1923-1945: Türkiye Dış Politikasının Kendini Bulma Serüveni

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından Demokrat Parti iktidarına kadar geçen süre, Türk dış politikasının yönelimleri konusunda belki de en tartışmalı dönemlerden biridir. Dönemin dış politikası kimilerine göre “anti-emperyalist”, kimilerine göre ise “göreli özerk” olarak nitelenmeyi hak etmektedir. Bu tür yorumların dayandırıldığı birkaç temel iddia vardır ve yazının bir amacı da bu iddiaların gerçekle ne kadar örtüştüğünü sınamak olacaktır. Bunlardan ilki, Kurtuluş Savaşı’nın emperyalist ülkelere karşı yürütülmüş olmasından da esinlenerek, kemalizmin Osmanlı’nın “batılılaşma” adı altında batıya bağımlılaşmasına bir reddiye olduğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kapitalizm yönündeki tercihine rağmen bağımsızlığının üzerine titrediği şeklinde özetlenebilir. Daha çok ideoloji dünyasından geliştirilen bu teze bir de somut gelişmeler eklenmektedir.

İkinci iddia birinciyi dışlamayacak biçimde bu somutluktan türetilmektedir: Aynı döneme ilişkin yapılan gözlemlerle, Türkiye kapitalizminin dış politikada emperyalist ülkelerden herhangi birine yaslanmadığı ve hatta Sovyetler ile sıcak bir ilişki yürüttüğü sonucuna varılmakta ve böylece Türkiye’nin dış politika tercihlerini belirlerken kendi öncelikleri ile hareket ettiği söylenmektedir. Bunlara bir de İkinci Dünya Savaşı sırasında savaşa girmeme yönündeki çaba eklenince, Türkiye’nin dış politikasının “onurlu yılları” nitelemelerine kapı açılmış olur.

Türkiye’nin emperyalist sistemin bir mensubu olmasının belirleyiciliğinin göz ardı edildiği bu açıklamalar Menderes döneminin ABD’ciliğinin nereden çıktığını bütünsel olarak açıklamaktan uzaktır. Burada Menderes’e gereğinden fazla bir öznellik yüklenmekte olduğuna da dikkat çekmek gerekiyor. Yapmamız gereken, bir yandan sözü geçen dönemde Türk dış politikasının doğru bir analizini yapmaya çalışmak, diğer yandan da Soğuk Savaş dönemi dış politikasına nasıl ulaşıldığını açıklayabilmektir. Böyle bir uğraş sadece dönemin dış politikasının doğru kavranmasına yol açmakla kalmayacak, bugün Türk dış politikasındaki hareket etme alışkanlıklarını belirleyebilmemize de yardımcı olacaktır.

Osmanlı’dan cumhuriyete, çelişkili bir çare arayışı: Batılılaşma ve Türkçülük

Kısa bir tarih hatırlatması yapacaksak ve konu Osmanlı İmparatorluğu ve onun dış münasebetleriyse Yakup Kadri’nin “Osmanlı münevveri Allah’tan sonra en çok Düvel-i Muazzama’dan korktu” sözünü hemen başa yazmakta yarar var. Bu son derece açıklayıcı sözün içinde geçen Düvel-i Muazzama, yani büyük devletler, 19. yüzyıl dünya siyasetinin aktif aktörleri egemenliğini kendi başına sağlayacak güçten yoksun bulunan imparatorluğun kaderini ellerinde tutmaya başlayınca Osmanlı aydınıyla, bürokratıyla, padişahıyla her adımında bu devletlerin tepkilerini birincil referans olarak almaya başladı. Bilindiği gibi, Osmanlı bu devletler sayesinde yıkımını bir yüzyıl erteleyebildi ancak yıkım tehlikesi de esas olarak yine bu devletlerin yayılma politikalarından kaynaklandı. Bu çelişkiler içerisinde imparatorluğun son yüzyılı, kendisi için bir ayakta kalma mücadelesine; dünya siyaseti için ise “Doğu sorunu” olarak adlandırılan İmparatorluğun topraklarının nasıl paylaşılacağı meselesine dönüştü.

Öte yandan, çokuluslu imparatorlukta başta Sırplar ve Rumlar olmak üzere çeşitli etnik grupların bağımsızlık talebiyle isyan etmeleri belki de savaşlarda kaybedilenden çok daha fazla toprağın kaybedilmesi ve sosyal düzenin büyük oranda sarsılmasıyla neticelendi. Emperyalistlerin var olan yarayı kaşımak konusundaki uzmanlıkları o zaman da gayet gelişmiş olduğundan, azınlıklar üzerinde etkilerini arttırmak isteyen ve İmparatorluğu sıkıştırmaya çalışan büyük devletler bu sorunlara sık sık müdahil olmuşlardır. Fransız Devrimi’nin Osmanlı gibi birçok etnik grubun bir arada yaşadığı bir imparatorluk için kaçınılmaz görülebilecek bu etkisi, en son imparatorluğun merkezi unsuru Türklere ulaşmıştır.

Tüm bu gelişmelerin yaşandığı günlerde imparatorluğun dış desteğe muhtaç hale gelmesinin nedenlerini sorgulayan ve çeşitli çözüm önerileri geliştiren insanlar olması adeta bir “doğa kanunu”dur. Ancak Osmanlı aydınının çözmesi gereken son derece güç bir ikilem vardı: bir yanda Düvel-i Muazzama’nın çarpışma alanı haline gelmek, diğer yanda bu çatışmaya tutunarak ayağa kalkmaya çalışmak. Ki Düvel-i Muazzama özellikle azınlık ayaklanmaları sırasında tecrübe edildiği üzere imparatorluğun dağılma sürecine, toprak kaybına bizzat çanak tutmaktadır.

Baştan söylemek gerekirse, çoğunlukla asker ve sivil bürokratlardan oluşan ve devletin nasıl kurtarılacağı konusunda kafa yoran bu kesim, söz konusu ikilemi aşacak bir düşünce derinliğine hiçbir zaman sahip olamadı; ancak çare olarak görülen bulaşık birtakım ideolojik yönelimler bu ortamda yeşerdi. Bahsettiğimiz şekilde bir düşünce derinliği, emperyalizm çağını ve toplumdaki sınıf ilişkilerini çözümleyebilmeyi gerektirmekteydi. Türk aydınının çare arayışları olarak ortaya çıkan Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük ise çok daha pragmatik gerekçelerle başvurulan düşünce akımları olarak etkili olurken, ancak imparatorluğun reel politik çizgisini takip eder bir konum edinebildiler. Bunlar arasında cumhuriyetin kurulmasında temel mayalardan olan Türkçülük ancak tek çare haline geldiğinde tutunulan bir dal olabildi. Hatta, Türkçülüğün koşullar gereği kendi kendisini dayattığı söylenebilir; kapitalizmin geldiği aşamada ulus-devlet formu Anadolu’da yeni oluşacak yapının sınırlarını -siyasal/ideolojik açıdan- çizmişti ve Türkçülük bu yeni forma tekabül ettiği için belirleyici oldu.

Osmanlı son demlerini yaşarken tutunmaya başlayan Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük farklı dönemlerde düşünce dünyasında hakim akımlar haline gelirken, imparatorluk aydınının bir süreklilik içerisinde takip ettiği, gerçekleştirilen dönüşümlerin hiç kuşkusuz ki temel belirleyicisi ve hemen hemen herkesin kaçınılmazlığı konusunda uzlaşma içerisinde olduğu çare “batılılaşma” olmuştur. Kimileri batılılaşmayı gerici bir tepkiyle karşılamışsa da, cumhuriyet döneminde izini süreceğimiz batılılaşma hareketi diğer tüm akımların içerisinde göreli olarak farklı ağırlıklarda da olsa kendisine yer edinmeyi başarmıştır.

