Türkiye’de krizin adı: Kapitalizm

Kapitalizm yoluna giriş bir tercih değil tarihsel zorunluluktur. Bu tarihsel zorunluluğun somutlanması ise farklı biçimler alabiliyor; gelişimin birbirine tıpa tıp aynı yollardan yaşanması hiç söz konusu olmadı. Kapitalist üretim tarzının analizinde Marx’ın laboratuvar olarak başvurduğu İngiltere, olduğu gibi tekrarlanacak bir model olmadı. Öte yandan kapitalist toplumda sınıf mücadelelerine ilişkin bir diğer laboratuvar hizmeti sunan Fransa için de benzer bir değerlendirme yapılabilir… Teorinin şekillenmesinde başlıca referans kaynağını oluşturan, bu anlamda teoriye modellik eden deneyimlerin, aslında biricik olmaları, genel yasaları ortadan kaldırmaz ve farklı örnekler modelle yakınlaşıp uzak düşseler de genel yasalara tabidirler.

Türkiye kapitalizminin gelişiminin büsbütün kendine özgü süreçlerden geçmiş olmasını esas alan tarih tezleri çok oldu. Bu çıkış noktasından genellikle hayırlı sonuçlara varılmamıştır. Çoğunlukla kendine özgücülükten, sosyalizmin bize uygun düşmediği sonucuna gidildi veya “yalnızca bize uygun bir sosyalizm”, “Türk usulü bir sosyalizm” arayışına çıkıldı. Veya sosyalizmin gerçekçiliğine sıra gelmesi için önce Türkiye’nin kapitalizmin genel yasalarının uygulanabileceği bir zemine sahip olması gerektiği düşünüldü; yani en azından ertelemecilik… Solda sosyalist devrim ve işçi sınıfının öncülüğü kavramlarından uzak düşen, bu anlamda sapma sayabileceğimiz tezler için bu genelleme yapılabilir. Türkiye’de sol düşünce ve siyaset, toplumların tabi olduğu varsayılan genel yasalardan hareket ettiğinde sosyalizme yaklaşmıştır. Bu ilişki de Türkiye soluna özgü değildir. 

Özgünlükler ve genel yasalar arasındaki açı ise gerçek. Bu açı, içinden çıkılmaz sorunlara yol açabilir. Yan yana eklenen özgünlüklerin toplamından oluşan bir toplumlar panoraması, hareketin yönüne dair bize bir şey söylemeyecektir. Her özgünlük kendi bambaşka dinamikleri tarafından belirleniyorsa, elde teori de kalmaz. Bu durumda sosyalizm ile tarih bilimi arasındaki ilişki de kırılmaya uğrar.

Oysa özgünlükler pekâlâ devrimci strateji için ön açıcı olabilir. Bizim arayışımız genel yasaları kadük hale getiren değil, bu yasaların devrimci çıktılarını güçlendiren özgünlüklerle ilgili olmalıdır. Marx ve Engels’in siyasal analizlerinde bu devrimci iyimserliğin kanıtlarını bulabiliyoruz. Ama devrim gerçekleştiren bir pratiğin önderi olarak Lenin’de bu yaklaşım ayan beyan hale gelmektedir. Zayıf halka analizi, eşitsiz gelişme yasası, öncülük teorisi gibi başlıklar, Lenin’in zaman ve mekanla bağlı özgün durumlardan genel yasalara eklemeler yapmayı yöntem olarak içselleştirdiğini gösteriyor. Bolşevizm Marksizmin evrenselliğine bağlı olmasaydı, geçmişi hiç de yoksul olmayan Rus devrimci akımlarından biri olurdu belki; ama Leninizm olmazdı. Öte yandan Leninizmin kökleri değil kendisi Marksizmdir, ama Rusya’ya özgü devrimci dinamiklerin Marksist kategorileri takviye ettiği bir sistem kurulmasaydı, Rus Marksizmi muhtemelen Batı sosyal-demokrasisinin silik bir kopyası olurdu. Bolşevizmin öncesi bu yönde bir eğilim belirginleşmişti zaten…

Osmanlı toplumunun kapitalizmle tanışmasında üstyapılar alanının kritik bir rol üstlenmesi ile Avrupa’nın sanayi devrimi, toplumsal sınıfların oluşum süreci ve sermaye birikimine yaslanan tarihi arasında bir açı olduğu açıktır. Ama gelişen eninde sonunda kapitalizmdir. Osmanlı siyasal rejiminin Batıdaki sıçrama karşısında çökmeye mahkûm olduğu, kısa süre içinde yönetici sınıf tarafından hissedilmiş, kavranmış ve önlemler alınmaya girişilmişti. Sonuçta egemen güçlerin kapitalizmi bir yandan teşvik eden, diğer yandan da eski bir düzende doğmuş olmanın tutuculuğuyla frenleyen rolleri bir arada ortaya çıktı. Bu özgünlük ilerici hareketlere eski düzenle içiçeliği armağan etti ve “devrimci atılım” Osmanlı-Türkiye kapitalistleşmesinin karakteristik bir özelliği haline gelemedi. Bizim burjuva devrimimizin gözü hep arkada, dengelerde olmuştur.

Bu kaba özetin bize ait ve benzersiz olduğunu kimse söyleyemez. Kapitalizmin ekonomiye hâkim olmasında ve burjuva devrimciliğinin siyasete damga vurmasında yaşanan radikalizm türlerinin tartıya çıkarılması güçtür. Birincide İngiltere ve ikincide Fransa’nın rekorları kırılmamışa benziyor. Ama Türkiye kapitalistleştikten çok sonra, hâlâ egemen sınıfların ve güçlerin arasında yüzü ileriye ve geriye dönük unsurlarını ayırt etme çabası bir davranış kalıbı olmaya devam etti. Özgünlük sosyalist akımlara da bunu armağan etti bir anlamda… 

Akıllara Rusya benzerliği gelebilir. Ancak dikkat edilirse Rusya’nın siyasal gelenekleri benzersiz biçimde radikaldir. Toplumsal durağanlık veya yavaşlıkla çatışan ve onu reddeden bir siyaset düzleminin yalnız kalmaması, sanat, kültür ve felsefe ile buluşması da cabası. Rusya’da entelijansiya egemen güçlerin toplumu dönüştürmedeki ikircikliliğinden kopuşu temsil eder. Bolşevizm bunun mirasçısıdır. Türkiye solu bu güçte bir mirasa sahip olmamıştır.

Kapitalizmin Türkiye’de birinci kriz evresi

Osmanlı-Türkiye örneğinde, sanayi devrimi, sermaye birikimi, burjuva sınıfının oluşumu gibi ekonomik temele ilişkin İngiliz esinlerinden sapma görüyoruz. Fransız Devriminin burjuva radikalizmine de yaklaşamıyoruz. Rusya’da kurulu düzenden kopan bir aydın hareketi ve aydınlanma geleneğinin gücünü de tekrarlamıyor bizim ülkemiz. Bu kapıların kapalı olduğunu gören çeşitli sol akımların kâh Çin’e kâh Latin Amerika’ya yüzlerini dönmeleri ise, söz konusu coğrafyalar Türkiye’nin tarihsel ve toplumsal yapısıyla örtüşmedikleri için fanteziden fazlasını üretememiştir.

Bu durum, Türkiye’de solun zemininin tarihsel olarak elverişsiz olması yolunda yorumlandı. Ancak ülkenin başka bir temel özgünlüğü var ve bu devrimci olanaklar üstüne kafa yormak açısından çok daha verimli. Osmanlı egemen güçlerinin Batıya benzeşme yoluyla bertaraf etmeyi denedikleri tehlike krizdi. Osmanlı İmparatorluğu derken, kendi içine kapanma ve dış dinamiklerden korunma şansı olmayan bir emperyal ve küresel yapıdan söz ediyoruz. Osmanlı’nın tarihsel stratejisi yeni-Osmanlıcı İslamcılığın zannettiğinin tersine Batılılaşmayı öngörüyor, devletin merkezi Avrupa’da yapılandırılmaya çalışılıyordu. Osmanlı Asyai değil Balkan merkezli bir yapıydı. Avrupa’nın bir tuzağa dönüşmesi karşısında geri çekilmek artık olanaksızdı. Eski düzenin sürdürülemez hale gelmesi olasılığına karşı aynı anda yenilenmek ve korunmak güdüleri işledi. Ne yenilenme ne korunma nosyonlarının içinde geri çekilme yoktur. Tuzaktan kaçmak için toplumsal yapının Doğululaşması ve coğrafyanın Doğuya kaydırılması anlamında bir geri çekilme program olarak gündeme alınmamış, bazı açılardan bakıldığında zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Osmanlı-Türk kriz politikalarından ancak krizin zamanlaması ve biçiminde kimi oynamalar elde edilmiştir.

