Dersaadet eskisi gibi değil

“1911’de henüz beş yaşımdayken Fener’deki evimizin önünden geçen Türk taburlarının İstanbul’a yakışmayan haykırışlarını ve postal seslerini hatırlıyorum.

Patrikhanenin dar sokaklarındaki bu şamatalı gösterinin anlamını çok sonra kavradım. Türkler Rumları korkutarak sindirmeyi amaçlıyordu. Türkiye, Balkan ülkelerinin ayaklanması ve özgürleşmesiyle sonuçlanan Balkan Savaşı’nın eşiğindeydi. Balkan ayaklanması, iki dünya savaşının ardından ünlü Osmanlı İmparatorluğu’nu Kürtler, Çerkezler, Araplar, Ermeniler gibi bağımlı birçok halkı da içeren bir Türk devletine dönüştürdü.”1

1922 yılında doğduğu kenti terk etmek zorunda kalan ve yaşamına bir Yunan komünisti olarak devam edip Yunan İç Savaşı’nda emperyalistlere karşı savaşan Haris Spataris, İstanbul’un “uzun on yılı”nın hemen öncesini yukarıdaki satırlarla betimliyor. Sonuçları itibarıyla bir burjuva devrimi niteliği taşıyan Jöntürk Devrimi ya da İlan-ı Hürriyet, İttihat ve Terakki’nin bağımsız bir dış politika yürütebilmek amacıyla milli bir ekonomi ve burjuvazi yaratma politikasını 2 hızlıca hayata geçirirken, imparatorluğun gayrimüslim unsurları üzerinde baskıcı bir etkiye sahipti. İttihat ve Terakki’nin tek parti iktidarına doğru giden süreçteki milliyetçi politikaları, çözülen bir imparatorluğu kurtaracak yegâne çözüm olarak görülüyordu:

“Biz Rumlar rayiades [reaya] idik. Jön Türklerin bize sunduğu eşitlik yanılsamasına rağmen (sonradan bu eşitlik diğer Müslümanlardan dahi esirgenerek sırf Türklere uygulandı) karakolu devletin bizi baskı altına alan bir aygıtı olarak gördüğümüzden, ondan uzak kalmaya çalışıyorduk.”3

Bir milyonluk nüfusunun yaklaşık yarısı Müslüman olan Dersaadet açısından Balkan Savaşları sonun başlangıcı demekti. Sırbistan’ın ve bağımsızlığını 1908’de elde etmiş Bulgaristan’ın çıkarlarının çatışmaması için aralarında arabuluculuk yapmaya başlayan Çarlık Rusyası’nın panslavist politikaları savaşı tetikleyen unsurlardan biriydi. Yunanistan ve Karadağ krallıklarının katıldığı ittifak karşısında ordusunun hazırlıksızlığı ve hükümetin gerekli tedbirleri alamayacağının ayırdında olmayan İstanbul halkı savaşı olağanüstü bir coşkuyla karşıladı. Balkan komitacıların eylemleri, Trablusgarp Savaşı’nın yarattığı moral bozukluğu ve Makedonya sorunu ile boğuşan Osmanlı açısından 18 Ekim 1912’de ilan edilen savaşın faturası kentte yaşayan halka kesilecekti. Başkentin görkemini kaybetmek istememesi ile sakinlerine artık bir şey vaat edememesi arasındaki çelişki, elektrikle henüz buluşmamış kent sakinleri ile Haliç’in üzerine yeni yerleştirilen ve ışıl ışıl aydınlatılan Galata Köprüsü arasındaki tezatta somutlanıyordu.

Savaşla boğuşan başkent

Büyük Savaş İstanbul açısından belini doğrultamayacak bir ekonominin yanı sıra, İttihat ve Terakki’nin iktidarı tam anlamıyla eline geçirip tüm muhalefeti bastırdığı bir dönem anlamına gelmekteydi. Çalışma saatlerinin olağanüstü boyutlara vardığı, her türlü işçi eylemi gibi grevlerin de durduğu, iş koşullarının ağırlaştığı, reel ücretlerin düştüğü, kadın ve çocuk emeğinin arttığı bir geçiş dönemiydi söz konusu olan. Gıda maddelerinin zor bulunduğu, bu konudaki en büyük sıkıntıyı da Trakya depremi ve Balkan Savaşları nedeniyle İstanbul’a göç etmek zorunda kalan muhacirlerin çektiği kentte, pahalılık ve ordunun bina ile ürünlere el koymasından doğan yoksulluk en çok Kürt hamallar, Laz balıkçılar vd. emekçileri vuruyordu. Deniz ulaşımının İngiltere’den taşkömürünün savaş boyunca gelmemesiyle sekteye uğraması,4 Romanya’dan alınan ve benzinle çalışan özel kayıkların Adalar, Haliç ve Boğaz ulaşımında kullanılmasına yol açtı. Ulaşımın pahalılığından dem vuran Spataris, nitelikli taşımacılığı sultanın oya ihtiyacı olmamasına ve tüm masrafları genel bütçeye yüklemeden yolculardan almasına bağlar.5