Batılılaşma hareketinin Osmanlı’nın son iki yüzyılına ve daha sonra cumhuriyet dönemine damga vurmasının sadece İmparatorluk bürokratlarının öznel tercihi olmadığı vurgulanmalıdır. En büyük ivmesini Tanzimat’la kazanan batılılaşma hareketi İmparatorluk döneminde kavuştuğu naif tanımlamayla, Osmanlı’nın sahip olmadığı gücün Avrupa devletlerinde bulunduğunu ve bunun da Osmanlı’nın ihmal ettiği batı tipi kurumsallaşmalarda, toplumsal ve ekonomik yaşam tarzında olduğunu ifade etmekteydi. Sorunun son derece naif bir biçimde ortaya konması, Tanzimat’ın yönünü yine de değiştirmiyor. Tanzimat, Osmanlı’da kapitalizm yönünde atılan en güçlü adımlardan biri olarak kabul edilebilir. Belki Batı’daki temel gelişme dinamiğinin kapitalizm olduğu henüz net olarak teşhis edilemiyordu, ancak Tanzimat’la getirilen birçok düzenleme yönün buna rağmen şaşırılmadığını gösteriyor. Özel mülkiyeti garanti altına almaya çalışan bu reform daha sonraları bu yönüyle çok az gündeme getirilmiş olsa da sonuç ve dolayısıyla bu reformdaki nitelik değişmemektedir. Bu yönüyle Osmanlı yenilik hareketleri kapitalizmin tüm dünyadaki dönüştürücü etkisine uyum içerisinde sürdürülmüştür.

Kuşkusuz, batılılaşma olarak kodlanan akım, bu yazının kapsamında olmayan daha geniş bir değişim -batılı ülkelerin kültürel ve sosyal hayatlarını da içerecek şekilde kelimenin tam anlamıyla bir model olarak alınması- biçiminde formüle edilmekteydi. Ancak bu formülasyon bizim özdeki kapitalistleşmeye yaptığımız vurguda bir kayma yaratmıyor. Yalnız burada eklememiz gereken, Osmanlı’nın büyük devletler arasındaki dengelere oynayarak ayakta kalmaya çalışırken, diğer yandan bu ilk politikayla çelişmeyecek şekilde kendine çeki düzen vermek için yenilik hareketlerine yöneldiğidir. Kimi zaman emperyalist ülkelerin Osmanlı hanedanlığını bu tür adımlar atması konusunda zorladığı, hatta bazı şantaj yollarına başvurduğu biliniyor. Ancak tüm bunlar batılılaşma konusunda katedilen mesafeyi bir ilerleme olarak kabul etmemizin önünde engel teşkil etmiyor. Tabii ki, İmparatorluğu kurtarmak için girişilen bu yolda tam bağımsızlığa doğru yol alındığını iddia etmek mümkün değil. Burada yapılmaya çalışılanın böyle bir iddiayı ortaya atmak olmadığı açık olsa gerek. Vurgumuz şuna: Batılılaşma emperyalist dünya ile bağımlılık ilişkilerinin de yeniden üretilmesi anlamına gelecektir; ancak batı kapitalizmini model alarak hareket etmenin başka bir çıktıyla sonuçlanması da mümkün değil.

Peki bu söylenenler Türkiye burjuvazisine neler devrediyor?

Özellikle, Osmanlı’nın son dönemine damga vuran aydın ve bürokrat çevresinin cumhuriyetin kurucu kadrosunu oluşturduğu düşünülürse, devredilenlerin yeni dönem siyasetini ve bizim konumuz özelinde dış politika alanındaki yönelimleri çok doğrudan etkilediğini not ederek devam edelim.1

Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne oldukça ilginç ve bir o kadar da çelişkili bir miras kaldığını söylemek abartılı olmayacaktır. Bu mirasın önemli bir yönü, çözüm çareleri arasında alternatiflerden yalnızca biri olarak değerlendirilen ve koşullar zorlayana kadar başat ideoloji olarak benimsenmeyen Türkçülük ile batılılaşma arasında oluşan içiçelikle ilgilidir. Batı kapitalizminin model alınması süreci olarak özetlenebilecek ve esas olarak burjuva devrimini takiben cumhuriyet döneminde yol alabilecek olan batılılaşma hedefi hiçbir zaman ikinci plana atılmadı; ancak batılılaşmanın gerektirdiği form olan ulus-devlet bir süre sonra milliyetçiliğin öne çıkmasını gerektirdi. Türkiye’de saf bir hal almamış olan burjuva milliyetçiliği, her zaman batı ile bir uzlaşma zemini aranmasını olanaklı kılmıştır. Bir yandan Türkiye’ye yapabilecekleriyle korkulan Avrupalı emperyalist ülkeler, diğer yandan genç burjuva devrimi için bir model olarak algılanmıştır. Bu iki yönlü algılayış uzlaşma seçeneğini en gerçekçi seçenek haline getirir. Osmanlı’nın son dönemi Türkiye aydınının “gerçekler”i görme konusundaki kabiliyetini sergilediği örneklerle doludur. Diğer yandan Türkiye’nin burada batılılaşma ile kapitalistleşme arasında kurulan ilişkinin ötesinde bir batılılaşma hedefinin olduğunu da belirtmek gerek. Türkiye kapitalizmi “Batı gibi” olmak istemektedir, bu uğurda bir tür kimlik yitimini ise göze aldığı söylenebilir. Çünkü tarihsel hafızası Batılı ülkelere korkuyla birlikte büyük bir hayranlık duyulmasını da içermektedir. Bir dönem Osmanlı aydın ve bürokratlarının Batı Avrupa ülkelerinden birine olan yakınlıklarıyla anılıyor olmaları, bir elbise gibi üzerlerine giymek istedikleri alafranga yaşam tarzı bu hafızanın birer parçasıdır ve kimlik yitiminin nerelere kadar uzandığını açık biçimde sergilemektedir.

Cumhuriyetin dış politikası: miras ve pratiğin söyledikleri…

İmparatorluğun parçalanması planları ortalığı sarmışken, bir yandan denge politikası izleyen diğer yandan ise güçlü olan devletin desteğini sağlamakla uğraşan yani tam bir çırpınma içerisinde olan Osmanlı bürokratları ve hatta aydınları için savaş sonrası bir “kendine güveni yitirme” dönemi olarak adlandırılabilir. Yüzyıllık bir çabanın ardından savaşlarla darmadağın olmuş bir miras devralan kadrolar çok uzunca bir süre “manda” ya da “himaye” tartışmaları yürütmüşlerdir. Manda ve himaye peşinde olanlar sadece kötü niyetli işbirlikçilerden müteşekkil değildir, aralarında başarılamayacağını düşündüğü için bu yöntemleri destekleyenler olduğu biliniyor. Çünkü önemli bir kesim, hâlâ kendi başına ayakta kalabilecek ve daha da ötesi bunu “Düvel-i Muazzama”ya kabul ettirebilecek bir devlet kurabileceklerine inanmamaktadır.

Kurtuluş mücadelesi, birileri için bir macera gibi görünse de, Anadolu’da bağımsız bir yapı oluşturulabileceğine inanan bir öbeğin diğerlerini ikna etmesi ya da ikna edemediklerini saf dışı etmesiyle sürdürülebildi. Esasen Anadolu’nun emperyalist işgalden kurtulabileceğine inanan ve bu mücadeleye liderlik edebilecek olan birden fazla öbeğin mevcut olduğu biliniyor. Kurtuluş ve sonrasında kurulacak yapı konusundaki ideolojik tercihleri birbirinden çok farklı olan gruplar söz konusudur. cumhuriyetin kurulması, içerisinde yurtsever komünistlerin de bulunduğu bu grupların tasfiyesini de içermektedir. Tek başına Mustafa Suphi önderliğindeki komünistlerin öldürülmesi bile, cumhuriyeti kuran kadroların yönelimi hakkında yeterince ipucu vermektedir. Ancak, burada tartışmalı olan cumhuriyet kadrolarının kapitalistleşme yönündeki tercihleri değildir; Kurtuluş Savaşı’nın ardından Türkiye’yi dış politikada emperyalist merkezlerle ilişkilerinde “göreli özerk” olarak nitelendirilen bir dönemin beklediği, bunun da büyük ölçüde Kurtuluş Savaşı’nın ve bu savaşı yürüten kadroların anti-emperyalizmine bağlanmasıdır.

