ABD emperyalizminin son 30 yılının dönemlendirilmesi: Vekâlet savaşları doğrudan savaşa dönüşecek mi?
Giriş
Bu yazı teorik bir açılımdan çok emperyalizmin güncel yönelimleri üzerine yoğunlaşacak. Bir süredir emperyalist rekabetin vekâlet savaşları üzerinden gittiği biliniyor. Yanıtını aradığımız soru önümüzdeki dönemde emperyalist bloklar arasındaki rekabetin doğrudan bir savaşa dönüşüp dönüşmeyeceği ile ilgili.
Lenin Kapitalizmin En Üst Aşaması: Emperyalizm kitabında yüz sene kadar önce bu soruyu yanıtı çok belli olacak şekilde sormuş:
Kapitalizm zemininde, bir yanda üretici güçlerin gelişimleri ile sermaye birikimi arasındaki uyuşmazlığı, diğer yanda sömürgelerin ve mali sermayenin “etki alanlarının” paylaşımını, savaştan başka ne giderebilir?[1]
Aradan yüz yıldan fazla zaman geçtiği için biz baştan peşin bir yanıt vermeyip somut durumu çok sayıda parçayı birleştirerek anlamaya çalışacağız.
Bunu yaparken emperyalist düzenin 80 yıla yakındır patronu olan ABD’nin yakın tarihini dönemlendirmeyi deneyeceğiz. En nihayet saldırgan olan taraf hep ABD oldu.
Dönemlendirme çalışmasında keşke daha uzun bir tarihsel süreci ele alabilseydik ama zaman kısıtı ancak Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden sonra geçen 30 yılı değerlendirmeye izin verdi. Yine de son 30 yılın değerlendirilmesine dayanarak bir öngörüde bulunacağız ve işçi sınıfının öncü siyasetinin yol haritasında dikkate alması gereken noktaları saptamaya çalışacağız.
Ama önce bir yöntem kısmı açıp bazı kavramları ve sürece ilişkin bazı bilgi ve kabulleri irdeleyelim.
Yöntem
Geçen 30 yıl aslında tarihçilerin bile incelemeye başladığı bir süre sayılmaz ve dönemlendirmek için üzerinden daha çok zaman geçmesini beklemek gerekir. Yine de kısaca ABD’de devletin nasıl işlediği ve emperyalist siyasetin nasıl belirlendiği ana konumuzu oluşturuyor. Bu konuyu baştan genellemek yararlı olacaktır. Çünkü çoğu kez dönemlemdirmede ABD başkanlarının görev süreleri kullanılıyor.
Oysa başkanların dönemi belirlemesinden çok, dönemin gereksinimlerine göre sermaye sınıfının başkanı belirlediği bir süreçten bahsetmek daha doğru olacaktır. Tekellerin dönemsel gereksinimleri onlara doğrudan bağlı düşünce kuruluşları, ABD devletinde uzun süredir görev yapan bürokrat ve siyasiler, CIA ve Pentagon yetkilileri tarafından belirlenmektedir. Kapılar arkasında belirlenen bu stratejiye uygun başkanın ve ekibinin kimler olabileceği de değerlendirmekte, seçilen başkana kendi rengini çalabileceği sınırlı bir alan bırakılmaktadır. Doğal olarak bu serbestlik alanı başkanın kimliğine, derin devletle ilişkisine göre değişebilecektir.
Biraz sonra inceleyeceğimiz gibi Obama’nın dış siyaset konusunda eli bağlıdır ama sağlık sistemi konusundaki “Obamacare” olarak adlandırılan sigorta sisteminin bir ölçüde inisiyatif alanı içinde kaldığı söylenebilir. Trump için de aynısı geçerlidir, örneğin ABD’nin Açık Semalar Anlaşması’ndan çekilmesi ona bırakılmış bir alternatif değildir, buna karşılık “Ticaret Savaşı”nda rengini bir ölçüde çalmış olabilir.
Ancak arka plandaki ABD derin devletinin çelişkisiz olduğunu söylemek eşyanın tabiatına aykırıdır. Farklı sermaye gruplarının çıkarlarının neden olduğu, çelişik ve zor durumlardaki kararlar, her zaman bir gerilim içindeki taraflara sahip olmalıdır. Göreceğimiz gibi bu çevre giderek çaresizlik ve açmazlar içinde kalabilir, ancak ABD’nin uzun vadeli planları olmadığı veya aklının tamamen dağıldığını düşünmek çok hatalı bir saptama olacaktır.
Birçok kez ABD solunu da içine çeken ABD’deki seçim süreçlerinin, Kongre ve Senatonun işleyişinin, Başkan ile bu kurumların ilişkisinin arkada çoktan belirlenmiş kararların biçimsel gereğini yerine getiren bir çadır tiyatrosu olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Tekelci sermayenin diktatörlüğü bu şekilde tezahür etmektedir.