Britanya ile ticaret anlaşması 1838’de imzalanır ve 1881’de Düyun-u Umumiye ile ekonomide egemenlik devredilmiş olur. Aradaki süre yalnızca 43 yıl. 1876’da Birinci Meşrutiyetin ilanı ve hemen ardından Meclisin feshi ise açıkça bir siyasi kriz. Bu krizin kaynağı siyasi ve idari yapının, kapitalist inşa ve dünya kapitalizmiyle eklemlenmenin parçası olarak merkezileştirilmesindeydi. Modern uluslaşmaya ve ulus-devlet oluşumuna dayanmayan bu yapılanma feodal dinamiklerin direnciyle karşılaşmış ve son derece sancılı bir biçim almıştır. Çatışma yalnızca idari değil, aynı zamanda ideolojik, kültürel ve etnik düzlemlerde yaşandı. Meşrutiyet de, istibdat da bu sancıları giderme girişimleri olarak okunmalıdır.

19. Yüzyılda kapitalizmin önünün açılması Osmanlı düzeninin krizle ilk kez tanışmasını temsil etmiyor elbette. Sağın iddialarının tersine Osmanlı dönemi içerde toplumsal çelişkilerden muaf değildi. Ama 19. Yüzyılda kriz spesifik karakter kazanmış, ilk kez kapitalistleşme ve kapitalist dünyayla bütünleşmenin krizi olarak şekillenmiştir. Osmanlı devleti emperyal rekabette geri düşme tehlikesine karşı alarm vermiş, bulunduğu sanılan çarenin kendisi krizin nedenine dönüşmüştür.

Osmanlı, ekonomik yapısını ıslahatlardan geçirmeye, modernize etmeye karar verir ve kapitalistleşme yolu açılır. Burada temel güdü, egemen konuma doğru reformist veya devrimci yollardan ilerlemekte olan bir burjuva sınıfından türememiştir. Bu sınıf eski egemenlerin dönüşümü, teşviki ve yenilerin egemen güçler içinde kapsanmasıyla kısa sürede oluşacaktı. Ancak oluşum sürecinin kendisi egemen sınıfların parçalanmasını gündeme getirdi. Islahatlar sürecinde bir ulusal Osmanlı burjuvazisinin değil, bölgesel burjuvazilerin şekillendiğini söylemek daha doğru olur. Öyle ki bu gelişme yolu bütünlüklü bir ulusal pazarın oluşmasıyla da çelişmiştir. Dönem Batı kapitalizminin emperyalist aşamaya geçişiyle çakışmakta ve dünyanın yeniden paylaşımı, kapitalizmin uluslararası yasası olarak gündeme gelmektedir. Osmanlı kapitalistleşmesi, ülkenin bütünleşmesini ve bu bütünleşmenin öznesi olarak merkezi bir burjuva sınıfının öne çıkmasını değil parçalanmayı beraberinde getirecektir.

Osmanlı’nın kendince sanayi devrimi havzaları olmuştur. Makedonya bunların önde gelenidir. İstanbul çevresindeki ekonomik yoğunlaşma kapitalistleşmeye aktarılır. Uluslararası ticaret merkezi İzmir kendi arka bahçelerini tarımsal kapitalizm biçiminde örgütler…

Bu gelişime mutlaka bir uluslaşma eşlik etmelidir. Oysa Osmanlı rejiminin bir ulus-devlete dönüşme seçeneği 20. Yüzyıla kadar öne çıkmadı. Kriz bir yeni yapılanmayı zorunlu kılmıştır ve saltanatın gerilemesi açık seçik bir veri olmuşken bile, merkez ikircikli modernizme, korunmacı açılımcılığa önderlik etmeyi sürdürür. Osmanlı birliği fikri de, pan-İslamizm de ulus-devletin reddidir. Öte yandan ulus-devlet seçeneğinin biricik biçimi olan Türkçülük/milliyetçilik yolu Osmanlı ülkesinin parçalanmasını açıkça içereceği için olsa gerek, ancak parçalanma başlarken ve engellenemez hale gelirken bir çaresizlik veya son çare olarak ortaya çıkacaktır. Ulus oluşturma politikaları, temel alması gereken burjuvaziyi kuvvetle beslemiş, uluslaşmanın devrimci yönü olarak toplumsal modernizasyon, besleme bir sınıf yaratmanın yoz boyutlarının gölgesinde kalmıştır. Hıristiyan burjuvazinin tasfiyesine sağlanan toplumsal destekte gözlemlenen yağmacılık, kendi sınıfını oluşturma telaşıyla da yakından bağlantılıdır. Ülkenin emperyalizm tarafından işgal ve bölünmesi bu uluslaşma sürecini aklayan bir mücadeleyi zorunlu kılmıştır…

Devletin tahkim edilmesi stratejisinin kapitalizmden geçmekten başka yolu yoktu. Çünkü kapitalizm bir öznel tercih değil tarihsel zorunluluktu. Üstelik coğrafya ve tarih otarşik korunma seçeneğine şans vermiyordu. Tahkimat ekonomi yönetiminin merkezi devletin elinden çıkmasıyla sonuçlandı. Bunun bir mali sömürgeleşme anlamına geldiği açıktır. Kapitalistleşme ulusal (ülke ölçeğinde) bir burjuvazi ve bu sınıfla uyumlu bir merkezi otorite gerektirir. Bunlar eksikse, kapitalistleşme toplumsal çözülmeyle sonuçlanır. Kapitalist ilişkilerin zorunlu olarak içerdiği yıkıcı rekabetin üstyapılar eliyle yönetilmesi gerekir. Kendini gelişerek güçlendirme ve koruma çareleri arayan eski düzen egemenleri ve aydınlar en statükocu ideolojik seçenekleri denemişler ve sonuçta elde kalana doğru daralmışlardır. Bunun adı iç savaştı. Osmanlı düzeni çıkış yolu ararken bir yüzyıl içinde sömürgeleşme, dağılma ve iç savaşa dayanmıştır. Kapitalizmin bizim topraklarımızdaki macerasının birinci perdesinin özeti budur.

Antrakt 1912 Balkan Savaşları ile başlayacak ve 1922’de Kurtuluş Savaşının bitimi ile sonlanacaktı. Ancak bu on yılın sonunda bütün göstergeler yıkıma işaret ediyordu. Aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş momentinde tarih kapitalizm için çok geçti! Sanayi havzaları ya savaşta kurumuş ya sınırların ötesinde kalmıştı. Nüfus gerilemiş, işçi sınıfı nicel olarak azalmıştır. Kapitalizm için geçti, ama sosyalizm için artık erkendi!

Sosyalizm seçeneğinin klasik örneklere paralel biçimde doğuşunu da yaşadı Osmanlı. Selanik merkezli işçi sınıfı hareketi, İstanbul’da şekillenen sosyal-demokrasi, Hıristiyan halklarda gözlemlenen aydınlanma modern sınıf mücadelelerinin Batı Avrupa modeline uygundur. Ancak kapitalistleşmenin içerdiği çözülüş yalnızca eski düzenin yapı ve sınıflarını değil, modern emekçi hareketlerini de etkiledi. Türk uluslaşması ve sömürgeleşmeyi kıran ulusal kurtuluş savaşının bir maliyetini Osmanlı işçi sınıfı da ödemiştir. 1920 TKP’si bu maliyete meydan okuyan, sosyalist hareketi ulusal kurtuluş problematiği içine yerleştirerek yeniden üretmeyi deneyen yaratıcı bir girişimdi. Yaratıcı olduğu kadar biricik devrimci seçenekti de.

İkinci kriz evresi

Sosyalizmin bir seçenek olması 19. Yüzyıl Marksizminde ilgili ülkenin sınai altyapısı ve işçi sınıfının niceliğiyle fazla doğrudan ilişkilendirilir. Doğrudanlığın işçi sınıfının nüfusun çoğunluğunu oluşturması ve bu çoğunluğun iradesinin tecellisi olarak bir devrim anlayışı, kuşkusuz fazlasıyla düz ve yüzeyseldir. Bir sınıfın maddi verileri ile siyasal gücü arasındaki ilinti sanıldığından daha karmaşık bir denklemdir. İşçi sınıfının yaygınlaşması, sosyal-demokrat sendika ve partilerin kitleselleşmesi, parlamentoda temsil oranının yükselmesi ile sosyalizmin güncelleşmesi veya devrimci durumun şekillenmesi arasında da düz bir bağ bulunmadığı görüldü. Engels’in ölümünden kısa süre önce ünlü (Marx’ın Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’ne yazdığı) 1895 önsözünde açtığı tartışma da budur aslında. Denklemi çözecek olan Bolşevik partinin pratiği ve Lenin’in teorisiydi.

