Kuşatmayı Kırmak İçin

Bu yazı yeni bir işçi hareketinin kurulması için duyulan acil ve yakıcı ihtiyaç çerçevesinde kimi sesli düşünceler olarak okunmalıdır. Bugün sınıfın durumunu veya bugünlere nasıl geldiğini sadece analiz etmeyi amaçlamayan, ama bir o kadar da çıkış yolu aramak için yürütülen tartışmaların ağırlıklı bir deneysel boyut taşımaları zorunlu. Bu nedenle “sesli düşünceler” diyorum.

Yoksa tevazudan, iddiasızlık ya da güvensizlikten değil. Tersine bugün “yeni bir işçi hareketi” ifadesinin kendisinin bile son derece iddialı olduğu ve büyük bir öz güveni ifade ettiği açıktır. Deneysellik bu konuda tarihin bir dönemecinde olmamızdan kaynaklanıyor. Tarih ise, kuşkusuz sözünü söylemek için teorinin ötesine geçecektir. Sınıf mücadelesinin pratik alanlarında da iddialı, güvenli ama deneysel çalışmalar sürüyor. Pratik inşa çalışmaları ile bu ve benzeri sesli düşüncelerin birbirlerini yalnız bırakmaması gerekiyor.

Burjuvazi: En iyi savunma saldırıdır!

Türkiye ve dünyada işçi sınıfı kitlelerinin bugünkü durumunu “siyasetten dışlanmışlık” ve örgütlü kesimin -hem sınıfın bütünüyle hem de geçmişiyle karşılaştırırsak- “darlığı” kavramları anlatabiliyor. Bu tablonun 20. yüzyılın son yirmi yılında şekillendiğinin altını çizmeliyiz. Fotoğrafının çekilebilir hale geldiği dönem ise, geride bıraktığımız yüzyılın yalnızca son on yılıdır!

1980’ler uluslararası burjuvazinin karşı atağına sahne olmuş, bu hamlenin başarısı ise 1990’larda tescillenmiştir. Bu tarihlerin öncesinde, gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfının sendika ve parti örgütlenmesi aracılığıyla kurulan siyasal ve ideolojik yapılanması ,kuşkusuz abartılmamalıdır. Zira yenilginin kaynakları, daha aşağıda değineceğim gibi, bu bir dönem öncesinin yapılanmalarına kesinlikle uzanır. Ancak yukarıda söz ettiğim bir kaç yıllık zaman dilimleri, tamamlanmış ve son noktası konmuş bir mücadele iddiasını haklı çıkartamayacak kadar kısa. İşçi sınıfı hareketinin dünya ölçeğindeki tarihi açısından 10 ila 20 yıllık bir periyod, içinde yaşayanlar açısından ne denli katlanılmaz olursa olsun, önemi abartılacak bir olguya denk düşmemektedir.

İkinci bir nokta olarak ve özellikle, burjuvazinin bugünkü üstün konumunu, antikriz politikalarla, yani amiyane bir tabirle, paçasını kurtarmaya çalışırken elde ettiğine dikkat çekilmelidir. Bu durum bir açıdan bakıldığında zaaf değil, tam tersine, “en iyi savunma saldırıdır” yaklaşımının son derece başarılı bir pratiği olarak okunacaktır. Ama bu yazının doğrudan konusu olmayan kimi bağlantılı ara başlıklar, uluslararası sermayenin bugünkü üstünlüğünün altını oymaktadır. Dünya üzerindeki derin eşitsizliğin, sistemin hiyerarşisinde alt basamaklarda yer alan toplumları barut fıçısına çevirdiği çıplak bir gerçek. Zaten bizim konumuz da, barutun patlamasını engelleyen aşırı rutubetin nasıl temizleneceği ve kontrollü bir patlamanın nasıl organize edileceğine ilişkin… Üstün durumdaki kapitalizmin bir diğer sorunu, bugünkü yapısına taktığı isimle bile ilgilidir: Çağdaş kapitalizm kendisini postendüstriyel, sanayisonrası ilan etmiştir. Proletaryanın, sınıf mücadelelerinin, komünizmin, sendikanın vs. sanayi toplumunda, yani “tarih öncesinde” terk edildiği bir dönemde, Afrika, Asya ve Latin Amerika sanayi toplumunun nimetleriyle hiç tanışmamış ya da ucunu görmüş milyarlarca insanı barındırıyor! Ortaçağ kalıntısı hastalıklardan ve açlıktan tabur tabur insan ölen, Arjantin gibi kapitalizmin gelişme düzeyinin yabana atılamayacağı bir toplumda açlığın ve yağma olaylarının patlak verdiği bir çağda, hizmet sektöründen, elektronikten, bilgi teknolojisinden söz ediliyor diye, kararlı bir yapının kurulabileceğine kendi payıma inanmıyorum.

Çok daha fazla altı çizilmesi gereken bir konu da, bugün emperyalizmin, kriz dinamiklerini kendi “evinden” uzak tutma çabaları açısından, sosyalist ülkelerin var olduğu döneme oranla gerileme kaydetmiş olmasıdır. Kapitalizmin merkez coğrafyası, Batı Avrupa, derin dengesizlikler ve devrimci potansiyeller içeren bir ülkeler topluluğu ile kuşatılmıştır. Atlantik’in öte yakasında ise, ABD’nin güneyi kaynamaktadır.

Uluslararası burjuvazinin sözcüleri ne derlerse desinler, bana sorarsanız, bugün insanlık, yeni bir yapılanmadan ziyade bir karşıdevrim şoku yaşıyor. Sosyalist ülkelerdeki çözülüş bugün işçi sınıfının içine düştüğü konumun en önemli nedenini oluşturur.

Geriye dönersek, kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki genişleme evresinin 1970’lerde sonuna gelindiği, evrensel düzeyde kabul görmektedir. Yeni bir büyüme dönemine girdiğini sık sık müjdelese de, dünya kapitalizminin kısa süreli, yani bir kaç yıllık genişleme deneylerinin, peşi sıra kesintiye uğraması bir vakıadır. Bugün de kapitalizm dünya ölçeğinde bir daralma yaşıyor. Kısa süreli genişlemeleri daralmaların izlemesi, son otuz yılın kuralıdır. Her durumda kapitalist dünyanın 1970 krizini aştığı iddia edilemiyor.

Ancak bu krize karşı geliştirilen önlemlerin, uluslararası sermayeye büyük bir enerji kattığı, bu anlamda çok verimli olduğu da açık. Bir kere emperyalizmin bir karşıt sistem tarafından tehdidi son bulmuş, kontrolü altındaki coğrafya bir çırpıda genişlemiştir. Bağımlı toplumlarda sistem dışına kaçma eğilimleri zayıflamıştır. Emperyalist ülkelerin kendi işçi sınıfları da her düzeyde bir dağınıklık sergilemektedir.

Krizin aşıldığı ve sorunların alt edildiği söylenemeyecekse de, iki düzey için iki vurgu mutlaka yapılmalıdır.

Bir: Sistemin esasen ekonomik karakterli kriz dinamikleri, -sosyalist ülkeler ve işçi sınıflarından kaynaklanan- siyasal bir tehditle birleşmediği sürece manipüle edilebilir hale gelmiştir. Bugün kriz, konjonktürel olarak, kapitalizm için yıkıcı ve kontrol edilmez bir sel değildir. Türkiye ve Arjantin örneklerinde açıkça görüldüğü gibi, emperyalizm, elinde tuttuğu dev fonlar aracılığıyla, yani merkezi kullanıma ayırdığı, üretken olmayan ve inanılmaz büyüklükteki mali sermaye sayesinde ekonomik krizi bir terbiye aracı olarak kullanabilmektedir.1 Bu durum, krizin yıkıcı potansiyellerini devre dışı bırakmış değildir, ama geçmişe göre köklü bir farklılaşma olduğu kesindir.

İki: İşçi sınıfının, 20. yüzyılın ikinci yarısına özgü örgütlenme biçimleri ağır bir sarsıntı geçirmiştir. Bu sarsıntı, yukarıda ilk ağızda değinilenler dışında, kapitalizmin dönemsel yapılanmasının sınıfın kimi özelliklerini tasfiye etmesiyle de ilgilidir. Proletarya “bitmemiştir” elbette; ama metal, madencilik, petrol ve kimya gibi sektörlerin, kalabalık gruplar halinde büyük fabrikalarda çalışan, sendikal hareketin ana kütlesini oluşturan, mücadeleci ve kentli proletaryası maddi olarak daralmış, kuşatılmış ve kişiliksizleştirilme sürecine sokulmuştur.

Ancak, dedim ya, bunların tamamının “krize karşı önlemler” adı altında tedavüle sokulmuş uygulamalar olduğunu unutmamalıyız. Üstelik, süreç olgunlaşmış ve son noktası konulmuş olmaktan da çok uzaktır…

“Sanayi sonrası toplum”un yaratıldığı, bir tür “son nokta” iddiasıdır. Oysa doğrusu, kapitalizmin sanayiden kaçtığı olsa gerek. Kaçışın temel nedeni ise, burada konumuz olmamakla birlikte, Marx’ın zamanında işaret ettiği gibi, kâr oranlarının düşmesine karşı sermayenin -bir bölümünün- değersizleşmesi sürecinde aranmalıdır.

Sanayiden kaçış, sanayi sermayesinin tasfiyesi ve dünya ekonomisinin kararlı bir genişleme evresine geri dönememesi doğal olarak işsizliği arttırmış, özellikle de sanayi proletaryasının nicel daralmasına neden olmuştur.