Kurtuluş Savaşı’nın emperyalist ülkelere karşı kazanılmış olduğu konusunda kuşku olmamalı. Birileri bağımsızlığa inanmayıp, “manda” ve “himaye” savunuculuğu yaparken, diğerleri Osmanlı’dan kalan son topraklar üzerinde bağımsız bir birim olarak var olma mücadelesi vermişlerdir. Bu anlamda savaş süresince ülkedeki komünistlerin tasfiye edilmesi, Kemalist kadroların kapitalizm yönündeki kuşku götürmez tercihleri, savaşın niteliğini değiştirmeyecektir. Ancak bu savaş sırasında emperyalist merkezlerle oluşan açı ne kadar sonrasına devretmiştir, daha sonra dış politikada yaşanacak gelişmelerin bununla çok doğrudan ilgili olduğu görülecektir.

Kurtuluş mücadelesinin kazanılmasının ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin Kemalist kadroları, doğal olarak “bağımsızlık” vurgusunu ön plana çıkarmışlardır. Bununla bağlantılı olarak, Tanzimat ve akabinde gerçekleşen batılılaşma hareketleri Türkiye topraklarında kapitalizmin gelişimi açısından son derece önemli adımlar olarak görünseler de, cumhuriyet yönetimi kendi pratiğini bu dönemki batılılaşma uygulamalarının aksi gibi yansıtmaya özen göstermiştir. Buna göre; Osmanlı batılılaşması kendi deyimleriyle Batı’ya tam teslimiyet anlamına gelirken, cumhuriyet Batı’ya mesafe koymakta ve bağımsızlığını her şeyin üzerinde tutmaktadır. Aslında cumhuriyet söylemi hemen hemen her konuda olduğu gibi çubuğu fazla bükmeye özen göstermektedir. Bu bir yere kadar anlaşılabilir bir refleks olarak değerlendirilmeli. Ulus-devlet inşası, emperyalist merkezlerle hele bir de ülke emperyalist bir işgalden kurtarıldıysa, kendini kabul ettirici bir ilişki kurma çabasını içermektedir; ancak bu durum sürecin bağımlılığı tamamen dışladığı anlamına kesinlikle gelmemektedir. Burjuva devrimi, geç kapitalistleşen Türkiye Cumhuriyeti’nde bağımlılığı daha baştan belirleyici nitelikleri arasına yazmıştır ve böylece anti-emperyalizme kapalı bir karakter taşımıştır.

“…Burjuva devrim sürecinin tepe noktasını temsil eden Kurtuluş Savaşı ülke tarihinde en saygın olgulardan biri olmayı hak etmekle birlikte, bağımlılık ilişkisinin yeniden tesisini gözettiği son derece açık olan bir mücadeledir. Tarihsel süreç, Türkiye’nin daha iyi koşullarla masaya sürülmek üzere kurtarıldığını kanıtlamaktadır… Bizim burjuva devrimimizin “geçici bir manevra” olduğunu saptamak ise bugün ve gelecek için oldukça önemlidir.”2

Türkiye burjuva devriminin bu niteliği Osmanlı’dan devraldığı deneyimlerle birleşince dış politika başlığında ortaya çok ilginç sonuçlar çıkarmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan Demokrat Parti iktidarının alenen ABD kuyrukçuluğu yapmaya başladığı yıllara kadar geçen süre içerisinde izlediği dış politika bu “manevra”dan ne kadar erken vazgeçildiğini göstermektedir. Bağımlılık ilişkisi kapitalistleşmenin bir sonucu olarak yeniden geliştirilirken, Türkiye içerisinde bulunduğu uluslararası koşulların aksini ispatlamak için elverişli olanaklar sunduğu ortamda bile “Batı bloğu” ile arasına belli bir mesafe koymaktan şiddetle kaçınmıştır.

Ancak tüm bunlar 1923-45 döneminde Türkiye kapitalizminin kimilerince “anti-emperyalist”, kimilerince “göreli özerk” bir politika izlediği şeklinde tezler geliştirilmesinin önünü alamamaktadır. Özelikle bu dönemin dış politika açısından belirleyici birkaç olgusu, söz konusu tezler için belirli olanaklar da sunmaktadır. Bahsettiğimiz olguları yazının girişinde de bahsettiğimiz gibi çok genel bir şekilde üç başlık altında toplamak mümkün: birincisi bu dönemde Osmanlı’nın son dönem dış politikasının tersine hiçbir dış güce angaje olunmamasıdır ikincisi Sovyetler ile kurulan “iyi komşuluk” ilişkisi şeklinde formüle edilebilir ve üçüncüsü ise İkinci Dünya Savaşı sırasında uygulanan denge politikasıdır. Türkiye burjuvazisinin bu başlıklarda hangi saiklerle hareket ettiğini anlatmadan önce özellikle “göreli özerklik” nitelemesiyle ne kastedildiğini biraz açmak gerekiyor.

Dış politikada göreli özerklik Türkiye kapitalizmi için Soğuk Savaş’ın başlamasına kadar iki yoldan en az birinin tutulması anlamına gelmektedir. Bunlardan biri Türkiye Cumhuriyeti’nin kapitalizm tercihini tamamen ortadan kaldırmayacak şekilde Sovyetler Birliği’nin varlığından yararlanarak emperyalist ülkelere karşı belli bir mesafe alınması ve arada oluşan bu boşluktan bir hareket alanı olarak yararlanılmasıdır. İkincisi ise sosyalist sistemin varlığından bağımsız olarak emperyalist ülkelerden herhangi birine endeksli bir politika güdülmemesidir. 1923-45 arasındaki zaman diliminde tarihsel olarak olayların seyri takip edildiğinde bu iki yolun Türkiye burjuvazisi için ne kadar gerçekçi seçenekler olduğu ortaya çıkacaktır.

Sovyetler ile ilişkiler

Mondros Mütarakesi’nin ardından Osmanlı’dan kalan topraklar İngiltere, Fransa, İtalya arasında paylaşılır ve zayıf olduğu için Batı Anadolu’yu kontrol etmesi tercih edilen Yunanistan bu paylaşıma ortak edilirken, başlatılan bağımsızlık hareketi, yüzyıllardır savaşlarla tarumar olmuş Anadolu’da ne bu devletlerle savaşması için yeterli askeri, ne de silahı bulabildi. O dönem için Anadolu’nun emperyalistlerin kovulmasıyla bağımsızlığını sağlayabilmesi için destek olabilecek tek bir ülke bulunuyordu: Sovyet Cumhuriyeti.3 Sovyetler ile Ankara hükümetinin ve özellikle de Mustafa Kemal’in ilişkisi burada ayrıntıları ile ele alınmayacak. Ancak Sovyetlerin Anadolu hareketine yaptığı maddi desteğin savaşın kazanılmasındaki esas faktörlerden biri olduğu bugün kimse tarafından reddedilemeyecek bir gerçektir. Genç Bolşevik iktidarı bu yardımı kaynaklarının henüz en kısıtlı olduğu dönemde iç savaşta çok büyük zarar görmüş bir ülkenin iktidarı olarak yapmıştır.4

“Sovyet yardımı ek bir destek niteliğinde değil, Anadolu askeri gücünün temelini oluşturmaktadır.”5

Sovyetlerin Ankara Hükümeti ile kurduğu diplomatik ilişkiler ve imzalanan Kars ve Moskova anlaşmaları ise uluslararası alanda Ankara’nın itibarını yükselten çok önemli adımlar olmuştur. Kurtuluş Savaşı’na yapılan maddi yardımların ötesinde bir anlam taşıyan bu anlaşmalar, tek başlarına bile Sovyetlerin desteğinin önemi konusunda yeterli veriyi sunmaktadır.

