Ders çıkarma vakti: Latin Amerika ve “geleneğimiz”

Daha Latin Amerika’daki sol dalga, veya batı medyasının sonradan verdiği isimle “Pembe Dalga” tepe noktasına ulaşmamışken bile, kıtada birçok ülkede başarıya ulaşan Latin solu, dünya sosyalist hareketinin Sovyetler’in çözülüşü sonrası boşluğa düşmüş, bitap çevrelerinde umut olmuş, “geleneğimizin hatalarından dersler çıkarma” niyetinin boncuk arama alanı haline gelmişti. “21’inci Yüzyıl Sosyalizmi” lafzı gururla dile getiriliyor, dünyanın her yanında sürekli tekrarlanıyordu.

O yıllarda Latin Amerika sol hareketinin “merkezi iktidardan vazgeçme”, “yoksullukla mücadele için sosyalist iktidarı bir kenara bırakma” eğilimine “iktidardan kurtuluş” demek belki fazla iddialıydı. Aradan geçen zaman birçok ülkede sol iktidara gelmeyi başardı. Fakat bugün, iktidardan kurtulmak bir yana, bir elin parmaklarını geçmeyecek ülke dışında iktidarı kaybetmiş bir Latin solu var önümüzde. Ekim ayının sonunda Brezilya’da faşist başkan adayının seçimleri kazanması, bunun tescili olarak görülebilir.

Bu yazıda bunu tartışıyoruz: Latin Amerika’da sol niye kaybetti? Bu nedenlerin gözden geçirilmesi, kıtanın (ve bizim, ve dünyanın kalanının) yarınına dair hangi ödevleri önümüze koyuyor?

“Örnek model”in sessiz sedasız iflası

“Katılımcı bütçe”… Muhtemelen okurların büyük kısmı bu kavramı hatırlamayacaktır bile, kimileriyse “sahi, bir ara öyle bir şey vardı” diyecektir. Oysa 1990’lı ve 2000’li yılların gözde reçetesiydi bu kavram. Dünya Bankası’ndan “sol akademisyen”lere, eski komünist parti liderlerinden “yeni toplumsal hareket”lerin aktivistlerine, ağız birliği halinde kutsanan bir “yönetişim” modeliydi, katılımcı bütçe.

Sakinlerinin, kentin kıyısında kurulduğu Guaíba Nehri üzerinde dünyanın en güzel günbatımının göründüğünü düşündüğü, Brezilya’nın güneyindeki Rio Grande do Sul eyaletinin başkenti Porto Alegre, 1980’ler itibariyle, isminin vaat ettiği mutluluktan epey uzak bir haldeydi. Aynı Türkiye gibi, Brezilya’da da 1950-1990 arasında kentlere göç dalgasıyla epey büyümüş olan kent, 1980’lerin neo-liberal yağmasından nasibini almıştı. Zengin kent merkezinin etrafını, genelde dünyada favela olarak bilinen, fakat Brezilya’nın bu güney kısmında vila denilen, yoksulluktan kırılan, hiçbir altyapısı olmayan gecekondu mahalleleri sarmıştı. 1964-85 arasında süren askeri rejim sırasında kent, protestoların yoğun olduğu, fakat baskının da yoğun olduğu bir dönem geçirmişti.

Luiz Inácio Lula da Silva’nın liderliğini üstlendiği İşçi Partisi’nin de güçlü olduğu yerlerden biriydi Porto Alegre. İşçi Partisi, kimi ülkelerde Sovyetler’in çözülmesinden sonra sosyal demokratlaşan kimi hareketlerden farklı olarak daha erken bir dönemde, 1980’de kurulmuştu. Sendikalar içinde ve mahalle örgütlülüklerinde ağırlığa sahip olan hareket, geleneksel soldan kendini ayırma, demokrasi ve kitlesellik vurgusu, geniş kesimlere seslenme arzusuyla öne çıkıyordu.

İşçi Partisi, 1988 yerel seçimlerinde Porto Alegre belediyesini kazandı. Henüz seçim kampanyasında öne çıkarılan bir kavram, belediyenin alınmasından sonra ümitkâr bir deneme olarak kent hayatına sokuldu: katılımcı bütçe. Fikir, basitçe, belediye bütçesinin nasıl kullanılacağına dair yerelliklerde oluşturulacak halk meclislerinin karar vermesi ve süreci denetlemesiydi.