Savaşın yoğunluğunun her geçen gün daha fazla hissedildiği İstanbul, Almanlar’ın Bağdat demiryolu projesini henüz tamamlamadıkları bir anda gerçekleşen bir olayla sarsılacaktır. Karartma gecelerinin sürdüğü, Müttefikler’in uçaklarının casusluk yaptığı başkent semaları, 6 Eylül 1917’deki Haydarpaşa Garı’nın ve yanındaki cephaneliğin “sebebi bilinmeyen bir olay sonucunda” infilak etmesiyle dumanla kaplanacak, Kadıköy çarşısında alışveriş yapan ve Kuşdili Çayırı’nda gezintiye çıkmış halkın yaralanmasına yol açacaktır.

Öte yandan, savaş boyunca neredeyse hiçbir Rum’un orduda askerlik yapmak istemeyeceğini iddia etmek mümkündür. Ordu ve polisin birlikte çalışmaları, asker kaçaklarını yakalamak için Rum mahallelerini kuşatarak evleri aramaları, pek çok Rum’un Türk ordusuna girmeye karşı gelmeyi ulusal bir onur haline getirmesine yol açıyordu. Dönemin gerçekliği olan savaş tellallarının naraları çocuklarda travma yaratacak derecedeydi:

“Bizi en çok korkutan, Balkan ve Birinci Dünya Savaşlarına asker toplayan tellal davuluydu. Davulun sesini duyunca herkes soğuk terler dökerdi. Askere alınan Rumların bir daha evlerine dönemeyeceğini biliyorduk. ‘Gâvurları’ amele taburlarında, Anadolu’nun ortasında taş kıran işçi birliklerine yollayarak yok ediyorlardı.”6

Küçülmekte olan bir imparatorlukta modern işçi sınıfının tahkim edilmesi ve ulusal nitelikte bir kapitalizmin filizlenmesi7 açısından savaş yıllarının azımsanmayacak bir önemi vardı. Sanayide geri, ticarette dışa bağımlı, ekonomik yapısı büyük oranda tarımsal bir coğrafyada kapitalist üretim biçiminin egemen olmaya başlamasında savaşın rolü büyüktür. Nesnel zorlamaların bir yarı-sömürge toplumunu ulusal bir ekonomiye dönüştürmeye başlamasının ve kıtlık koşullarından doğan vurgun ve karaborsanın Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk yıllarındaki ilkel birikimi sağlamasının da bu noktada altı çizilmelidir.8 Bunlara ek olarak, üretici nüfusun silah altına alınmış olmasının işgücü açığını ortaya çıkardığı İstanbul’da üretim ciddi ölçüde aksamıştır. Savaş sırasında ve hemen sonrasında işçi sınıfının kompozisyonu değişmiş; kadın ve çocuk işçilerin sayısındaki büyük artış, tütün, iplik bükme ve dokumacılık gibi iş kollarında muazzam boyutlara ulaşmıştır. Öte yandan, nüfus hareketliliği, iç ve dış göçleri beraberinde getirerek, İstanbul’a yeni insan topluluklarının yığılmalarına da neden olmuştur.

Mütarekeden işgale

İstanbul açısından bakıldığında, Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından Saltanat’ın kaldırılışına kadar süren Mütareke Dönemi, çözülmekte olan Osmanlı’ya son darbeyi indiren ve Cumhuriyet’e geçişi hazırlayan evreydi. Kent tarihinin hiçbir dönem görmediği ölçüde hızlı toplumsal dönüşümlerin gerçekleştiği bu zaman dilimi bir Rum delikanlısının gözünden an be an kayda geçirilir:

“Sultan teslim olarak Mondros Mütarekesi’ni imzalayınca bütün İstanbul mucizevi bir şekilde Yunan renklerine büründü, halk da gösterilere başladı.

