüştük. Dünya emperyalist sisteminin bugün geldiği noktada bu durum çok daha karmaşık bir hal almıştır. Doğrudan şu ülkeye bağlıdır diye gösterilebilecek ülkelerin sayısı epey azalmıştır. Afrika’da, Karayipler’de birkaç küçük gerçek anlamda sömürge ülke kalmıştır. Hatta bugün emperyalizm ve emperyalizme bağlı ülke ayrımı da rafa kalkmıştır. Bütün dünyayı kaplayan bir emperyalist sistemden bahsedilmektedir. Bu emperyalist sistemin temel yapısı değişmemiştir. Tekellerin ve mali-sermayenin egemenliği, tekellerin sermaye ihracı ile ülkeleri bağlaması mekanizmaları geçerliliğini korumaktadır. Ulusal devletlerin kendi ülkelerindeki tekellerin koruyucu gücü oldukları gerçeği olduğu gibi durmaktadır. Ancak bugün emperyalist ilişkilerin daha da giriftleştiği kesindir. Örneğin ikisi de emperyalist devlet olan Japonya ile ABD arasındaki ilişkiye bakalım. Japonya kaynaklı sermayenin ABD’de yaptığı yatırımlar son 10 yılda büyük gelişme kaydetmiştir. Özellikle otomobil sektöründe Japon sermayesinin ABD’de yaptığı yatırımlar ve sermaye ihracı, ABD’deki tekelleri rahatsız edecek, hatta ABD’nin emperyalist sistemdeki hegemonyasını tartışılır hale getirecek denli artmıştır.

Bugün dünya çapında bütün tekellerin ortak bir sistem dahilinde, dünya işçi sınıfını sömürdüğünü söyleyebiliriz. Bu global sömürü mekanizmasından her tekel kendi sermayesi ve mali büyüklüğü oranında pay almaktadır. Emperyalist sistem içinde yer alan ülkeler arasında bir güç hiyerarşisi olmakla birlikte, bu ülkelerin tekellerinin dünya pazarına sunduğu metalar itibariyle bir işbölümü de vardır. Bu işbölümünü belirleyen, kimi zaman hiyerarşinin üst basamaklarında yer alan emperyalist devletlerin dayatmaları, kimi zaman da bu ülkelerin, dünya pazarında diğer tekellerle rekabet edebilmek için kendi yaptıkları seçimler olmaktadır.

Bu bağlamda şu paragraf oldukça açıklayıcıdır: “Bugünkü emperyalist sömürü tamamen bir dünya sistemi çerçevesinde ve bağımlı ülkeleri de kapsayan bir emperyalist işbölümü bağlamında ele alınabilir. Ülkeler ve ülke gruplarını kapsayan bölgeler, verili durumdaki üretici güçlerin gelişkinlik düzeyine, işgücünün fiyatlandırılmasına, sermayenin temel sektörler arasındaki dağılıma göre bir uluslararası işbölümünde yerlerini almaktadırlar”10 . Örneğin Türkiye böylesi bir işbölümünde tekstil, gıda gibi emek-yoğun sektörlerin ağırlıkta olduğu bir ekonomiye sahiptir.

Ancak bu sistemleşme ve işbölümü paylaşımı ve yeniden paylaşımı gündemden çıkartmamakta tam tersine kaçınılmaz yapmaktadır. Ve şu an yeniden paylaşılması gündemde olan bölgelerin başında Orta Asya ülkeleri gelmektedir. Bu konuya birazdan geleceğiz.

Ama önce dünya üzerindeki ülkeleri, emperyalist sistem içinde kabaca sınıflamaya çalışalım:

1– a) Emperyalist hiyerarşinin en üstünde yer alanlar. Bunlar ABD, Almanya, Japonya, Fransa, İngiltere.

b) Emperyalist sistemde farklı yönleriyle öne çıkmış emperyalist ülkelerdir. Yukarıdakiler dışındaki tüm Avrupa, Kanada, Avustralya, Y.Zelanda. Bunlar genelde siyasi olarak yukardakilerden birinin arkasında yer alır. Uluslararası ekonomik planda ise konsorsiyumların içinde orta karar paylarla yer alır. Örneğin bu başlıktaki Hollanda petrol ve elektronik tekelleri, İsviçre muazzam mali-sermayeye sahip tekelleri, Kanada keza petrol tekelleri ile öne çıkmaktadır. Kapitalistleşen Rusya bu grupta yer almaya adaydır. Uluslararası sermayenin bütün hesaplaşmaları, pazarlıkları ve global yerel politikalarının saptanması bu iki grup içinde olur. Hegemoni kavgası da buradadır.

2– a) Brezilya, Hindistan, Çin. Bunlar nüfuslarıyla siyasi ağırlığa sahip ama ekonomileri genelde kötüdür. Buradan Çin daha yukarıdaki grupta yer almaya adaydır. Kısmi sanayileşmeleri ile ve büyük pazar olmaları itibariyle emperyalist sistemin bölgesel ağırlık merkezlerinden olmaktadırlar.

b) Uzakdoğu Asya ülkeleri. Bunlar son dönemlerde sanayileşmiş, ama finansal olarak hâlâ emperyalizmin merkez halkalarına bağlı durumda olan ülkelerdir. Son finans krizinde hepsinin tepetaklak olması da bunu gösterdi. (İsrail ve çeşitli petrol krallıkları da siyasi ağırlıkları olmamakla birlikte zenginlikleri ve yapaylıkları ile ancak birinci grubun altında yer alabilirler.)

c) Türkiye, Yunanistan, Meksika, Arjantin, Mısır, İran, Filipinler, Romanya, Bulgaristan, Arnavutluk, Pakistan, Şili. Bunlar, IMF ve DB tarafından ekonomik kaderleri çizilen ülkelerdir. Hemen hepsinde askeri cuntalar ya vardır ya da kısa bir süre önce “demokrasiye geçilmiştir”. Emperyalist sisteme ihracata dönük sanayileşme programları ile bağlanmaya çalışmışlardır. Üretimlerinin büyük kısmı yabancı tekeller tarafından gerçekleştirilmektedir. Genelde G.Kore vb ülkeleri kendilerine örnek alırlar. Emperyalist güçlerin at oynattıkları ve birbirlerinin atlarını çelmelemek için en kanlı hesaplaşmalardan kaçınmadıkları ülkelerdir. Bu ülkeler ara konumdaki ülkelerdir. Gelir dağılımının en bozuk olduğu ülkeler bunlardır. İşçi sınıfı, daha alt düzeydeki ülkelere eşdeğer bir yaşam sürerken burjuva sınıfları çeşitli ortaklıkları ve rantiye gelirleri sayesinde birinci grup ülkelere eşdeğer onların orta sınıflarına eşdeğer bir yaşam sürmektedir. Bu ülkeler sosyalist bir devrim için her zaman potansiyel barındıran ülkelerdir.

d) Kuzey Afrika, Orta Asya ülkeleri, Irak, çeşitli Orta Amerika ülkeleri. Çeşitli sektörlerde öne çıkmış (genelde petrol) ülkelerdir. Emperyalist sistemin hammadde ihtiyaçlarını karşılar. Bu yüzden de paylaşım mücadelelerinin doğrudan konusudurlar. Orta Asya için kapışmalar sürmekte, Afrika karıştırılmakta, ABD Nijerya başta olmak üzere bu kıtaya çıkarma yapmaktadır.