Büyük anlamlar yükleniyordu bu modele: Yoksullar karar alma süreçlerine dahil edilecekti, kayırmacılık ilişkilerinin beli kırılacaktı, kentsel altyapı ve hizmet dağılımında adalet ve şeffaflık sağlanacaktı, sivil toplum örgütlenecek ve demokratikleşecekti, idari kapasite geliştirilecekti, radikal demokrasi teşvik edilecekti… Sonu, baştan söyleyelim: Uzun yıllar boyunca IMF ve Dünya Bankası raporlarının gözbebeği, “solcu akademisyenler”in sayısız makalesinin konusu, 2013 itibariyle dünya genelinde 2300’den fazla yerel yönetimde uygulanmaya sokulmuş olan katılımcı bütçe, geçtiğimiz yıl sessiz sedasız ortaya çıktığı kentte, Porto Alegre’de askıya alındı.

Eleştirinin odak noktası: Marksizmin bize öğrettikleri

1989’da katılımcı bütçenin gündeme geldiği dönem, dünyada marksist öğretinin en fazla yıprandığı anlardan biriydi. Sovyetler Birliği çözülmek üzereydi, Doğu Almanya yutulmuştu. Daha önemlisi, başta Avrupa’da marksizmin teorik temelleriyle sürekli oynanmış, giderek sol adına marksist öğretinin temel tezlerini reddeden yaklaşımlar hâkim hale gelmişti.

Madem Latin Amerika konuşuyoruz, bu akıl dağılmasına Latin Amerika’nın katkısı üzerinden bir örnek verelim. Arjantinli düşünür Ernesto Laclau, Belçikalı Chantal Mouffe’la birlikte 1982’de yazdıkları “Hegemonya ve Sosyalist Strateji” kitabında hedef tahtasına Marksizmin en temel ilkelerinden birini oturtmuşlardı: Ekonominin belirleyiciliği. İkiliye göre bireylerin kimliklerini “son tahlilde” ekonomideki, yani toplumdaki sınıf yapısındaki konumlarının belirlediğini dair yaklaşım yanlıştı. Kültürel, etnik, cinsiyetle ilgili, veya herhangi başka bir kimliksel ayrım noktasıyla sınıf kimliği arasında bu açıdan bir hiyerarşi kurulamazdı. Çözüm: Tüm bu farklı kimlikler “sivil toplum”da bir araya gelecek, “radikal bir demokrasi” olarak örgütlenecekti. Tam olarak Porto Alegre reçetesi…

Tam olarak Porto Alegre reçetesi, çünkü Porto Alegre’yi teorize eden akademisyenler de çok benzer kavram ve argümanlar kullandılar sonradan: Katılımcı bütçe, “toplumsal hareketlerin yönetimin parçası haline geldiği yeni bir etik-politik ilke sunuyor”du [Baierle], “kıtadaki geleneksel, elitlere yaslanan hükümet modellerine meydan okuyan ‘katılımcı toplum’un bir örneği”ydi [Avritzer], “demokrasiyi demokratikleştiriyor”du [Sousa Santos]… 1 Kısa süre sonra Dünya Sosyal Forumu’nun da kentte toplanmasıyla birlikte Porto Alegre, “yeni toplumsal hareketler”in, o dönem Türkiye’de de kimi solcuların dilinden düşmeyen “Başka bir dünya mümkün” sloganının başkenti haline gelecekti.

Fakat kazın ayağı pek öyle değildi… 1990’da uygulama başlatıldığında, IMF ve Dünya Bankası’nın sürekli istediği “yerel yönetimlere özerklik” yaklaşımı kapsamında Brezilya’da yapılan yasa değişikliğiyle eğitim, sağlık, altyapı ve yol hizmetleri gibi birçok alanda merkezi bütçeden yerel bütçelere kaynak aktarılmış ve yetki devredilmişti. Hükümet, belediyelere, “finansman bulun” diyordu.

Porto Alegre’de İşçi Partisi belediyesi, ne yapılacağını halka sormaya başladı. Sistem şöyleydi: Kent, belli semtlere ayrıldı. Buralarda kurulan meclislerde insanlar gelip “katılımcı bütçe”nin nerelere harcanacağını tartışıp karara bağlıyorlardı. Benzer şekilde, birkaç semtin bir araya geldiği daha geniş alanlar da tarif edilip buralarda da bütçe kullanımı tartışmaya açılıyordu.