Müttefiklerin gelmesi, Boğazları mayınlardan arındırmaları gerektiği için 15 gün sürdü. Türkler bu arada telaşlanmış ve bizi korkutan önlemler almaya başlamışlardı. Öyle bir an geldi ki mütareke haberinin Türkler aleyhinde taşkınlıklar yapmamız için verildiği ve bunun bizi temizlemek için haklı bir fırsat olarak kullanılmak istendiğini bile düşündük.”9

Rumlar için 1918’in “rahat ve mutlu” bir yıl olduğunu düşünen Spataris, çocukça bir saflıkla kendi kendine sorular da sormaya devam eder: Ayasofya neden Rumlar’a verilmemektedir, Vatikan’la Rumlar’ın aralarının bozuk olmasına rağmen Fener neden bir İtalyan bölgesine dönüştürülmüştür, İstanbul’da neden Yunanlar’a da bir bölge verilmemiştir…10 1918’de kentteki durum belirsizdir. Halkı ilgilendiren işlerin yönetimini sırayla İngiliz, Fransız ve İtalyan müttefikler paylaşmaktadır. Dönemin kozmopolit Pera’sı, düzenli, tutucu ve küçük burjuva Fener’le tam bir tezat oluşturmaktadır. Patrikhane’nin varlığıyla yok olmaktan kurtulan Fener, Pera tarafından zaman içinde yutulacaktır. Halkın yoksulluğu ile dinî kurumlar arasındaki derin çelişkiyi daha çocuk yaşında deneyimleyen Spataris açısından sadece ailesinin bağlı olduğu İstanbul Patrikhanesi değil, Kudüs Patrikhanesi11 de insanlar arasındaki eşitsizliği derinleştirmektedir:

“Kudüs Patrikhanesi, Anadolu patrikhaneleri arasında ‘dördüncü yeri’ almasına rağmen Fener’deki manastır [Kudüs Rum Ortodoks Patrikhanesi], İstanbul’daki patrikhaneden daha zengindi. Bunun nedeni Rusların dine aşırı düşkünlükleriydi. Onlar kutsal yerlerin ziyaretine büyük gruplar halinde giderlerdi.

Doğal olarak, ibadete gidenler, toprak kölelerinden sömürdükleri paraları da oraya götürüyorlardı. İnsana komik geliyor değil mi?

İnsanlar, halkların emeklerini sömürüp bu dünyadaki rahatlıklarını garantiledikten sonra, Tanrılarına dalkavukluk etmeye giderek öbür dünya için yardımını istiyorlardı.

Böylece Kutsal Mezar ve onunla birlikte Fener’deki manastır da insanı şaşırtacak kadar rahat bir şekilde yaşıyordu. Bolşevikler başa geçince bunlar sona erdi.”12

Büyük Savaş’a “imparatorluğun” bekası için giren ama büyük bir hüsrana uğrayan İstanbul halkı, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması ile ellerinden kayan bir imparatorlukla karşı karşıya kalır. Savaş boyunca emperyalist devletlerin imparatorluğu aralarında paylaştıkları gizli antlaşmaların dayanağını oluşturan bu belge, ordunun terhis edileceğini, silah ve cephanelere el koyulacağını, en önemlisi de İtilaf devletlerine güvenliklerini tehlikede gördükleri bölgelerde ve vilâyat-i sittede bir karışıklık çıkması halinde işgal hakkı vermektedir.13 Birinci maddede belirtilen “Boğazların dünya devletlerine açılması” hükmüyle emperyalistlere ait bir filo İstanbul ve Çanakkale boğazlarındaki askerî tesisleri işgal eder.14

Savaş sonrasının işgal altındaki İstanbul’una gelen Magdeleine Marx gibi bir komünistin Fransız Komünist Partisi’nin yayın organı L’Humanité için kaleme aldığı gözlemleri, döneme ait pek çok belgenin aksine emekçi halkın çıkarlarını savunan bir ideolojik yaklaşımın ürünüdür. Dünyanın en pahalı kentlerinden biri haline gelmiş İstanbul’da, bazı temel ihtiyaç maddeleri savaş öncesine kıyasla tam elli kat artmışken, kiralar on katına çıkmış, Türk lirası resmî kurun çok altında alıcı bulmaktadır.15 Suriçi, Galata ve Eyüp’te yaptığı gezintiye dair 4 Kasım 1921’de kaleme aldıkları yaşanan “dehşet verici tiranlığı” gözler önüne serer:

“Boğaziçi üzerinde, namlularını sahillere çevirmiş olan dev savaş zırhlıları demirlemiş bulunmaktadır; hâlâ görkemlerini koruyan bazı çok güzel binalar vardır, ama bunların üzerinde müttefiklerin bayrakları dalgalanmaktadır; günümüzün çağdaş kentinin gururu olarak dikilen birkaç tane saray hemen göze çarpmaktadır, ama bunlar müttefik subaylarıyla doludur ve o güzelim bahçelerde, bu askeri üniformalı baylar dolaşmaktadır; parmaklarındaki elmas yüzüklerle servis yapan Rus prenseslerinin hizmet ettikleri bazı olağanüstü güzel ve çok ışıklı lokantalar vardır ama üniformalı muhabbet tellallarının organize ettikleri fuhuş, yürekleri daraltarak tüm hızıyla sürüp gitmektedir.”16