Dolayısı ile dönemlendirmede başkanlık sürelerini ister istemez dikkate alacağız, ancak burada neden o karaktere gereksinim duyulduğu ile daha çok ilgileneceğiz ve uzun vadeli stratejilere daha çok önem vereceğiz. Başkanların Demokrat Parti’den mi, Cumhuriyetçi Parti’den mi olduğuna ise bu düzeyde bir genellemede hiç yer vermeyeceğiz. Bırakalım bu işten liberal akılsızlık heyecanlansın. Sadece bir gün ABD’de işçi sınıfı iktidara gelirse hayatta olan tüm eski başkanların partisine bakılmaksızın, arkasındaki malum ekiple birlikte yargılanacağını söylemekle yetinelim.
Emperyalist hegemonya krizi
Emperyalist hegemonya kavramını da yöntem kısmında açmalıyız. Eşitsiz gelişim yasasına uzun boylu değinmeyeceğiz ama emperyalizmin tarihinde her zaman en güçlü olan bir devlet bulunur, devletler arasındaki rekabete rağmen onun düzenleyici rolü kabul edilir veya edilmek zorunda kalınır. Ancak bir süre sonra dünyanın yeniden güce göre pay edilmesini ve kontrol mekanizmalarında başat rol oynamayı talep eden tekelci sermayenin bir devleti ortaya çıkar. Örneğin, Birinci Dünya Savaşı’nın nedeninin İngiltere’nin hegemonyasına itirazı olan Almanya’nın güçlenmesine dayandığı iyi bilinir.
Bir ülkenin emperyalist sistemde başat olabilmesi için şu şartları yerine getirmesi gerekir.
- Dünya reel üretiminin oransal olarak en büyük kısmını gerçekleştirmelidir. Bunu destekleyecek bilimsel ve teknolojik gücü olmalıdır.
- Mali açıdan parasını rezerv para olarak dayatmalı, ekonomik işlemlerde başat bir rol oynamalıdır.
- Güçlü bir ordu, ama özellikle denizaşırı müdahalede bulunabilecek bir donanma gücüne sahip olmalıdır.
- Hegemonyanın altındaki ülkelerde siyaseti belirleyebilmelidir.
- Devletler arasında bir ittifak sistemine liderlik edebilmelidir.
- Kültürel ve ideolojik bir hegemonyayı dünya çapında yayabilmelidir.
- Kendi ülkesinde emekçilerin bir kısmından ve küçük burjuvaziden bir “orta sınıf” yaratarak emperyalist politikaların işbirlikçisi haline getirebilmelidir.
- Özellikle günümüzde çok önem kazanan, kapitalizmin bir bütün olarak yaşadığı sorunları bütün ülkelerin sermaye sınıfı lehine çözmeyi deneyecek bir girişime sahip olmalıdır.
Emperyalist hegemonya krizi bu başlıklardan en azından birkaçında, yürürlükte olan baskın devletin çaptan düşmesi ve en azından bazı başlıklarda rekabet etmeye başlayan ve liderliğe soyunan bir kapitalist devletin çıkmasına bağlıdır. Ancak böyle bir devletin oluşması bir süreç işidir ve bir kesit alıp, bu devletin henüz rekabet edecek hali yok demek hatalara yol açmıştır. Marksizm süreç bilgisini gerektirir ama ABD de rakibini bir sürece yerleştirerek gelecek öngörüsüyle bir hegemonya krizi algısına sahip olmuştur.
ABD emperyalizminin son 30 yılı ve hegemonya krizinin ortaya çıkışı
Tanımladığımız yöntem boyunca bu 30 yılı iki döneme ayıracağız:
- 1990-2008, Sovyetler Birliği’nin çözülmesi sonrası emperyalizmin dünyayı yeniden yapılandırılması
- 2008’den başlayıp halen içinde bulunduğumuz emperyalist hegemonyada başat devlet olmayı koruma çabası
Her iki dönemin içinde ayrıca alt dönemler olduğunu fark edip değineceğiz. Ayrıca önerilen dönemlendirmedeki 2008 kavşağının bıçak gibi iki dönemi ayırmadığının da farkında olmalıyız. Bir sonraki dönem her zaman öncekinde nüve olarak kendini gösterir, ancak ABD’nin dış politikasında hangi temanın asıl unsur haline geldiğine göre bu denemeyi yapıyoruz.
İlk dönem görev sürelerine göre George Herbert Walker Bush (1989-1993), Bill Clinton (1993-2001) ve George W. Bush (2001-2009) olmak üzere üç başkanı kapsıyor. İkinci dönem ise Barack Obama (2009-2017), Donald Trump (2017-2021) ve Joe Biden’ın henüz başlamamış başkanlığını içeriyor.