Tartışılan, temelde, eldeki kaynağın aktarılacağı alanı seçmekti: Mahalleye kaldırım mı yapılsın, yoksa su boruları daha mı öncelikli? Katılımcı bütçe, belediyenin tüm bütçesi değildi, aksine… 1991-1994 arasında, projenin ilk çıkışında, belediye bütçesinin “katılımcı bütçe” olarak tartışmaya açılan kısmı yüzde 15’ti. 1995-2000 arasında oran yüzde 8’lere düşmüştü. Kısacası, belediye, mahalleliye, “eldeki kaynak bu kadar, hadi siz seçin bununla ne hizmet verelim” diyordu.

Merkezi planlama mantığının tam tersiydi bu. “İktidardan kurtuluş”, bu açıdan da gerçekti. Ama bu yaklaşımın sıkıntısı çok daha derinlere gidiyordu. Solculuk adına, eğitim ve sağlık sektörleri düpedüz özelleştiriliyordu:

Gerek altyapı yatırımlarında, gerekse borç ödemelerinde kullanılmak üzere DB ve IMF’den alınan kredilerde, kamu sektöründen kaynak kesintisi şart koşuluyor. KB’den geçirilen 2001 Yatırım ve Hizmet Planı’nda, sosyal yardım alanında kaynakların “sivil toplum örgütleri”ne aktarılması kararlaştırılıyor. Bu çerçevede 54 örgütle 4200 proje için sözleşme imzalanıyor. 2000 bütçesinde belediye bütçesinden kesilerek özel kuruluşlara aktarılan kaynak miktarı şöyle: Eğitim alanında 6.34 milyon real özel sektöre aktarıldı. Bu miktar, belediyenin aynı yıl içinde kamu okullarına yaptığı yatırımın yüzde 150’si. Sağlıkta ise 5.26 milyon real özel sektöre aktarıldı. Bu da belediyenin aynı yıl içinde kamu sağlık kuruluşlarına yaptığı yatırımın tam 2 katı. Ayrıca, Aile Sağlığı Planı ile, önceden belediyenin sağlık elemanlarınca verilmekte olan hizmetler özel semt sağlık kuruluşlarına devredildi.2

Yerel yönetim, yani belediye, mahalli toplantılarda halka özelleştirme dayatıyordu, ama bunun sorgulanmasının zemini yoktu. Zira “emir yukarıdan geliyor”du, işin o kısmı belediyenin yetkisinde değildi, ama en azından eldeki parayla “başka bir dünya kurmak mümkün”dü. Kent yoksulları, siyasi iktidarı elde edip düzeni değiştirmeyi düşünmek yerine, çöp kamyonu almakla elektrik teli çekmek arasında tercih yapmaya zorlanıyordu.

Ötesi var. Bu yerel yönetim modeli, özelleştirmelerin sorgulanmasının zeminini ortadan kaldırmaya hizmet etmenin dışında, özelleştirmelerin artmasına da hizmet ediyordu. Misal, İşçi Partisi’nin belediyedeki üçüncü döneminin planlandığı Terceira Perimetral’deki tartışma: Kentin ulaşımını geliştirmek için büyük bir yol yapım projesi gündemdeydi. Ancak kent yoksulları, bu modelde kendi mahallelerinin dar çıkarlarıyla hemhal olduğundan, “herkes kendi kapısının önünün temizliğiyle” ilgilendiğinden, kimse katılımcı bütçeden yol yapımına para aktarılmasını istemedi. Sonuç: Yol projesinin dış kaynakla yapılması kararlaştırıldı, belediye, İnter-Amerikan Gelişim Bankası’ndan fon aldı.

Bu arada, “kent yoksulları” dememiz boşuna değil… 1990’larda Porto Alegre’de yoksul mahalleler örgütlü, insanlar politikti. 1990’lar ve 2000’lerin başında yapılan anketler, “Katılımcı Bütçe” toplantılarına katılan kesimin, kent ortalamasından daha yoksul ve eğitimsiz olduğunu ortaya koyuyordu. Ama bu yoksullar önce tamah edip “bari bu olsun” diyor, sonra da bir üst mecliste, niye kaynağın diğer yoksul mahallesine değil de kendilerine verilmesi gerektiğinin kavgasını veriyorlardı. Buna da “siyasal katılım”, “radikal demokrasi” deniyordu.