Osmanlı’dan Türkiye’ye sancılı geçiş sırasında benzer bir problematik gündeme gelmedi. Şunlar oldu: en rafine temsilcisi Mustafa Suphi’nin hareketi olmak üzere cüretli bir Bolşevik rüzgâr ülkenin üstünde esti. Bu hava içinde Kemalist komutanlar sosyalizmi tercih etmenin mümkün olup olmadığını büsbütün yanlış bir zeminde, sanki sosyalizm bir toplum ve üretim biçimi değil de, bir politikalar avadanlığıymış gibi tartıştılar. Rasih Nuri İleri’nin Atatürk ve Komünizm kitabında resmettiği bu tartışma hayli ilginçtir. Savaşta öldürücü silahlara hükmedenler kendilerinde her şeyi yapmaya yetecek bir kuvvet olduğu yanılsamasına kapılabilirler… Ama bu tür faktör ve argümanların hepsi bir yana, kapitalist yolun neden olduğu yıkıma ilişkin bir tarih bilincinin ortaya çıktığını söyleyemeyiz. “Her şeye kadir” silahlarla donanmış bu kadro kapitalizmi özgür iradesiyle seçtiğini zannedecek ve halkçı, sınıflardan ve sınıf mücadelesinden arındırılmış bir sermaye düzeni kurmayı hayal edecekti. Bunu mümkün kılan düşünsel yapının içinde devrimci duyular kadar düşünsel derinliksizlik de dikkat çekicidir.

Yüz yıl önce imparatorların rüyalarını kaçıran tehdit Avrupalı devletlerdi. Osmanlı’nın ancak onlar gibi olursa yıkımdan kaçınacağı fikri tarihsel bir fiyaskoyla sonuçlanmış oluyordu. Ama Ankara’nın yeni paşaları zayıf cumhuriyetin sürdürülmesi için yine “onlar gibi” olmayı seçtiler. Ders almadılar. Alamazlardı. Çünkü bu, “olasılıklardan biri” olarak alınabilecek bir ders değildi. Kurtuluş Savaşının önder ve Cumhuriyetin kurucu kadrosunun bir sınıf kimliği vardır ve sorun bu sınıfsallıkla sosyalizmin bağdaşmazlığındadır. Kapitalizm onlar için bir tercih değildi. Aslında zayıflardı. On yıl önceye göre toplumsal zeminleri erimiş, İttihat ve Terakki yıllarında kurulan “Milli İktisat” tahrip olmuş, sermaye birikimi kırımdan geçmişti. Elde savaş kazanmanın getirdiği toplumsal meşruiyet vardı. Mehmet Akif’in Batı düşmanlığından milli marşa güfte seçtiler ve Batılılaşma yolunu ilan ettiler!

Yalçın Küçük 1978 tarihli Türkiye Üzerine Tezler’de Batı korkusu ile Batı yolunun nasıl hastalıklı biçimde birbirini beslediğini analiz eder. Bu, dayak yiyen boksörün rakibine sarılması gibi bir şeydi. Oyunun yani sınıfsallığın kuralları, ringi terk etmeyi, kuralları değiştirmeyi, başka silahlar seçmeyi mümkün kılmıyordu.

Kapitalizm, ideologlarının yazdığı kitaplarda olduğu gibi kapitalistleşenin düz bir çizgide geliştiği, kalkındığı bir düzen olsaydı, başka… Bu durumda bile kâr oranlarının düşme eğiliminin kendini göstermesi ve ekonomik kriz kaçınılmazdır. Bu krizin toplumsal yaşama ve siyasete yıkıcı yansımalarının olması da. Ancak Türkiye’nin, (sadece kendine ait olması gerekmeyen) özgün krizi bunun dışındadır, bir bağımlılık ilişkisidir ve ilginç olanaklara kapı açmaktadır. Burjuvazi kapitalist yolun yıkım anlamına geldiğini kabul ve ilan edemez, veri alamazdı. Ancak aynı yıkım Türkiye’de yurtseverliğin kapitalizm karşıtı bir varyantını doğurmuştur.

Kapitalist Cumhuriyet 1929 Dünya Bunalımını Sovyet sosyalizminden planlama tekniği ödünç alarak atlattı. Küresel bir güç olmaktan çıkmış olmak, Osmanlıcılar ve ulusçular için acı bir gerileme anlamına gelebilir. Ancak bu daralma yeni Türkiye’ye otarşi olanağını armağan etmiştir. Dünya ile eklemlenmeyi bir ideal olarak içselleştiren Türkiye Cumhuriyeti emperyalist canavardan ve onun krizinden korunmak için kendine kapanabiliyordu. Bu mantıksal bir çelişkidir ve her mantıksal çelişki siyasal iktidar tarafından yönetilebilir. Ancak çelişki ortadan kaldırılmadıkça bu bir kriz idaresi olmaktan öteye gidemeyecektir. Türkiye kapitalist kriz dinamiklerini ertelemiş oluyordu. Önce planlamanın korumasıyla, sonra dışarda öykünecek bir şey bırakmayan savaş konjonktürü sayesinde. Kriz 1950’lere ötelendi. Osmanlı’ya göre dramatik biçimde daralmış da olsa Türkiye gibi bir coğrafya, tarih, toplumsal organizma ve siyasal yapı, ilanihaye dışarıdan saklanamazdı.

Kapitalistleşmenin Ürünü: Sistem krizi

Tanzimat’la özdeşleşen Batı öykünmeciliği, emperyalist dönemin Soğuk Savaş ortamında Amerikancılık olarak yeniden üredi. Kapitalist Türkiye hızla kalkınmalı, makineleşmeli, modernize olmalı, dünyaya kişilikli biçimde eklemlenmeliydi. Bu cümle iç çelişkilerle malul bir cümledir. Demokrat Parti ile Cumhuriyet Halk Partisi arasındaki mesafe de bu çelişkilerle ilgilidir. CHP çelişkinin kalkınmacı ve kişilikli tarafında konumlanırken, DP bunlardan taviz verilmesini önemsemeyen çizgiye yerleşti.

Ancak 1950’lerin sonunda siyasal yönetim boyutu giderek öne çıkan krizi DP’ye mal etmek yanlış olur. CHP krizin faturasının tarihsel muhalefete çıkartılmasını sağlamış ve aslında bir görünümden ibaret olan, yanılsamalı temizliği sayesinde 27 Mayısçı, ortanın solcusu, Ecevit mavisi biçimlerinde birkaç kez kendisini yenileyebilmiştir. Kapitalizmle zorunlu eklemlenme sürecinden ve buna bağlı tarihsel krizden mahkûm olan bir CHP, düzenin bütünü göz önüne alındığında çok daha ağır ve bütünlüklü bir sorun anlamına gelecekti. Türkiye’nin krizi 1920’lerin sonundan otuz yıl ileriye erteleyişi gibi CHP de tükenişini 1950’lerden 2000’lere ötelemiş oldu. Türkiye kapitalizmi nasıl krizi çözme olanağından tarihsel olarak yoksunsa ve bu nedenle kriz idaresine odaklanmışsa, CHP de dünya kapitalizmiyle bütünleşen bir modernizmin iflasını zamana yaymış ve bunu yönetmeye çabalamıştır.