3– a) Bangladeş, Afrika ülkeleri vd. Bunlar emperyalist sömürünün en çıplak şekilde yaşandığı, sanayisi olmayan ülkelerdir. En geri kitlesel kıyım hareketlerine sahne olurlar. Etnik çatışmalarla emperyalistlerin arasında oyuncak olmuşlardır. Büyük kısmı açlıktan ve sefaletten günde yüzlerce insanını kaybetmektedir. Kapitalist sistemin yağmalayıp bıraktığı dünyanın üçte birlik kısmı bu durumdadır 11 .

Bu gruplara baktığımızda, birinci grup ülkelerin, emperyalist sistemde subaşlarını tutan ülkeler, diğerlerine, gerek sermaye ihracı üstünden denetim kurma, gerekse adil olmayan ticaret yoluyla büyük kârlar elde etme mekanizmalarını da-yatabilen ülkeler olduğunu görüyoruz. IMF ve Dünya Bankası gibi iki emperyalist finans kuruluşu bunların denetimindedir. Hatta daha çok 1. grubun a kesiminde yer alan ülkelerin denetimindedir. Bu kuruluşların mali altyapısını neredeyse tamamen ilk beş ülke yapmaktadır.

Yine 1. grup, siyasi ve askeri örgütleriyle, ayrıca gizli olarak faaliyet gösteren ajanlık ve kontrgerilla faaliyetleriyle ikinci ve üçüncü gruptaki ülkelerin siyasi yapısını belirlemektedir. NATO, AGİT, BM bu siyasi ve askeri kuruluştan birkaçıdır. Yukarıda kısaca bir örnekle gördüğümüz gibi ikinci grup ülkeler her zaman sosyalizme geçme tehlikesini taşıyan ülkelerdir. Bu nedenle bunların birinci grup emperyalist devletler ve emperyalist örgütler tarafından ciddi şekilde kontrol edilmeleri emperyalist sistemin bekası açısından elzem olmuştur. Dünyayı aralarında paylaşan özellikle bu beş devlettir. Fakat bunlar çeşitli konsorsiyumlarda yanlarına birinci grubun ikinci kesiminden de bir veya birkaç ülke tekeli alırlar. Birinci grup ikinci kesim ülkeler pek çok konuda ilklerinin destekleyicisidir. Birer birer. Hemen tamamı bu birinci kesimdeki ülkelerin başını çektikleri uluslar-arası bir ekonomik bölgesel birliğin üyesidir. AB-NAFTA-ASEAN. Bu beş ülkenin bu örgütlerde belirleyiciliği vardır. Ancak geçerken şunu da belirtmek isterim ki, AB sürecinin ilk örneğini belki de Benelüks ülkelerinde aramak gerekir. Güçlü bir emperyalist devlet olan Hollanda’nın belirleyiciliğinde, Belçika ve Lüksemburg bütünleşmesi AB’nin de temel taşlarından biri olmuştur.

Birinci grup birinci kesim ülkeler, dünya haritasını yeniden ve yeniden belirlemeye çalışırlar. Fakat şimdiye kadar belirli anlamda, yani daha çok bir sistemin sürdürülmesi anlamında birbirine yakın görünen bu ülkeler, dünyanın paylaşılması konusunda ancak geçici anlaşmalar yapabilmektedir. Özellikle üç blok, ABD-AB-Japonya etrafında gelişen bu paylaşmalar ilkin ekonomik olmaktadır. Hangi tekelin o bölgeyi kapatacağının belirlenmesinde o bölgedeki devletin çeşitli metotlarla yola getirilmesi, ekonomik olarak zorlanması vb.nin yanında bu bloklar arasında da kıyasıya mücadele olur.

Dünya ticaret hacminin yüzde 80’i bu iki kesim ülkenin kendi aralarında olmaktadır. Dünya ihracatının, 1979’da yüzde 72.8’ini oluştururken, bu ülkeler, 1993’te yüzde 85’ini oluşturmaktadır. Bu rakama bu ülkelerin kendi ihracatlarının yanında ikinci grup ülkelerde ürettikleri malların ihracatları da dahildir. İthalattaki oranlar da keza aynıdır.

“ABD kökenli tekellerin, ABD dışında üretip sattıkları, ABD’nin bütün ihracatının iki katından fazla. İngiliz kökenli tekeller karlarının 39’unu İngiltere dışında üretim yapan iştiraklerinin satışlarından, sadece 5’ini kendi yaptıkları ihracattan elde ediyorlar”12 . [ADALI Coşkun]

Görüldüğü gibi emperyalist sistemin baş halkalarında yer alan ülkeler dünya üretiminin ve ticaretinin yüzde 80’ini ellerinde tutmaktadır. Geri kalan ülkeler, çoğu kendi aralarında olmak üzere ve bir kısmı da bu birinci grup ülkelerin ucuz-emek gücü gerektiren üretimlerinin satışı üstüne kurulan ticaret yapabilmektedir. Birinci grup ülkeler bu ticaretten de pay almaktadırlar. Aynı şekilde, dünya çapında yapılan doğrudan dış yatırımların yüzde 90’ını bu birinci grup ülkeler yapıyor. Hatta direkt yatırımların yüzde 63’ü tamamen bu birinci grup ülkelerin kendi aralarında oluyor.

Bu durum, birinci grup ülkelerin diğerlerinden koptuğu, diğerlerinin paylaşılması ve emperyalist sömürü altında tutulması işini bıraktıkları anlamına gelmemektedir. Bu ikinci grup ülkelerden birinci grup ülkelerin tekellerince birinci gruba yapılan ihracatın toplam içindeki yerinden de anlaşılabilir. Bu tüm akışın birinci gruba doğru olduğunu gösterir. Yoğunlaşma birinci grupta olmaktadır. İkinci grubun orta bölümlerindeki ülkeler de bu hiyerarşinin üst noktalarına doğru olan yoğunlaşmadan pay kapabilmek için kendi topraklarını daha fazla yabancı tekellere açmakta, bu tekellerin hangisinin ülkesini parselleyeceği üstünden de bir rant sızdırmaya çalışmaktadır. Alman tekellerine karşı ABD tekellerine yakın durmak, kimi avantajlı konularda pazarlık kozu bile ileri sürmek gibi. Bu dev tekeller de çeşitli sorunları yaşamaktan kurtulmak ve sermayelerini daha az kârlı alanlara yatırmak yerine muazzam kârlı alanlarda değerlendirebilmek için küçük tekellerin yanında yöresinde yer almasına izin vermektedir. Yani kısacası bir parça, her zaman yağlı olmasa da küçük tekellere de düşmektedir.

Süreci şöyle alalım. Bir tekel, diyelim ABD’nin büyük petrol tekellerinden Chevron, Kafkasya’daki bölgenin petrollerinin işletme hakkını “götürmek” istemektedir. İlk iş ABD’nin yönetimindeki kendi adamlarını devreye sokmaktır. Zaten başta eski başkan ve askerler olmak üzere onlarca bürokrat yönetim kurullarındadır. Buradaki mücadele, lobi faaliyeti vs. ile yürütülen, diğer tekellere karşı bir mücadeledir. Neyse bu tekel bir şekilde ABD’nin desteğini arkasına alarak işe girer. Bu tür petrol çıkarma ve işleme türü işler genelde dört veya beş üyeli konsorsiyumlar tarafından alınır. Bunların bileşimine bakıldığında bir veya iki tane birinci grup birinci kesim ülkenin tekeli vardır. Bunların yanında diğer emperyalist devletlerden iki veya üç tekel, en sonda da ikinci gruptan bir veya iki tekel yer alır. Konu petrol olunca siyasi üstünlüğü ele geçirmiş ülkenin tekelleri sayıca daha fazla konsorsiyumlara katılabilmektedir 13 . Uluslararası sistemdeki işbölümünün bir benzeri bu tür emperyal girişimlerde de görülmektedir. Türkiye gibi kuyruğundan girişime katılabilen daha doğrusu katılmasına izin verilen ülkelerin tekelleri burada çeşitli taşeron işlerini, inşaat müteahhitlik türü işleri al-maktadırlar. Teknoloji ve sermaye gerektiren işleri ise büyük tekeller kendi aralarında paylaşmaktadır. Kapitalizmin yasaları gereği karın büyüklüğü sermayenin büyüklüğüne ve emeğin üretkenliğine göre belirlenir. Dünya çizelgesinde ikinci grup ülkeler bunun her zaman dışında kalmaktadır. Çünkü bu ülkelerin, sermaye birikimleri ve yoğunlaşmaları dünya tekelleriyle boy ölçüşebilecek yeterli düzeye gelmemiştir. Çünkü bu ülkelerde teknoloji yoktur ve birinci grup ülkelere tam bir teknolojik bağımlılıkları vardır. Çünkü dünya çapında mali sermayenin egemenliği artarak ve belli ellerde sistemli bir şekilde kontrol ederek gücünü göstermeye devam etmektedir. Ve bu ülkeler, yani ikinci grup ülkelerin hemen hepsi, bu mali sermaye gruplarının denetimi altındadır.