2004’te Gelenek’te şu tespit yapılıyordu:

[…] yerel yönetimlere katılımı siyasal katılım olarak tanımlamak, aslında yerel yönetimleri depolitize etmek anlamına gelmektedir. Çünkü, çözüm adresi olarak yerel yönetimlerin gösterilmesi, yerel yönetimlerin doğaları gereği belirleyici olamayacakları siyaset başlıklarına ve dolayısıyla sermaye sınıfının politikalarına dokunulmazlık kazandırmaktadır. Bu da yerel yönetimlerde özelleştirmelerin yoğunlaştırılmasının, ülke ölçeğinde planlamanın ve kentsel planlamanın rafa kaldırılmasının, yerel yönetim örgütlerinde “projeciliğin” öne çıkarak siyasi program / projelerin, partili kimliklerin ve ideolojilerin geriye çekilmesinin önünü açmaktadır.3

Sınıf kimliği ve merkezi planlama karşıtlığından hareket ederek “bambaşka bir alternatif” kurma vaadinde bulunan model, mücadeleyi ileri çekmek bir yana, var olan hareketliliği de sönümlendirmeye yarıyordu. Porto Alegre’deki semt örgütlerinden biri olan UAMPA’nın lideri Pedro Lopes, İşçi Partisi’nin yayın organına durumu şöyle tarif ediyordu:

UAMPA, bir mücadele örgütü olarak kuruldu. Sefalete karşı eğitim, barınma, ulaşım uğruna verilen mücadelenin ön cephelerinde yer aldık. Belediye otobüs işletmelerinin özelleştirilmesine karşı mücadele ettik.

UAMPA, sonrasında yavaş yavaş katılımcı bütçe aracılığıyla sefaletin yönetişimi içine çekildi. Bunu hiç sorgulamadık. Hatta belediye binasında hoş bir büro, fotokopi makineleri için fon dahi aldık. Bunların bir kısmı bir zafer olarak ele alınabilirken, diğerleri ise sadece bir kazanç olarak görülebilir.

Bugün artık kendi kongremizi bile düzenleyemez haldeyiz.

Katılımcı bütçenin forumlarında kaybolduk gittik.4

“Yoksul”lardan genç işadamcıkları yaratmaya

Hazal Arcan’ın 2004’te Gelenek’te yayımlanan makalesi, henüz askıya alınmak bir tarafa, prestijinin doruklarındaki katılımcı bütçe modelini ve bunun arkasındaki siyasi/ideolojik kavrayışı eleştiriyordu. Peki sonrasında ne oldu? Eleştiriler ne ölçüde haklı çıktı? Daha önemlisi, bu kentte yaşananlara bakarak, kıtada solun başarısızlığına dair çıkarımlarda bulunmak mümkün mü? Bu soruları yanıtlamak için, 2004 sonrasına bakacağız.

Öncelikle, Arcan’ın söz konusu yazısının yayımlanmasından birkaç ay sonra, İşçi Partisi, Porto Alegre belediyesini bir başka örgüte, tarihi Brezilya Komünist Partisi’nin leninizmden vazgeçip sosyal demokratlaşmış devamcısı Sosyalist Halk Partisi’ne kaptırdı. Zaten İşçi Partisi belediyesinin son dönemlerinde katılımcı bütçe uygulaması, uluslararası ölçekte hâlâ örnek gösterilse de, kent sakinleri açısından on yıl önceki albenisini yitirmişti. Yeni belediye programı sonlandırmadı fakat katılımcı bütçeye ayrılan pay giderek düştü.

Yeni belediye başa gelir gelmez, bir klasik yaşandı: Dört dönemlik İşçi Partisi belediyesi, arkasında muazzam bir borç yükü bırakmıştı.5 Çözüm, önceki dönemde zımni olarak kabul gören fiili durumun, bu defa açıkça propaganda edilmesi oldu: Yerel yönetim, yoksul mahallelerin sorunlarını tek başına çözmeye yetemiyordu. Öyleyse hem yoksul mahallelerin sakinleri elini taşın altına koymalı, hem de özel sektörle, iş çevreleriyle işbirliğine gidilmeliydi.

Bu ortamın, yoksulların demokrasiye katılımını sağlama amacıyla yola çıkan katılımcı bütçe forumlarındaki iklimi nasıl değiştirdiğini tahmin etmek zor değil. 2000’li yılların başlarında kentteki bütçe aktivistleriyle etnografik çalışmalar yürüten bir akademisyen, 2008 yılında kente geri döndüğünde gördüğü değişikliği şöyle aktarıyordu:

Katılımcı bütçe, biçimsel olarak işlevini sürdürmekle birlikte, tartışmalara açık ve katılımcı bir ortam olma statüsü ciddi olarak sakatlanmıştı. Bunun sebebi büyük oranda yeni ortaya çıkan kimi kurum ve grupların -ilçe konseyleri, özel şirket koalisyonları ve STK’lar- [katılımcı bütçe forumunu] bir merkez olarak kullanmak yerine doğrudan mahalle sakinleri ve hedef kitleleriyle iletişime geçmeleri olmuştu.6