Tüm bu işbirliği ve anlaşmalarla gelişen Sovyetler-Ankara Hükümeti ilişkisi cumhuriyetin ilk yıllarında izlenen dış politika konusunda kimi kafa karışıklıklarına yol açabilecek niteliktedir. Bir de buna dünyanın en önemli emperyalist güçleriyle çok kısa bir süre önce savaş halinde olunması eklenecek olursa Türkiye Cumhuriyeti’nin emperyalist merkezlerle ilişkilerinde mesafeli bir tutum takındığı düşünülebilmektedir. Ancak cumhuriyet kadrolarının kafası kimilerinin sandığından çok daha net işlemektedir. Tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi dostlarının da düşmanlarının da aynı safta olduğunu iyi özümsemişlerdir.

Sovyetler-Ankara Hükümeti ilişkisinin niteliği hakkında savaşın hemen ardından imzalanan Mudanya Ateşkes Anlaşması ve Lozan son derece açık bir resim çizmektedir. Büyük Taarruz’un ardından Lozan’a giden yolda bir ara adım olarak değerlendirilebilecek Mudanya’da başta İngiltere olmak üzere emperyalist ülkeler de Anadolu’daki yeni iktidarın yönelimleri konusunda fikir sahibi olmayı arzulamışlardır ve sonuç onları memnun etmiştir.

İki ülkenin ilişkisi savaşın ardından daha çok “boğazlar meselesi”ne kilitlenecektir. Boğazlar konusu başlıca iki ilke üzerinden tartışılmaktadır. Birincisi tüm ticaret gemilerinin boğazlardan serbestçe geçebilmesidir. Buradaki “serbestçe” kelimesi Türkiye’nin boğazları kullanan ticaret gemilerini sınırlandıramayacağı ya da onlardan vergi talep edemeyeceğini ifade etmektedir. Bu ilke Misak-ı Milli’de belirtilmiştir ve Sovyetlerin bu konuda herhangi bir itirazı bulunmamaktadır. İkinci madde ise savaş gemileriyle ilgilidir ve emperyalistler ile Sovyetlerin karşı karşıya geldiği ilke budur. Sovyetler boğazların Türkiye’nin elinde bulunmasını Türkiye tarafından tahkim edilmesini ve tüm savaş gemilerine kapatılmasını istemektedir. Emperyalistlerin önerisi ise boğazların barış zamanında ve Türkiye taraf olmadığı sürece savaş zamanında savaş gemilerine açılmasını, yakın bölgelerinin silahsızlandırılmasını ve bu silahsızlanmayı kendilerinin kontrol ettiği bir komisyona devrederek boğazlar üzerinde egemenliklerini arttırmayı amaçlıyordu. Böylece Türkiye üzerinde sürekli bir tehdit yaratılabilecek ve istendiği zaman boğazlardan Karadeniz’e açılarak Sovyetlere saldırmak olanaklı olacaktı.

Sovyetler, tüm Kurtuluş Savaşı boyunca işbirliği içerisindeki oldukları Türkiye’ye boğazlar üzerinde tam hakimiyet kurabilmesi için birlikte hareket etmeyi önermekteydi ve o sırada İzmir’i geri alan TBMM ordusunun boğazlar üzerine yürüyeceğini düşünmekteydi. Böylece kendi güvenliğini de garanti altına almayı amaçlıyordu. İngiltere liderliğindeki emperyalist ülkeler ise boğazların silahla alınmaması karşılığında ödül olarak Mudanya’da Doğu Trakya’yı Türkiye’ye bırakmayı düşünüyorlardı. Türk heyetinin Mudanya’ya gitme kararı Sovyetler tarafından protesto edildi.

Türkiye-Sovyetler ilişkisinde yeni bir döneme girilmekte olduğu böylece anlaşıldıktan sonra, yeni dönemin gereksindiği yeni kadrolar eskilerin yerini almakta gecikmedi. Böylece, Sovyetler ile ilişkilerin görece iyi olduğu dönemde Dışişleri Bakanlığı yapmış Yusuf Kemal görevden çekilerek yerini İsmet Paşa’ya bıraktı. Bu hazırlıkla birlikte, Lozan Konferansı’nın toplanması yönünde çalışmalar da hız kazanmıştı. Konferansa giderken İngiltere’nin stratejisi Sovyetler ile Türkiye arasında oluşabilecek bir ittifakı önlemek üzerine kuruldu. Çünkü Sovyetleri Konferans’ta tartışılacak tüm konulara ortak etmeye neden olabilecek böyle bir ittifak, emperyalistlerin pek çok konuda işlerini zora sokacaktı. Bulunan çözüm ise Sovyetlerin sadece konferansın boğazlar ile ilgili oturumlarına katılmasıydı. Böylece İngiltere liderliğindeki emperyalist ülkeler, genel bir Türk-Sovyet ittifakını önleyerek konferansı istedikleri gibi yönlendirebileceklerini düşünüyorlardı. Boğazlar konusunda ise Sovyetlerin katılmasına engel olamayacaklarını bildiklerinden o meseleyi başka türlü çözmeyi tasarlıyorlardı. Ancak, İngiltere Türkiye’nin nasıl tepki vereceğini bilmediği için önceleri bu planı ne kadar gerçekleştirebileceği konusunda kuşkulara sahipken, İsmet Paşa’nın yönetimindeki Türk Dışişleri İngiltere’yi rahatlatmakta gecikmedi. Hatta Türkiye emperyalistleri rahatlatmak konusunda o kadar ileri gitti ki, Sovyetlerin kapatmayı kabul etmediği Ankara’daki Dış Ticaret Temsilciliği’ni jandarma eliyle kapatmaya kalktı. Artık Ankara Hükümeti, İngilizlere konferans öncesinde göz kırpmaya başlamıştır.

“Böylece, temsilciler Lozan’a doğru yola çıkmadan önce Türk-Sovyet ilişkileri hiç bir hayale yer bırakmayacak kadar açıktır. Türk Hükümeti, herhangi bir ortak diplomatik cephe kurmayı düşünmediği gibi, Rusya’nın konferansa katılmasını Batı ile anlaşma olanaklarını azaltan bir neden olarak görmektedir. Bu durumda aradaki bağlar gittikçe gevşer.”6

Gerçekten de Türkiye, kendisine Anadolu’dan işgal kuvvetlerinin çıkarılmasında yardım etmiş yegane ülkeye Sovyetlere karşı tavrını çok hızlı ve şüpheye yer bırakmayacak şekilde belirler. Sanıldığının aksine Türkiye Cumhuriyeti’nin kapitalist niteliği, emperyalist sistemin dışında bir maceraya atılmanın önünde ciddi bir engel olarak durmaktadır. Cumhuriyet kadroları dış politikada bu tür maceralara atılmayacak kadar gerçekçi bir kuşağın temsilcileridir. Bu kadarı son derece doğal. Ancak emperyalist işgalin ardından masaya oturan bir iktidarın, kendi iktidarını sağlama almak ve emperyalist ülkelere varlığını kabul ettirebilmek için elindeki pazarlık kozlarından en iyi şekilde yararlanması beklenir. Bu tür bir pazarlıkçılık emperyalizmin kurallarına dışsal değildir. Bu noktada kemalist kadroların katı gerçekçiliğinin bir aşamadan sonra içerisinde bulundukları dönemin parametrelerinden en iyi şekilde yararlanabilmek için gerekli olan esneme kabiliyetlerini sıfırladığı söylenebilir. Diğer yandan bu süre zarfında önlerini pek iyi göremediklerini de düşünmek gerekiyor. Onlar gelecek onyıllarda bir emperyalist merkezin yine kuvvetlenerek bölgede egemenliğini tesis edeceğini düşünerek kendilerini garantiye almanın peşine düşmüşlerdir.