Aynı şekilde işbölümü konusunda şunu da belirtmek gerekir ki, ikinci grup ülkelerde görülen kısmi sanayileşme hamleleri dünya emperyalist sisteminin ihtiyaçlarını karşılamak doğrultusunda şekillenmektedir. Düşük kâr oranlı sektörler belirgin şekilde bu ülkelere kaydırılmaktadır. Bu konuda çarpıcı bir örnek verebiliriz. Paul Kennedy 21.Yüzyıla Hazırlık isimli kitabında, “gelişmekte olan ülkelere” bırakılan emek yoğun bir sanayi olan kargo gemisi yapımı başına 1 dolarlık katma değer yaratırken, bilgi yoğun bir ürün olan video kameranın 280 dolar katma değer sağlamakta olduğunu göstermiştir. Bu rakamın süper bilgisayarda 1700 dolar, uyduda ise 20.000 dolar olduğunu söylemektedir 14 .

Banka sermayelerinin sınai sermaye ile kaynaşması her ülkede tamamlanmış gibidir. Yani artık tekellerin hepsinin birer bankası ve finansal kuruluşu da bulunmaktadır. Ancak dünya çapında 700 tane tekelin denetimi vardır. Ve bunların arkasında 20-30 adet uluslararası mali sermaye grubunun bulunduğunu görürüz. ABD’de 200 kadar tekelin arkasında 10 tane mali sermaye grubu vardır. Bu mali sermaye gruplarının salt para ve finans işleriyle uğraşması gerekmez. Keza ABD’deki bu mali sermaye gruplarının başında Rockefeller gelmektedir 15 . Rockefeller bilindiği gibi ABD’nin uluslararası ölçekteki petrol tekellerinden biridir aynı zamanda. Fakat emperyalist dünya sistemi tekellere artan sermaye yoğunlaşmaları üstünden mali sermayelerini korkunç derecede güçlendirerek diğer tekeller üstünde mali belirleyicilik kurma şansı tanımaktadır. Emperyalist sistemde her kapitalist güç belirli mekanizmaları kurarak diğer tekelleri belirleme ve onların dünya işçi sınıfı sömürüsünden elde ettiklerinden pay alma hakkını sağlamaktadır. Aynı şey Alman silah sanayinin yüzde 80’ini elinde tutan Daimler’in, elektronik devi Siemens’in ve Volkswagen’in tümü, Deutche Bank’ın denetimindedir. Lenin’in bahsettiği mali sermayenin egemenliği budur. Ve emperyalist sistemin hiyerarşik yapısı içinde şekillenmektedir.

Mali sermayenin gücünü belirten bir örnek daha vermek istiyoruz. 7 milyar dolarlık bir para varlığına sahip fakat tek bir üretim aracı olmayan George Soroz, Avrupa’da para bunalımı sırasında yaptığı spekülasyonla birkaç gecede 2 milyar dolar kazanmıştı. Aynı Soroz ,Güneydoğu Asya ülkelerinin finans piyasalarında bulduğu bir açığı da değerlendirerek son Asya krizinin baş mimarlarından biri olmuştu. Soroz’un arkasını Alman Bundesbank’a verdiği bilinmektedir.

Uluslararası sistemin mali egemenliği, ikinci grup altındaki ülkeleri kıskıvrak sıkıştırmıştır. Bunlar dış borçlarını ödeyebilmek için borç almak zorunda kalan ülkelerdir. Her yıl aldıkları borçlardan daha fazlasını öderler. Yani her yıl daha fazla borçlanırlar. 1993 yılında bunların toplam borçları 1 trilyon 444 milyar dolardı. Yıllık kayıpları ise 500 milyar dolardır. 1970’ten beri bu ülkelerin borçları tam 17 kat artmıştır. 1960 yılında en zengin yüzde 20 ülkenin geliri en fakir yüz-de 20 ülkenin gelirinin 30 katıydı. 1990’da bu oran 60 kata çıktı. Son yüzde 20’nin içinden birkaç ülke bu zaman zarfında ara halkalara yükseldi (G.Kore vb. bunlardandır). Dolayısıyla diğerleri daha büyük oranda fakirleşmenin içine itil-diler. Aynı dönemde emperyalist tekellerin kârları muazzam ölçüde artmış, sermaye yoğunlaşması belirginleşmiş, mali sermayeler daha da güçlendirilmiştir. ABD merkezli çokuluslu şirketlerin 1950’deki kâr transferleri 1.5 milyar dolarken 1980’de 42.5 milyar dolara çıkmıştır.

Bu açıklamalarla, kısaca, emperyalizmin genel karakterinin genel planda hiç değişmemiş olduğunu, tekellerin dünya egemenliğinin geliştiğini ve mali sermayenin denetiminin daha da artarak belirginleştiğini görmüş olduk. Ayrıca dünyanın tüm ülkelerinin dahil olduğu emperyalist sistem içindeki çelişkilere, hiyerarşinin belirginliğine ve işbölümünün varlığına işaret ettik. Emperyalizm bağlamında ele alınan tüm konularda emperyalist sistemin daha alt bölümlerinde yer alan ülkelerin işçi sınıflarının daha fazla sömürüldüğünü görmüş olduk.

Şimdi bu tablo içinde, Türkiye ve hemen yakınındaki yeni paylaşım alanı Orta Asya ülkelerinin durumuna kısaca göz atmalıyız. Ancak geçmeden önce solun yukarıda ismini andığımız kimi yazarlarının bu hiyerarşik emperyalizm konusundaki çalışmalarının kimi eksik veya zaaflı yanlarını belirtmemizde yarar var.

Coşkun Adalı, genelde Avrupalı yazarların çalışmalarından yararlanarak hazırladığı kitabında, ki bu metin daha önce Marksist Eleştiri dergisinde de yayınlanmıştı, çok değerli yaklaşımlar sergiliyor. Çok net verilerle emperyalizmin bir sistem olarak dünya işçi sınıfını nasıl sömürdüğünü gösteriyor, küreselleşmenin işçi sınıfının daha da yoksullaşması anlamına geleceğini gösteriyor. Ancak bunları yaparken bazı noktaları açıkta bırakıyor. Örneğin, emperyalist güçlerin dünyayı paylaşımı sorunuyla hiç ilgilenmiyor. Yeniden paylaşım sürecinin kızgın bir şekilde işlediği emperyalist sistemde, emperyalizmin temel karakterini ve davranış biçimini veren özellik üstünde durmuyor. Aynı şekilde emperyalistler arası çekişme ve çatışmalara çoğu zaman geçerken değiniyor.