Bu “iş kapatma” iklimi ve mahallelinin KOBİ’cilere dönüşmesi sürecinin, İşçi Partisi’nin belediyeyi yitirmesiyle birlikte yaşandığı düşünülmemeli. Dediğimiz gibi, önceki dönemde de fiili olarak durum buydu. Katılımcı bütçenin tanınmış aktivistlerinden Sérgio Baierle, daha 1990’lı yıllarda, bütçede onay gören, çocuk bakım hizmetleri gibi kimi ufak tefek iş başlıkları üzerinde farklı komüniteler arasında çekişme yaşandığına dikkat çekiyordu. Zamanla, bu “radikal demokrasi” forumunun katılımcısı olan aktivistlerin eylemleri, kamusal tartışmalar yürütmekten, “proje ve programlara katılarak, piyasada iş yapabilecek yetenekler edinme”ye dönüştü.

Bu arada, İşçi Partisi ülkede iktidara gelmiş, Lula Devlet Başkanı olmuştu. Lula’nın iki dönemini Dilma Roussef izledi. 1990’da Porto Alegre’de başlatılan model, artık daha açıkça merkezi hükümet tarafından yürürlüğe kondu. Neydi bunun temeli: Herhangi bir sınıf söylemi olmaksızın “yoksullar” kategorisine dair popülist politikalar, merkezi planlama karşıtlığı, sermayeyle işbirliği, dış destek ve finansman arayışı, kamu eliyle bir kalkınma hamlesi ve üretimi artırmak yerine yerel kaynakları uluslararası pazarda satarak gelir elde etmeye odaklanma…

Porto Alegre’de görüldüğü üzere, bu yaklaşım, yoksul kitlelerin sorunlarına çözüm sunamadı. Porto Alegre’nin “yepyeni”, cazip lafızlarla süslenmiş radikal görünümlü politik söylemi, yoksulların bir kısmını kendi dar çıkarı peşinde koşan kapitalistlere dönüştürürken, daha büyük bir kısmının soldan umudunu kesip sağa savrulmasıyla sonuçlandı.

Bu kafanın en somut karşılıklarından biri, 2014 Dünya Kupası oldu. AKP’nin de yıllardır sporun her dalında peşinde koştuğu büyük organizasyon ev sahipliğini Brezilya kazandığında, bu, Brezilya sermayesi için büyük fırsat oldu. Dünya Kupası’nın yarattığı ekonomik ve toplumsal sonuçlara dair ayrıntılara girmek bu yazının konusu değil, fakat İşçi Partisi hükümetleri döneminin en büyük protestolarından bir çoğunun bu dönemin yarattığı yıkım sırasında yaşandığını hatırlatabiliriz.

Sosyalizmin başına bir şeyler eklemek, aslında çıkarmaktır

Sosyalizm, komünizme giden yolda bir geçiş aşaması… Fakat, son 150 yılda ne zaman sosyalizmin başına birtakım nitelemeler eklense, bu hep sosyalizmi sosyalizm olmaktan çıkarmak adına yapıldı.

“21. yüzyıl sosyalizmi” de böyle oldu. Alman sosyolog Heinz Dieterich 1996’da bu kavramı ilk ortaya attığında, temel motivasyonu, hem serbest piyasa kapitalizmi hem de 20’nci asrın sosyalist denemelerinin başarısızlığa uğradığı düşüncesiydi. Bir çeşit revizyonizm olan bu yaklaşımın esası, adem-i merkeziyetçilik ve merkezi planlamanın katılımcı planlama süreçleriyle ikâme edilmesiydi. Porto Alegre ruhu yani.

Tüm Latin Amerika solunun diline pelesenk oldu bu kavram, oradan da dünyadaki “yeni sol” akımlara… Chávez kavramı popülerleştirdi, ardından Rafael Correa, Lula, Evo Morales… Latin Amerika solu, sosyalizmin temel ilkelerini -üretim araçlarının devletleştirilmesi, merkezi planlama, sınai üretimi artırma, eşitlikçi politikalar vb.- uygulamaksızın sosyalizm kavramının cazibesinden yararlanmanın anahtarını buldular bu kavramda.