İlginç olan, yeni iktidarın elinin en kuvvetli olduğu dönemde bile, çözümü ödün vermekte bulmasıdır ki bu davranış tarzı Türkiye kapitalizmi için bir süre sonra tam olarak bir alışkanlığa dönüşmeye başlayacaktır. Türkiye’nin dış politika yönelimleri incelenecekse bu konu üzerinde dikkatle durmak gerekiyor. Emperyalizme daha fazla teslim olarak, daha çok kabul göreceğini düşünmek Türkiye dış politikasının belirleyici niteliklerinden biridir. Dış politikada “göreli özerk” davranabilmek ise iki seçenekle mümkün olabilmektedir: ya emperyalist sistemin güçlü bir halkası olunacak ya da koşullardan yararlanılarak pazarlıkçılık yapılacaktır. Türkiye kapitalizmi için ilk seçenek baştan devre dışı olduğundan geriye bir tek ikincisi kalmaktadır; ancak burada da niyetli olmayan Türkiye burjuvazisidir. Karşılığında ise sadece itibar ve güç kaybedildiğinin en iyi kanıtlarından biri Lozan görüşmeleri olmuştur:

“Çiçerin, yapılmış olan öneriler ve karşı önerilerin incelenmesi için tüm ilgili heyetlerin katılacağı bir alt komisyonun kurulmasını ister. Ancak Curzon, burada, Türk ve İtilaf uzmanlarının özel görüşmesinin söz konusu olduğunu ve bunun Rusya’yı ilgilendirmediğini söyler. Türk heyeti de bu görüşmelerde ödün alacağı umuduyla Curzon’un manevrasına karşı çıkmaz ve böylece Sovyet heyetini boğazlar üzerindeki pazarlıklardan da uzaklaştırmış olur.”7

Peki Türkiye bu “akıllıca” manevrasıyla Sovyetleri devre dışı bırakarak İngiltere’ye “şirin” görünmek dışında ne kazanır: Hiç! İngiltere ile başbaşa yapılan görüşmelerde İsmet Paşa’nın hiçbir önerisi onay bulmazken, görüşmeler kesilir. İsmet Paşa, Sovyet heyetinin geri dönmesi için Sovyetlere ısrarlı davransa da, Sovyet heyeti masaya dönmeyi kesinlikle reddeder.

Emperyalist ağabeyin yokluğunda

1923 yılına gelindiğinde iktidar tekelini büyük ölçüde garanti altına almış olan kemalist kadrolar için İkinci Dünya Savaşı’na kadar geçen süre, Türkiye’nin içerde kapitalizmi tahkim etmeye çalıştığı yıllar olarak kabul edilir. Bu tahkimatın bir yönünü iktisadi alandaki kalkınma ve milli burjuvazi yaratma çabası oluştururken, diğer yönünü ise yeni düzeni tehdit eden diğer etnik unsurlardan ve gericilerden kaynaklanan tehlikenin bastırılması oluşturmaktadır. Görece kendi içine dönük, kuruluş çalışmalarını sürdürdüğü bu dönemde, dış politikada ise “yurtta sulh, cihanda sulh” politikası şiar edinilir. Yani Türkiye burjuvazisi bir süre içeriye çeki düzen verebilmek için dış politikada sükuneti tercih etmektedir, ancak bu tercihi olanaklı kılan koşullar kendisine bağlı olmaktan çok emperyalist sistemin içerisinde bulunduğu durumla alakalıdır.

İngiliz İmparatorluğu’nun savaşın getirdiği yıkımla birlikte uluslararası alanda yaşadığı gerilemenin hız kazanması ve emperyalist sistemin liderliğine oynayacak yeni bir gücün henüz ortaya çıkmamış olması emperyalist sistem içerisinde Türkiye gibi ülkelerin kendi içlerine dönmelerini olanaklı kılmıştır. Özellikle 1929 yılında etkileri görülmeye başlanan “Büyük Buhran” güçlü emperyalist ülkelerin kendi sorunlarına iyiden iyiye gömülmelerine neden olmuştu. Yani Türkiye sistemin yeni bir üyesi olarak, dış politikada elinin rahat olduğu bir dönemin içerisinde yol almaktadır; bu nedenle bir emperyalist merkeze angaje olunmaması Türkiye burjuvazisinin geliştirdiği bir inisiyatif olmaktan ziyade, sistemin içerisinde bu angajmanın adresi olabilecek bir gücün olmaması ya da sistemin tek tek kapitalist ülkelere “kendi sularında yüzme imkanı” tanıması şeklinde değerlendirilmelidir.

Türkiye’nin, Büyük Buhran’a kadar geçen süre zarfında yaşadığı en büyük dış politika sorunu olan Musul yukarıda betimlemeye çalıştığımız tablonun iyi bir örneğini sunmaktadır. İngiltere tüm güç yitimine rağmen en güçlü emperyalist ülke niteliğini korumakta ve Milletler Cemiyeti’ni büyük oranda kontrol altında tutmaktadır. Milletler Cemiyeti’ne taşınan Musul sorunu konusunda Türkiye yenilgiyi kabul etmekte gecikmemiştir. Zaten Türkiye burjuvazisi o sırada iktidarını sağlamlaştırma yolunda önemli bir dönemeçten geçerken dış politikada herhangi bir riske atılmayı kaldıramayacağının farkındadır. Yapabildiği tek şey içerlemekten ibarettir. Böylece biraz da İngiltere’ye göstermek için, Musul’u İngiltere’ye bıraktıktan hemen sonra 1925’te Sovyetler ile bir “Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşması” imzalandı, 1929 yılında ise ek protokol imzalanmasıyla bu anlaşma uzatılmış oldu. Ancak yine 1925 ve 1929 yılları içeride komünistlerin yeni bir baskı dalgasıyla karşılaştıkları yıllardır ve Türkiye burjuvazisi biraz gücenmiş olsa da yoluna devam etmektedir.

1923-1939 dönemi dış politikasının göreli özerkliği hakkında ileri sürülen bir diğer sav ise SSCB ile ilişkilerle ilgilidir. Musul sorununun aşılmasından İkinci Dünya Savaşı’na kadar devam eden dönem için Sovyetler Birliği’nin Türk dış politikasında birinci partner olduğu söylenmekte, Mustafa Kemal’in bu tercihinin daha sonraları İsmet Paşa’nın “milli şefliği” sırasında değiştirildiği iddia edilmektedir. Ortaya atılan kanıtların bir bölümü iki ülke arasındaki iktisadi ilişkiye dairdir. Halbuki bu dönemde Sovyetlerle kurulan ilişki “Sovyet yanlılığı”ndan değil, oldukça pragmatik kaygılardan ileri geliyordu.8 Sovyetler Birliği, Birinci Plan’ın başlıca finansörü olduğu gibi, Türkiye’ye özellikle sanayi yatırımları konusunda çok değerli bir teknik yardım vermekteydi. SSCB’nin verdiği sekiz bin dolarlık kredi Plan’ın mali kaynaklarının üçte birini oluşturuyordu. Diğer yandan 1930’lar boyunca Almanya ve İngiltere ile de benzeri ekonomik ilişkiler kurulmuştu.

Özellikle 1930’ların ikinci yarısından itibaren Türkiye’nin dış politikasının ana doğrultusunu Sovyetler Birliği ile işbirliğinden ziyade, İngiltere ile Almanya arasındaki çekişmede iki taraf arasında bir denge politikası uygulamak oluş-turuyordu. Bu çerçevede Türkiye, ticaret ilişkilerinin çok fazla yoğunlaştığı Almanya’yı dengelemek için (bu dönemde Almanya’nın Türkiye ihracatındaki payı yüzde 50’ye, ithalatındaki payı ise yüzde 45’lere kadar artmıştı) İngiltere’ye önemli ihaleler veriyor ve bu ülkeyle büyük miktarda kredi anlaşmaları yapıyordu. Nazilerin iktidara gelmesiyle faşist Almanya’nın politikalarının belirginlik kazandığı günlerde Türkiye hâlâ İngiltere ve Fransa’nın Almanya’yı Sovyetler Birliği’ne saldırtmak konusundaki planlarını kavrayamadığından, Almanya ile İngiltere’den birine fazla yakın durmaktan korkmaktaydı. Ancak Türkiye burjuvazisinin Sovyet dostu olmamak konusundaki eğilimi son derece açıktı; o derece açıktı ki, Türkiye ABD’ye ve Avrupalı emperyalistlere birbirleriyle uğraşıp durmayı bırakarak, hep beraber işçi sınıfı iktidarını boğmaları konusunda akıl veriyordu.