Esneklik kavramının en ağır darbeyi düzenli ve tam zamanlı çalışmanın ilgasıyla vurduğu kesindir. Kamu güvencesine veya sendikal güce dayanarak, işçi sınıfının elde ettiği fiili iş güvencesi, burjuvazinin ancak iki koşulla, ekonomik genişleme evresinde ve sosyalizmin tehdidi altında kabullenebileceği bir olguydu. Kriz ile bu kazanımın üzerine saldırıldı ve işçi sınıfı geri püskürtüldü. Ancak bunun adına kalite çemberi, ölçek küçülterek verim arttırmak gibi isimler takılması kimseyi aldatmamalı. İşçi sınıfının sermaye karşısında bir cephe oluşturmasına uygun emek sürecinin yerini sözde çalışanları kapsayan, karar mekanizmasına katan bir takım uygulamaların alması, sınıfı parçalamayı hedeflemektedir. Ölçek küçültmek ise, sanayiden tamamen kaçılması imkansız olduğu için, eski tip kitle tüketim mallarıyla yükseltilemeyen kâr oranlarını, pazarı sonsuz küçük parçaya ayırarak suni teneffüse sokmak anlamına gelir. Ancak küçülen ölçekler, işçi sınıfını pazarın parçalanmasından daha vahim bir biçimde parçalamaktadır. Sermaye için asıl kârlı olan da budur!

İşçi sınıfının üretim sürecinde, örgüt düzleminde ve ideolojik planda yaşadığı parçalanmalar zinciri, aynı zamanda içeriye de dönüktür. Geleneksel olarak işçi sınıfı ile devrimci teori/tarih bilinci arasında taşıyıcı halkayı oluşturan teknik elemanlar, mühendisler, sağlık ve eğitim emekçileri, yani işçi sınıfının aydın katmanları, sınıftan çalınmaktadır. Bu gasp, yine iş sürecinde, örgütsel düzlemde ve ideolojiler alanında hayata geçirilmektedir.2

Kamu sektörünün tasfiyesi, yine çıkış itibariyle krize karşı geliştirilmiş bir önlemdir. Daha önceki yılların kamu sektörü bir; işçi sınıfının mücadelesiyle kazanılmıştı ve toplumsal hakları, eğitim, sağlık, belediye hizmetlerini, ulaştırma, haberleşme vb. alanları kapsıyordu. İki; sosyalizmin varlığıyla koşullanan ve tehdit edilen kapitalizm, kendi toplumlarına bu alanlarda bir devlet desteği sunmadan edemezdi, yani kamu sektörü insanlığa sosyalizmin de hediyesi idi. Üç; öte yandan kapitalizmin ekonomik işleyiş mekanizmaları açısından kamu sektörü bütünüyle anlamsız değildi ve hatta bazı fonksiyonları da üstleniyordu. İşlevlerinden bir tanesi, hem kâr oranı düşük, hem de tekil sermaye birikimlerinin boyunu aşan büyük altyapı yatırımları için “kolektif sermaye” olarak kamunun göreve çağrılmasıdır. Diğeri işçi sınıfının ucuz -belki de bedava- tüketimine sunulan mal ve hizmet üretimi, aslında işgücü maliyetini düşürmeye yarar. Devlet tarafından üstlenilmemesi halinde işgücünün kendisini yeniden üretebilmesi, yani yeniden işbaşı yapabilmesi için gereken ücret ödemeleri, bunları da kapsamak durumunda olacaktı.

Ama bir yol daha vardı. Bir paket halinde, sosyalist ülkelerin tasfiyesi, toplumlarda ağırlık kazanmış bulunan “kamucu” ideolojinin geriletilmesi, işçi sınıfının sendikal ve siyasal örgütlerinin daraltılması, sınıfın örgütlenme ve mücadele potansiyeli en yüksek kesimlerinin -zaten kâr oranları da bu sektörlerde düşmekte olduğuna göre- dağıtılması ile birlikte kapitalist devlette birikmiş iktisadi varlıklar ve fonlar piyasa işleyişine kazanılabilirdi.

İşçi sınıfının mücadelesinin, kapitalizmde işin örgütlenme biçimini etkilemesi mümkündür ama değiştirmesi imkansızdır. Sermayenin 1945 sonrasının temel sektörel yapılanmasına ve büyük fabrikalardan, sanayiden kaçışına işçi sınıfı mücadelesinin ket vurması söz konusu olamaz. Ancak dünya kapitalizminin içinde bulunduğu süreç, yalnızca sermaye lehine olanakları zenginleştirmiyor. Kaçınılmaz olarak, aynı zamanda işçi sınıfının “mezar kazıcı” rolünü güncelleştirecek zemin de güç kazanıyor. Bu noktada kapsayacağı tüm boyutlarla, sınıfsal yapıdan, kentleşmeye, ideolojiden, kültüre kadar geniş bir içerikle proleterleşme kavramı kritik bir önem taşıyacaktır.

Yine bu noktada, burjuvazinin başarısındaki anahtarın bütün tekil önlemleri bir pakette buluşturmuş olmasında gizlendiği hatırlanmalıdır. İşçi sınıfının eşdeğer kapsamlılıkta bir paket geliştirmekten başka başarı şansı olabilir mi? Kapitalizm kolaycılıkları kökten silip atmıştır! Burada uluslararası sermayenin kâr oranlarındaki düşüşü durdurmaya ve krizi çözmeye yönelik arayışları sırasında adım adım mükemmel bir bütünlüğe ulaştığını, en etkili önlemlerin karşı saldırı sayesinde hayata geçirildiğini anlatmaya çalıştım. Demem o ki; bize de benzeri bir bütünlük gerekiyor…

Bu yazıda yer yer bu bütünlüğün kimi hassas noktalarına bazı polemik notlarıyla değineceğim. Burada, yukarıdaki satırların dünyanın genel gidişatıyla ilgili atmosferine denk gelen bir alıntıyla başlayayım:

“1945-1990 döneminin temel özelliklerini, dört noktada toplayabileceğimize inanıyorum: (1) ABD, tek kutuplu bir dünya sistemindeki hegemonik güçtü. 1945’ten itibaren ekonomik verimlilikte sağladığı ezici üstünlüğe ve Batı Avrupa ve Japonya ile kurduğu ittifak sistemine dayanan gücü, 1967-73 civarlarında doruğuna ulaştı. (2) ABD ile SSCB, SSCB’nin ABD’nin bir alt-emperyalist ajanı olarak hareket ettiği, üst düzeyde yapılaşmış, özenle dizginlenen, biçimsel (ancak hakiki olmayan) bir çatışmaya girmişlerdi. (3) Üçüncü Dünya, Kuzey ülkelerinin öngördüğünden ve dilediğinden daha erken bir dönemde, daha eksiksiz haklar talep ederek, kendisini ABD, SSCB ve Batı Avrupa’nın zoraki dikkatine mazhar kıldı. Hem siyasal gücü, hem de son kertedeki zayıflığı, kendi kaderini tayin ve ulusal kalkınma amaçlarına olan inancı ve bunlara ilişkin iyimserliğinden geliyordu. (4) 1970’ler ve 1980’ler küresel bir ekonomik durgunluk, ABD’nin yaklaşan düşüşe direnişi ve Üçüncü Dünyanın kendi stratejisinden ötürü hayal kırıklığına uğrama dönemiydi.”3

1990 öncesinin anti Sovyetizmi ve geleneksel sol düşmanlığının, sosyalist ülkelerin çözülüşünden sonra güncel siyasal öneminin biraz azaldığı söylenebilir, ancak bu önem sıfırlanamayacak kadar tarihseldir ve bugünü doğrudan bağlayan bir arka plan oluşturmaktadır. Yukarıdakine benzer yaklaşımlar bunu yalnızca teyit ediyor. Yukarıdaki pasajı tartışmaya değer bulmuyorum. Sovyetler Birliği’ndeki karşı devrimin insanlık için yol açtığı yıkım bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilmişken, eski ABD-SSCB karşıtlığını suni saymak için anti Sovyetizm ile kör olmak gerekir.

Bu ara bölümü kapatacağım, ama bir noktayı daha Gelenek okurlarıyla dostça paylaşmadan edemeyeceğim. Bu yazıyı hazırlarken kimisini daha önce okuduğum birkaç kaynağı hızla gözden geçirip notladım. Türkçe okumanın bir kısım çevirmenler ve yayıncılar tarafından nasıl büyük bir suç sayıldığını tekrar gördüm. Bu büyük suçun cezası, anlaşılması mümkün olmayan yüzlerce, binlerce sayfayı okumaya mahkum olmak ya da -infaz yasası uygulamalarıyla cezanız indirilirse- okumaktan nefret etmek olabilir. Neden bu konuya girmeden edemediğimi şu iki örnek açıklayacaktır:

“Eski fordizm meclis hattını yüksek ücretli ustaların sağlanması ve işten daha fazla değer çıkarmanın görünürdeki nesnelliği göz önüne alınarak iş sürecinin sermaye ile kontrolü sıkılaştırmak için bir vekil olarak kullanmıştır.” 4

Boşuna uğraşmayın, ne formasyon ne de dil bilgisi ile ilgili… Anlaşılması imkansız. Ama hiç olmazsa bir ifade ile ilgili olarak yardımcı olayım: İngilizcede assembly line montaj hattı anlamına gelir. Ne çare ki, assembly, toplamak, bir araya getirmek anlamı sayesinde (yasama organı anlamında)meclis sözcüğünün de karşılığıdır. Bu ikisini birleştirip meclis hattı lafını uydurmak ise özel bir beceri işi olmaktadır. (Hayır, ısrar etmeyin, çevirmenin adını vermeyeceğim. Belki de bu talihsiz deneyi aşmıştır. Geçmişin acılarını canlandırmış olmayalım!)