Mali sermayenin egemenliğinin de üstünde durmuyor. Daha çok üretim ve ticaret şeklindeki “kapitalizmin rasyonel” boyutlarıyla emperyalizmi açıklamaya çalışıyor. Mali- sermayenin spekülatif karakterini yeren bir bölüm çalışmasında mevcut. Fakat genel olarak Adalı’nın, Avrupa merkezli bir bakış açısına sahip olduğunu belirtebiliriz. Emperyalizmin 3.dünya ile ilgilenmediğini iddia ediyor. Oysa bu doğru değildir. Üretim ve ticaretin merkezlerde yoğunlaşması nedeniyle zayıf ve dış halkaları önemsemiyor. Biz buradan, Türkiye’den öyle görmüyoruz!

Deniz Adalı’nın çalışması ise, bize göre, tam bir kafa karışıklığı sergiliyor. Hiyerarşik emperyalizm tanımını reddediyor. Gerekçesi bunun ultra emperyalizmin bir şekilde savunusu olduğu. Kısaca hiyerarşik bir şekilde emperyalist sistemde yer alan ülkeler hepsi neden emperyalist olmuyor? diye soruyor. Tekeller emperyalizmin karakteristiğiyse tekeli olan ülkeler emperyalist mi oluyor? şeklinde sorular soruyor. Emperyalizm bir sistemdir, bunu gördük. Bu sistem içinde her ülkenin burjuvazisi sermaye gücü oranında yer alıyor. “Emperyalist ülke” tanımı artık sadece birinci grup ülkeler için kullanılabiliyor. Büyük kapitalist güçler tarafından dünyanın paylaşılması da bunu açıklıyor. İkinci grup, paylaşımda bir yeri ele geçirse bile ancak bir süre tutabiliyor ve emperyalist güçlerin anlaşmazlıkları bitip bölgenin gerçek sahibi belli olunca sona eriyor. Dolayısıyla şöyle diyebiliriz. Deniz Adalı, emperyalizmi hala dışsal bir olgu olarak görme eğilimindedir. Fakat çok ilginçtir bir yandan da çalışmasındaki bölümün adı “Alt Emperyalist bir Ülke: Türkiye”dir 16 .

“Dünya kapitalist ekonomisini emperyalist ülkelerin hiyerarşik yapılanması olarak kabul ettiniz mi, bu ekonominin dinamiğinin sömürgecilik olduğunu reddetmiş olursunuz, bir ülkenin emperyalizme bağımlılığı kavramını bir yana iterseniz, onun yerine `her ülke birbirine biraz bağımlıdır’ gibi emperyalist sömürü ve talanı örten burjuva ideologlarının yakıştırmalarıyla aynı yere gelirsiniz… örneğin bir emperyalist ülke neden bir başka emperyalist ülkenin altında, bir hiyerarşik ilişkiyi kabul etsin?”17 .[ADALI Deniz]

Deniz Adalı, emperyalizmin askeri ve mali güç olduğu gerçeğini görmüyor. Bugün bir Japonya’nın, ABD’nin hegemonyasını kabul ettiği diye bir durum yoktur. Tam tersine bu ülkeler bir ekonomik savaş içindedirler. Hiyerarşi, emperyalist sistemin örgütlenme tarzıdır. Bu sistemin içinde zayıf halkalar da vardır. Ve bunlar bu sistemden kopma potansiyeli taşırlar. Emperyalist sistemin bütün mali ve askeri mekanizmalarında hiyerarşinin üst kısmında bulunan ülkeler söz sahibidir. Bunların da kendi aralarında bir çelişki olanca hızıyla sürmektedir. Bizim sınıflamamıza göre, ilk beş ülke daha kuvvetli bir şekilde dünyanın yeniden paylaşımı sürecinde çatışmakta, kendisine ekonomik olarak bağlı durumdaki ülkeleri çatıştırmaktadır. Hiyerarşik yapılanmayı görmezden gelmek aslında emperyalizmin bir sistem olduğunu görmezden gelmek demektir. Bu ise Rosa Luksemburg’un, emperyalist sistem dışında bir alan yoksa emperyalizm gelişemez tezine dayanmaktadır. Tarih tarafından geçersiz kılınmıştır!

Türkiye

Türkiye, yukarıda gördüğümüz emperyalist sistemin genel çerçevesi dahilinde emperyalist sistemde yer alan bir ülkedir. Türkiye burjuvazisi başta kendi işçi sınıfı olmak üzere dünya işçi sınıfının ortak sömürüsüne kendi sınırlı varlığıyla katılmaktadır. Bu durum Türkiye’nin emperyalist merkezi kurumlar tarafından yönlendirildiği, ya da Türkiye’nin başat emperyalist güçler için bir paylaşım alanı olmadığı anlamına gelmez. Türkiye ve eşdeğer pek çok ülkede, emperyalist güçlerin hem ekonomik hem de askeri ve siyasal hegemonya mücadelesi sürmektedir. Emperyalizm bir dünya sistemi olarak ortadan kaldırılmadıkça da sürecektir. Türkiye’nin emperyalist sistem içindeki konumu, Türk burjuvazisinin konumuyla paraleldir. Türk burjuvazisi kendi pazar payını genişletmek için emperyalist tekellerin ortaklığına, patentine, know-how’una şiddetle ihtiyaç duyar. Bu yollardan kâr elde etmek isteyen dev kapitalist tekeller ise Türkiye’de ağırlık oluşturmak için birbirleriyle rekabet halindedir. Emperyalist ülkeler, Türkiye gibi ülkeleri kimi zaman kendi kaderleriyle başbaşa bırakmakta ve dolayısıyla bir süre sonra daha kötü şartlarla teslim olmasını sağlamaktadırlar.

Türkiye, ne alt ne üst emperyalist bir ülke değildir. Emperyalist sisteme katıl-mış bir ülkedir. Türkiye’nin, dünyanın paylaşılmasında herhangi bir söz hakkı yoktur. Türkiye, kendini bölgesel planda birincil emperyalist ülkelerin şebekelerine katmayı bile başaramamaktadır. Suat Parlar ile Halil Nebiler, Petrolun Ekonomi Politiği adlı kitaplarında 18 , “bay yüzde beş” ismiyle tanınan, petrol tekellerinin yüzde beşlik hissedarı Ermeni Gülbenkyan’dan bahsediyorlar. Bu adam, petrol şirketlerinin yüzde beş hissesiyle zengin olmaya çalışan bir küçük sermayedardır (Tekellerin muazzam yapısı gözönünde tutulduğunda küçüktür). Ve yıllardır bu yüzde beşle geçinir, durur. Türkiye, işte, emperyalist tekeller sisteminde ancak bir “bay yüzde beş”tir!

Türkiye burjuvazisi, “Adriyatik’ten Çin’e Türk dünyası” diye geveler. Sermayenin ideolojik takipçisi durumuna sokulmuş olan işçiler de, buna bakarak “belki bana da bir faydası olacaktır” demektedir. Egemen sınıfın ideolojisi egemen ideoloji olmaktadır. Yağlı bir parça hayal eden Türkiye egemenlerinin ideolojisi işçi sınıfını da etkisine almaktadır.