Galata Köprüsü’nden geçen işgal ordularının subaylarının kullandıkları arabaların kornaları ile askerî bölüklerin postal sesleri iç içe geçmektedir. Açlıktan güçsüz düşmüş kadınlar ve çocuklar, hasta ve sakat yaşlılar nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturmaktadır. Ekim Devrimi’nden kaçan, ellerindeki ufak tefek öteberiyi satmaya çalışan Beyaz Rus askerleri de aç ve dilenen nüfusun bir parçasıdır. Yangınlarla yok olmuş pek çok mahalle, nüfusun büyük bir bölümünün ışıksız, ateşsiz ve barınaksız bir biçimde yaşamasına yol açmaktadır.

Yaklaşık iki hafta sonra kentteki göçmenleri gözlemleyerek bir yazı daha kaleme alır Magdeleine Marx. 1921 yılının Kasım ayında İstanbul’da 325.000’e yakın göçmen vardır ve bunların yaklaşık 70.000’inin elinde hiçbir şey yoktur, devletin bakımına muhtaçtırlar. Davutpaşa Kışlası’na, Eyüp’teki camilere ve derme çatma barakalara, Gülhane’ye yerleştirilmiş göçmenlerden söz eder Marx:

“Bu zavallıların ancak pek azı, günde 400 gramlık birer tayın alabiliyor; şehrin çok yakınlarındaki bir yerlere yerleştirebildiğimiz göçmenlere, her ay, aile başına ancak iki veya üç kilo fasulye, pirinç veya un verebiliyoruz.”17

Proletaryanın İstanbul nüfusunun son derece önemli bir bölümünü oluşturduğunu belirten Marx, Anadolu Demiryolları Şirketi’nden Tramvay ve Tünel İşletmesi’ne, Tütün ve Reji İdaresi’nden Rumeli Demiryolları’na, Haliç vapurlarından Şirket-i Hayriye’ye, Değirmencilik Şirketi’nden Elektrik İşletmesi’ne pek çok işyeri ve fabrikada istihdam edilen emekçilerin 55.700 olduğunu kayda geçirmektedir.18 İşgalin yol açtığı yoksulluğun, sefaletin faillerinden Fransız emperyalizmini başköşeye yerleştirir. L’Humanité’nin olduğu gibi herhangi bir sosyalist ve ilerici yayının İstanbul’da satılması ve dağıtılması yasaktır. İstanbul’daki Fransız işgal ordusunun başkomutanı olan Franchet d’Espèrey önderliğinde canları ne isterse yapabileceklerini zanneden subay ve askerler İstanbul halkını hor görmekte, itip kakmaktadır. 14 Temmuz Bayramı kutlamaları, fener alayları, el konulan kışlalar ve binalar, binlerce insan açıkta yatarken bir Fransız ordusunun ihtiyaçlarını karşılamak gerekçesiyle işgal edilen mekânlar vd.

Kaderine terk edilen kent

Balkan Savaşları, Büyük Savaş, işgal ve ulusal kurtuluş mücadelesi… Ankara’nın genç Cumhuriyet’in başkenti ilan edilmesi kuşkusuz bir tercihtir. Bu karar, İstanbul için belli açılardan bir çöküş, belli açılardan ise bir enerji biriktirme, iyileşme dönemi olarak değerlendirilebilir. Endüstriyel kapasitesi, o güne kadarki sermaye birikimi, uluslararası ticaretteki önemi, geçmiş yüzyıllarda imparatorluklar başkenti, dolayısıyla bir uygarlık merkezi olması gibi etmenler kentin Kemalist iktidar tarafından bütünüyle gözden çıkarılmasını engelleyecektir. İmparatorluğun bıraktığı miras, sınırları epey küçülmüş bir coğrafyada en yoğun şekliyle İstanbul’da hissedilmektedir. Suriçi’ne karşıdan bakan Pera’da da pek çok şey eskisi gibi gitmemektedir.