Çevirmenin adı gibi gereksiz hatta kırıcı bir bilgi yerine, ABD’nin açık hali olarak “Birleşmiş Devletler” denebilen, ABD ekonomisinin dünyada en tanınmış şirketlerinin başında gelen General Motors’tan Genel Motors (iyi ki Motors Paşa dememiş!) diye söz edilebilen bir başka kaynağı daha -çevirmeninin adını yine vermeden- afişe edeceğim: Arthur Naiman’ın “Chomsky ile Konuşmalar”ı5 . Türkçe okumanın bu onulmaz cezası ilgili paragrafın şu ifadeyle başlaması ile adeta taçlanıyor: “Öncelikle, bazı kavramları kullanırken oldukça dikkatli olmalıyız.”

Aynı okuma serüvenimde, ilginç biçimde birden fazla kaynakta tarihsizm diye bir kavrama rast geldim. Ben tarihselcilik, historisizm diye tahmin ettim!

Bir de bu yayıncı ve çevirmenlerin Türkçe sözlük işine girmemeleri için dua ediyorum.

Demokrasi: Proletaryanın kaybedilen mevzisi (mi?)

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından esmeye başlayan demokrasi rüzgarının karşı kutbu, dökülen kanların sorumlusu ilan edilen faşizm olmuştu. Nazizmin, emperyalizmin küresel strateji ve çıkarları açısından sosyalizmin ve işçi sınıfının üzerine sürülen bir koç başı fonksiyonu gördüğünün üzerinin örtülmesine de yaradı bu yaklaşım. Ancak sağa kesilen fatura, bir kaç yıllığına demokrasi rüzgarının kapsamına Sovyetler Birliği’nin, uluslararası komünizmin ve işçi sınıfı hareketlerinin de girmesine el vermiştir. Demokrasinin, sınıf ve siyaset üstü algılanışı ve emperyalist kapitalist merkezlerle sosyalizm tarafını eşanlı olarak kapsaması olsa olsa geçici bir durum olabilirdi. Bu ara evre soğuk savaşla birlikte terk edilmiş ve bir tarafta kendisini özgürlükçü ilan eden Batı demokrasileri, öte yanda ise halk demokrasileri, kavramın iki ayrı yorumunun adresleri haline gelmişti. Sınıf ve siyaset üstü demokrasi fikrinin hüküm sürdüğü savaş sonu, bir açıdan bakıldığında komünizmin meşruiyet kazanması, hatta prestijini tescil ettirmesi anlamına gelmiştir. Ancak öte taraftan sosyalizmin yumuşak karnının ortaya çıktığı da söylenmelidir. Yumuşak karın ara evrenin kapanmasıyla da son bulmamış, çok daha uzun ömürlü olmuştur.

Demokrasi, bu kapsam genişlemesiyle işçi sınıfı yorumuna mahkum olmaktan kurtarılmış (!) ve tersine işçi sınıfı saflarında sınıflar üstü çağrışımlarla bir Truva atı görevini üstlenmiştir. Oysa, 19. yüzyıl işçi sınıfı hareketlerinin “en tutarlı demokrat” olma iddiaları oldukça güçlüydü. Lenin ile berraklık kazanan yorumda ise, emperyalizm döneminde burjuvazinin demokrasi alanını topluca terk ettiğinin altı çiziliyor, bu alan proletarya tarafından tereddütsüz ve sosyalist bir içerikle temellük ediliyordu.

Kapitalizmin 1945 sonrası genişleme evresinde bu ideoloji grafiği köklü biçimde değişmiş ve üstelik soğuk savaşla birlikte demokrasi alanı emperyalizm ile sosyalizmin bir rekabet alanı haline gelmiştir. Bu alanda sosyalizmin kazanma olasılığı, yalnızca demokrasinin yeni bir tarife kavuşturulması ve öteki tarifin peşinen reddi ile mümkün olabilirdi. Oysa dönemin uluslararası sosyalist hareketi, burjuvazi ile işçi sınıfının ortaklaşa sahip çıkacakları ve üzerinde -rekabet halinde de olsa- bir arada yaşanabilecek bir zemin olarak görmüştür demokrasiyi. Sosyalist ülkeler demokrasi yarışında, burjuvaziyle ortak parametrelerin olabilirliğini bir kez kabul ettiklerinde, sahaya yenik çıkıyorlar. Merkezi planlamayı, kamu mülkiyetini esas alan bir ekonomik yapı ve özel mülkiyet düzeni. Toplumsal kesim ve sınıfların aralarındaki mesafenin kapatıldığı bir süreç ve sınıf mücadelelerinin uzlaşmaz yapısı. Burjuva sınıfların oluşumunun engellendiği bir üstyapı ve emeğin sömürüsü. Özetle proletarya diktatörlüğü ile burjuva diktatörlüğü… Bu iki kategorinin karşılaştırılabilir demokrasi normlarına sahip olabileceğini kabullenmek maçı kaybetmek değil midir?

Ancak konumuz açısından daha acı verici olan kapitalist ülkeler işçi sınıfı nezdinde de sosyalizmin bu maçı kaybetmesidir. Burjuva demokrasisinin ikiyüzlülüğü konusunda kendi kendisini silahsızlandıran baskın sosyalist tonlar, yani geleneksel sol, örgütlü işçi sınıfının kendiliğinden ve yüzü sola dönük ideolojik yapılanmasını, burjuva ideolojisinin ablukası karşısında zayıf düşürmüştür. Açıkçası 20. yüzyılın ikinci yarısındaki sol sendikal anlayış ve model, bu zaafı bağrında taşır. Bilindiği gibi, uluslararası sol sendikal hareket, savaşın bitimindeki yeni dönemi “demokrasi bloğunun” diğer unsurları sayılan İngiliz trade-unionizmi ve Amerikan sendikacılığı ile birlikte açmayı savunmuş, sendikal birliğin bayrağına sarılmıştır. ABD’nin emperyalizm güdümündeki sendikaları tarafından bu uluslararası birlik sabote edilmişse de, sol sendikacılık yeni döneme, devrimci ya da komünist renklerini silikleştirerek girmiş oluyordu. Sınıf ve kitle sendikacılığı, kapitalizmin genişleme yaşadığı, burjuvazilerin örgütlü işçi sınıfı gerçeği ile sosyalist ülkeler gerçeğini veri aldıkları bir statükoya oturmuştur. Sanayileşmiş batının, içerisinde sosyal hakları ve belli bir refah düzeyiyle birlikte, güçlü işçi sınıflarını tolere edecek bir demokrasiye sahip olduğunu kabul etmek ise proletaryanın payına düşmüştür. Bu dönem boyunca sanayileşmiş kapitalist ülkeler için sosyalizmin güncel olmadığı bir ön kabuldür.

Burjuvazinin karşı atağında demokrasi ideolojisinin oynadığı rol önemsenmelidir. Önce bu satırların yazarına yakın bir kaynaktan aktaracağım:

“Demokrasi, özellikle sosyalist iktidarın fethinden sonra ve bunun hemen öncesindeki ‘devrimci durumda’ tam anlamıyla bir ‘Truva atı’dır. Sosyalizm ‘tehlikesinin’ esas ‘panzehiridir’.” 6

Yurdakuler’e göre, demokrasinin yakamızdan mutlaka ve bir an evvel düşürmemiz gereken bir virüs olmasının ötesinde, sosyalizmin geçmişindeki demokrasi bulaşıklığı da kabul edilemez bir durumdur. Bugün ve gelecek açısından, yani güncel siyasal doğrultu göz önüne alındığında, kendime oldukça yakın bulduğum bu vurguya bazı rezervler koymak zorundayım.

İçinde mücadele edilen burjuva toplumunun kimi temaları reddedilmek değil dönüştürülmek ya da fethedilmek durumundadır. Örneğin yurtseverliğin burjuva toplumunun bağrında doğmuş olması, komünistleri yurtsever olmaktan caydıramaz. Aynı örnek, kayıt konmaksızın aydınlanmacılık için de geçerlidir; oysa aydınlanma burjuva modernizmiyle yakın akrabadır ve tarihen burjuvazinin devrimci olduğu çağla barışıktır. Bu durumu, bir çıkmaz sokak saymak, içine girildiğinde burjuva ideolojisinin hegemonyasına teslim olmayı ve yenik düşmeyi kaçınılmaz görmek ve işçi sınıfına özgü yeni temaların keşfine çıkmak işçi mücadelelerinin tarihinde yok değildir. Reformist ve anarşist versiyonları olabilen bu işçici yönelim, egemen ideolojiden özerk, korunaklı bir proleter özünü varsaymak durumundadır.

Kuşkusuz Yurdakuler’in bu son paragrafta eleştiri konusu ettiğim eğilimlerle bir ilintisi yok. Ancak, anlatmaya çalıştığım gibi, ben demokrasi alanının işçi sınıfı tarafından temellük edilmesine odaklanan 19. yüzyıl Marksist pratiğini yanlış bulmuyorum. Bu pratiğin, sınıf mücadeleleri zemininde burjuva demokrasisiyle hesaplaşma yaşayacak kadar gelişkin bir noktaya varamadığını biliyorum. Aynı şekilde, burjuva demokrasisinden ayrı ve karşıt bir başka tanım alanı kurmakta başarılı olunamadığını da. Hatta Paris Komünü’nde Marx’ın eleştiri konusu ettiği hataların kaynağında bu demokrat ağırlığın varlığını görmemek mümkün değildir. Sosyal demokrasinin II. Enternasyonal bataklığına giden macerasının demokrasi üzerine verilen mücadele çerçevesinde bir sapma anlamına geldiği de açıktır. Ancak pratiğin kanıtlarından yoksun olmamıza karşılık, burjuva devrimlerinin yarattığı toplumsal alt üst oluşa komünist bir yanıt verme görevi açık idiyse, bu yanıtın aynı zamanda devrimin açığa çıkardığı ve burjuvazinin hakkını veremediği (veremeyeceği) demokrasi programını fethetmeyi dışlaması da imkansızdı. Daha sonra, Ekim Devrimi’nin önderliğine de bu açıdan bir yanılgı payı kanımca çıkartılmamalıdır. Yukarıda değinmiştim; dönemin Marksist siyasetine yapılan Leninist katkı yeterince güçlü olmuştur. Buna göre demokrasi, emperyalizm çağında burjuvazinin terk ettiği bir alandır ve bu olgu proletaryanın devrime önderlik etmesine, devrimin sosyalist karakter kazanmasına olanak sunan temelin ta kendisidir. Bu yaklaşım komünistleri demokratlaştırmamakta, ama demokrasi kategorisini sosyalizmin içinde asimile etmektedir.