Mustafa Kemal, ABD Genelkurmay Başkanı McArthur’la 1932 yılının ortalarında yaptığı bir görüşmede şunları söyleyecektir:

“Avrupa devlet adamları, başlıca ihtilâf mevzuu olan mühim siyasi meseleleri, her türlü milli egoizmlerden uzak ve yalnız umumun nefine olarak, son bir gayret ve tam bir hüsnüniyetle ele almazlarsa korkarım ki felâketin önü alınamayacaktır. Zira Avrupa meselesi İngiltere, Fransa ve Almanya arasındaki ihtilâflar meselesi olmaktan artık çıkmıştır. Bugün Avrupa’nın şarkında bütün medeniyeti ve hattâ bütün maddi ve mânevi imkânlarını, topyekûn bir şekilde cihan ihtilâli gayesi uğruna seferber eden bu korkunç kuvvet, üstelik Avrupalılar ve Amerikalılarca henüz malûm olmayan yepyeni siyasi metodlar tatbik etmekte ve rakiplerinin en küçük hatalarından bile mükemmelen istifade etmesini bilmektedir. Avrupa’da vuku bulacak bir harbin başlıca galibi ne İngiltere, ne Fransa, ne de Almanya’dır. Sadece Bolşevizmdir. Rusya’nın yakın komşusu ve bu memleketle en çok harbetmiş bir millet olarak, biz Türkler, orada cereyan eden hâdiseleri yakından takip ediyor ve tehlikeyi bütün çıplaklığı ile görüyoruz. Uyanan şark milletlerinin zihniyetlerini mükemmelen istismar eden, onların milli ihtiraslarını okşayan ve kinleri tahrik etmesini bilen Bolşevikler, yalnız Avrupa’yı değil Asya’yı da tehdid eden başlıca kuvvet halini almışlardır. (Söz Asya’ya intikal edince, Mac Arthur şöyle demiştir)

– Fikrinize tamamiyle iştirak ediyorum…”9

İlginçtir, Türkiye’nin Sovyetler Birliği konusundaki tavrı, Sovyetlerin orta okul tarih ders kitaplarının klasikleşmiş “Rusya’nın sıcak denizlere inme politikası”nı sürdürdüğü iftirasıyla belirginlik kazanmaktadır. Bu iftira Montrö Boğazlar Sözleşmesi tartışmalarında iyice ete kemiğe büründürülmüştür.

1936 yılında emperyalistlerin göz yummasıyla Almanya ve İtalya hızla silahlanırken, Türkiye İngiltere’den ödünler koparabileceğini de hesaplayarak boğazlar meselesinin Lozan’daki koşulların değişmesi nedeniyle tekrar görüşülmesini talep etti ve Türkiye’nin bu talebi üzerine boğazlar sorunu tekrar masaya yatırıldı. Türkiye burada Boğazlar Komisyonu’nun ilga edilmesini, boğazların askerileştirilmesini, Karadeniz’e kıyıdaş olmayan ülkelerin savaş gemilerine çeşitli sınırlamalar getirilmesini gündemi getirdi. Sovyetler Birliği ise genel olarak Türkiye’nin teklifine olumlu bakarken, kıyıdaş ülkelere sınırlama getirilmemesi yönünde baskı yapmaya başladı. Amacı kendisine yönelebilecek herhangi bir Alman saldırısında boğazları rahatlıkla kullanabilmek ve böylece ülkenin savunmasını sağlayabilmekti. Bu konudaki engelleme her zamanki gibi İngiltere’den gelmiş; İngiltere Karadeniz’e kıyıdaş olan ülkelerin savaş gemilerinin de bazı sınırlamalara tabi tutulmasını istemiştir. Boğazlar Sözleşmesi kimseyi şaşırtmayan bir şekilde neticelenmiş, diğer konularda Türkiye’nin taleplerine uyulmakla birlikte Sovyetler ile İngiltere arasındaki esas sürtüşme noktasında yani kıyıdaş ülkelerin savaş gemilerinin sınırlandırılması konusunda İngiltere’nin dediği olmuştu. Montrö’den sonra Sovyetler Birliği boğazların silahlandırılmasını kendisi yapmak isteyince Türkiye, Sovyetlerin Boğazlar Sözleşmesi’ni yok saydığını, boğazlar konusunda Türkiye’nin bağımsızlığına aykırı olan ve SSCB’nin boğazları üzerindeki yayılmacı emellerini gösteren ödünler istediğini söylemiştir. Aynı zamanda boğazların silahlandırılması işini İngiltere’ye havale edip, bu işin kontrolünü ise Almanya’ya bırakarak her iki emperyalist ülkenin gönlünü kazanmaya çalışmıştır.

Savaş koşulları

Montrö’de yaşananlar aslında İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanacak olanların birer göstergesi olarak kabul edilebilir. İnönü liderliğindeki Türkiye’nin savaşa girmemek için gösterdiği hokkabazlık Türkiye’nin kendisini riske atmak istemeyen, özerk dış politikasının göstergesi sayılmaktadır. Halbuki, baştan söylemek gerekir ki, Türkiye tarihinde yapacağı en onurlu savaşın dışında kalmış, faşizme karşı kılını kıpırdatmadığı gibi, Alman faşizminin Sovyetler Birliği içerisindeki ilerleyişini büyük bir coşkuyla takip etmiştir.

Savaş boyunca Türkiye’nin savaştan uzak durmak için geliştirdiği en önemli iddia Sovyet “saldırganlığı”, Sovyetlerin “boğazları işgal etme niyeti” olacaktır.

1939 yılında müttefiklerin sürekli olarak Almanya’yı Sovyetlere saldırtma amacıyla hareket etmesi ve Almanya’ya karşı bütün işbirliği önerilerini sürüncemede bırakması, Stalin tarafından emperyalistleri şok edecek bir diplomatik atakla Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktı ile sonuçlanınca Türkiye’nin Sovyetlere mesafeli bir tutum geliştirildiği iddia edilmektedir.10 Buna göre Türkiye, bu dönemde “Polonya Sendromu” yaşıyordu; yani Sovyetler Birliği ile Almanya’nın Türkiye üzerinde çeşitli pazarlıklar yürüttüklerine ve Almanya’nın Sovyetlerin boğazları işgal etme planlarına onay verdiğine inanılıyordu! Türkiye’nin bu tezinde dikkat çeken ilk nokta böyle bir pazarlık söz konusu olsa bile bunun o zamana kadar işgalci ülke olan Nazi Almanyası’nın Türkiye’yi işgal edeceği gibi bir korkuya yol açmamış olması, buna karşılık savunmada olan Sovyetlerin yayılmacı bir politika izlediğinin söylenmesidir. İkinci olarak İngiltere, Sovyetlerin Almanya ile imzaladığı belgenin arkasındaki gerçek niyetin er ya da geç Sovyetlere yönelecek bir Alman saldırısı karşısında zaman kazanmak olduğunu bildiği halde, Türkiye’nin bütün dış politika açılımlarında bu gerçeği görmezden gelmesi ve Sovyetleri yayılmacı olarak göstermeye çalışmasıdır.

Sovyetlere karşı Alman saldırısının başladığı Haziran 1941’den sonra bu çirkin iddianın gündemden düşmesi gerekirken, Türkiye savaşta çekimser kalmasını bu sefer de İngiltere ile müttefik konuma gelen Sovyetlerin, boğazlar üzerindeki emellerini İngiltere’ye kabul ettirebileceğinden duyduğu korkuya bağlamıştı. Yani Sovyetler işgal edilirken ve Kızıl Ordu faşizmi topraklarında durdurmaya çalışırken Türkiye, Bolşevik iktidarın yine yayılmacı taraf olduğunu söylüyordu. Stalingrad’da faşistlerin püskürtülmesinin ardından Türkiye bu sefer de Sovyetlerin hızla ilerlemesinden ve savaşın Avrupa’da bir Sovyet üstünlüğü ile bitmesinden dolayı duyduğu endişeyi dile getirecekti. Türkiye burjuvazisi Avrupalı emperyalistleri savaşın neticesinde ortaya çıkacak bir Sovyet üstünlüğüne karşı uyarıyordu. Bundan âlâ anti-komünizm olabilir mi?