Anne tarafı Fener Rumları’na, baba tarafı ise Cenova’dan Sakız Adası’na göçmüş bir aileye dayanan Mario Vitti, Rum-Levanten bir İtalyan vatandaşı olarak 1926’da İstanbul’da dünyaya gelir. Bankerler birliğinin üyesi olan babası tahvil ve menkul değerler alım satımıyla uğraşmaktadır. Kemalist devletin ulusal çıkarlar doğrultusunda yabancı bankaların yerine uygulamaya koyduğu milli ekonomi politikasına karşın, Türk burjuvazisi ekonomiye henüz hâkim değildir. Tomtom Sokak’ta Fransız rahibelerine ait bir dairede oturan Vitti’lerin, apartmanı paylaştıkları kiracıları Negri, Mancini, Leonardi adlı Levanten aileler ile sosyalist ve antifaşist Profesör Ezio Bartalini’dir.19 Mario’nun İtalyan İlkokulu’na başlamasıyla birlikte yakında yaşayan dostları Vernudaki ailesinin evine taşınacak olan Vitti’ler açısından yaşam pahalılığı hissedilmemekle birlikte, babalarının ani ölümü ile hızla yoksullaşan Vernudaki’ler yoksulluğun ne demek olduğunu hızla deneyimlemektedir. Akşamları Maggi küpleri ve tel şehriyeyle hazırladıkları çorbayı içerlerken, gazetelerden ölüm ilanlarını, haç ve kilise haberlerini kestikten sonra kalanları tuvalet kâğıdı olarak kullanmaktadırlar.20

Dadısı Artemisia’nın hakkında pek çok şeye karar verdiği ve Mario’nun ebeveyninin itiraz etmeye cesaret edemediği şeyler arasında “1 Mayıs gezisi” de vardır. Söz konusu gezilerde evden çıkarak Pera’nın “düz yol”una [İstiklal Caddesi] varan yokuşu tırmanıp Rumlar’ın stavrodromi [dörtyol ağzı] olarak adlandırdıkları noktadan devam eden Artemisia ve Mario, Kalyoncu Kulluk Caddesi’ne paralel bir biçimde yokuş aşağı Haliç tarafına inmektedir. Patikanın sonuna doğru evler azalır, Mario’nun hiç bilmediği yerler, bostanlar, lahana ekilmiş bahçeler ve oraları ekip biçenlerin yaşadığı sıradan halkın barınakları başlar.

“Beni büyüleyen şey, tamamen değişik bir çevrede olduğumu hissetmemdi. O zamanlar bilinçsizce keşfettiğim ‘halk,’ benim için etkileyici bir deneyimin gerçekliğini taşıyordu, büyüdüğüm çevrede öyle bir yaşam tarzıyla rastlaşmam imkânsızdı.”21

Haliç’in öte yakasına geçmeyip Suriçi’ne gitmeyen Mario açısından İstanbul’da yaşanan başka yaşamlar olduğu aşikârdır. Bunlardan biri de 1928’de annesi ve ablasıyla Ereğli’den Kumkapı’ya yerleşen Sarkis Çerkezyan’ınkidir. Kumkapı, 30’lu yılların başında yoğun olarak Ermeni balıkçıların teneke barakalarda yaşadıkları bir semt görünümündedir. Yaşlı, kadın ve çocuk dahi nüfusun büyük bölümü tuttukları balıkları Kumkapı Meydanı’nda satmaktadır. Pek çok yoksul Ermeni ailesi gibi Sarkis’in akrabaları da zar zor geçinmektedir. Üstüne üstlük komünist olan eniştesinin görme bozukluğu bahane edilerek İstanbul’da öğretmenlik yapması engellenmiştir.24

Parasızlığın okul hayatını tehdit ettiği Sarkis’in annesi Kurtuluş’ta bir apartmanın kapıcılığını yapmakta, Sarkis okula tabanı yırtık ayakkabılarıyla gidip gelmektedir. Bomonti’deki bir tekstil fabrikasında çalışan ablasının 1932’de Şam’a gelin gitmesiyle Sarkis’in tahsil hayatı da son bulacaktır.

“İşçi sınıfını oluşturan insanların arasında güçlü dostluklar kurulur, ancak burjuva aileler sarsılmaz sınıf bağlarıyla birbirine bağlıdır,”25 Mario Vitti. Levanten burjuvazisine mensup bir ailenin oğlu olarak İstanbul’la kurduğu herhangi bir bağın olmamasını, azınlıkların çözülen burjuvazisine, mülkiyetin Türkler’in eline geçmesine dayandığını söylemek mümkün. Öte yandan, tehciri yaşamış bir ailenin çocuğu olarak gençliğinde komünistleşen Sarkis’in kentle ve onu var eden emekçi halkla kurduğu bağ ise kesinlikle daha kalıcı.