“Ekim Devrimi sonrasında ‘demokrasi mücadelesi sosyalizm mücadelesinden ayrılamaz’ türünden sloganların yürürlükten kalkmış olması gerekirdi. 1989 yılına sığdırılan büyük karşı devrim dalgasının başarılarından sonra, sosyalist devrimcilerin çok daha cüretli teorik çıkışlara da ihtiyaç duymaları beklenir.” 7

Bana kalırsa, ilk cümle Lenin’den fazla ve geçerliliği tartışmalı bir talep içermektedir. İkinci cümle ise, tamamen doğrudur. Doğrudur, çünkü İkinci Savaş sonrası dönemde demokrasi sosyalizmin içinde asimile olmamış, burjuva ideolojisiyle farkı belirsiz bir öge sosyalizmin bağrına sokulmuş, orada gününü beklemeye ve yapıyı çürütmeye başlamıştır. İkinci cümle doğrudur, çünkü kapitalizm ile sosyalizm arasında demokrasi konulu ideolojik ve siyasal mücadeleyi, sosyalizm kaybetmiştir! Burjuva demokratizminin bu cephedeki saldırılarına direnebilen tek örnek halen Küba’dır ve Castro önderliği bu başlıkta kaçak güreşmek yerine, burjuva demokrasisinin ve burjuva çoğulculuğunun eleştirisine yönelmek gibi son derece yerinde bir çizgi geliştirmiştir.8 Bu çizgi çözülüş öncesi reel sosyalizmin baskın renklerinden değildi.

Ancak asıl önemli olan, uluslararası burjuvazinin, anti kriz önlemlerinin ideolojik karşılığı mutlak bir gericileşmeyken, demokrasiyi kendi nüfuzuna geçirmeyi başarmış olmasıdır. Bu atağın belli başlı karakteristiklerine bakabiliriz:

Bir; işçi sınıfına ve sınıf fikrine cephe açılması. Bu noktada anahtar kavram sivil toplum ve birey olmuştur.

İkinci olarak, sınıfı parçalamaya yönelik arayış demokrasi konusunda da geçerlidir. Sınıf ve benzeri büyüklüklerin yerine bireye kadar inebilen parçacıklar geçirilmiştir. Birinci noktayla çok yakın bağlantılı olan partikülarizm, aslında sınıf kavramına yönelik saldırının doruğu sayılabilir.

Üçüncü olarak, sosyalist ülkelerin kaçak güreştikleri kitle dinamikleri ve kitle katılımı başlıklarına her yoldan yapılan taarruzdur. Bu taarruzda piyasacı/özel mülkiyetçi argümanlarla, solcu/işçici argümanların tamamına başvurulmuştur.

Dördüncü olarak, demokrasi ideolojisi siyasetsizleşmeye dayandırılmıştır. Buna göre siyasal iktidarı konu ve hedef alan mücadeleler aşağılanmış, burjuva demokrasisi “parti” faktörünü dışlama eğilimine girmiştir.

Bir kaç örnek de vereceğim. Sınıf fikrinden kopuş ve partikülarizm açısından yeni soldan bir sese kulak vereceğiz. Ernesto Laclau’ya göre Aydınlanma ile başlatılagelen tarihsel yönelimler, insanlığa bütünlüklü yönler çizmekle, aslında anti demokratik bir nitelik taşıyorlar:

“Siyasal kimlikler çoğulluğunun ortaya çıkışının, Aydınlanmayla başlayan evrenselci geleneğe tehlikeli bir şekilde meydan okuduğu doğru mudur? Yanıt muğlak olamaz. Kendi tamlığı içinde evrenseli somutlayan bir özne -örneğin Marx’taki ‘evrensel sınıf’ gibi- düşüncesinin kesin bir şekilde zayıflamakta olduğu bir anlamda doğrudur. Kendi başına arı ve evrensel insan özü olan bir özne fikri, temelde anti demokratiktir ve buna ancak bütün partikülarizm biçimlerine nezaketsizlik eşlik edebilir.” 9

Bu bakış açısının bizden ve eskilerden kimi çağrıştırdığını not etmeden geçemeyeceğim. İdris Küçükömer’in Düzenin Yabancılaşması’nda10 burjuva devrimci modernleşme kolunu elitist, anti-demokratik, tepeden inmeci ve gerici, genellikle dini ideolojiye yaslanmış muhalefeti ise kitleci, demokratik, tabancı, ilerici ilan ettiği eksantrik modeli hatırlatmıyor mu?Bu çağrışım bir yana, söyleneni deşifre etmek gerekirse, insanlığa bir erek ve ereğe taşınmada bir özne öngören yaklaşımlar demokrasinin milat öncesine atılmaktadır. Tarihselci ve iradeci eğilimleri elinden alınmış herhangi bir ilericilik söz konusu olabilir mi? Bütünlüklü bir kimliği, yani adı ve tarihin yönüne dair bir bilinci olmayan işçi sınıfı, kuşkusuz özne olamayacaktır. Özne olamayan işçi sınıfının neye benzeyeceğini merak eden günümüz dünyasına bakabilir!

Ancak solda türevleri hızla geliştirilen demokrasiciliği emperyalistlerin fazla ciddiye almadıkları açık. Son zamanlarda “medeniyetler savaşı” kavramlaştırması sayesinde “feylezof” payesi verilen Huntington açık konuşuyor:

“1970’ler ve 1980’ler boyunca ABD, demokratlaşmanın başlıca takipçilerinden biri olmuştu. ABD’nin bu rolü oynamaya devam edip etmeyeceği, onun iradesine, yeteneğine ve etkisine bağlıdır. 1970’lerin ortalarından önce demokrasinin teşviki, her zaman Amerikan dış politikasının birinci derecede öncelikli bir hedefi olmamıştır. … Eğer komünizm tehdidi azalmışsa, ona karşı en güçlü alternatif olarak demokrasiyi teşvik etme ihtiyacı da azalmıştır.”11

Bu satırların 1991 tarihinde yazılmış olduğuna dikkat edilmelidir. Yazarının zapt edilemeyen gericiliği emperyalist ideolojinin sınır tanımaz pragmatizmini daha yeni dönemin hemen başında dışa vurmaktadır!

Yeni solcuların tarihin demokratik ve çoğulcu akışını ihlal ettiği için kızdıkları komünistlerin karşısında demokrasinin, tabanın, çağın (siz çeşitlemeye devam edebilirsiniz) kimler tarafından temsil edildiği de belli. Yine Huntington 1974 Portekiz Devrimi’nde komünistlerin olası zaferini engellemek için Portekiz Sosyalist Partisi’ne, (PSP) Polonya’da Dayanışma’ya CIA kaynaklarından on milyonlarca dolar mali destek verildiğini söylemekten de geri durmaz.12

Emperyalist burjuvazinin siyasetsiz ve partisiz demokrasisine geliyoruz:

“İlkesel olarak düşünüldüğünde, partiler, son yıllardaki ‘partiler önemlidir’ literatürünün de vurguladığı üzere, toplumsal çıkarları etkili bir şekilde bir araya getiren organlar olarak işleyebilirler. Diğer toplumsal çıkarlar kadar örgütlü olmayan ve bu yüzden de siyasal kurumlar alanında seslerini duyuramayan sivil toplum gruplarının (örneğin, kadınlar, işsizler, etnik azınlıklar ve cinsel tercih azınlıkları) sözcüleri, savunucuları ve koruyucuları olarak iş görebilirler. İlkesel olarak partiler, toplumsal hareketlerin kendileri tarafından geliştirilmiş olan geleceğe dair görüşlerin popülerleştirildiği ve bu görüşleri gerçekleştirmeye uygun, tutarlı politika programlarının oluşturulduğu siyasal platformlar olarak da işleyebilirler. Ayrıca, kamu görevleri için adaylar gösterip, bunları savundukları görüşler ve izleyecekleri programlar ile birlikte seçmenin onayına veya reddine sunabilirler.