Hayır ve hayır! Sosyalistler kesinlikle bu oyuna alet olmamalıdır. Türkiye’nin emperyalist emelleri olabilir. Ancak bunları realize etmesi mümkün olmayacaktır. Bu hayalle işçilerin, burjuva politikacıların peşine takılmasına izin verilmemelidir. Emperyalist sistem içinde, ikinci sınıf bir ülke ve en fazla sömürülen bir işçi sınıfı olarak emperyalizm içinde daha iyi bir dünya umudu boştur. Sermayenin emek üstündeki egemenliğine son verilmedikçe işçi sınıfı ancak günü kurtarabilecek, yarınını ise asla bilemeyecektir. Bugün, bırakın emperyalist sistemdeki 2.sınıf ülkeleri, 1.sınıf ülkelerin dahi işçi sınıfları kendi geleceklerini bilememektedir. Mali-sermayenin azgınlaşan egemenliği toplumları topyekün bir batışa ve çürümeye sürüklemektedir.

Türkiye, Osmanlı’nın son döneminde Almanya’nın hegemonyasına sokulmak istenen bir araç-devlet konumuna getirilmişti. Türkiye’nin bugünkü durumu da bundan farklı değildir. Amerikan ordusunun ve emperyalist orduların eskimiş ve modası geçmiş silahlarını ellerinden çıkarıp Türkiye gibi ülkelere yüksek fiyatlarla sattıklarını biliyoruz. Bu, Türkiye’nin ordusunu güçlendirmesi, emperyalist oyunlara hazırlanması olarak yorumlanmaktadır. Türkiye, eskimiş Skorsky’lerle, modası geçmiş F-16’larla ancak emperyalizmin bölgedeki ayak işlerini ve birkaç kendi işini görebilir. Bunların üretimini yapmak için ABD tekellerine davetiye verir, Mısır gibi ülkelerde bunların üretimini ve pazarlamasını üstüne alır. Türkiye, emperyalist siyasi ve askeri örgütlenmelerin üyesidir. “Ordunun çok yüksekten konuşmalarının tersine, ‘ulusal’ silah sanayiinin kurulabilmesi için, yabancı firmaların buna yoğun biçimde katılması (sadece lisans ve yönetim anlaşmaları biçiminde de olsa) kesin önkoşuldur” 19 . Türkiye’nin durumu budur, daha öte değil!

Orta Asya’ya gelince… Dünyanın yeniden paylaşıma açılmış önemli yerlerinin başında Orta Asya ülkelerinin geldiğini söyledik. Bu bölgeye dönük paylaşım savaşı, büyük güçler arasında ekonomik, küçük güçler içinse askeri planda yapılmaktadır. Japonya, ABD, Almanya, İngiltere ve Rusya hepsi bölgenin ekonomik varlığını ele geçirmek için birbiriyle kıyasıya çekişme halindedir. Rusya’nın bu bölgelerde belirgin bir üstünlüğü vardır. Bu ülkeler iç yapıları dolayısıyla büyük oranda Rusya’ya bağımlı durumdadır. Ayrıca Rusya emperyalist anlamda burayı kendi “Hinterland”ı olarak görmektedir. Rusya’nın tarımdan sanayiye bu ülkelerle bütünleşmesini sağlayacak pek çok bağlaşıklığı mevcuttur. Pamuk gibi sanayi ürünlerinin bu ülkelerdeki üretimi Rusya için bir “işbölümü” örneği sektördür. Ayrıca Rusya’nın Kazakistan’la bir gümrük birliği vardır. Türkiye’nin yıllarca kapmaya çalıştığı Avrupa ile gümrük birliğinin aynı mekanizması Rusya ile Kazakistan arasında çoktan kurulmuştur. Kazakistan’dan Rusya’ya 15 milyon ton işlenmemiş petrol akmaktadır. Son yıllarda yabancı tekellerin Kazakistan’daki petrol işletmeleri de durumu değiştirmemiştir. Petrol yine Rusya üstünden akmaktadır.

Hazar kıyısındaki Tengiz bölgesinin verili kapasitesi 9 milyar varil olarak belirtiliyor. Ancak potansiyeli 35 milyar varil civarında hesaplanıyor. Ve bütün tekellerin iştahını da bu kabartıyor. ABD tekeli Chevron, Tengiz bölgesinde 40 yıl petrol çıkarma hakkını elde etmek için 20 milyar dolara anlaşma imzaladı. Şu anda Chevron günlük 50 bin varil petrolü Rusya üzerinden ihraç ediyor. Chevron bunun iki katını ihraç etmeyi önerirken Rusya bunu kabul etmiyor. Rusya, Hazar denizi kıyısında petrol çıkarmak için bütün bölge ülkelerinin iznini almak gerektiğini belirtiyor. Bu bağlamda ABD tekelleriyle mahkemelik oldu. Buna karşılık ABD ise Rusya’yı kredileri azaltmakla tehdit etti.

Bunların yanında Kazakistan Çin ile petrolü 3000 km doğuya taşıyacak bir anlaşma yapmış durumda. Kısacası Kazakistan ABD, Rusya, Çin ve diğer batılı tekeller tarafından çoktan paylaşılmış durumda.

Bölgenin en önemli ikinci bölümü, Hazar denizinin batı kıyısı. Yani Azerbaycan petrolleri. Bu bölgede 200 milyar varillik rezerv olduğu düşünülüyor. Günde 2 milyon varil üretim kapasitesi var. Petrol şu anda Bakü ile Novorossisk arasındaki boru hattı ile taşınıyor. Rusya bu hattın yanına yeni bir hat inşa etmek teklifini götürdü. Rusya, bölge ülkeleri arasındaki karışıklıkları sürekli körüklemektedir. Özellikle Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki gerilim diri tutulmaktadır. Bu hem petrolün bu bölgelerden geçişini zorlaştırmak hem de bu ülkeleri iki taraflı olarak Rusya’nın askeri ve siyasi otoritesine boyun eğdirmek amacını gütmektedir. Gürcistan, Çeçenistan, Abazya da keza aynı durumda.

Azerbaycan petrollerinin işletilmesi konusunda ABD tekelleri yüzde 35’lik paya sahip. İngilizler yüzde 19, Rusya yüzde 10 ve TPAO’nun payı ise yüzde 6.75. Türkiye, batılı devletlerin de desteğiyle, petrolün Bakü-Ceyhan hattından taşınmasını istiyor. Rusya ise buna karşı. Novorossisk veya Supsa’dan taşınmasını istiyor. Bu, onlarca hükümet darbesine neden olmuş, pek çok insanın kanının dökülmüş olduğu hat konusunda Azerbaycan, bu yılın Ekim ayında son kararını açıklayacak.

Türkiye’nin bölgedeki durumunu kısaca özetleyelim:

“Rusya’nın koyduğu sınırları aşmamak kaydıyla, burada Çin, Japon ve G.Kore’den ABD şirketlerine, Türkiye’ye kadar sermaye ve teknoloji alanında katkısı olabilen herkes iş yapabiliyor. Merkez sermayesi için -burada sözü edilen büyük emperyalist tekellerdir, tk- bu bölgede Türk işadamlarıyla işbirliği yapmak daha elverişli; hem rizikoyu paylaşmış olacak, hem tanımadıkları bir kültür çevresiyle ilişkide kolaylık sağlamış oluyorlar. Türk iş dünyası dışındaki gruplar da (üniversiteler, kültür kurumları) bu alanla karşılıklı dayanışmaya dayalı bir ilişki ağı oluşturmaya çalışıyorlar. Ancak yapılabilecek bütün işlerde sınırlar belli: Rusya’nın egemenlik alanıyla çatışmayacak, Batılı-Uzak doğulu firmalarla ise ya işbirliği yapacak, ya kesin rekabet üstünlüğü olacak ya da bunların rizikolu bulduğu, ilgi duymadığı alanlarda iş yapılacak” 20 .[KAZGAN Gülten]

İşte Türkiye’nin yapabileceği bu kadar! Emperyalist sistemin işbölümü ve hiyerarşisi gereği sınırlar da önceden çizilmiş oluyor. Büyük tekellerin ya rizikolu ya da yapılmasını gereksiz bulduğu işleri sırtlayacaksınız. Yani emperyalist çıkarların temini için yem olarak kullanılacak bir ülke olacaksınız! Bu arada Türkiye’yi, bölgedeki “alt emperyalist” çıkarları bir yana, zor duruma sokan şeyler de var. Yine Gülten Kazgan’dan okuyoruz:

“Sınırlı olması gereken sınır ticaretinin sınırsızlaşması ve yüksek sübvansiyonlu malların (başta demir-çelik, cam eşya) Türk iç pazarına dökülmesi, yerli sanayiyi tehdit eden boyutlarda. Özellikle Orta Asya ülkelerine verilen kredilerin geri dönüşü konusunda yeterli garanti yok. Oysa Türkiye, kendisi bunların borç yükünü taşıyor. Ayrıca başta ticari bankacılık, bu ülkelerde piyasa kurumlarının gelişmemiş olması iş yapmayı güçleştirdiği gibi rizikoyu artırıyor” 21 . [KAZGAN Gülten]

Bu konuda Tablo 1’e bakılabilir.