Bir kez daha, savaş

Dünyayı ve Türkiye’yi saran ekonomik, siyasal, toplumsal tüm sıkıntıların doğrudan İstanbul’a da yansıdığı II. Dünya Savaşı, kentin yüzyıllardır sahip olduğu öneme en önemli darbeyi indirmiş, hükümetin ilgisi ve merkezî bütçeden aldığı pay itibarıyla İstanbul’u ikinci dereceden bir konuma düşürmüştür. Genç Cumhuriyet’in merkeziyetçi yapısı, kentin kaynaklarına sahip çıkmasını ve onları geliştirmesini olanaksız kılmakta, “azınlık” ve yabancıların yoğun olarak yaşamaları ve ticari yaşamı yönlendirmeleri ise Ankara tarafından sempatiyle karşılanmamaktadır. Böyle bir atmosferde İstanbul’da yaşayan yabancıların pek çoğu kendilerine Türkiye’nin savaşa girip girmeyeceğini, Almanlar’ın mı Müttefikler’in mi yanında yer alacağını büyük bir heyecanla sormaktadır. Savaş, İstanbul’daki Almanlar’ı olduğu gibi Vitti’leri de etkilemiyordur. Mario’nun subay olan kuzeni İtalyan ordusuyla Atina’ya, bir diğeri Yunan tümeniyle Rimini’ye girmiştir. Annesi, İstanbul’daki apartmanlarını ipotek edip savaştan önce Atina’ya yerleşen ve savaş sırasında zor günler yaşayan Vernudaki ailesinden arkadaşlarına İsviçre üzerinden yardım yollamaktadır.26

Türkiye, beklentilere karşın, savaşa girmez ancak savaş ekonomisinin tüm olumsuzluklarını yaşar. Savaş öncesi dönemin korumacı ve devletçi iktisadi politikaları, savaş ve savaş sonrası dönemi doğrudan etkileyen bir karaktere sahipti. Savaş olasılığına dair önlemlerin alınmaya başlandığı 1940 yılıyla birlikte bürokratik kadrolara geniş yetkiler veren politikaların uygulanması, ülkenin ve özellikle İstanbul’un sınıfsal kompozisyonunda kökten değişikliklere yol açmış, gelir dağılımının olağanüstü bir biçimde bozulmasına neden olmuştu. Savaş tehdidiyle karşı karşıya kalan Ankara hükümetlerinin temel amaçları arasında azalan üretim sonucu oluşan darboğazların halk yığınlarının tahammül sınırını aşmasını önlemek ve İstanbul gibi büyük kentlerin ısınmasını, beslenmesini ve giyimini sağlayabilmek vardı.27 Üretken nüfusun büyük bölümünün silah altında olması ile hammadde, ara malı ve yatırım mallarındaki kıtlık savaş yıllarının ulusal gelirin ve tüm üretken sektörlerin darboğaza girdiği bir dönem olarak ele alınmasını zorunlu kılmıştı.

Savaş zenginlerinin vergilendirilmesi açısından öne sürülen Varlık Vergisi, 1939-1942 yılları arasında savaşın yarattığı ekonomik tahribata karşı belli miktarın üzerindeki servetleri vergilendirmek üzere çıkartılır. Buna karşın, uygulama daha çok azınlıklara yönelik olmuştur. Balkan Savaşları’ndan itibaren süregelen Türkleştirme ve azınlıkların tasfiyesine yönelik tutumun devam ediyor olması, Almanya’nın Türkiye üzerindeki ideolojik belirleyiciliği ile birleşince Yahudi, Rum ve Ermeni orta sınıfının servetlerine el koymaya yönelik bir süreç 1942’in sonlarından itibaren gerçekleşmiştir. Burjuvazinin, Varlık Vergisi’ni tümüyle karşıladığı, bununla birlikte, sınıfın içinde siyasal iktidarla gevşek bağları olan azınlıkların eşit muamele görmedikleri de bir gerçektir.28Çoğu durumda sermaye ve mülklerini elden çıkararak borçlarını kapatmak zorunda kalan burjuvazinin azınlıklardan oluşan katmanı Varlık Vergisi’yle birlikte tasfiye sürecine girmiştir.

1937 yılında İstanbul’a tıp okumaya gelen Havza doğumlu Hayk Açıkgöz, savaşın patlak vermesiyle deneyimlediklerini aktarırken Varlık Vergisi ile birlikte daha önceden askerliklerini yapmış gayrimüslimlerin tekrar askere alındığını özellikle vurgular.29Açıkgöz, bir yandan Hasan Basri Alp ve Vedat Türkali ile birlikte likide olmuş gizli Türkiye Komünist Partisi’ni ararken, öte yandan solcu Ermeni gençler arasında teorik Marksist ve Leninist çalışmalar yapan bir grup kurar. Bununla birlikte, 1940’ta ardı ardına çıkarılan milli korunma ve sıkıyönetim kanunlarıyla siyasal iktidarın elde ettiği geniş yetkiler, işçi ve aydınların üzerindeki baskıların artmasına neden olacaktır. Gösteri, toplantı ve örgütlenme haklarını kısıtlayan sıkıyönetim kanunu ile işçilerin çalışma koşullarını olağanüstü derecelerde zorlaştıran milli korunma kanunu30 siyasal baskının hukuksal düzlemdeki yansımalarıdır.