Son olarak, partiler, sivil toplumdaki işlevsel iktidar gruplarına hakemlik ve koordinatörlük edebilirler. Sivil toplumun tikel ve parçalı bir yapıya sahip çıkarlarını kısmen telafi ederek, bunların dayanışma temeli üzerine kurulmuş, görece uyumlu (ve fakat her zaman koşullara bağlı) bir siyasal koalisyon oluşturmalarına katkıda bulunabilirler.” 13

Partilerin hangi fonksiyonlar için önemli sayıldığı değil de, sayılanlar içerisinde neye yer verilmediği ilgi çekici. Partiler siyasal iktidardan başka her bir işe koşulabilmektedir! Bu yaklaşım sosyalist ülkelerde de tutmuştur. Dayanışma sendika mıdır, parti mi? Bu belli olmamakla birlikte, Dayanışma sosyalizmi devirmeyi hedeflemiş, kendisini bir iktidar organı olarak kurgulamamıştır. Yine Polonya’da KOR adlı “aydın” yapılanması klasik örgüt formlarından farklıdır. Sovyetler Birliği’nde glasnosttan ihanete giden yolda “partinin öncü rolünün” Anayasa’dan çıkartılması ve partinin prestijini yok etmek için çevrilen dolaplar kritik rol görmüştür. ABD’nin dümen suyuna sokmak için el attığı ülkelerde, bu emperyalist ülkenin bayraklarıyla sokaklara dökülen kitlelerin nasıl bir örgütlülüğü olduğu bilinmemektedir. Bilinen tek ve tam gerçek, emperyalist tarafın partiye ihtiyacının olmadığıdır. Komünist fobisi, çağımızda uluslararası sermayeyi “parti”den soğutmuştur.

“Demokratikleşme, partinin atadığı devlet görevlilerinin yerini birkaç yılda bir seçilen bir hükümetin ya da devlet başkanının alması değildir yalnızca. Demokratikleşme daha çok, parti egemenliğindeki devletin ‘altında’ yer alan yaşam alanlarında birey olma, kendi kendini koruma ve toplumsal işbirliği gibi mekanizmaları başarıyla yeşertmeye bağlıdır: Evde, arkadaşlar arasında, yurttaş inisiyatiflerinde, paralel ekonomide, işyerinde ve gayrı resmi kültür alanında.” 14

Burjuva liberal ve karşı-devrimci kampın da demokrasiden anladığı tam budur. Demokrasi, siyasetin ve örgütün tasfiyesinin kod adı olmuştur!

Radikal demokrasici yeni solcular da marksizmin demokrasi ile arasının çok sıcak olmadığının farkındadırlar:

“Sonuç olarak Marksist bakışın demokrasiye bağlılığı, Rosa Luxemburg ile Nicos Poulantzas’ın yazılarındaki gibi en samimi olduğu noktalarda bile sağlam kuramsal köklerden yoksundur. Demokrasiye bağlılık, Stalin’den sonraki çağda görüldüğü gibi çabucak kaybolabilmektedir. Marksçı söylemde demokrasinin ölümüne yas tutulacağını gösteren hiçbir işaret yoktur. Klasik marksizm, kuramsal düzlemde, devlet otoriterizmi tehlikesini ve insanın kurtuluşu açısından özel yaşam ile bireysel özgürlüğün merkezi önemini kavramsallaştırmayı başaramayan bir politik felsefenin despotlarla fanatiklere güvenilir bir sığınak sunmasıyla aynı anlamda anti-demokratiktir.”15

Liberal yazarların maksadı bir yana, gerçekten de marksizmin “sınıfsal referansı belirginleştirmeyi” her şeyin ama her şeyin önüne koyduğu doğrudur. Marksizm koordinatlarını demokratlık kriterlerine göre değil, işçi sınıfının çıkarlarına göre tanımlar. Komünist hareketlerin de böyle yapmaları, pusulayı işçi sınıfının tarihsel çıkarlarına iyi ayarladıkları ölçüde, hiçbir sınıflı toplumun göremeyeceği bir emekçi inisiyatifi, özgürlüğü ve katılımına olanak verecek olan, bunlarla barışık bir toplumsal ortama yöneldiklerinden de emin olmaları gerekir.

İşçi sınıfının durumunu tartışmak üzere girdiğimiz bu yolda vardığımız saptamanın altını bir daha çizeceğim. Dünya işçi sınıfı bir siyasetsizleştirme operasyonuna maruz kalmıştır. Sivil toplumcu liberal demokrasi fikri, sınıfı siyasetten uzaklaştırmak için en fazla “parti”yi hedef tahtasına oturtmuştur.

Neden sendikalar yetmiyor?

Sendikalar önümüzdeki yeni hareketlenme ihtiyacının ilacı olmaktan bu süreçte bütünüyle uzak düştüler. Yukarıda 20. yüzyılın sınıf ve kitle sendikacılığının, demokrat/liberal saldırı karşısında dayanıksız olduğuna değinmiştim. Can alıcı nokta burada. Sınıf ve kitle sendikacılığı, sosyalizmin bir dönemsel modelidir ve elbette işçi sınıfına dünyanın dört bir köşesinde nice okullar açmıştır. Amaç bu deneyimi değersizleştirmek olmamalı. Ancak belirli koşullar altında bir aracın ya da modelin üstlendiği fonksiyonların, her zaman her yerde aynı verimi sunmasını beklemek zaten saçmadır.

Genel yaklaşım kanımca böyle olmalıdır. Bu arada, işçi sınıfının uluslararası mücadele tarihinde İngiliz trade-unionları ile Kıta Avrupasının sosyal demokrat sendikalarından sonra, sendikal örgütün kurumsallık kazanması açısından “sınıf ve kitle sendikacılığı” önemli bir eşik oluşturur. Benzeri bir kurumsallaşma gücüne burjuva devriminin rüzgarından beslenen ilk dönem sendikaları kesinlikle ulaşamamışlardı: Anarkosendikalizm yapısı gereği yaygınlık kazanamazdı. İngiliz sendikacılığının sola karşı önlem almaktaki ustalığı ve önce işçi lobicisi, sonra burjuva ve emperyalist Labour Party’ye kaynaklık etmesi, bu kolun da sınırlarını göstermiştir. Trade-union, sadece sendikaların yapısı gereği düzen içi olmakla kalmaz; dahası bir burjuva kurumudur. Sosyal demokrat sendikacılık, trade-unionların uzlaşma yoluna sapmak ile, komünist sendikacılıkla rekabet gücünü korumak için solda kalmak arasında tereddüt etmiş, İkinci Dünya Savaşı sonrasında sınıf ve kitle sendikacılığı ile benzeşmiştir.

Bu kısa özeti, sınıf ve kitle sendikacılığının, sendikal kurumsallaşmadaki önemli yerine işaret edebilmek için aktardım. İşçi sınıfının bir örgütlenme biçiminin topluma kök salması pozitif bir olgu sayılmalıdır, ancak kapitalizm koşullarında her kısmi kazanımın bir muhafazakarlık kaynağı olduğu da bilinmelidir. Hal böyle diye kısmi kazanımlara sırt çevirmek çocukların işidir; ancak devrimci siyaset, doğal ve kendiliğinden muhafazakarlığa karşı kendi önlemlerini almak ve duyarlılığını diri tutmaktan sorumludur. Sendikaların kurumsallaşması, kaçınılmaz olarak bu örgütlerin teorileştirilmesini de gündeme getirdi. 1920’lerin Kızıl Sendikaları için gerek duyulmayan bu ihtiyaç kendini dayatmıştır. 1945’ten ‘80’lere gelen dönemde, demokrasiyi kapitalizm ile sosyalizmi kesen bir ideoloji ve uygulama olarak duyumsayan, devrimci olmayan sendikal odaklarla birleşme savunusunu hep öne koyan, komünist partilerin yönlendiriciliği altında, ancak burjuvazilerin muhatap aldığı saygın düzen içi kurumlar olarak bu sendikaların pratiği nasıl bir teoriye açılabilirdi?

Burada fazla ayrıntıya girmeyeceğim. Bunun yerine ayrıntıları önemsizleştirecek bir saptama yapacağım. Devrim öncesi işçi sınıfının mücadelesinde kalıcı, ilkesel ve vazgeçilmez tek kurum öncü partidir. Yalnızca öncü parti, sınıfın saflarında eşitsizlik üreten, sınıfa yönelik ayrımcı ve bölücü müdahalelerde bulunan kapitalizm karşısında, işçi sınıfının verili anına değil, ama tarih bilincine sahip en ileri unsurlarına dayandığı için dayanıklı olabilecektir. Parti dışındaki bütün emekçi kurumsallıkları, sosyalizm ile kapitalizm, ya da -partinin temsil ettiği- işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki mücadelenin konusudur. İşte 20. yüzyılın ikinci yarısında sınıf ve kitle sendikacılığı, işçi sınıfının öncü partisi için rezerve edilmiş bu çok özel teori departmanına ortak olmuştur.

İşçi sınıfı bilincinin kendiliğindenci, mücadelesinin ekonomik, örgütlenmesinin sendikal olduğu bir konumu ile bilincin tarihsel, mücadelenin siyasal, örgütlenmenin de parti olduğu bir diğer konumunu ayırt etmek, bize bir anlatım ve anlama kolaylığı sunar.

“Her şeyden önce sendikalarla parti arasındaki ilişkiyi tarif ederken bir başlangıç cümlesi olarak dile getirdiğimiz ‘sendikalar işçi sınıfının ekonomik mücadele örgütleridir, parti ise onun siyasal mücadele aracı’ yaklaşımı ancak bir başlangıç olarak değerlidir.”16

Lenin’den beri bilinir ki, birinci konum, ikinciye çıkması kaçınılmaz bir merdiven değildir; tersine devrimci siyasetten yoksun bırakıldığında uzlaşmacı, reformist, teslimiyetçi bir siyasete denk düşecektir. Bu anlamda devrimci sendika ile “trade-union” iki farklı çizgidir. Peki, sınıf ve kitle sendikacılığının, sendika ile parti arasındaki ilişkiyi mümkün olduğunca demokratik bir biçimde tarif etme uğraşı, bu yaklaşımla ne denli çakıştırılabilir?

Buradaki güçlük açık olmalıdır. Sendikanın sınıf mücadelesinde okul işlevi görmesi ve gündelik bilinci tarihsele dönüştürerek Parti’ye düzenli kan vermesi, her şeyden önce, parti belirlenimini bir sorun kaynağı olarak görmemekle başlayabilir. İyi de, sendikal birlikçilik perspektifi ve kurumların demokratikliği (yani, burjuva anlamıyla, siyasal çoğulculuğa açıklığı) bununla nasıl bağdaştırılacaktır?