Türkiye’nin bölgede emperyalist sistem açısından daha etkin olabilmesi için kimi şartlar gerekiyor. Bunların başında da özelleştirmeler geliyor. Gülten Kazgan bu konuda, yabancı sermayenin özellikle rağbet ettiği ulaştırma, haberleştirme ve enerji sektörlerinde dikkatli davranması gerektiğini belirtiyor. Çünkü bu sektörlerdeki işletmelerin ilk elde kime gittiği az çok belirlenebilse de serbest piyasa şartlarında sonradan kimin alacağı ve bunların Türkiye’nin belini bükmek için kullanabileceğini hatırlatıyor. Kıbrıs savaşında yabancı sermayenin elindeki ATAŞ rafinerisinin Türk uçaklarına benzin vermediğinin de unutulmamış olması gerektiğini belirtiyor. Oysa Türkiye’deki emperyalist sistemin parçası durumundaki egemen sınıf çoktan bu işe girişti bile. Enerji sektöründeki ihaleler son ABD görüşmeleri sonucu ABD’nin eline verildi!

Türkiye’nin Orta Asya ülkelerinden kapitalistleşme yolunda daha ileride olduğu su götürmez. Özellikle finans sistemini kapitalist temeller üstünde kurmuş bir ülke olarak Türkiye’nin ve emperyalist tekellerin küçük ortağı şeklinde faaliyet gösteren tekellerinin, kapitalistleşme yolundaki bu cumhuriyetlere belli alanlarda öncülük edebileceği ortadadır. Bir anlamda Türkiye’nin emperyalist tekellerle kolkola tekelleri, bu cumhuriyetleri kapitalistleşme ve tekelleşme aşamalarında ellerinden tutacaktır.

Ancak atlanması mümkün olmayan bir nokta vardır ki, bu, gelecek için çizilen ve bugünkü kimi teorik-siyasi çıkarsamaları da belirleyen bir noktadır. Emperyalist sistemin küçük ortağı Türkiye kapitalizminin emperyalistleşme vs. hedefleri bölgenin ekonomik-siyasi ve askeri önde gelen belirleyeni konumundaki Rusya’ya çarpacaktır. Rusya, sınai üretimi, üretici güçlerinin düzeyi, petrol, doğalgaz üretimi, askeri gücü ile Orta Asya ülkeleri üstünde hâlâ söz sahibi durumdadır. Ve Türkiye’nin gerek mali ve ekonomik yapısıyla gerekse de askeri ve siyasal gücü ile Rusya’yla boy ölçüşmesi kelimenin tam anlamıyla hayaldir. Bunu daha net görebilmek için aşağıda verdiğimiz Tablo 2’deki rakamlara bakmak yeterlidir.

Dünya emperyalist sisteminin şu anki yapısı itibariyle, Rusya, emperyalist sisteme dahil edilmeye çalışılan bir ülkedir. Rusya yine şu anki kapitalistleşme yolunda devam etmesi durumunda emperyalist sistem içinde ön sıralarda ve dünya siyasetinde rol oynayacak bir güçte yer almaya aday bir ülkedir. Rusya’nın bölgede ve dünya siyasetinde güçlenmesini de istemeyen diğer emperyalist ülkeler bir çelişkinin tam içindedir. Bir yandan Rusya’nın acilen ve kalıcı bir şekilde emperyalist sisteme dahil edilmesi bir yandan da bu sistem içinde su başlarını ister duruma gelmesinin engellenmesi, emperyalist devletlerin açmazını oluşturmaktadır. Birincisinden vazgeçmek, ki bu Yeltsin veya buna benzer bir liberal diktatörün desteklenmemesi olurdu, bu ülkede yeniden “komünizm canavarının” hortlaması için zemin oluşturacaktır. İkincisinden vazgeçmek ise, emperyalistlerin, dünyanın paylaşılması ve sömürülmesi yoluyla kâr elde edilmesinin kendi ellerince dinamitlenmesi anlamına gelecektir.

Emperyalizm çağında kapitalistleşen ülkelerin en son kuşağını oluşturan eski sosyalist ülkeler kaçınılmaz bir şekilde emperyalist sistemin finans, siyaset ve militarizm ilkeleriyle inşa edilmek zorundadır. Emperyalizmin, kapitalizmin en yüksek aşaması olarak geliştiği ülkelerden farklı olarak bu ülkelerde gücü olan ülkeler baştan emperyalistleşme hedefi doğrultusunda organize olurlar. Bu, emperyalist sisteme dahil olmanın bir gereğidir. Üretimin muazzam ölçüde artması ve yoğunlaşması ile birlikte giden tekellerin gelişmesi, bunların bütünleşme içine gir-dikleri mali-sermayelerin oluşması, bu grupların bütün ülke siyasetini belirler hale gelmesi, bu tekellerin çıkarları doğrultusunda siyasi ve askeri yapının emperyalist temellerde kurulması, insanın değerinin sıfırlanması yoluyla satın alınması, kimliksiz, kişiliksiz tam anlamıyla çürümüş insan tipinin yetiştirilmesi, mafyaların ülkenin en güçlü kesimlerinden biri haline gelmesi emperyalist sistemin içinde yer almanın göstergelerini oluşturur. Türkiye’ye bakıldığında, emperyalizm çağında kapitalistleşen bir ülke olarak Türkiye de bu göstergeleri taşımaktadır. Bu anlamda, Türkiye’nin emperyalistleşip emperyalistleşmediği türünden bizce “absürd” bir gündem tartışma dahiline girmektedir. Oysa burada biçimin ne olduğundan ziyade özün ne olduğuna bakmakta fayda vardır. Türkiye gibi ülkelerin emperyalizm döneminde kapitalistleşmesi, emperyalist sistemin kurallarına teslim olması anlamına gelmektedir. Türkiye kapitalizmi, varlığını, ülkede kurduğu emperyalist ağın varlığına borçludur. Kısacası, Türkiye kapitalizmi, bu emperyalist sistemin küçük ortağı olarak kaldığı sürece varlığını koruyabileceğini bilmektedir.