Liberal siyasi tarih yorumcuları tek parti iktidarından parlamenter demokrasiye geçişi çoğunlukla tarihsel bir ilerleme olarak aklar ve noktayı koyarlar. Burjuva ilerleme geleneğinin cesur yorumcularının bu noktayı sorguladıklarını biliyoruz. Başta Doğan Avcıoğlu geliyor. 27 Mayıs harekatının mirasçıları ve bu miras ile etkileşime girerek modern devrimci demokrasiyi oluşturan sol, parlamenter burjuva demokrasisiyle gericileşme arasındaki bağlantıya işaret ettiler ve kapitalist ilerlemeyi sorguladılar. Buna göre 1946-1950 siyasal dönüşümü bir ilerleme değildi, karşı-devrimci karakter taşıyordu. Kapitalizmin gelişmesine dönük bu yargılama, Marksizm açısından ciddi bir risk barındırır. Parlamenter demokrasiye geçişle kapitalizmin ekonomik plandaki olgunlaşması arasında güçlü bir bağ vardı çünkü. Burjuva sınıfının kendi iç bölmelerinin oluşması ve bu sınıfın toplumda egemen güç olarak yönetimi eline alabilmesi yeni gereksinimler doğuruyor ve burjuva siyasetinin küt, esnemesiz ve dar kanallara sığması olanaksız hale geliyordu. Bu ilerleme ile emperyalist dönemde üstü örtülemez hale gelen gericileşme bir bütündür. Marksist tarih anlayışını doğrusal bir ilerleme çizgisi olarak basitleştiren modernleşmeci yorum bu sorunu çözümleyemezdi. Söz konusu yaklaşım arada değindiğimiz 19. Yüzyıl sosyal-demokrasisinin sürdürücüsüdür ve kapitalist ilerlemeyi mutlaklaştırır. Avcıoğlu’nun öne çıktığı tarih tezi ise böylesi bir ilerlemeyi, “çarpık kapitalistleşme”, “Filipin tipi demokrasi” gibi nitelemelerle tahtından indirmeyi dener. Meşru bir denemedir bu, ama tuzağa düşmekten kurtulamamıştır. Çarpık kapitalizmin düzeltilebileceği varsayımı, Jön Türk – Kemalist geleneğin krizsiz, devrimsiz, halkçı sermaye düzeni ideolojisiyle buluşur.

Oysa Leninizmle geliştirilen ve Marx ile Engels’in yoluna çıkan pürüzleri temizleyen 20. Yüzyıl Marksizminin, Marksizm-Leninizmin bu soruna yanıtı vardı. Kapitalizmin nihai aşaması, yani açıkça ilerlemesi anlamına gelen emperyalizm gericilik, diktatörlük, savaş, tekelleşme, yozlaşma demekti. Sorun kapitalizmin, bir sömürü düzeninin tarihsel ilerlemesi olarak, içkin diyalektiğini kavrayarak aşılabiliyordu pekâlâ. Çürümeye bağışık bir ilerleme ancak sosyalist devrim yoluyla kapitalizmden koparak sağlanabilirdi. İnsanlık tarihindeki bütünsel ilerlemenin sürmesi için radikal bir kopuş gerekiyordu. Demokrasinin özgürleşme anlamını koruyabilmesi için özündeki burjuva diktatörlüğünün proletarya diktatörlüğü ile ikame edilmesi gerekiyordu…

Türkiye söz konusu olduğunda tarihsel çelişki başka deneyimlere göre daha çıplaktır. Kapitalistleşme yönünde atılım yaptıkça ülke batıyordu. Üstyapı düzenlemeleri batmaya ve batırmaya yazgılı bir süreci yönetmekten öteye geçemeyecekti. Üstelik süreç ilerliyordu. 1920’de işçi sınıfının ve yoksul köylülüğün devrimci rolünü teorik ve politik ilke olarak formüle eden Mustafa Suphi’nin tezi, 1950’li ve 60’lı yıllarda çok daha güçlü maddi dayanaklara sahip hale gelmişti. İşçi sınıfı geri dönülmez biçimde oluşmuştu. Türkiye’nin kalbi artık sanayisiydi, nabız kentlerde atıyordu. Öte yandan burjuvazi, emperyalist sistemle bütünleşme sürecinde yol almış ve geçici içe kapanmanın sağlayabildiği yönetim olanaklarını yitirmeye çoktan başlamıştı. Türkiye emperyalist-kapitalist ekonomik hiyerarşiye tabi hale gelmiş, NATO siyasal sistemin dışsal değil içsel bir düzenleyici unsuru olmuştu. Türkiye burjuvazisi kriz yönetiminde yeni uzmanlaşmalara muhtaçtı.

Burjuvazinin ve buna bağlı olarak devlet aygıtının bu geri dönüşsüz eklemlenmeye uyarlanması, uyarlanırken yönetme ehliyetini yeniden üretebilmesi benzersiz bir krizin habercisiydi. Türkiye kapitalizmi 12 Mart’la, 12 Eylül’le, 1990’ların hükümet denemeleriyle bu krizin eşiğinde uzun süre kıvrandı. Önce siyaseti çeşitlendirmeyi denedi. 1960’larda burjuva siyaseti çok kanatlı bir yelpaze biçimini aldı, 1950’lerin iki temel partili yapısı da yetmez hale gelmişti. Bu yetmezlik yalnızca burjuvazinin iç gereksinimlerinden hareketle anlaşılmamalıdır. Tıkız bir siyasal üstyapı, işçi sınıfının solculaşmasına, komünizmin toplumsallaşmasına karşı korunaksızdır. Tek partili dönemde de, fiilen iki partili dönemde de, Cumhuriyetçi-laik kanatla muhafazakarlık dışında sol olası üçüncü seçenek olarak kendine boşluk bulmuştur. Bu boşluk komünist hareket tarafından doldurulur veya doldurulmaz; ama alan açıktır. 1960’larda burjuva yelpazesi şekillenmeye başlar ama yine derde deva olmaz. 1970’lerde burjuva siyasetindeki parçalanma, yükselen halk muhalefeti karşısında güçsüzlük belirtisine dönüştü. Burjuva ideolojisinde tılsımlı bir terim haline gelen istikrar koalisyon hükümetleriyle sağlanamıyor, yeniden topaklaşmayı çağırıyordu.

Burada “halk muhalefeti”ni solcu popülizmin övdüğü içerikle kullanmadığımı not etmeliyim. Solda partili gelenek (TİP – TKP) işçi sınıfının öznesi olduğu bir siyasal çizgiyi inşa etmiş, onun yanı başında devrimci demokrasi olarak kabaca toparlayacağımız akımlar bir devrimci halk hareketi düzeyine yükselmiştir. Ancak her iki kesimin ortak özelliği, iktidar perspektifini program ve güncel siyaset düzeyinde somutlayamamalarıdır. Sol bir iktidar perspektifi, en fazla Behice Boran’ın adını hak eden sosyalist devrimcilik kanalı dışında, devrimci veya reformist projeler tarafından kuşatılmıştır. Bu devinimin bütününü işçi sınıfının siyasal iktidar mücadelesi olarak değil, halk muhalefeti olarak tanımlamak yerinde olacaktır. İktidar perspektifinden yoksunluk solun bütününü, Türkiye’de ve dünyada yaşanan karşı-devrimin basıncı altında iflasa ve intihara sürükledi. Likidasyon sürecinin dışına çıkan ve partili geleneği yeniden kuran bugünkü TKP’dir.

Yakın dönem burjuva siyasal tarihçileri 1970’lerin ve 1990’ların koalisyon hükümetlerini bir zayıflık olarak betimliyorlar. Oysa burjuva siyasetinin kanatlara ayrışması nesnel bir gelişimin sonucu olduğu gibi, bu kanatların yönetim erkini tesis etmek için koalisyonlara sokulması da zorunluluktu. Bu çelişkinin ortadan kaldırılması doğrultusunda 12 Eylül’den itibaren ideolojik bölünmüşlükten bağışık bir parti modeline tanık olduk: ANAP.

Bu denemenin solda 12 Eylül faşizmine çağdaş ve demokratik bir alternatif olarak yorumlanması, o zamana kadar görülmemiş bir dejenerasyondur ve iflas ve intihar eğiliminin yeni bir tepe noktasını oluşturur. Modelle birlikte bu deneme de çöktü. İşçi sınıfının 1980’lerin sonundaki hareketlenmesi burada çok önemli rol üstlendi. Yanına iki farklı kulvarı da eklemeliyiz: Kürt hareketi ve İslamcı akım. Bu ikisinin Türkiye siyasetinde birer kriz dinamiği olarak ağırlık kazanmaları 1990’lara özgü yeni bir olgudur. Burjuva siyasetinin marjinal dinamikleri kapsama yeteneği, ideolojik yelpazenin daraltılması ve neredeyse tek partili bir istikrar modeline oynanması sonucunda büyük bir hızla buharlaşmıştır. Ek olarak Kürt hareketi, solun çok uzun süre sunduğu eklemlenme kanalının yok edilmesiyle, tersine, solun alanını doldurdu… Bu sürecin analizi dönemin Sosyalist İktidar Partisi’nin en önemli başarılarından biridir. SİP yayın ve belgelerinin, Gelenek dergisinin o dönemki külliyatının bu açıdan yeniden gözden geçirilmeyi beklediğini belirtmeliyim.