Latin Amerika’da 2000’lerde yükselen sol iktidar denemelerinde Brezilya ve Venezuela kimi zaman iki farklı eğilimin başlıca örnekleri olarak görülüyordu. Bunun bazı açılardan gerçekliği vardı, özellikle dış politikada anti-emperyalist bir çizgide ilerlemek açısından iki ülke arasında bariz bir açı oluştu. Ancak Porto Alegre belediyesi deneyiminde gördüğümüz, temelde ekonomi ve sınıfsal yaklaşımla ilgili eksiklikler konusunda Venezuela’nın bunlardan azade olduğunu düşünmek mümkün değil.

Hugo Chávez’in 1998’de Venezuela seçimlerini kazanıp devlet başkanı olması, kaynamakta olan kıtada solun fitilini ateşleyen gelişme oldu. Chávez, emperyalizm karşısındaki dik duruşuyla tüm dünyada haklı bir sempati yaratıyordu. Kendisi de çok sempatik bir insandı zaten, bu duyguyu karşısındakine hemen geçirecek kadar da açıktı, yalındı.

Chávez aramızdan ayrıldı, şimdi Venezuela’nın başında Nicolas Maduro var, fakat ülkenin ekonomisi tamamen çökmüş durumda. Bunda elbette ABD ve AB’nin ekonomik yaptırımlarının çok büyük payı var – tıpkı Brezilya’da İşçi Partisi’nin iktidardan düşmesinde emperyalizm destekli bir sivil darbenin çok büyük payı olduğu gibi… Ancak bu etkenler, bu iki ülkenin iki ucunda olduğu Latin Amerika’daki sol iktidarlar spektrumunda yapılan hatalara odaklanmamızın, eksiklikleri tespit etmemizin önünde engel olmamalı.

Sosyalizm lafta kalınca…

Öncelikle, şunu belirtmek lâzım. Venezuela’daki devrimci sürecin gidişatı, biz komünistler açısından daha üzücü. Bunun sebebi Venezuela’da hâkim olan Chávez çizgisinin Brezilya ve diğer örneklere göre daha geri olması değil, tam tersi… Chávez, ülkeyi kökten değiştirmek için çok daha fazla fırsata sahipti: Daha devrimci bir siyasi hat, uluslararası piyasada petrol fiyatlarının yüksek olduğu yıllarda ciddi ulusal gelir, özellikle 2002’de akamede uğratılan darbe girişimi ve sonraki yıllardaki düpedüz savaş ilanı niteliği taşıyan ve boşa çıkarılan karşıdevrimci girişimlerin yarattığı siyasi ortam, kıtanın yüzakı Küba’yla her açıdan, ama özellikle siyasi olarak yakın ilişkiler… 2002’de ve sonrasında Chávez ve iktidardaki partisi Venezuela’nın işbirlikçi burjuvazisine kesin darbeyi indirmek için çok sayıda fırsatla karşılaştı, fakat hiçbirinde bunu yapmadı.

Chávez 1998’de iktidara geldiğinde Venezuela, ekonomisi tamamen petrol gelirine dayanan, kayırmacılığın had safhada olduğu, ciddi bir ekonomik kriz içerisinde bulunan, siyasi sistemin meşruiyetinin tamamen çöktüğü bir ülkeydi. Evet, sonraki yıllarda çok sayıda ileri adım atıldı. Evet, Venezuela halkı hâlâ direniyor. Chávez’in partisi PSUV ve selefi Nicolas Maduro hâlâ seçimleri kazanıyor… Fakat şu an Venezuela, büyük bir çöküş içerisinde. Şu anki çöküşün ana sebebi ABD ve AB’nin ekonomik yaptırımları mı, yoksa Chávez’den itibaren bırakılan boşluklar, atılan yanlış adımlar mı? Buna bakacağız.

Chávez iktidara geldiğinde Venezuela’nın en büyük sıkıntılarından biri, ekonominin tek bir ürüne bağlı olmasıydı: petrol. Şu an için bilinen kaynaklara göre dünyanın en büyük petrol rezervine sahip ülkesi olan Venezuela, dışarıya petrol satıyor, tüketeceği birçok şeyi de petrol parasıyla ithal ediyordu.

Sosyalizm iddiasını ortaya atan ülke, siyaset sahnesinin düzenlenmesi, yeni kurumların oluşturulması alanlarında sürekli ileri adımlar atarken, bu iddianın asıl yöneldiği alan olan ekonomide, elimizde veriler de olduğu için açıkça söyleyebiliriz, sorunu çözmek bir yana, derinleştirdi. Chávez döneminde petrol ihracatı rekor düzeye çıkarak ülkenin toplam ihracatı içinde yüzde 96’lık yer edindi. Bunda elbette ülkede düşük gelirlilerin gelirlerini, dolayısıyla alım güçlerini artıran sosyal politikaların, eskiden dışarı satılan kimi malların iç piyasada tüketilir hale getirmesinin payı var. Ancak veri bize, aynı zamanda, siyaset alanında atılan ileri adımların ekonomi alanında karşılık bulmadığını anlatıyor.