Atıfta bulunduğumuz dönemde, sınıf kitlesinin sendikal akımlara ideolojik ve siyasal tercihlere göre dağılması da bir diğer özelliktir. Yani burada komünist partilerin yönlendirdiği büyük kitle sendikaları “akıldan” geçirilmektedir. Geleneksel sol, bu kurumları partinin volan kayışı olarak görmek durumunda olmamıştır. Kaldı ki, bunu engelleyen en başta devrimin güncelliğinin gelişkin kapitalist ülkelerde perdelenmiş olmasıydı. Bu durumda, sendikala,r geleneksel solun bir diğer kurumu halini almışlardır. Kazanım, giderek atıllaştırıcı bir ağırlık halini almıştır.

Komünist partilerin ayrı sendikal organizasyonlara yönelmediği, sosyal demokrat ya da sosyalist yapıların öne çıktığı ülkelerde ise, geleneksel sol, sendikaları sınıf örgütü olarak görmek ile sınıf mücadelesinin konusu saymak arasında bocaladı. Komünist olmayan sendikalar da, tanım gereği işçi sınıfı kitlelerine sınıflar üstü bir demokrasi vaaz ederek, karnın yumuşaklığına etkide bulunmuştur.

Daha önce söylenenlerle de birleştirerek toparlarsak;

Bir; sendikaların kurumsallık ve tanımlanabilirlikte kaydettikleri mesafe ve olgunlaşma, yenilgi sonrasında bir devrimci hamleye elverişli değildir.

İki; sendikaların geleneksel sanayi proletaryası çekirdeği maddi olarak yaralı ve yorgundur.

Üç; sendikalar on yıllarca emekçilerin en yoksul ve en az kentli, en az kalifiye ve en az eğitimli kesimlerini değil, merkezi ve oturmuş bir bölmesini esas almışlarken, bugün “esnek istihdam edilen” kuşaklar çok kalabalıklaşmıştır.

Dört; sendikalar burjuvazinin ideolojik saldırısına karşı dayanıklı kurumlar değildir.

Beş; partinin önemsizleştiği ve ideolojiler dünyasına liberalizmin damga vurduğu yerde,  eskiden ideolojik yönelimlere ve parti bağlarına göre ayrışmış sendikalar varlıklarını anlamlandırma zorluğuna düşmüşlerdir. Doğal olarak en fazla zorda olan sınıf ve kitle sendikacılığıdır.

Altı; yukarıda söylenmeyen ancak burada geçerken değinilmesi bile yeterli olacak açıklıkta bir diğer olgu daha var: Siyasal ve ideolojik anlamı zayıflayan, sınıfın en az hareketli kesimlerine oturan bir sendikal yapı, ille bir akıma benzetilecekse, topluca Amerikan sendikacılığına, Gompersizme17 yakınlaşacaktır. Mücadeleciliği körelmiş, toplumsal statüsünü korumayı esas alan, savunmacı, gücünü kitlelerden veya sınıf perspektifinden değil, ama kurumsal yapısından, burjuvazi tarafından topluma benim partnerim diye takdim edilmesinden, bu takdimi takviye eden bina, mal ve para varlığından alan bir sendikacılık. Bu sendikacılık artık yalnızca ideoloji ve siyasetten değil, örgütlenmekten, sendikalı sayısını arttırmaktan da kaçacaktır.

Yedi; bu tablonun içine zemzem suyuyla yıkanmış devrimci önderlerden bir kaç kişi yerleştirmekle değişecek bir şey yoktur.

Sekiz; konu sendika ağalarının ya da sendika bürokrasisinin ihaneti de değildir. Konu, artık sendikaların sınıf siyasetinin beslenme kaynağı ve uzanma aracı olmaktan çıkmalarındadır.

Sendikalara yönelik bunca eleştiriden sonra bir anti sendikal zihin kaymasına karşı önlem alma ihtiyacı duyuyorum. Daha önce başka yerlerde yazdığımız gibi, sendikaların öncü parti ile sınıf kitlesi arasında doldurması gereken boşluk bir vakıadır18 ve komünistlerin bu boşluğa yönelik araç ve model geliştirme ihtiyacı tamamen kalıcı bir sorunu anlatmaktadır. Marksist literatür, geleneksel kanalları ve yeni sol katkıcılarıyla bu tartışmalarla dolu. Bugün de aynı soruya ne teorik olarak ne de partili pratik içerisinde iddialı bir yanıt verilememiş olduğu açıktır.19 Sınıf bilincinin düzeylerini ve sınıfın kadrolarından kitlelerine açılan profilini iç içe halkalar olarak düşünürsek, merkezdeki tarih bilinci/öncü parti halkasının, diğer kuşakları nasıl hareket ettireceğine ilişkin bugün bir somut bilgi ve yeni pratik eksikliği vardır. Yazının en başında değindiğim deneysellik konusu da esas olarak budur. Kendi payıma sendikaların, buharlaşıp yok olmayacağını biliyorum, böyle bir gelişmenin işçi sınıfı açısından gerileme sürecinin devam etmesinden başka anlama gelmeyeceğini de. Bu anlamda komünistlerin sendikalara önem vermeleri, sendikalardaki uzlaşmacı ve bürokratik engelleri aşmak için faaliyet yürütülmesi gerektiği de açıktır. Ancak bu ertelenemez ve küçümsenemez görevlerin, merkez ve dış halkalar arasındaki iletim boşluğuna (ya da ara yüzey gereğine) dair bir çözüm ortaya çıkartmasını beklemek saflık olur. Yukarıda tarif edilen sendikal atmosferin her şeyden önce demokrasici ve siyaset dışı bir karakter taşıdığı kesin ise, bu yapıya içeriden uygulanacak basıncın, mutlaka dışarıdan siyasal ve sınıfçı bir ideolojik bombardımanla birleşmesi gereklidir.

Bu bombardımanın işçi sınıfı kitleleri üzerindeki burjuva liberal ideolojik zırhı ve bu zırhın mevzilendiği başlıca yapı olarak sendikal kurum duvarlarını yeterince dövmesi ile sendikal alanın içerisinden uygulanacak bir basıncın çakıştırılması çok önemlidir. Bu çakışma olmadığında, ya genel ve yüzeysel bir ideolojik propaganda yapmakla kalınacak, ya da sendikalara bir kez daha entrizm denenmiş olacaktır. Ama çakışma sağlandığında da fazla bir şey değişmeyecek! Çünkü sendikaların soyutlanmakta oldukları kitleler nezdinde yeniden çekicilik kazanmaları hem kapitalizmin temel yönelimine, hem sendikal bürokrasilerin yapısına aykırıdır; üstelik komünistlerin de birinci sıraya yazdıkları görev, sınıfı temsil yeteneği aşınmış ve siyasetsizleştirilmiş (yani yapısal olarak liberalleştirilmiş) bir kuruma itibarını kazandırmak olamaz. Kimsenin yürekten sahiplenmeyeceği böylesi bir gelişmeyi komünist hareket kendi adına bir potansiyel olarak görebilir. Ancak nihai çözüm yolu diye alkışlamak mümkün olmayacaktır.

Sendikalarla ilgili mücadelenin son raundunda, sol yenik düşmüştür. Maç devam etmektedir, ama bizim tarafın öncelikle olaya ilişkin derli toplu bir fikre sahip olması gerekli. Burjuvazinin amacı, sendikaları “sivil toplum örgütlerine” dönüştürmektir ve bu yolda ciddi mesafe kat ettikleri görülmektedir. Bizim amacımız ise sendikaların eski konumlarıyla restorasyonu olamaz. Zaten bu kadarını sendikal kurumlarda tutunan dost ve yoldaşlarımız ellerinden geldiğince, iyi niyetle yapmaya çalıştılar. Bugün hedef sendikal karakter, kesinlikle 20. yüzyıl sınıf ve kitle sendikacılığı modelinin ortalama değerlerinden daha siyasal, daha devingen, daha komünist, daha partizan olmalıdır.

İşkolu sendikacılığı esası karşısında kenarda kalan ve göreli önemi azalan mesleki, bölgesel unsurlara mutlaka eğilinmelidir. Sınıfın işsiz, geçici işçi, emekli gibi alt kategorileri ile mühendis, teknik eleman, eğitimci, sağlıkçı gibi aydın katmanları arasına dikilmiş izolasyon duvarlarını aşmak, bir geçişkenlik sağlamak alışıldık sendikal işleyişin dışında kalmaktadır. Bunlar olmaksızın sendikaların, bugünkü zeminden kopartılmaları mümkün olmayacaktır.

Sendikaların, toplumsal politizasyonun yükselmesi ve bir sınıf hareketliliğinin ortaya çıkartılması aşamasında üstlenecekleri roller ise, şimdiden net olarak belirlenemez. Ancak örnek olarak Türkiye’ye bakacaksak, öncelikle bugün koskoca konfederasyonların toplam aktivist sayısının araştırılmasını öneririm. Ne kadar “aktivite” fonksiyonuna sahip oldukları pek tartışmalı profesyonel sendikacılar ile uzman kadroların tamamını da katsanız, elde edeceğiniz sayı, şaşırtıcı olacaktır. Sayı veremeyeceğim, ama belki de, sadece hafızası güçlü bir insanın isim isim tanıyabileceği bir ölçeğe inilebilecektir! Dolayısıyla aslında sendikaların yeni bir sınıf hareketinin yaratılma sürecinde ve yaratıldığında ne rol üstlenecekleri ters bir soru olmaktadır. Yeni sınıf hareketi dinamiklerinin sendikal alanı nasıl yeniden yapılandıracağı daha uygun bir soru olacaktır. Bu noktada yeni sınıf hareketinin bir kolunun sınıf sendikacılığı olarak şekilleneceği kesindir. Yine sendikal alanın topluca sola kayması da önüne geçilmez bir eğilim olacaktır. Sonuçta sendikal yapıların toptan yeniden yapılanacakları bir geleceği, olsa olsa bu alanın dışındaki bir kuruluş açabilir.