ANAP’ın tıkanmasıyla burjuva siyasetindeki tekleşme eğilimi yeniden koalisyonlar biçiminde sürdürüldü. Türkiye parlamentarizminin iki ana geleneğini temsilen DYP ve SHP’nin koalisyonu, ardından sosyal demokrasiden faşizme uzanan geniş koalisyonlar, çöken modelin yerine yeni bir şey konamamasını temsil ediyordu. Kriz süreklileşti ve Türkiye egemen güçleri ısrar ettiler: Herkes merkeze, liberalizme! Dinci gericilik ehlileştirilecek, buna karşılık düzenin merkezi dincileştirilecekti. Ehlileşmek Batı karşıtı demagojinin terkedilmesiyle, İslamcılığın şeriatçılık olarak kristalize olmasından caymakla, yani uçları törpülemekle ilgiliydi.

Kapitalizm siyasal planda kendisini gericiliğin bütün renkleriyle tahkim etmiştir. Irkçı milliyetçilik, İslamcı ümmetçilik, diktatörlük, yıkıcı liberalizm gibi eğilimlerin siyasal ve ideolojik üstyapılar alanında tartışılması olup biteni açıklamaya el vermiyor. Bu toplu ve çok kanatlı alan, Türkiye burjuvazisinin bütünsel tercihidir. Burjuvaların veya burjuva fraksiyonlarının kendilerine ait veya kendilerine en fazla denk düşen grup ideolojilerine ve siyasal tercihlere sahip olmadıkları anlamına gelmez bu bütünsellik. Kimse bütünün içinde erimemektedir. Ancak gereksinim, kapitalizmin genel çıkarlarından ve Türkiye’nin uluslararası entegrasyonundan türetilen önceliklere denk düşüyordu. En başa özelleştirmelerin yazılması gerekiyordu. Ekonomik sistemin tam liberalizasyonu da diyebilir ve bu geniş tanımıyla özelleştirme kategorisinin içine KİT’lerin satılmasından öte sağlık, eğitim, ulaştırma gibi tam veya yarı kamusal işlevlerin dönüştürülmesini, uluslararası işbölümüne eksiksiz bir uyum yoluyla tarımın tasfiyesini, finansal sistemin dönüştürülmesini, kentlerin yaşam değil rant alanı olarak yeniden kurgulanmasını katabiliriz. Bu büyük operasyonu burjuva siyasetinin bütün akımları yalnızca elbirliğiyle yerine getirebilirlerdi. Türkiye burjuvazisinin istikrar idealizasyonu, başkanlık sistemini programlaştırması, parlamenter parçalanmayı tehdit olarak görmesi ve bütün bunları içeren demagojik bir demokratikleşme tanımı geliştirmesi rastlantı değildir. Bu yöneliş, burjuvazi içindeki maddi ve ideolojik farklılaşmayı aşan toplu bir hareket olarak karşımıza çıkmıştır.

Artık AKP’ye geliyoruz… AKP’yi modern kapitalizmin alternatifi olarak görmek bir saçmalıktır. Dahası, AKP iktidarını Türkiye kapitalizminin bir seçeneği olarak değil, sistemik krizi olarak görmeliyiz. 2000’li yılların bütününün şiddetli çatışmalara ve büyük uzlaşmalara sahne olması ve olmaya devam etmesini ciddiye almalıyız. Düzen kapitalizmle tanıştığı evreden beri yeni bir kriz devinimini içeriyor. Kriz yönetiminde uzlaşma ve kırılmayı erteleme pratikleri, tanım gereği sonludur. Kriz sonsuza kadar birikemez. Ancak katastrofik bir son, engellenemez çöküş teorilerinin sınıf mücadelesi teorisiyle çeliştiğini de bilmeliyiz. Sınıf mücadelelerinden soyutlanan bir toplumsal maddi hareket, çöküş benzeri bir sonuca varmayacaktır. Sınıf mücadeleleri o maddi harekete içkindir. İçkin olan, karar anlarında görünür hale gelir. AKP “kabusunun” sonunu bir sandık oylamasından, emperyalist dünyayla uyumsuzluklardan, burjuvazinin şu veya bu kesiminin itirazından, önce TSK sonra Gülen örgütlerinin operasyonlarından, veya 2013’teki gibi siyasetsiz-sınıfsız genel halk hareketlenmelerinden bekleyen yaklaşımların, yalnızca teorik eleştirisini yapmak durumunda değiliz. Bu beklentiler sosyal pratikte test edilmiş ve başarısız çıkmışlardır. Sistemin krizinin somutluğu olarak AKP kabusundan, ancak süregiden maddi harekete içkin olan sınıf mücadelesinin su yüzüne çıkması yoluyla çıkılabileceği tezi, diğerlerinin elimine olduğu bir tabloda ağırlık kazanır. Bu TKP’nin güncel sınıf çalışmalarının ve sosyalizm propagandasının arka planını oluşturan tezdir. İşçi sınıfının ve sosyalizm perspektifinin ağırlığının arttığı bir “karar anı” devrimci kriz demektir ve böyle bir hesaplaşmanın kapitalizmin sınırları içinde kalmama olasılığı çok yüksektir. Güncel toplumsal analiz ile siyasal program ve örgütlü pratik birbirinden ayrılmaz. Anlatmaya çalıştığımız TKP’nin hem nesnel analiziyle hem de programatik hedefiyle bağlantılı bir bütündür. Bir mücadele bütünlüğüdür bu, ve yazının geldiği noktada artık kimileri buraya kadar serpiştirilen saptama, tez ve eleştirilerin sıralanmasına geçebiliriz.

Sol olmayan tezler

AKP’nin önünün işçi sınıfıyla ve kapitalizm eleştirisiyle ilgisi olmayan yollardan kesilmesini vaaz eden görüşler artık bir düşünsel çöplük oluşturuyor. Ulusal sol/Kemalist bir direncin AKP’yi durdurma gücü nereden kaynaklanabilirdi? Böyle bir direnç devlet mekanizmasını ne kadar süreyle elinde tutabilir ve örneğin dinin siyaseti istila etmesini veya özelleştirmelerin kamu yararını yok etmesini önleyebilirdi? Türkiye kapitalizminin içinde sistematik biçimde emperyalist entegrasyona karşı “ülke yararını” koruyacak bir güç galebe çalabilir miydi?

Bu soruların yanıtları tarihin ışığında olumsuzdur. Türkiye kapitalizmle tanışalı ve özgün kriz dinamiği bu topluma yerleşeli beri, burjuva siyaseti benzeri çatışmaları çözmeye değil yönetmeye endeksli çalışmıştır. 21. Yüzyıl itibariyle Türkiye burjuvazisinin ulusalcı ve entegrasyoncu, laik ve dinci, halk/ülke düşmanı ve halkçı, ülke yararından yana diye fraksiyonlara ayrılabilmesinin zemini yoktur. Yeri gelmişken, böyle bir zeminin yalnızca bir kez, 1912-1922 patlamasında şekillendiğini hatırlamalıyız. Emperyalist paylaşım mücadele ve projeleri Osmanlı ülkesinin varlığını yadsımayı esas aldığında hakiki bir sınıf bölünmesi yaşandı. Burjuvazi Müslüman ve gayrimüslim olarak, bölgesel olarak, bağımsızlıkçı ve bölünmeyi kabul edenler olarak ayrıştı. Bu, Türkiye burjuvazisinin benzersiz bölünme momentidir ve burjuva devriminin en radikal tepe noktası da böyle oluşmuştur.

Ulusal sol/Kemalist direnç beklentisine sahip olanlar, tarihin bu anlamda tekrarını beklediler. Bu beklenti her şeyden önce coğrafyamızın dünya kapitalizmine katılma sürecinin çoktan tamamlanmış olması nedeniyle temelsizdi. Emperyalizmin eski sosyalist ülkelerdeki yıkıcı ve bölücü pratiği bu açıdan Türkiye’ye model oluşturmaz. Bu örneklerde emperyalizm yeni bölgeleri ve pazarları sisteme dahil etmek için, riski olmayan bir müdahalede bulunuyordu. Öte taraftan Türkiye, Ortadoğu’nun emperyalist politikalar doğrultusunda bölünen Irak ve Libya gibi örnekleriyle de karşılaştırılamaz. Kapitalizmin gelişme derecesine bağlı olarak, bu örneklerin dünya sistemiyle eklemlenmelerinde dışsal karakter ön plandadır. Temelsiz beklenti derken, kuşkusuz yeni gelişebilecek faktörlere hiç şans vermemek gibi bir yaklaşım savunulamaz. Örneğin bugünkü emperyalist paylaşım mücadeleleri açık bir dünya savaşına evrilirse tablo belki de baştan aşağı yeniden gözden geçirilmek durumunda olur.