Oysa Rusya emperyalist sisteme çok güçlü bir noktadan girmektedir. Ve işçi sınıfının baskı altına alınacağı kapitalistleşme, ideolojik argümantasyonu da sağlanarak, emperyalistleşmeyi hızlandıracaktır. Rusya’nın, bugün Kazakistan’da askeri üsleri, bütün BDT sınırlarını askerleriyle koruma yetkisi ve hemen hemen her ülkede siyasi taraftarı hükümet başkanları vardır. Ekonomik anlamda sistemli bir “işbölümü” de mevcuttur. Örneğin Özbekistan ve Kırgızistan Rusya’nın pamuk ihtiyacının tamamını karşılayabilmekte, Kazak petrolü Rusya’ya gidip işlenmekte ve geri gelmekte, belli başlı stratejik fabrikaların mamulleri için gerekli parçalar Rusya ve Ukrayna’dan sağlanmaktadır22 . Emperyalist ülkelerin bu durumu saptamamış olması imkansızdır. Keza burada çok önemli bir sonuç için bir ipucunun da yeraldığını görüyoruz. Emperyalist devletler, Orta Asya pazarlarının paylaşılması sorunu çevresinde Rusya’yı hem idare etmek hem de onun pazar gücünü kırmak için kimi başka arayışları devreye sokmuştur. Bunların başında Çin ve Türkiye gelmektedir. Hiç şaşırılmasın, Afganistan ve İran sıradadır. Bu ülkeler, tam da yukarıda Gülten Kazgan’dan aktardığımız cümlede ifade edildiği gibi, “kara küçük ortak, zarara büyük mesul” olarak katılacak ülkelerdir. Emperyalizmin pazar paylaşımı kavgasında bu ülkeler yer alacak, kâr oranları ise tersine olacaktır. Bu, emperyalist sistemin karakteridir!

Nitekim Türkiye’nin, Orta Asya’ya yönelik bütün girişimleri ve Rusya ile ilişkileri bu çerçevede emperyalist devletler tarafından şekillendirilmektedir. Türkiye’nin dışişlerindeki “basiretsizliği” tüm sağcı-solcu yazarlar hatta devlet adamları tarafından bolca dillendirilmektedir. Bunun temeli dış politikanın emperyalist merkezlerin denetiminde olması zorunluluğundan kaynaklanmaktadır. Bu konuda, iki örneği görmek yeter. Rusya’nın liberal diktatörü Yeltsin’in, IMF politikaları doğrultusunda, Merkez Bankası’nın denetimini ele geçirmek için parlamentoyu sıkıştırması ve parlamentonun buna direnmesinin sonuçlarını gördük. Yeltsin bütün “demokratik” kamuoyunun alkışları arasında parlamentoyu topa tuttu ve 1000’e yakın insanı, çoğu komünistti, katletti. ABD bu olayın en başta gelen şakşakçılarından oldu. Türkiye de ABD’nin arkasında, dünya gericiliği içindeki yerini almıştır. Bu konuda bir milliyetçi yazar bile bakın ne diyor:

“Türkiye, aslında o günlerde tavır alarak pek çok şeyi belirleyebilecekken, ülkesinde anayasal kurumları lağveden, muhaliflerini susturan Çar özentisi Yeltsin’in yanında yer alarak adeta kendi başağrısı olacak bu ihtiyarın başağrılarından kurtulmasına yardımcı oluyordu” 23 [AVŞAR Zakir – SOLAK Ferruh]

Bu konuda çok güncel ikinci örnekse, Türkiye’nin doğalgazının Rusya’dan sağlanmasını karara bağlayan anlaşmanın ABD’nin iteklemesiyle imzalanması olmuştur. Türkiye bölgede “rakip” olarak kabul edilecek ülke ile daha fazla işbirliğine zorlanmaktadır. ABD’nin Bakü-Ceyhan petrol boru hattı konusunda da Türkiye’ye Rusya ile işbirliğini önerdiği bilinmektedir.

Oysa bunlar bizi hiç şaşırtmıyor. Türkiye, içeride ekonomik olarak dışarıda ise siyasi olarak emperyalist devletlerin denetiminde, emperyalist sistemin işleyişi doğrultusunda hareket edebilen bir ülkedir!

Son olarak söylenebilecek şudur: IMF adındaki merkezi emperyalist mali sermaye örgütüyle defalarca stand-by anlaşması imzalamış (en son 94 ve geçtiğimiz yıl olmak üzere), dış borç açığı 1980’de 14.2 milyar dolardan 1993’te 66 milyar dolara çıkmış; her türlü adımı emperyalist güçler tarafından belirlenen, AB türü emperyalist birliklere girmesinin önü tıkanmış bir ülke olan Türkiye’nin, Orta Asya’nın hegemonu olması tam bir hayaldir. Türkiye’den istenen, piyasa ve çeşitli sermaye hareketlerini sağlayan mekanizmaların oluşmuş olması nedeniyle, bu ülkelerle batılı emperyalist devletlerin bağlantısını sağlayan ülke olmasıdır. Bunun anlamı Türkiye’nin refaha ermesi, burjuvazinin krizden kurtulması vb. olmayacaktır. Çünkü uluslararası tekeller yine büyük kârı kendilerine saklayacaklardır.

Ancak bu sürecin, emperyalist tekellerin daha fazla miktarda Türkiye’ye doluşmasına yarayacağı kesindir. Bu nedenle Türkiye kendi ekonomik ve siyasi yapısında kimi dönüşümlere zorlanmaktadır. Bu dönüşümler, alt emperyalistleşme bağlamında değil emperyalist tekellerin atlama tahtası olma yönünde olacaktır. Türk ordusunun güçlendirilmesi ve en çok da imajının sağlamlaştırılması da böyledir. Gerektiğinde emperyalist çıkarlar için ve tabii Türk tekellerinin de yağlı parça çıkarları için savaşabilecek bir kuvvete ihtiyaç vardır.

Bu yaşanan süreçte, Türkiyeli komünistlerin son derece uyanık olması zorunludur. Türkiye’nin şu veya bu düzeyde emperyalistleştiği söylemlerine pabuç bırakmadan bunların neye hizmet ettiğini açıklamak başlıca görevleridir!

Uluslararası tekeller ile Türkiye’nin uluslararasılaşan tekelleri arasındaki iliş-kiler Türkiye emekçilerine fayda değil kıyım, sefalet ve yıkım getirmektedir. Çünkü “şanlı” ülkemizin içinde yer aldığı emperyalist sistem böyle işlemektedir!

Ancak bu sürece sadece iç müdahalelerle değil Orta Asya’nın halkları ve emekçi sınıfları ile komünistçe bir dayanışma geliştirerek de katılmak pekala mümkündür ve gereklidir!

EKLER

TABLO 1

Türkiye’nin ihracatı (O.A.toplamı)

Tablo 1

* Başbakanlık Dış Ticaret Müsteşarlığı Ağustos 1997

Bu tabloda da görüldüğü gibi Türkiye’nin Orta Asya cumhuriyetleri ile ticareti daha çok orta çaplı sanayi ürünleri ihracatına dayanmaktadır. Ağır sanayi, iletişim sanayisi, otomotiv sanayisi ana mamulleri, silah sanayisi gibi emperyalist sistemin temel ihraç malları Türkiye’nin ihracat listesinde yer almaz. Hatta şunu da eklemek gerekir ki, kimi sektörler, örneğin elektronik, taşıt malzemeleri, lastik, kimya gibi, Türkiye’nin patent, know-how veya doğrudan yabancı üretim yoluyla ürettiği mamulleri kapsamaktadır.

TABLO 2

Tablo 2

* Burada karşılaştırmaya katkısı olması için Orta Asya cumhuriyetlerinin en gelişmişi olan Kazakistan’ı seçtik. Moskova Büyükelçiliği Dokümanlarından, 1992

TABLO 3

1992-1996

Tablo 3

* Gülten Kazgan, Yeni Ekonomik Düzende Türkiye, tablo II.