Askere alınmaması için mezun olmaması gereken Açıkgöz, son sınıfı okumamaya karar verir ve partiye girer.31 Öte yandan, siyasal atmosfer komünist hareketin 1944 tevkifatıyla sertleşecek, 2 Mart günü Hayk Açıkgöz sivil siyasi polis tarafından gözaltına alınacaktır. 1945 yazına kadar tutuklu kalacağı süre boyunca yaşadığı işkenceleri, dostu Hasan Basri Alp’ın “intihar”ını vd. en ince ayrıntısına kadar daha sonra kaleme alacaktır. Polis dosyasında, sorgu hâkimine ve mahkeme önünde verdiği ifadede komünizmin savunusunu yapar. Hırsızlar, yankesiciler, uyuşturucu madde satıcıları ile siyasal suçluların sıkıyönetim tarafından bir süre “ağırlandığı” “Müteferrika”da, Getronagan Lisesi’nin eski müdürlerinden Kirkor Sarafyan ile tanışma fırsatı bulur. Nazi Almanya’sı tarafından işgal edilen Sovyet topraklarının Kızılordu tarafından kurtarılmaya başlanmasıyla birlikte savaşın Almanlar aleyhine yakında sona ereceğinin ortaya çıkması, hükümeti polis tahkikatına son verilmesine yönlendirir. Yargılamayla birlikte yaklaşık bir yıldan fazla süredir tutuklu olan Açıkgöz, temyiz süreci sonunda tahliye edilir.

Sonuç

Savaş boyunca ve sonrasında bir yandan polis baskısı, bir yandan siyasal ve toplumsal baskı, Ermeni kökenli bir komünistin yaşamını çekilmez hale getirmeye yetmektedir. Bununla birlikte, yeni Türkiye’de Türk vatandaşı olmayanlara bütün meslekler yasaklanmıştır. Mario Vitti’nin 1946 Ekim’inde Karaköy rıhtımından Cenova’ya doğru çıkacağı yolculuk, bir küçük burjuvanın kişisel saikleriyle toplumsal koşulların sonucudur. “Sanırım babam bana hukuk veya başka bir bilim dalını Amerika’da okumayı empoze ederken aklımdan edebiyatı çıkarmam gerektiğini anlatmaya çalışıyordu. O halde bir an önce gitmeliydim. Benim tercihim buydu. Hayatımda ilk kez doğru bir tercih yapıyordum,”32 derken sınıfsal olarak doğru bir karar vermektedir. Öte yandan, o günlerin İstanbul’unda her devrimci için hapislik olağan, sürgün ise katlanılması zor bir olgudur.

“Mesela ben üniversite mezunu ve de doktor olduğumdan askerliğimi subay ve doktor olarak yapmam gerekir kanunlara göre. Komünistleri bir yana bırakalım, İkinci Umumi Harp başlarına kadar Müslüman olmayan vatandaşlar, yani Ermeniler, Rumlar ve Museviler üniversite bitirsinler, doktor olsunlar, ne olurlarsa olsunlar subay olamazlardı mevcut bütün kanunlara rağmen. Normal asker olarak da silahlı kıtalarda askerliklerini geçiremezlerdi. Onlara verilen işler mutfakta soğan soymak veya yol yapmak, taş kırmaktı. Ekalliyetler bunu bilirler, bu şekilde de olsa askerliklerini yapar bitirirlerdi. Ya bu deveyi güdersin ya bu diyardan gidersin misali. Ama komünist oldun mu tamamen başka kategoriye girersin. Türk vatandaşlığından atılmazsın, nüfus kâğıdına göre Türk vatandaşısındır. Fakat sana yapılan muamele düşman muamelesidir. Hele ben hem Ermeni, hem komünist olarak askerlik yapmayı göze alırsam başıma neler geleceğini kestiremezdim o zaman.” 33

Komünist Hayk’ın tercihi de bir o kadar sınıfsaldır.