Türkiye burjuvazisinin içinde kimi kanatları mutlak biçimde AKP’nin karşısına yerleştiren sol yorumlar, bu çelişkiye belirleyicilik atfettiklerinde, zorunlu olarak kendi pozisyonlarını da söz konusu saflaşmaya referansla tanımlamak durumundadırlar. Siyasal mücadelelerin iç savaş betimlemesiyle, yani söylemin radikalleştirilmesi, daha etkili, vurucu kılınması amacıyla dramatize edilmesi değil de, “iç savaş”ın bir politik çözümleme kavramı olarak kullanılması söz konusu olduğunda, taraf tutmamak siyasetin dışına düşmekle eşdeğerdir. Çözümleme kavramı olarak iç savaş mı dediniz; işçi sınıfı burada taraf olacak, en devrimci ihtimalle katıldığı safta hegemonya mücadelesine girecektir. İç savaş saptamasında bulunan ama taraf olmayı önermeyen ve öngörmeyenlerin basbayağı akademizm ve apolitizmle sakatlanmış olduklarını söyleyebiliriz. Solda Sungur Savran bu çizginin tipik temsilcisidir. Savran 1950’lere uzanan bir süreçte (tekelci sermaye de dediği) finans kapital ile görece küçük boy bir burjuva fraksiyonunu karşı karşıya resmetmekte, sonraları KOBİ’lerden geçen bir büyüme süreci betimlemekte ve yeni İslamcı burjuvaziyi tanımlamaktadır.1

Savran’ın da kaçınmadığı ve benzeri analizlerde kaçınılması olanaksız bir yanlış, burjuva sınıfının ekonomik yapıdaki parçalı konumlanışı ile burjuva ideoloji ve siyasetindeki taraflar arasında kaba, indirgemeci bir ilişki kurulmasıdır. Burjuvazinin ekonomide belirli bir konumdaki kesimi laik, başka bir konumdaki kesimi ise dinci olmaktadır… Oysa Türkiye akademisi AKP’li yıllarda bile değerli araştırmalara ev sahipliği yapabilmiştir ve politik parti tercih ve örgütlenmelerini yakından gözlemleyen çalışmalar yürütülebilmiştir. Dipnotta verdiğim örnekte, Sanayi mahallesi özelinde dinselleşme, AKP teşkilatları, ekonomik çıkar ilişkileri, yerel hegemonya dinamikleri, siyasal merkezin sunduğu olanaklar, büyük ve küçük sermaye grupları arasındaki ilişkilerin çok yönlü yapısı sergilenmektedir.2 Buradan genele ilişkin yapacağımız çıkarsama indirgemeciliğin işlemeyeceği olmalıdır.

Burjuvazinin laik ve İslamcı olarak bölümlenmesi, üstyapısal faktörlerle ekonomik faktörlerin sınıf tanımındaki hiyerarşisini ters yüz eder. Kuşkusuz işçiler ve yoksulların burjuva ideolojisine esir düşmeleri ve sınıf mücadelesinde büsbütün yanlış tercihler yapabilmeleri sık rastlanır bir durumdur. O kadar ki, bir tarafta “üretim araçlarından yoksun olmak ve yaşamını sürdürmek için emek gücünü satmak” ile öte tarafta “ortak çıkarlara sahip bir topluluk olarak davranmamak” arasındaki çelişkinin Marksizm için bir teorik sorun olarak kendini dayattığını biliyoruz. Burada odaklanamayacağımız bu başlıkta, Leninist çözüm sınıf mücadelesinin emekçi sınıfların içinde de sürdüğünü esas alır. İşçilerin, üretim araçları mülkiyetinden yoksun olmaları otomatik bir bilinçlenme mekanizmasını harekete geçirmemekte, sınıfın öncü ve ileri unsurları “dışarıdan” bir güdülemede bulunmaktadırlar. Çünkü burjuvazinin, işçilerin bir sınıf olduklarının üstünü örtmekte kullandığı zengin enstrümanları vardır. Sınıf mücadelesi temel sınıflardan birinin, işçilerin bağrında sürer. O kadar ki kapitalist sömürünün olağan koşullarında, yabancılaşma veya meta fetişizmi işçilerin verili bilinç durumunu esir alır. Dolayısıyla gün gelir, ideolojik, politik tercihler işçilerin bir sınıf oluşturmasında kriter haline gelir.

Ancak betimlenen bu durumu burjuvaziye uyarlamak tamamen saçmadır. Burjuvazi ideolojik ilkelerle hareket etmez, dinsel yargılara göre ayrışmaz, tuttuğu partiye göre de fraksiyon oluşturmaz. Tersi doğrudur. Maddi sınıf çıkarları ideolojik tercihleri, siyasal tutumları yönlendirir.

Bu temel teorik yanlışı bir kenara koymalı ve sınıf fraksiyonları ve hatta sınıflar olarak İslamcı ve laik, ulusalcı ve entegrasyoncu sermayedarlardan söz edenlere gülüp geçmeliyiz.3 Ancak yanlışlar arasında bundan fazlası var. Türkiye’de burjuvazinin tekelci kesimlerine ve orta ölçeklilerine apayrı ideolojik ve politik tercihler atfetmek, ne somut analizle ne de Marksist teoriyle doğrulanabilir. Türkiye burjuvazisinin, bizim altını çizdiğimiz kriz yönetimi yeteneği ve birikimi, derin bir sınıf bilinciyle aynı şeydir. Burjuvazi, ekonomik rekabet ile toplumun ve devletin yönetilmesi, kısmi çıkarlar ile toplu çıkar arasındaki diyalektiği bazı Marksistlerden çok daha iyi bilmektedir. Türkiye burjuvazisi toplu olarak dünya sisteminin parçası olmayı tercih etmiş ve herhangi bir parçası ulusal karakterini korumamıştır. Kapitalizmin iç bütünleşmesi zaten buna izin vermezdi. Burjuvazi, tek tek üyelerinin demokratik kişiliklerinden veya diktatörlük saplantılarından bağımsız olarak 12 Eylül’ü destekledi. Burjuvazi özelleştirmelerden kimin ne kadar pay aldığından bağımsız olarak, sınıf olarak özelleştirmeci oldu. Ve Türkiye burjuvazisi tek tek üyelerinin kravat, mini etek, klasik müzik veya viski kadehiyle kurdukları ilişkiden bağımsız olarak memlekete ağır bir İslamcılığın şırınga edilmesini benimsedi. 

İslamcılık ve liberalizmin ittifakının AKP’nin bir dönemine damga vurduğunda herkes anlaşmaktadır. Bu ittifak yalnızca üstyapı alanıyla açıklanamaz. Bu ittifaka burjuvazinin bir kesimi karşı çıkmış da değildir…

Solda düşülen bu yanlışlar, sermaye birikim süreçlerini burjuvazinin iç çatışmaları ekseninde analiz etmek anlamına da gelir. Peki tarih sınıflar mücadelesi midir, yoksa egemen sınıfların içindeki mücadele mi? Bu soru son derece kritiktir. Egemen sınıfların arasındaki çelişkiler, emekçi yığınların nasıl sömürüleceğinden, bu sömürünün nasıl paylaşılacağından ve hangi ideolojik, politik enstrümanlarla yürütüleceğinden türer. Üstelik çoğunlukla söz konusu çelişkiler, ezilenlerin açık veya örtük tepkilerini içeren “nasıl yönetmeli” sorusuna verilen farklı yanıtlarla ilintilidir. Burjuvaziyi bölmelere ayırıp kendi içinde savaştıran senaryolar, sınıf mücadelelerinin bu diyalektiğini ihmal etmekte, sömürülen sınıfları, bilinçli, aktif ve örgütlü olmadıkları koşullarda büsbütün tablonun dışına itmektedirler.

Burjuvaziyi gerçekte olmadığı biçimlerde bölmenin bir sonucu da, AKP’yi “bileğinin hakkıyla kazanan” bir taraf olarak görmeye gidecektir. AKP’lilerin kapı kapı militanca çalışmaları bir şehir efsanesidir. Çünkü kapı kapı gezenler ellerinde kuran, tarikat üyeliği, ihale vaadi, yoksulluk yardımı, iş bulma imkânı gibi silahlar taşımışlardır. Bu tarzın emekçi sınıfla ve devrimcilerle değil, diğer karşı-devrimci örgütlenmelerle karşılaştırılması mümkün olabilir ancak. Faşist hareketin bir kontrgerilla uzantısı olduğu, lümpenliği esas aldığı ve bunu yeniden ürettiği, devletin zor örgütlenmesiyle içli dışlı yapılandığı, uyuşturucu başta olmak üzere yasadışı ve mafya tipi ekonomik faaliyetlere girdiği bir gerçektir ve buradan hareketle AKP örgütlenmesiyle verimli karşılaştırmalara gidilebilir. Türkiye’de yıllar önce Takva adlı bir film4 yapılmış olmasına karşın bu AKP övgücülüğü tükenmemiştir.