* Emin Çarıkçı, Türkiye’de Ekonomik Gelişmeler, s 195

Ek: 2

1991 yılında, Körfez Savaşı öncesinde Türkeş bir rapor hazırlayarak dönemin cumhurbaşkanı Özala sunuyordu. Raporda Kuzey Irakın işgal edilmesi gerektiği ve özellikle Musul ve Kerkükün Türk egemenliği altına alınması ge-rektiği belirtiliyordu. Türk yayılmacılığının iki liderinin ellerinde dolaşan bu raporun Özal tarafından değerlendirilmemesi Türkeşin hayıflanma sebebi olmuştu. Özal sadece “benim gibi düşünen bir Türkeş var” açıklaması yapıyordu. “Başkaları” bu ikisi gibi düşünmüyordu!

Bu rapor, Türk yayılmacılığının kendi sınırını nasıl çizdiğinin ve bütün içinde kendini nasıl konumlandırdığının dile getirilişi olduğu için önemli. Türkeş şöyle diyor: “Saddamın bir an önce yenilgiye uğratılması için Türkiye, Kuzey Irak’a girerek Musul, Kerkük, Erbil ve Süleymaniye’yi işgal edecek ve oralara yerleşecekti. Bunu kabul ettirmek için Amerika, İngiltere, Fransa ve Rusya’nın gönlünü ve onayını alacak ve Kerkük petrollerinden onlara pay teklif edecekti. Mesela yüzde 50’si Amerikaya, yüzde 10’u İngiltere’ye, yüzde 10’u Fransa’ya, yüzde 10’u Rusya’ya teklif edilecek yüzde 10u Türkiyede kalacaktı. Oraya yerleşirsek ve bunu kabul ettirebilirsek, 15-20 yıl sonra, “yeterince pay aldınız, artık yeter” denilebilirdi” 24

“Vietnam sendromu nedeniyle Kuzey Irak’ı işgal edemeyecek ABD’nin yerine Türkiye burayı işgal etmeliydi” diyen Türkeş, petrol paylaşımında ABD’ye yüzde 50, Türkiye’ye yüzde 10 biçiyordu. Bu planın dikkate alınmamasının nedeni emperyalistlerin kendilerine biçilen payı “komik” bulmasından başka bir şey değildir. Türkeş “yüzde 10 isteyelim yüzde 5’e razı olalım” şeklindeki köylü kurnazlığındayken emperyalistler bunu mevzu bahis bile yapmıyorlardı.

Türkiye’nin bölgesindeki emperyalist paylaşımda payının yüzde 5 ile yüzde 10 arasında oynadığını burjuva reel politikası içindekilerin tümü biliyordu. Bilmeyenler öğreniyordu. Artık uluslararası tekellerin dünya çapında egemenliklerini “oturtma” sürecinde bulunmuyoruz. Kendinden menkul bir Rus yayılmacılığı veya Japon yayılmacılığı örneğine rastlamıyoruz artık. Emperyalist sistem içindeki bir devlet, bu sistem içinde paylaşım pazarlıklarına girerken baştan beş ya da altı ağabeye kendini uydurmak zorunda. Son dönemlerde yayılan “bölgenin güçlü ülkesi Türkiye” imajı bile bu pazarlıklara gelip dayandı. Bölgenin emperyalizm destekli en etkili gücünün İsrail olacağı iyice belli oldu. Orta Asya’ya Türkiye’yi peşine takarak hızla giren İsrail, Türkiye’yi kendi silah pazarı haline getirdiği gibi Türkiye’de bir askeri üsse de yakında sahip olacak.

Dipnotlar

  1. KÜÇÜK Yalçın; Emperyalist Türkiye, Başak yay., 1992
  2. ADALI Deniz; Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi Sınıflar ve Sınıf Mücadelesi, Kaldıraç yayınevi, 1996
  3. DERELİ Abdullah; “Alt Emperyalizm” Emek kitap dizisi, üç aylık, sayı 3, Mart 1998
  4. ADALI Coşkun; Günümüz Kapitalizmi ve Devleti Üzerine, Sarmal yay., Haziran 1997
  5. LENİN V.İ.; Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, s.107-108, Sol yay., 1979
  6. LENİN, a.g.e., s.93
  7. MALAWYA H.D.; Sovyetler Birliği ile Azgelişmiş Ülkeler arasında Ekonomik İşbirliği, s.27, Gerçek yayınevi, 1969
  8. MALAWYA, a.g.e., s.27-34
  9. Bu ülkeler incelenecek olursa, Lenin’in dünyayı paylaştıklarını söylediği altı büyük devlettir. 1914’teki durumdan farklılık Rusya’nın sosyalist bir devrimle bu arenadan çıkması, ABD’nin sistemin başat gücü olarak hegemonyasını ilan etmesi ve İngiltere’nin, tam da bu döneme rastlayan, klasik sömürgelerini kaybetmesi ve yeni kurulan sömürgecilikte üstünlüğü ABD’ye kaptırması nedeniyle geri plana düşmüş olmasıdır.
  10. Program taslak, s. 14, Dünya yayınları
  11. Coşkun Adalı Beaud’un sınıflamasını veriyor (Üçüncü dünya için) 1-kıtasal ülkeler (Hindistan, Brezilya, Çin) 2-önemli bölgesel ülkeler (Türkiye, Mısır, Tayland, Endonezya) 3- asya kaplanları 4- petrol krallıkları 5-petrol ihraç eden yarı gelişmişler (Irak, İran, Venezuella)6-hammadde ihracatçısı yüzlerce azgelşsmiş ülke7-en fakir ve gelişmemiş ülkeler. C. Adalı, age, s.54-55
  12. ADALI C.; a.g.e., sy.93-96
  13. Örneğin Azerbaycan petrollerini çıkarma ve işletme hakkını alan konsorsiyumda sırasıyla yüzde 43.7, yüzde 19.2 ve yüzde 10 oranlarıyla ABD, İngiltere ve Rusya ile Azerbaycan yer almaktadır. Konsorsiyumda yüzde 8.6, yüzde 6.75, yüzde 2.45, yüzde 1.68 oranlarıyla Norveç, Türkiye, İskoçya ve S.Arabistan firmaları yer almaktadır. Bak: Avşar Zakir-Solak Ferruh; Türkiye-Türk Cumhuriyetleri İlişkileri, Vadi yay., s.45
  14. “Emperyalizm ve İsçi Sınıfı”, Devrimci Proletarya no:35, s.29
  15. “Küreselleşme, bütünleşme ve barış masallarına karşın…”, DP no: 35, s.50-51
  16. ADALI D.; a.g.e., s.116-144
  17. a.g.e., s.133
  18. PARLAR Suat – NEBİLER N.; Petrolün Ekonomi Politiği, Sarmal yay. 1996
  19. Silahlanma ve Azgelismişlik, Birikim yay. 1978, s.297
  20. KAZGAN Gülten; Yeni Ekonomik Düzende Türkiye’nin Yeri, Altın yay. Nisan 1995,s.154
  21. KAZGAN; a.g.e., s.155
  22. “Taşkent’te bir uçak fabrikası var. Bu fabrikada üretilen uçakların parçaları Rusya ve Ukrayna’da üretiliyor. Türkiye bu fabrikadan uçak almak istese önce Rusya ve Ukrayna ile anlaşmak ve bu ülkelerle iktisadi faaliyetlerini geliştirmek zorundadır”. Albert Çernisev’in demeci (Rusya’nın o dönemki Türkiye büyükelçisi). Aktaran Emin Çarıkçı, Türkiye’deEkonomik Gelişmeler, Adım yay., s.209
  23. AVŞAR-SOLAK, a.g.e., s.29
  24. Türkeşin Sırları yazı dizisi, Sabah gazetesi 24 ağustos sayısı, hazırlayan Hulusi Turgut.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×