Dipnotlar

  1. Haris Spataris (2011), Biz İstanbullular Böyleyiz! 1906-1922, Kitap Yayınevi, çev.: İro Kaplangı, 2011 (2. baskı), s. 13.
  2. Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, Kaynak Yayınları, çev.: Fatmagül Berktay (Baltalı), 1996 (3. baskı), s. 30.
  3. a.g.e., s. 83.
  4. Haris Spataris, a.g.e., s. 51.
  5. a.g.e., s. 231.
  6. a.g.e., s. 242.
  7. Yüzyılın başından Büyük Savaş’ın sonuna kadarki dönemde İstanbul’un sınıfsal ve etnik dönüşümünü istatistiksel veriler kullanarak yorumlayan, öte yandan kentsel mekânın meslek gruplarından ve toplumsal cinsiyetten ne ölçüde etkilendiğinin izini süren bir çalışma için bkz. Edhem Eldem, “Istanbul 1903-1918: A Quantitative Analysis of A Bourgeoisie”, Boğaziçi Journal: Review of Social, Economic and Administrative Studies, c. 11(1-2), 1997, s. 53-98.
  8. Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi: 1908-2002, İmge Kitabevi Yayınları, 2005 (9. baskı), s. 27.
  9. Haris Spataris, a.g.e., s. 247.
  10. a.g.e., s. 248.
  11. Kudüs Rum Ortodoks Patrikhanesi, Bizans Riti’ne bağlı otosefal (kendilerine ait bir baş tarafından yönetilen ve kendi kendilerine başpiskopos/metropolit tayin eden) bir Doğu Ortodoks Kilisesi’dir.
  12. Haris Spataris, a.g.e., s. 106.
  13. Söz konusu maddeler 5., 7. ve 24. maddelerdir. Bkz. Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, c. 1, Kastaş Yayınları, 2010 (9. baskı), s. 44-47.
  14. Sina Akşin, Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi: 1789-1890, İmaj Yayıncılık, 2006 (6. baskı), s. 134.
  15. Magdeleine Marx, 1921 İstanbul-1922 Ankara, Sosyal Tarih Yayınları, çev.: Ahmet Şensılay, 2007, s. 19.
  16. a.g.e., s. 16-17.
  17. a.g.e., s. 40.
  18. a.g.e., s. 43.
  19. Mario Vitti, Doğduğum Şehir İstanbul 1926-1946, İstos Yayın, çev.: Sula Bozis, 2018, s. 28.
  20. a.g.e., s. 38.
  21. a.g.e., s. 40.
  22. Sarkis Çerkezyan, Dünya Hepimize Yeter, Belge Yayınları, 2012 (5. baskı), s. 88.22 Henüz komünizmle tanışmamış Sarkis Çerkezyan açısından yaşadığı baskı farklı türdendir:

    “Bezciyan’da Emin Bey adında bir Türkçe öğretmeni vardı. Cumhuriyetin heyecanlı yılları. O kel kafalı Emin Bey, ikide bir ‘Ermeni diye bir şey yok, siz hepiniz Türksünüz’ derdi bize… Sonra Getronogan Lisesi’ne gittiğim zaman Bezciyan’dan uzaklaştırılan bir öğretmeni, orada gayri resmî olarak çalışırken gördüm. Bize Ermeni tarihi öğrettiği için okuldan atılanlardan biriydi. Bir ara Kumkapı’da bir bakkaliye dükkânı açtı, ‘Jamanak Bakkaliyesi’ydi adı, bakkallık yaptı bu öğretmen ayakta kalabilmek için. Devleti yönetenlerin tüm kaygısı bu coğrafyada başka bir ulusal kimliği tanımamaktı.”23a.g.e., s. 91-92.

  23. Mario Vitti, a.g.e., s. 14.
  24. a.g.e., s. 82.
  25. Korkut Boratav, a.g.e., s. 83.
  26. Varlık Vergisi’nin uygulanmasını dönemin tanıkları ile yapılan görüşmeler üzerinden aktaran bir kaynak için bkz. Rıfat N. Bali, Varlık Vergisi: Hatıralar-Tanıklıklar, Libra Kitapçılık ve Yayıncılık, 2012.
  27. Hayk Açıkgöz, Anadolulu Bir Ermeni Komünistin Anıları, Belge Yayınları, 2015 (2. baskı), s. 99.
  28. Söz konusu kanun fazla mesainin süreklileşmesine yol açıyor, günlük çalışma saatinin 11 saate çıkarılmasını öngörüyor, hafta sonu tatili ve izinlerini kaldırıyordu. Hükümet, kanunun çıkarılmasını “umumi ve kısmi seferberlik, devletin bir harbe girmesi ihtimali, Türkiye Cumhuriyeti’ni de ilgilendiren yabancı devletler arasındaki harp hali” ile meşrulaştırıyordu. Bkz. M. Şehmus Güzel, “İkinci Dünya Savaşı Boyunca Sermaye ve Emek”, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine İşçiler 1839-1950 içinde, der.: Donald Quataert ve Erik Jan Zürcher, çev.: Cahide Ekiz, İletişim Yayınları, 1998, s. 200.
  29. Hayk Açıkgöz, a.g.e., s. 124.
  30. Mario Vitti, a.g.e., s. 102-103.
  31. Hayk Açıkgöz, a.g.e., s. 261.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×