Daha komünist, daha partizan, daha halkçı

Uluslararası sermayenin karşı-devrim ile demokratlığı birleştirdiği atağının karşısında solda çeşitli kesimler dört bir yana koşmaya başlamışlardı. Adeta etkisi bilinmeyen bir bomba düşmüştü kente ve insanlar çıldırmıştı! İktidardan kaçış, siyasetten kaçış, işçi sınıfından kaçış, partiden kaçış… koşulan yönlerde sivil toplumculuk, uvriyerizm, hatta altı okçuluk bekliyordu. Sol buraları doldurdu.

Kuşkusuz, eğer elinizde çıkış yolunu gösteren bir kroki varsa, daha soğukkanlı olabilirsiniz. Çevrenizdeki herkes sağa sola koşuşturuyorsa, işçi sınıfı ve marksizm-leninizm konusunda ne denli kararlı olursanız olun, telaşın size de bulaşmaması imkansızdır. Bugün daha soğukkanlıyız. Koşuşturanların yorulduğu, çevremizin dinginleştiği, deneme-yanılma yönteminde verim almaya yaklaştığımız bir momentte, elimizde kaba da olsa krokimiz, Türkiye işçi sınıfının yakın gelecekteki yapılanmasına ilişkin verileri biriktirdiğimizi söyleyebiliyoruz.

Yeni işçi hareketine dair yazının son ara başlığına taşıdığım nitelikler arasında görünürde bir çelişki olduğu düşünülebilir. Bu noktada, yani telaşın azaldığı, hem sınıfın burjuvazi tarafından biçimlendirilmesinde, hem komünizmin ve Partinin elle tutulur hale geldikleri bir evrede bu bir çelişki midir? Yeni işçi hareketinin komünizm ve Parti ile, ama aynı zamanda “halk” ile barışık ve uyumlu olması mümkün müdür?

Uluslararası sermayenin işçi sınıfını “partiküllerine” ayırma operasyonunun karşısına en güçlü biçimde, sınıfın kapsayıcılığını genişleterek çıkılabilir. Karşı tarafın uyguladığı basıncın şiddeti karşısında paniklemenin ve savunma mevzilerine çekilmenin hem devri kapanmıştır, hem de bu tarzın “ecele faydası olmadığı” pratikte görülmüştür.

Sınıfın kapsayıcılığını genişletmek, haddini bilmezlik sayılmamalıdır. Aslında bu yolla çıtayı daha yükseklere koymak, tevazu ile karşılaştırıldığında kesinlikle daha gerçekçidir.

Birincisi; proleterleşme süreci bütün şiddetiyle sürmüştür. Zaten burjuvazinin dünyanın tamamında, henüz piyasalara katılmamış, ya da dolaylı olarak -emek gücü maliyetini düşürerek ya da meta ilişkilerini kolaylaştıran çeşitli hizmetlerle- bağlantılarına karşılık doğrudan kâr mekanizmalarının parçası olmamış alanları, ekonomi başlığı altında tanımlamasının kitleler nezdinde başka bir karşılığı da olamazdı. Bu süreç bir dizi orta sınıf mesleğini, hekimleri, mühendisleri, avukatları, eğitimcileri emek-sermaye ilişkileri içerisine çekerek proleterleştirmiştir. Geri dönüşü, ancak piyangoya bağlı olan bu yol, liberalizmin özgürlük, demokrasi ve bireycilik ideolojileriyle dengelenir. İdeolojinin maddi bir güç olabileceğinden neyin kastedildiğini bundan daha iyi ne anlatabilir? Bu büyük nüfus katmanı işçi sınıfının bir dizi bölmesinden daha mülksüz, daha yoksul bir konumda olmasına karşın, orta sınıflara geçebilme umudunu, burjuva toplumunun ideolojik kabukları içine sıkışmış, canlı tutabilmektedir. Bu kesite ilişkin herhangi bir ekonomik sürecin yeni sonuçlarını beklemek söz konusu değildir. Yapılacak olan müdahale doğrudan siyasete ilişkindir.

İkincisi; işçi sınıfının küçük bir kesitinin durağan örgütü haline gelen sendikaların kapsamı dışında kalan geleneksel sınıf sektörleri de vardır. Ancak bu kesimlerin sendikal harekete yabancılaşmışlıklarının kırılabileceğine ilişkin pek bir veri bulunmamaktadır. Buna karşılık sınıf mücadelesine ilişkin bir tarihsel birikimin hafızalardan tamamen silinmiş olduğu asla zannedilmemelidir. Bu da siyasallaşmaya ve “partileşmeye” açılan bir başka kanaldır.

Üç; kent yoksullarıyla ve küçük köylülükle iç içe geçen bir emekçi kitlesi giderek Türkiye işçi sınıfının ana profilini verir hale geldi. Bu kesim hakkında “marjinal sektör” demek, son yıllarda anlamsızlaşmıştır. Marjinal sözcüğü, tanımı gereği ana kütlenin çeperinde bir cüz’ü çağrıştırıyor. Türkiye emekçileri için geçici işçilik veya esasen işsizlik konumu, doğrudan köy ilişkilerine veya kent varoşlarına taşıdıkları “yeni köylerine” sığınarak kendini koruma güdüsü en yaygın karakteristiktir. Yok olduğu iddia edilen işçi sınıfı sadece genişlememekte, toplumun emekçi coğrafyasının üzerine yayılmaktadır.

Dört; küreselleşmeci liberal ideolojinin en önemli argümanlarından biri “dünyanın küçülmesi”. Küçülen dünyanın büyüyen ideolojik araçları sayesinde, gökdelenlerin gölgesindeki gecekondular ve evsizler görünmez kılınmaktadır ve bu işin paradoksal yanıdır. Ama argümanın doğruluk payı da var: Emekçilerin, gündelik sorunlar ile dünya sistemi arasındaki bağı kurmak için özel bir eğitim ya da mücadele deneyinden geçmeleri gereksizleşmiştir!

Beş; işçi sınıfını tarımsal sınıflardan ve ara sınıflardan ayıran kritik bir özellik de önderlik yeteneğidir. İşçi sınıfı ya bu yeteneğini gerçekleştirerek bir kimlik edinir, ya da koskoca bir hiç olur. İşçi sınıfının kendisini korumaya aldığı, içe kapandığı bir kimlik sahibi olması, kapitalist toplumun temel sınıflarından biri olmasına dayanan bütün karakteristik özelliklerine aykırıdır. Başta İngiltere olmak üzere, gelişmiş kapitalist toplumların saygın, kendine bir ait kültürü, yaşama alışkanlıkları (pubları, müzikleri, futbolu…) olan işçi sınıfları emperyalist refah toplumlarında sermayenin bir dönem tolere edebildiği bir konum olmuştur, o kadar. Gelişmiş kapitalizmde çoktandır ekonomik alanda sarsılan bu konum, kültürel alanların da sermaye ilişkileri ve kâr mantığı tarafından teslim alınmasıyla geçmişte kalmaktadır. Benzeri bir olasılık Türkiye gibi toplumlarda tamamen gündem dışıdır.

Karşı tarafın ideolojik propagandasında iki boyut öne çıkıyor. Mücadele olacaksa da, amaçsız, programsız ve iktidarsız bir mücadele olmalıdır deniyor. Emekçilerin tarafında görünen bir üsluba bakarsak:

“Mevcut dünya düzeninin dışında bırakılanların tümüne düşen tüm cephelerde birden ilerlemektir. Bundan böyle devlet iktidarını odak almak gibi basit bir hedefleri yok. Yapmaları gereken iş çok daha karmaşık bir şey: Aynı anda hem yerel, hem de küresel düzeylerde hareket etmek suretiyle yeni bir tarihsel sistemin yaratılmasını sağlamak. Bunu gerçekleştirmek zor ama imkansız değil.” 20

Yerel ya da küresel olunacak! Siyasal iktidarın somut olarak karşımızda durduğu ülke ölçeğinden, ulus-devlet düzleminden söz edilmeyecek!

Diğer boyut ise, yukarıda da değindim, eski silah anti-komünizmin dönüştürülmüş hali olarak Parti düşmanlığıdır. Demokratik Almanya’nın yeşil muhalifi Bahro, partileri “yararı bir tarafa, zararı olan bir araç … canlı enerjinin kaybolup gitmesine, bir ölüm sarmalına hasredilmesine yol açan bir tuzak”21 olarak niteliyor. Yeni liberal karşı-devrim çağında siyasetin aracı parti lanetlenirken, parti olmayan parti olgusuna işaret edilir. Sınıf mücadelesinin kirlettiği düşünülen siyasete tanınmış bir son şanstır bu adeta. Ama şansı desteklemek için siyaset alanının kitleler için önemsizleştirilmesine, yönetim erkinin teknikleştirilmesine de başvurulur.

Siyasetin sivil topluma yayılması diye sunulsa da, siyasetsizleştirmenin ta kendisidir bu. Bu arada burjuva demokrasisine ne olduğunu da biliyoruz. Huntington’ın müdahale ettiği gibi, demokrasi fazla ciddiye alınmamalıdır. Bugün de burjuva demokrasisi anti-terör yasalarıyla donatılarak layık olduğu çehreye kavuşmaktadır.