Anti-komünizm o kadar belirgindir ki, Almanların Sovyetlere saldırmasının hemen ardından Türkiye Nazi Almanya’sına krom satmak üzere bir antlaşma dahi yapmıştır. Krom satışı Almanya ile Türkiye arasında savaşın başlamasından önce imzalanan ticaret anlaşmasının dışında bırakılmıştı, çünkü Türkiye silah sanayisi için gerekli olan kromu Almanya’ya satmasının İngiltere tarafından nasıl karşılanacağı konusunda kuşkuluydu. Ancak Almanya’nın Sovyetlere saldırmasının İngiltere, Fransa ve ABD başta olmak üzere bütün emperyalist ülkeleri memnun ettiğini fark eder etmez, bu konuda tereddüt etmeden adım atmış ve Sovyet topraklarında olan Nazi ordusunun en büyük krom tedarikçisi olmaktan adeta gurur duymuştur. Bununla da yetinmemiş, Alman savaş gemilerinin Sovyetleri vurmak için boğazlardan geçmesine izin vermiştir.

Türkiye savaş yılları boyunca bir tek şeyden emindir: Sovyetlerin yıkılmasını şiddetle arzu etmektedir. Ancak anti-komünizmdeki kararlılık diğer konulara sirayet etmemekte ve Türkiye bunun dışında savaştaki konumunda tam bir kararsızlık içerisinde kıvranmaktaydı. İnönü, bir türlü savaşta İngiltere’nin mi, yoksa Almanya’nın mı üstün olacağını kestiremediği için Türkiye’nin dış politikasına da savaşın çeşitli evrelerinde tarafların hangisini daha başarılı görürse ona göre yön verilmektedir. Bir süre Almanların Sovyet topraklarında hızla ilerlemesi, Türkiye egemenlerini savaşa Almanya tarafında girmenin eşiğine getirse de, Stalingrad yenilgisinin ardından yapılan bir görüşmede Türkiye için savaşa girme fikrinin cazibesini iyice kaybettiği görülüyordu:

“Başbakan Saraçoğlu, 27 Ağustos 1942’de von Papen’le yaptığı bir görüşmede bir Türk olarak SSCB’nin yıkılmasını hararetle arzu ettiğini ve böyle bir fırsatın bin yılda bir defa ortaya çıkabileceğini, fakat bir başbakan olarak Türkiye’nin mutlak bir tarafsızlık takip etmesinin şart olduğuna inandığını belirtiyordu.”11

Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki dış politikası için kullanılacak sıfat “göreli özerklik” değil, olsa olsa emperyalist sistemin yeni liderinin kim olacağı konusunda “mutlak bir şüphe” ve komünizm karşısında “tam boy düşmanlık” olabilir.

Anti-komünizm, kendisini iç siyasetteki dengelerde de hemen hissettirecek, ülkede büyük bir Alman propagandası ve faşist-Turancı kampanya başlatılacaktır. Türkiye medyasının daha sonra Soğuk Savaş süresince anti-komünist yayıncılığının temel taşları bu dönemde döşenmiş ve Sovyetlere saldırı konusunda kendileri için çok zengin bir deneyim edinilmiştir. Almanya’nın bir grup Türk gazetecisini konuk ederek faşist propaganda konusunda bir ilk eğitim verdiği, Türkiye’ye diğer ülkelerden daha ucuz kağıt satarak yazılı basını kendisine bağımlı hale getirmeyi amaçladığı ve hatta o dönemin Alman Büyükelçisi von Papen aracılığıyla bazı köşe yazarlarına para dağıttığı bugün artık bilinen gerçekler. Böylece, Soğuk Savaş’ta başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerle basın arasında kurulan organik ilişkinin ilk denemeleri bu dönemde gerçekleştirilmiş oldu.

Bu sırada ülke içerisinde özellikle azınlıkları hedef alan ve faşizmden feyz alan uygulamaların hız kazandığı görülecektir. Dönemin hükümetlerinde ise Almanya’yı doğrudan destekledikleri bilinen faşistler görev alacaktır. Ancak dengelerin değişmeye başlamasıyla yeni dönemin koşullarına uyum sağlanması için bu kadroların tasfiyesi geciktirilmeden gerçekleştirilmiştir.

Sonuç

Savaşın ardından ABD’nin emperyalist sistem içerisindeki ağırlığı iyiden iyiye arttı. Yeni liderin gözüne girmenin ve yeni dönemin gerekliliklerini yerine getirmenin yolu batı tipi bir çok partili sisteme geçiş olarak somutlanınca, Türkiye kapitalizmi gerekli dönüşümleri gerçekleştirme yoluna gitti. Çok partili sistem kapitalizmin olağan işleyişine daha uygun olduğu için tercih edile gelse de, burjuva siyasetinde iki farklı dönemin özündeki anti-komünizm, adaptasyonun çabuk sağlanmasında Türkiye kapitalizminin en büyük yardımcısı oldu. İçeride bu dönüşümler gerçekleştirilirken, ilk elde eski dönemin kadrolarının üzerine de gidildi:

“…Cumhurbaşkanı İnönü, aralarında üniversite profesörlerinin ve Alparslan Türkeş gibi genç subayların da bulunduğu 23 kişinin mahkemeye verildiğini, bu ‘Irkçılar ve Turancılar[ın] gizli tertiplere ve teşillere başvur’duklarını açıklıyor ‘Vatanımızı bu yeni fesatlara karşı da kudretle müdafaa edeceğiz’ diyordu (…) Sanıklar 29 Mart 1945’te sıkıyönetim mahkemesinde çeşitli hapis cezalarına çarptırıldılar.

Fakat Askerî Yargıtay, 1925 Türk-Sovyet antlaşmasını yenilemek için Molotov’un Büyükelçi Sarper’den boğazlarda üs ve doğu sınırında değişiklik istemesinden (7 Haziran 1945) 4.5 ay sonra verdiği kararla (23 Ekim 1945) bu hükmü bozdu ve sanıklar salıverildiler. Tümü de Truman Doktrini’nin 12 Mart’taki ilanından 19 gün sonra sıkıyönetim mahkemesince aklanacaklardır (31 Mart 1947).”12

Ancak, bilinmelidir ki, yeni döneme uyum sağlanmasında İkinci Dünya Savaşı boyunca devlet kademelerinden, burjuva basınına, üniversitelere kadar düzenin oluşturduğu birikim önemlidir. ABD merkezli emperyalizm, nasıl Avrupa’da anti-komünist mücadele için gerekli altyapıyı büyük ölçüde faşist Almanya’dan devşirmişse, Türkiye burjuvazisi de İkinci Dünya Savaşı döneminde edindiği deneyimi Menderes ve sonrasının ABD kuyrukçusu, anti-komünist dış politikası için göreve çağırmasını bilmiştir. Bu deneyimin genel olarak bürokraside, özelde ise Hariciye’de yansımaları olduğu kesindir. Yukarıdaki alıntının da gösterdiği gibi, savaşın son bulmasıyla dinlendirilen faşistlerin ABD emperyalizminin komünizmle mücadele programını netleştirmesinin ardından yeniden “topluma kazandırılmaları” önemli bir veridir. Bu anlamda 1923-45 dönemi dış politikası ile Menderes dönemi ABD’ciliğini birbiriyle çelişkili biçimde ele almak sakıncalarının yanı sıra yanlıştır da. Dış politikada dönem dönem yaşanan ağırlık kaymalarının ortadan kaldırmadığı bu sürekliliğin temeli emperyalist sistemin bir parçası olan Türkiye kapitalizminin kendisidir. İkincisi ise, Türkiye burjuvazisinin bu yapısal nedenin ötesinde, “Batı bloğuna” angaje olmasıdır. Bu angajman kapitalist bir ülke olarak herhangi bir kişilik kazanılmasının önüne geçmiş pazarlıkçılık yapılmasına bile büyük ölçüde engel olmuş ve İkinci Dünya Savaşı sonrası anti-komünizmine zemin hazırlamıştır.