Sermaye sınıfının tarihsel bölünmesi, bir. Mücadele eden dinci hareket, iki… Bu tür analizlerin zorunlu olarak sözü edilen bölünmeyi ve mücadeleyi Cumhuriyet tarihinde belgelemesi gerekir. O noktada “Kemalizmin laik ve cumhuriyetçi reformlarını yeterince halka mal edemediği” değil, bunları “halka rağmen hayata geçirdiği” tezi içeriye buyur edilmektedir. Örneğin Savran’a göre aydınlanma dindarların yaşamına “yabancı istilası” gibi girmiştir. Baskıcı Kemalizm suçlaması, Marksistler için boş laftır. Siyasal hareketler baskıcı olup olmadıklarıyla klasifiye edilemezler. Bu kriter tarihsel ve sınıfsal öze, işleve değil eylemin biçimine ilişkindir ve belirleyici olması mümkün değildir.

Gericilerin, her tür devrimci akımı kitlelerin gündelik alışkanlıklarını alt üst etmekle eleştirmesi tarihçilikte de karşılığı olan bir gelenek. Devrim elbette alt üst edecek, toplum ve geniş kitleler eskisi gibi düşünemeyecek ve yaşayamayacak… Burada anahtar, devrimde öncülükle ilintilidir. Öncülük tepeden inme işler kotarmak değil, kitleleri seferber etme yeteneğidir. Burjuva devrimleri, hele Türkiye gibi geciktikleri ölçüde, bu açıdan sınıfta kalmışlar, gericiliğin kökünü kurutamamışlardır. Yine burjuva devrimlerinin, en erken ve dolayısıyla en enerjik, en devrimci örneklerde bile gericiliği tamamen yok etmek isteyip istemediği de su götürür. Fransız Devrimi’ni “büyük” kılan birkaç atılım momentidir. 1789’da Bastille’in zaptedilmesi, 1793’de Jakoben terörünün başlaması… Sonraki krallık ve imparatorluk geri dönüşlerinde ana akımın tezi, hep “devrimin aşırılıklarına” odaklanır.

AKP’nin bir mazlumlar hareketi olduğu iddiası, burjuvazinin mazlumluğundan başka anlama gelmez ve bunun şu veya bu ölçüde kabullenilmesi saçmalıktır. Bir kez başlandığında İdris Küçükömer’in Türkiye siyasetinde sağı sol, solu sağ, gericiliği halk, ilericiliği elit olarak gösterip her şeyi ters yüz eden yaklaşımı kırk, elli yıl sonra dirilmiş oluyor. Bu çizgiye Birikimciler bütünlüklü olarak angaje olmuştur. Kürt ulusalcılığının kendi reform projesi dahilinde parçası olduğu yaklaşım, zamanın ÖDP’si tarafından KOBİ’lere yönelik ekonomik taleplerde yeniden üretilmişti.5

AKP’nin öncülük ettiği karşı devrimi derin ve sağlam tarihsel köklere dayandırmak da bir diğer riskli yaklaşımdır. Buna göre İslam’ın içinde belirli bir yorum veya belirli tarikatlar yüzlerce yıllık bir akış içinde sabit bir taraf olarak varlıklarını sürdürmüşler, etkileri dönem dönem değişse de mücadele sürmüştür. Bu yaklaşım retrospektif, bugünden geriye doğru bir okumadır. Bugünden tarihe bakmanın açıklayıcı gücü kuşkusuz yüksektir, ancak Marx yöntemini insanın anatomisinin maymunun anatomisini anlamayı kolaylaştırdığı analojisiyle sınırlı tutar. Marksist yöntemi ifrata götürmenin ve tarihi bugüne akan izler olarak okumanın manası var mıdır?

Tarihi ve bugünü anlamak açısından böyle bir abartının işlevi olmaz, ama bir anlamı olur. Karşı devrim sahip olmadığı güçlerle donanmış biçimde resmedilmektedir örneğin. Oysa AKP’nin bugünkü gücü tartıda farklı görünecektir. AKP büyük bir tarihsel geleneğin devamı değil, bir iflasın, tükenmişliğin temsilcisidir. İktidarı öznel gücünden ziyade sistemin krizinden beslenmektedir. Güçlüdür, çünkü kriz çok büyüktür. Bu noktada düşülecek yanlış mücadelenin örgütlenmesini doğrudan doğruya ilgilendirir.

Üstelik retrospektif ve abartılı bir okuma AKP’nin tarih yorumlarına hak vermeye de varabilir. Cumhuriyeti ümmetin tarihinde bir parantez olarak görmekle, Türkiye’de dinci gericiliğin yenilgiye uğramamış, yalnızca geçici olarak baskı altında tutulmuş olması akraba tezlerdir. Oysa bu doğru olmadığı gibi, mücadelenin moral gücünü de rehine vermek olacaktır. Doğru değildir, çünkü Türkiye’de eğitimin laikleştiği, dinci kadro yetiştirilmeyen, tarikat örgütlenmesinin daraltıldığı, dinin büyük bölümünün siyasal alandan çıkartılıp, kültürel bir olguya dönüştürüldüğü, aydınlanmanın kökleştiği bir dönem gerçekten de vardır. Bu dönemin sonlarında sol düşünce kentlere modern proletarya olarak göçen Alevilerde toplumsallığa ulaşmıştır. Bu dönem boyunca aydın kategorisi “kendiliğinden” solcu karakter kazanmıştır. Türkiye’de doğa ve toplum bilimlerinde dinsel yargıları gerileten gelişmeleri ve kazanımları küçümsemek mümkün değildir. Morale gelince, bunca değişimin küçümsenmesi ve yanılsama olduklarının düşünülmesinden mücadele isteği çıkartmak hayli zor olacaktır. Türkiye, mücadele motivasyonunun çaresizlikten değil, umuttan türetilmesini hak eden bir ülkedir. Türkiye solcusu AKP’yi kökten eleştireceğim derken, onu neredeyse yıkılmaz bir güçle resmetme yanlışına düşebilmektedir. AKP iktidarında temsil edilen siyasal İslamcılık tarihsel bir gelenek veya bir hacıyatmaz değil, karşı-devrimci bir yeniden yaratıdır. Geçmişin karanlık dehlizlerinden fırlayıp gelen bir rejim değil, krizin ta kendisidir.

Kriz ve çözüm olarak AKP

Kapitalizmin kriz üreten yapısı ve Türkiye’de kapitalizmin kendisinin krizle eşdeğer anlam kazanmasının bileşimi olarak AKP. 21. Yüzyılda yüz yüze gelinen tablo Türkiye toplumunun en azından kapitalizmle tanıştığı momentten bugüne şekillenen en büyük çıkışsızlıktır. Sermaye sınıfı İslamcı akımla kendisi arasına bir çizgi çekmeyi veya kendisinden bir parçayı İslamcılıkla özdeşleştirip çıkışsızlığın günahından arınabilmeyi herhalde çok isterdi…

Bu ifadede sermaye sınıfını İslamcılıktan “ayırdığımın” farkındayım. Bugünkü düğümü başka bir akım atmış olsaydı, yine sermaye sınıfı kendisini arındırmanın yolunu arayacaktı ve güncel duruma varan yolun taşlarını mutabakat halinde döşediğini unutmaya, unutturmaya çalışacaktı. Türkiye egemen sınıfı olarak burjuvazi siyasal yetenekleri gelişkin bir aktördür ve gelişkinliğin bir ölçütü de, kaçınılmaz olarak iç çelişkilerle ve çatışmalarla, ama sonuçta belirgin bir hiyerarşik düzen içinde karar üretme yeteneğine sahip olmasıdır. Dünyayla bütünleşme ve dünyadan sakınma, parlamenter demokrasiye geçiş ve militarist faşist düzenlemelere destek, laisizm ve şeriatçılık aynı gelişkin sınıfın kararıdır. Bu farklı yönelimler sırasında burjuvazinin iç dengeleri defalarca oynamış olsa da, hatta bu oynamalar sırasında kan dökülse de, bir sınıfın yerini bir başkası almamıştır. Bugün de kapitalizm AKP’siz yapamayacak kadar zordadır. Şeriatçılar kapitalizmin tercihidirler ve kapitalizmi rehin almışlardır.