Burada onca güzellemeye konu edilen birey için bir garanti eksiği göze çarpmıyor mu? Bir yandan proleterleşecek, üstelik dünyada dönen büyük dolabın tek bir çark olduğunu çıplak gözle görecek, öte yandan siyasetten dışlanacak ve mikro sorunları halletmek için bireyselliğini, çağdaşlığını, sivilliğini (yani uygarlığını) kullanması istenecek? Çağdaş kapitalizmin toplumsal ideolojik modeli aşağı yukarı budur ve bu modelin sarsılmaz bir çok güç barındırdığına inanmak için ortada herhangi bir kanıt kesinlikle yoktur!

Bu modelin temeli sınıf mücadelelerinin tasfiye edilmiş olduğu varsayımıdır. Sınıflar var olabilir, ama mücadele içinde olmayan bir sınıfı, sermaye ciddiye almamaktadır. Ciddiye almadığı için de, toplumun ezici çoğunluğunu hızla proleterleştirmekte beis görmemiştir. Bu, aslında bir intikam pratiği! Sermayeyle bir güç dengesi kuran ve burjuvaziyi her adımında mezar kazıcısını düşünmek zorunda bırakan proletaryanın sınıfdaşları, tam bir dışlanmayla cezalandırılmaktadırlar. Halk ile işçi sınıfı arasındaki bağlantılar zenginleşmekte, ezilenler ve dışlananlar için yalnızca proletaryanın doldurabileceği bir ortak boşluk açılmaktadır. Söz konusu dışlama mekanizmaları, sınıf mücadelesinin en korunaklı aracı karşısında, partili mücadele karşısında pek dayanaksız kalacaklardır.

Dipnotlar

  1. Bu yazı üzerinde çalıştığım sırada Arjantin “patladı”. IMF’nin vermediği ve krizi engelleyebilecek olan 1.3 milyar dolar Türkiye insanı için önemsiz bir meblağ olarak algılanmış olmalı. İkiz kule kalıntılarının temizlenmeye başlayacağı New York’un sıradan bir sakini de Arjantin’de olup bitene anlam veremeyecektir! Zaten kimse, Arjantin’deki yıkımı bir ekonomik kaçınılmazlık olarak sunmaya kalkmıyor. Kısa yoldan emperyalizmin rahatlıkla düze çıkartabileceği bir ülke için burun sürtme taktiği güttüğü sonucuna varabiliriz. Bu, elbette çok geniş bir “terbiye” operasyonudur. Emperyalizmin Güney Amerika’da asıl sıkıntı kaynağı Arjantin değil, ama FARC’lı Kolombiya, başkanlık seçimi yaklaşan ve sola kayması beklenen Brezilya, bağımsızlıkçı bir çizginin yol aldığı Venezuela, Küba gibi ülkelerdir. Emperyalizm kana bulanan Arjantin’den herkesin ders almasını beklemektedir.
  2. Sınıfın kimi kalifiye kesimlerinin iş süreci içerisinde sınıftan ayrılması ve ayrılığın hem ideolojik ve kültürel, hem (çeşitli yollarla sendikasızlaştırma) de örgütsel olarak pekiştirilmesi ile aynı kalifiye kesimlerin hızlı ve geri dönüşsüz bir proleterleşme yaşamaları, birbirini çelmeyen, tersine bütünleyen ve karıştırılmaması gereken iki ayrı olgudur.
  3. WALLERSTEN Immanuel, Liberalizmden Sonra, çev. Erol Öz, Metis yay., İstanbul, Eylül 1998, (orijinal basım tarihi: 1995), s.19-20.
  4. ANDERSON Perry ve WOOD Ellen M., Modernizm, Post-Modernizm ya da Kapitalizm içinde “Modernlik, Postmodernlik ya da Kapitalizm” (WOOD), Bilim yay., İstanbul, s.48.
  5. NAIMAN Arthur, Chomsky ile Konuşmalar, Alan yay., İstanbul, Kasım 1996, s.12-13.
  6. YURDAKULER Şevki, Sosyalizmin Panzehiri Demokrasi, YGS yay., İstanbul, Aralık 1997, s.126.
  7. YURDAKULER Ş., a.g.e., s.127.
  8. Daha karşıdevrim dalgasının şoku atlatılmadan, Ekim 1991’de toplanan Küba KP 4. Kongresi bu açılıma sahne olmuştu. Meclis üyelerinin doğrudan oy ile seçilmelerine ilişkin bir görüşmeden aktarıyorum: “Kongre delegelerinden Ricardo Alarcon, önerinin Ulusal Meclis vekillerinin doğrudan seçimiyle ilgili bölümünde bir değişiklik önerisi getirerek ‘ama evrensel pratiği de göz önüne alarak’ cümleciğinin çıkarılmasını talep etti. Alarcon bu değişikliği, kapitalist dünyanın –özellikle de ABD’nin kendi seçim modelini dayatma ve onu evrensel bir değer katına yüceltme iddiasında olduğuna dayanarak önerdi. Bu nedenle bu cümlenin yanlış yorumlanabileceğini belirtti. Alarcon ABD seçim sisteminin temel karakteristiğinin halkın çoğunluğunun seçime katılmaması, seçilebilmek için bir kişinin milyoner olmasının gerekmesi ve yerine getirilmeyen vaatlerde bulunması olduğunu belirtti. Alarcon Batı Avrupa’daki sözde demokrasilerin gerçek niteliğini de tartıştı….” (Küba Komünist Partisi 4. Kongre Belgeleri, Dünya yay., İstanbul, Ocak 1992, s.87-88.)”… Fidel sistemin gelecekte şimdikinden daha demokratik olacak şekilde geliştirilmesi gerektiğini söyledi. Fidel, bu anlayışı tek Parti ilkesi içinde işlemek gerekliliğinin akılda tutulması gerektiğini, çünkü en büyük yalanın, demokrasinin toplumun binlerce parçaya ayrılması olarak görülmesi olduğunu ve özellikle bunun egemenliği ve bağımsızlığı tehdit edilen ve sömürülen geri, yağmalanmış ülkeler için söz konusu olduğunu söyledi.” (a.g.e., s.88-89.)
  9. LACLAU Ernesto (yayına hazırlayan), Siyasal Kimliklerin Oluşumu, çev. Ahmet Fethi, Sarmal yay., İstanbul, Aralık 1995 (orijinal basım tarihi 1994), s.13.
  10. KÜÇÜKÖMER İdris, Düzenin Yabancılaşması, Bütün Eserleri 2, Bağlam yay., İstanbul, Ekim 1994.
  11. HUNTINGTON Samuel P., Üçüncü Dalga, çev. Ergun Özbudun, Yetkin yay., Ankara 1996 (orijinal basım tarihi: 1991), s.279.
  12. HUNTINGTON S., a.g.e., s.89.
  13. KEANE John, Demokrasi ve Sivil Toplum, çev. Necmi Erdoğan, Ayrıntı yay., İstanbul, Kasım 1994 (orijinal basımı: 1988), s.191-192.
  14. KEANE J., a.g.e., s.172.
  15. BOWLES Samuel ve GINTIS Herbert, Demokrasi ve Kapitalizm, çev. Osman Akınhay, Ayrıntı yay., İstanbul, Ocak 1996 (orijinal basım: 1987), s.54-55.
  16. OKUYAN Kemal, “Devrimci Strateji, Parti ve Sendika”, Sınıf Tavrı Dergisi, S.19, Ağustos-Eylül 2001, s.24.
  17. ABD’de sendikal harekette sola karşı mücadelenin önderliğini yapmış gerici, düzen yanlısı, grevin istismar edilmesine karşı, liberal, anti-komünist, mafya tipi sendikacılığın babası… Samuel Gompers’e soruyorlar: “Nihai hedefleriniz nelerdir?” Gompers bugün çok sendikacının yadırgamayacağı bir yanıt veriyor: “Hiçbir nihai hedefimiz yoktur. Günü gününe ilerleriz, yalnızca kısa vadeli birkaç yıl içinde gerçekleşebilecek hedefler için mücadele ederiz… Tüzüğümüzde de söylediğimiz gibi biz teorisyenlere karşıyız ve ben burada örgütümü temsil ediyorum. Biz hepimiz pratik hayat adamlarıyız.” (Commons and Associates, History of Labour in the United States, C.2, Reprints of Economic Classics, NY, 1966, s.309’dan aktaran Alpaslan Işıklı, Sendikacılık ve Siyaset, Öteki yay., Ankara, 1995, s.244 dipnot.)
  18. Türkiye’ye ilişkin güncel boyutları için Sınıf Tavrı dergisinin 19. sayının bütününün taranmasını şiddetle öneriyorum.
  19. Bak. Sınıf Tavrı, a.g.d. Derginin bu sayısında geçtiğimiz Haziran ayında Atina’da düzenlenen bir uluslararası toplantıdan belgeler yer alıyor. Komünist Partiler ile Sendikal hareket arasındaki ilişkinin tartışıldığı ve 60’tan fazla örgütün katıldığı bu toplantıdan aktarılan belgelerin çok anlamlı olduğunu düşünüyorum. Okur, Yunanistan, Belçika, Portekiz, Hindistan gibi bir dizi ülkede anlamlı denemeler yapıldığını da görebilecektir. Ancak bu deneylerin ve anlatımların bütününden açık seçik bir çözüm yolu çıkmamaktadır.
  20. WALLERSTEIN I., a.g.e., s.15.
  21. Rudolf Bahro’dan (Building the Green Movement, Londra, 1986 içinde ‘Statement on my Resignation from the Greens’) aktaran KEANE, a.g.e., s.190(dipnot).
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×