Dış politikada anti-komünizm, ağırlığını esasen İkinci Dünya Savaşı yıllarında hissettirmeye başlasa da, bu yolda Türkiye kapitalizminin tarihsel gelişiminin oluşturduğu elverişli zemin gözden kaçmamalıdır. Türkiye burjuva devriminin, emperyalist ülkelere karşı yapılan Kurtuluş Savaşı’na rağmen anti-emperyalizm yönünden eksikli gelişimi ve batılılaşma ile milliyetçiliğin amorf birliğine dayanan sakat “ulusal çıkar” söylemi, emperyalizmden pazarlıkçılık yapmak anlamında “özerk” olunabilecek konjonktürlerde bile, Türkiye kapitalizmini bir kişiliksizleşme sürecine sokmuştur. Buna bir de kemalist kadroların Osmanlı’dan devraldığı büyük devletlerden korktukça onlara yaslanma mirası eklenince, İkinci Dünya Savaşı’na gelene kadar emperyalist sistemi çekip çeviren bir lider ülkenin ağırlığını hissettirmemesi, Türkiye burjuvazisini çok zorlamış; bu anlamda 1945 ile gelen ABD hegemonyası büyük bir rahatlama anlamına da gelmiştir. Bundan böyle Türkiye kapitalizmi kendisini pazarlayacak bir emperyalist merkez bulmuş pazarlamanın konusu ise büyük ölçüde “komünist tehdit” ile somutlaşmıştır.

İncelediğimiz 1923-1945 dönemi, Türkiye’nin dış politika alışkanlıkları konusunda daha fazla geliştirilmeye muhtaç bazı sonuçlara ulaşmamızı olanaklı kılıyor. Bu tarihin bize sunduğu en önemli verilerden biri, Türkiye burjuvazisinin dış politikada kendisine alan açma olanağı sağlayan fırsatlardan şiddetle korktuğudur. Diplomasinin yaptığı çağrışımın aksine Türkiye’de dış politika hep bir alan daraltma şeklinde yürütülmüştür. Bir emperyalist merkezin hegemonyasını hissedemediği dönemler Türkiye burjuvazisi için en çok korku duyulan zamanlar olmaktadır: İkinci Dünya Savaşı yıllarının pratiği söylediklerimizin en iyi kanıtlarındandır. Aslında Türkiye kapitalizmi “macera”dan hoşlanmamaktadır, bu nedenle örneğin, zaman zaman kimi çevrelerce ortaya atılan yeni açılımların (Avrasya bloğu Orta Asya Türk Dünyası stratejisi) peşinden koşulması son derece zayıf bir olasılıktır. Bu tarz açılımlar için en uygun koşullarda bile Türkiye burjuvazisi ne yapıp edip ABD limanına demir atmayı becermiştir ve ancak o zaman derin bir nefes alabilmiştir. Bu nedenle emperyalist merkezlerle kurduğu ilişkide yaşanan en küçük gerilimler dahi egemen sınıfı alabildiğine kor-kutmaktadır. Esnekliğin büyük oranda kaybedilmiş olması, Türkiye’de anti-emperyalist mücadelenin kazanacağı mevzilerin düzen tarafından kapsanmasını zorlaştırmakta ve anti-emperyalist siyasetin elde edeceği başarıların Türkiye kapitalizmini üzerinde bu başarıların ölçeğiyle kıyaslanamayacak bir şok etkisi yaratmasını olanaklı hale getirmektedir.

Dipnotlar

  1. Osmanlı ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki ilişki üzerine yazanlar, genellikle iki dönem arasında tam bir süreklilik ya da mutlak bir kopuş tarif eden iki farklı uçta kümeleniyorlar. Bu yazıda bu tartışmaya özel olarak girmek gibi bir niyet bulunmuyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin bir burjuva iktidarı olduğu konusunda Gelenek’te daha önce oldukça ayrıntılı analizler yapıldı. Ayrımın yeterince net olduğunu düşünüyorum. Bu yazı bağlamında daha çok dış politika konusunda mutlak bir kopuş tarif eden tezlerle hesaplaşma göreli olarak daha ön plana alındı ancak yazının ana teması bu hesaplaşma üzerine kurulmuştur.
  2. Aydemir Güler, “Yurtseverliği İnşa Etmek”, Gelenek sayı: 78, Mayıs-Haziran 2003.
  3. Rusya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti bu adı 31 Aralık 1922 tarihine kadar kullanmış, bu tarihten sonra ise ismini Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olarak değiştirmiştir. Burada 1923 tarihinden öncesi için Sovyetler denilecektir.
  4. Bu konuda Yerasimos’un verdiği rakamlar şöyledir: “Toplam para yardımı o dönemin kağıt Türk lirası hesabı ile 80 milyon civarındadır. Oysa Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 1920 bütçesinin toplamı 63.018.354 TL, 1921 toplamı ise 79.160.058 TL’sıdır. Bu toplam giderler içinde ise Milli Savunma bütçesi 1920 yılında 27.576.039 TL, 1921 yılında 54.160.058 TL kadardır. Yani iki yıldan daha az bir zaman içinde verilen Rus para yardımı Anakara Hükümeti’nin bir yıllık bütçesinden fazla, 1920 ve 1921 yılları için Meclisçe onaylanan Milli Savunma giderlerinin toplamı kadardır. Silah yardımına gelince, Rusya’dan alınan piyade tüfekliri “Milli Mücadele” boyunca sağlanan tüm tüfeklerin dörtte birini aşar. Ancak Sakarya savaşının başladığı gün 23 Ağustos 1921’de bu savaşa katılan Türk gücünün silah mevcudu 54.572 tüfek idi. 28 Temmuz 1921 tarihine kadar Rusya’dan teslim alınan ve Anadolu’ya taşınmış olan tüfek sayısı 30.083’tü, yani Sakarya’daki tüfek gücünün yarısından fazlası. Aynı şekilde Sakarya savaşı başlarken Batı Cephesi birliklerinde 9 milyona yakın piyade mermisi bulunuyordu. Savaş boyunca, yapılan hesaplara göre 10 milyona yakın mermi tüketilmiştir. Oysa 28 Temmuz’a kadar Rusya’dan alınana piyade mermisi sayısı 300 milyonu aşıyordu. Tüm “Milli Mücadele” dönemi içinde ise sağlanan piyade mermisinin yarısından fazlası Rus yardımı olarak alınmıştır. Daha ağır silahlara gelince, makineli tüfeklerin dörtte biri, topların üçte biri Rusya’dan gelmiştir.” Bkz. Stefanos Yerasimos, Türk-Sovyet İlişkileri, Gözlem Yayınları, İstanbul, 1978, s. 634-635.
  5. a.g.e., s. 636.
  6. a.g.e., s. 491.
  7. a.g.e., s. 652.
  8. Feroz Ahmad, Bilanço 1923-1998 Cilt I içinde (ed. Zeynep Rona) “Turkey’s Foreign Policy Options, 1923-1952, Reconsidered”, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1999, s. 334.
  9. Kemal Girgin, Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemleri Hariciye Tarihimiz (Teşkilat ve Protokol), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1994, s. 114-115.
  10. Selim Deringil, Turkish Foreign Policy During the Second World War, Cambridge, 1989, s. 85-86.
  11. F. Armaoğlu, “İkinci Dünya Harbinde Türkiye”, SBF Dergisi, 13(2), 1958. s.449-450.
  12. Baskın Oran, Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt I: 1919-1980, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 297.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×