Üstelik, Chávez hükümetinin yalnızca sosyalizm iddiasını dile getirdikleri için değil, Venezuela’nın özgün koşullarından, yani petrol ihracatına dayalı bir ekonomiye sahip olmasından dolayı tam aksini yapmaları gerekiyordu. Petrol satışından gelen nakit akışı, Venezuela açısından, birçok malı dışarıdan almanın maliyetini içeride üretmekten daha ucuz kılıyordu. Ticaret yapmak, tarım yapmaktan çok daha kârlıydı. Bir yandan dışa bağımlılık bu denli artarken diğer yandan sert bir anti-emperyalist çizgi sürdürmeye çalışmak zaten zor işti, ama daha zor olanı, dünyada petrol fiyatları düşmeye başladığı anda Venezuela’nın ekonomik krize yuvarlanmasının önüne geçilmesiydi.

ABD’nin ekonomik yaptırımları, Trump hükümeti döneminde, 2017’de başladı. Fakat Venezuela’daki ekonomik resesyon ve üretimdeki keskin düşüşün başlangıcı 2014. Bolivarcı devrimin “sosyalist” olduğunun vurgulanması, özellikle 2006-2007. 2018 itibariyle Venezuela ekonomisi allak bullak. Bu yazı bir ekonomi yazısı değil, dolayısıyla bir ekonomik analize yer yok, fakat bir tablo çizmeme izin verin: Hiperenflasyon yüzünden para o kadar hızlı değer kaybediyor ki, kâğıt paraların anlamı kalmadı. Lokantaya gittiğinizde çıkarken garson size kartvizitini veriyor, üzerinde IBAN numarası var, eve gidince internetten garsonun banka hesabına bahşişini gönderiyorsunuz. Market rafları sık sık bomboş. Fiyat dengesi mantıksız hale gelmiş durumda: bu yılın ortalarında bir kafeteryada bir fincan kahvenin fiyatı, 95 oktanlık 250 bin litre mazotun fiyatıyla aynıydı. Bu devlet şirketlerinin krizi değil, toptan bir çöküş. Hesaplamalara göre özel sektör, 2017 ortalarında üretim kapasitesinin yüzde 45’ini kullanıyordu. Geride bıraktığımız bir yıldan fazla zamanda bu sayı daha da geriledi.7

Durumun vahametini tam olarak kestirmek zor, ama bu gerçeğin kendisi vahametin bir boyutu. Kestirmek zor, zira Venezuela Merkez Bankası ve Ulusal İstatistik Enstitüsü’nün geleneksel olarak yayımladığı verilerin büyük kısmı 3-4 yıl öncesinde kalmış durumda – aşağı yukarı 2014’te. Eldeki verilere bakılırsa, ülke ekonomisi, 2018 itibariyle, 2013’teki hacminin yarısına kadar küçülmüş durumda. 2012’de neredeyse 100 milyon dolar olan ihracat miktarı, 2016’da 27 milyon dolara düşmüştü. Diğer taraftan, hemen her üründe dışa bağımlı olan ülkenin ithalat miktarı da 2012’de 66 milyon dolarken, 2016’da 16 milyon dolara düşmüştü.

Tüm bunlara rağmen, Venezuela’da sermaye sınıfının etkisi hâlâ çok güçlü. Chávez döneminde devlet eliyle üretici güçlerin geliştirilmesi gerçekleşmedi, bunu, siyaseten hükümete yakın duran sermaye gruplarıyla işbirliği ve hizmet sektöründe kurulan devlet şirketlerinin başına özellikle asker kökenli “güvenilir” kişilerin getirilmesi ikâme etti. Chávez iktidara geldiğinde en büyük sorunlardan biri olan kayırmacılık, hâlâ yakıcılığını sürdürüyor. Yolsuzluk had safhada. ABD ve AB yaptırımları, bu açıdan da durumu kötüleştirdi: Döviz alım satımının devlet tekelinde olduğu ülkede, özel sektör, muazzam miktarlarda nakiti karaborsada çeviriyor – bu da ekonomik verilerin ortaya koyduğu daralmayı etkileyen etmenlerden biri.