Benzer bir kriz betimlemesi genel olarak neoliberalizm ve 2008 krizi için de yapılabilir. 2008 açıkça kumarhane düzeni biçiminde dejenere olan ve bu sayede büyük kazançlar elde eden sermayenin neoliberal düzenlemelerinin iflası anlamına geldi. Ancak krizden çıkış için geliştirilen politikalar, iflas etmiş neoliberal sistematiği esas almaya devam etti. Basit bir nedenle ki, neoliberalizmden çark eden, iflas gerçeğini kabullenen bir kapitalizmde emeği baskı altında tutmak ve kârları korumak mümkün olamazdı.6 Ekonomik krizin neoliberalizmin inandırıcılığını erozyona uğrattığı bir gerçektir. Ancak bu gerçek ancak sınıf mücadelesinde maddi bir niteliğe bürünebilir ve pratik sonuç üretir. İnanmayan halk kitlelerinin, egemen güçleri neoliberalizm dışı tercihlere zorlaması için, örgütlü işçi sınıfı ve sosyalist hareketin karşı ağırlık oluşturması, halk kitlelerine önderlik etmesi gerekir. Bu eksiklik sürüyorsa, darbe alan neoliberalizm, krizi kapitalistler açısından fırsata dönüştürmeye yarar. İşçi sınıfı siyasal planda devreye girmediğinde, neoliberalizmin krizine karşı neoliberalizmin enstrümanları kullanılmaya devam ediliyor. İş cinayetlerinin artması, kentsel yağmayla büyük ölçüde özdeşleşen inşaat sektöründeki büyüme, finansal balonların yeniden şişmesi hep bu bağlamda düşünülmelidir.7

AKP iktidarının sürmesi de aynı paketin parçasıdır. Yaralı neoliberalizmin kullanımda kalmasında, Türkiye’de dinci gericiliğin payı zannedilenden çok büyük. Gericilik hem kitlelerin tevekküle sürüklenmesi, hem de AKP örgütlenmesinin sosyal boyutları sayesinde orta sınıfların yoksullaşmasının dizginlenmesi açısından işlev üstlenmektedir. Yine gericilik, içerde devletin zor aygıtının dışarıda da militarizmin meşrulaştırılmasında vazgeçilmez bir ideolojik hizmet sunmaktadır. AKP’de somutlanan bu hizmetten sermaye sınıfının bütünü nasipleniyor. Yalnızca AKP’nin ve neoliberalizmin cicim yıllarında değil, kriz kabusunda da AKP, sanılanın tersine burjuvazinin bütününün temsilcisi rolünü sürdürüyor.

Türkiye’de AKP’ye karşı mücadelenin kapitalizme karşı mücadele olarak şekillenmesinin maddi zemini çok güçlüdür. Kuşkusuz bu maddi zeminin sosyalist devrimci bir politik önderlikle ve işçi sınıfı örgütlülüğüyle buluşturulması koşuluyla. 

Dipnotlar

  1. Sungur Savran, “İslamcılık, AKP, Burjuvazinin İç Savaşı”, Neoliberalizm, İslamcı Sermayenin Yükselişi ve AKP içinde. Hazırlayanlar: Neşecan Balkan, Erol Balkan, Ahmet Öncü, Yordam Kitap, İkinci Basım, İstanbul, Mayıs 2014.
  2. “AKP dönemi boyunca yerelde, partiyle organik ilişkileri olan yeni sermaye grupları oluştu. Bu, yeşil İslami sermaye ya da büyük sermayeden daha farklı olarak, ‘yerel’e özgü ve yaygın olan küçük sermaye gruplarını ifade ediyordu. Sanayi Mahallesi ve Kâğıthane’deki kadrolar için parti, kendilerine kaynak dağıtan ve somut olarak hayatlarını değiştiren bir imkanlar ağıydı. Yerel parti örgütü içinde üst konumlarda bulunan kadrolar, yerel sermaye grupları arasında yer alıyordu. Bölgenin eski yerleşimcileri arasında bulunan ve gecekondu kökenli olan bu gruplar, siyasal ilişki ağlarıyla sınıfsal dönüşüm yaşamışlardı. Partili sermaye grupları, belediye olanaklarını, parti ve bürokrasideki ilişkilerini etkin biçimde kullanarak ticaret, inşaat gibi kentsel tüketim ve rant alanlarında faaliyet yürütüyorlardı.”  (Sevinç Doğan, Mahalledeki AKP, İletişim yayınları, ikinci baskı, İstanbul 2016, s.258-259)
  3. “Laik ve İslami burjuvazi, modern Türkiye’nin yirminci yüzyıldaki evriminde iki farklı toplumsal kesimde ortaya çıkmış iki ayrı kapitalist sınıftır. İslami burjuvazi yirmi birinci yüzyıla girerken laik burjuvaziyi geçmiştir.” (Ahmet Öncü ve Erol Balkan, “İslami Orta Sınıfın Yeniden Üretimi”, Neoliberalizm, İslamcı Sermayenin Yükselişi ve AKP içinde, s. 251)
  4. Takva (2006) filminin yönetmenliğini Özer Kızıltan yaparken, senaryosu Önder Çakar’a aittir. Takva’nın yapımcı ve dağıtımcı firması Yeni Sinemacılar’dır. Filmin başrollerini Erkan Can, Meray Ülgen, Güven Kıraç, Erman Saban paylaşmaktadır. Film internette açık olarak izlenebiliyor: https://www.youtube.com/watch?v=AuinVXDC5x8   (son erişim: 3 Mart 2018)
  5. “ ‘Esnafa ve KOBİ’lere Destek!’ başlığında KOBİ’lerin ve küçük esnafın destekleneceği; KOBİ’lere ucuz ve uzun vadeli kredi sağlanacağı; yüksek teknolojili makinelerle üretim yapılması ve çağdaş istihdam yaratılmasının teşvik edileceği anlatılmaktadır.” Anıl Pala, ÖDP, Türk Siyasal Yaşamında Özgürlük ve Dayanışma Partisi (1996-2006), yayınlanmamış yüksek lisans tezi, T.C. Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, s.139. http://acikerisim.deu.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/12345/11349/215806.pdf?sequence=1&isAllowed=y  (son erişim 2 Mart 2018)
  6. Bu değerlendirmeyi 2008 dünya krizinin ardından da Gelenek’te işlemiştim: Aydemir Güler, “Emperyalizmi Hatırlatma Zamanı”, https://www.gelenek.org/makale/emperyalizmi-hatirlatma-zamani (son erişim 3 Mart 2018)
  7. Bu yönde bir analiz için Evren Hoşgör’e bakılabilir: “Sermayenin ‘Yeni’ Ekonomik Tasarımları”, Gezi Tartışmaları içinde (der. Gencer Çakır, Özgür Başpınar Aktükün, Ütopya yayınevi, Ankara, Haziran 2015). Hoşgör’ün çalışmasından, 2008 krizinden sonra yalnızca neoliberalizmin kendisinin değil, sol liberalizmin de işlevselliğini, bilinen politik örneklerin (örneğin Syriza, Podemos, HDP) ötesinde toplumsal alanda da sürdürebildiğini çıkarıyorum: “Devlet, giderek artan ölçüde kamusal hizmetlerden ve sosyal politikalardan uzaklaşırken, daha çok piyasaların düzenlenmesine, teşvik edilmesine ilişkin işlevleri üstlenir hale gelmektedir. Devlet-sivil toplum çelişkisini toplumsal yaşamın temel çelişkisi olarak gören bu anlayışa göre STK’ların görevi devletin topluma müdahalesini kurallara bağlamak, sınırlandırmak ve denetlemektir. Örneğin, Soma ile alevlenen denetim fetişizmi, piyasa hataları ve kötü yönetim ile ilgili sorunları çözmek suretiyle neoliberal ekonomik düzeni toplumsal olarak kabul edilebilir bir hale getirmeye çalışan yönetişim paradigmasının bir uzantısı niteliğindedir. Sendika temsilcilerinden, liberal, sol-liberal ve sosyal-demokratlara kadar birçoklarının etkisine kapıldığı bu sözüm ona katılımcı söylem Türkiye’de neoliberalizmin hegemonyasını tehlikeye sokacak bir hesaplaşmanın önünü kesecek çözümlerin arandığını göstermektedir. Oysa neoliberalizmin her tasarımında sermayenin tahakkümü başattır. Soma ve diğer işçi cinayetleri, bu sınıf tahakkümünün billurlaşmış bir ifadesidir. Bu da, sisteme içkin çelişkilerin yeniden düzenleme biçimleriyle çözülebileceğini düşünmenin sakıncalarına işaret etmektedir.” (s. 67-68)
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×