“21’inci yüzyıl sosyalizmi”, ekonomide sosyalizmden tamamen uzak dururken, iç siyaset alanında da bunun yansıması kaçınılmazdı. Chávez’in partisi PSUV, baştan beri sınıf siyasetine mesafeli yaklaştı. Uzun yıllar gerilimli bir ittifak içinde oldukları Venezuela Komünist Partisi, şimdilerden ülkenin en önemli protesto hareketlerinden birini örgütlüyor (Köylü Yürüyüşü) ve sık sık yeni bir militanının gözaltı haberini duyuruyor. İktidar, sermayenin “siyaseten yakın” kesimleriyle işbirliğini, sınıf siyaseti temelli bir radikalliğe yeğlemeyi sürdürüyor.

Dersimiz belli: Marksizmin olmazsa olmazları

Haliyle bu yazıda Latin Amerika’daki sol yükselişinin duraklama ve gerilemesinin tüm sebeplerini masaya yatırmadık – üzerinde konuşmadığımız onlarca başlık daha var. Chávez sağlam bir devrimci kitlesel parti açığını, sıradışı kişisel karizmasıyla kapatıyordu örneğin, bu birçok örnekte lider bağımlılığına yol açıyordu, şimdilerde Maduro’yla birlikte bunun ne kadar tehlikeli olduğu apaçık ortaya çıktı. Arjantin’deki “sol” iktidarın bir kısmı tarihsel çok daha derin sorunları vardı. Brezilya’nın dış politikadaki pragmatist dengeciliği, Venezuela dahil kıtadaki birçok sol iktidarı olumsuz etkiledi. Liste uzatılabilir.

Fakat yazıda ele aldığımız iki uç örnek, aynı sıkıntıya işaret ediyor: Marksist-leninist öğretinin temel kurallarının unutulması, yok sayılması, reddedilmesi başarısızlıkla sonuçlanıyor. Sınıf siyasetinin bir tarafa bırakılması, kimlikçi politikalar güdülmesi, yoksulluğun nedenlerini ortadan kaldırmak yerine “yoksul” kategorisi yaratıp “yardım ekonomisi” üzerinden rahatlama sağlanmaya çalışılması, ekonomide sosyalizme yönelmeyip sosyalizmin yalnızca propaganda amaçlı kullanılması, tüm bu sürece önderlik edecek, devrimci bir işçi sınıfı partisi yaratılmasına yönelinmemesi…

Sovyetler Birliği’nin çözülüşü, dünya solunun bir kısmınca “geleneksel marksist çizginin yanlışlanması” olarak okunmuştu. Latin Amerika’nın son on beş yılı, bu okumanın kendisinin yanlışlanması olarak görülebilir. On yıl önce dünyanın siyasi güç dengesi açısından en ümit veren coğrafyası, bugün bir bir sağ siyasetin, faşizmin eline düşerken, geriye dönüp bir kez daha söylememizde yarar var: Geleneğimiz haklıydı. Haklılığımız sürüyor.

Dipnotlar

  1. Akt. Rebecca Abers, Igor Brandão, Robin King ve Daniely Votto, “Porto Alegre: Participatory Budgeting and the Challenge of Sustaining Transformative Change”, World Resources Report, s. 12. Şu adreste okunabilir: https://wriorg.s3.amazonaws.com/s3fs-public/wrr-case-study-porto-alegre_0.pdf?_ga=2.54463147.200202307.1540628682-1663870857.1540628682
  2. Arcan, Hazal, “Porto Alegre Belediyeciliği: İktidardan Kurtuluşun ‘Manifestosu’”, Gelenek 80, Mart 2004. https://www.gelenek.org/porto-alegre-belediyeciligi-iktidardan-kurtulusun-manifestosu#footnoteref5_emzak3o
  3. a.g.y.
  4. Trabalho, Mayıs 9-23, 2001. Akt. Arcan, Hazal, a.g.y.
  5. Bunların büyük kısmı projeler için yabancı banka ve uluslararası kuruluşlardan alınan kredilerin geri ödemeleriydi. Rebecca Abers vd., a.g.y., s. 13
  6. Junge, B. 2012. “NGOs as Shadow Pseudopublics: Grassroots Community Leaders’ Perceptions of Change and Continuity in Porto Alegre, Brazil.” American Ethnologist 39 (2): 407–24. Aktaran Rebecca Abers vd., a.g.y., s. 14.
  7. Akt. Edgardo Lander, “Venezuela: el fracaso del proceso bolivariano”, Aporrea, s. 7. https://www.aporrea.org/media/2018/08/el_fracaso_del_proceso_bolivariano_para_circular_en_venezuela.pdf
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×