1990-2008 arası Sovyetler Birliği’nin çözülmesi sonrası emperyalizmin dünyayı yeniden yapılandırılması
Bu dönem Sovyetler Birliği ve onunla birlikte reel sosyalist devletlerin büyük ölçüde çözülmesi ile ABD’nin bir zafere ulaşmasına işaret eder. Dünya kapitalizminin 1970’lerde girdiği yapısal krizi aşmak için geliştirilen neoliberal politikaların önünde bir engel kalmamıştır, sosyalist devletlerin ortadan kalkması ile birlikte kapitalist ülkelerin içindeki işçi sınıfı örgütlülüğü de zayıflamış, hemen bütün emekçi haklarının geri alınacağı, sömürü oranının alabildiğine arttırılacağı bir süreç başlamıştır.
ABD’nin emperyalist hegemonya açısından önemli bir sorunu bulunmadığını görürüz. Dünya meta üretiminin büyük kısmını gerçekleştirmekte, bilimsel-teknolojik gelişmenin öncülüğünü elinde bulundurmakta, Dolara rakip çıkmamaktadır ve askeri olarak tartışmasız öndedir. Avrupa Birliği (AB) bir Almanya pürüzü belirse de ABD’nin hem müttefiki hem araçlarından biri konumundadır. Birlikte yaptıkları operasyonlarla Yugoslavya parçalanmış ve bu parçalar kapitalizme kapsanmış, eski reel sosyalist ülkelerin önemli bir kısmı AB ve NATO’ya alınma sürecine girmiştir.
ABD emperyalizminin araçları olan Dünya Bankası ve IMF emperyalizmin gücünü bütün dünyaya yaymak için kullanılmış; kredi ve borç sistemi ile yaygın bir bağımlılık ve artı değer transferinin sürekliliği sağlanmıştır. Dünya ülkelerinde sermaye ihracının, özelleştirmelerin ve sosyal devletin aşındırılmasının önündeki ulusal engeller kaldırılmaya başlanmıştır. Bu şekilde emperyalist hiyerarşideki diğer ülkelerin sermaye sınıflarına ABD’nin yaptığı liderlik de tartışmasızdır.
Sermaye için cennet haline gelen bölgelere, başta uzak doğu ve Çin olmak üzere büyük bir sermaye ihracı olmuş, buradan biriken tasarruflar ise yeniden ABD’nin değerli kağıtlarına yönelerek ABD’yi finanse eden ve mükemmel gözüken bir “küresel” mekanizmaya dönüşmüştür. ABD özellikle Clinton döneminde bütün toplumsal eşitsizliklere rağmen genel bir refah içinde gözükmektedir.
ABD, Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesine karşı müdahale kararını Birleşmiş Milletler’e aldırmış, başta İngiltere olmak üzere müttefikleri ile Irak’a müdahale ederek Ortadoğu’daki rolünü ve başatlığını perçinlemiştir.
Bu dönemlendirmede 2001-2008 aralığını bir alt dönem olarak almalıyız. Çünkü ABD’nin büyük zaferine rağmen sorunlar birikmektedir.[2]
Dünyanın Sovyetler Birliği zamanında bağımsızlığını kazanmış bazı devletleri sosyalizmli dünya hukukuna dayanarak hegemonyadan bağımsız davranma eğilimindeydi. Düşmansız kalan ABD geçen yüzyılda işçi sınıfının kazanımlarının sağladığı dengede inşa edilen dünya hukukuna takılı kalmak istemez ve elini serbestleştirecek yeni bir hukuka gereksinim duyar. Silah tekellerinin harcamaları için bir neden bulma ihtiyacını da aklımızda tutmalıyız.
ABD emperyalizmi yeni dünya hukukunu, daha doğrusu hukuksuzluğu dayatmak için kendisi tarafından Sovyetler Birliği’ne karşı büyütülmüş ve yönlendirilmiş radikal İslamcı çeteleri kullanılacaktır. 11 Eylül 2001’de üç bin civarında insanın ölümü ile sonlanan İkiz Kuleler saldırısı yönlendirilmiş, en azından ABD tarafından bilindiği halde önlenmemiş gözükmektedir.
Bu saldırı ABD’ye dünya halkalarına saldırmak için zemin sağlamış ve “Teröristler” diye sahte bir düşman yaratılmış, BM hukuku dışında ABD’nin ülkelere savaş açabileceği, insanları kaçırıp işkence edebileceği, hukuksuzca hapsedebileceği bir dönemin kapası aralanmıştır. 26 Ekim 2001’de kabul edilen ABD Vatanseverlik Kanunu (The USA Patriotic Act) ile emperyalizmin yeni kurallarını bütün dünya halklarına dayatılmış oldu. Bush tam da bu dönem için seçilmiş bir figürdü. Hemen Afganistan ve 2003’te Irak 500 bin askerin bölgeye yığılması ile işgale uğradı. Küba’da ABD’nin haydutça elinde tuttuğu Guantanamo üssünde bütün uluslararası anlaşmaların dışında “terör” suçlularının tutulduğu bir toplama kampı açıldı.
2008’de ABD’den başlayarak dünyayı peşinden sürükleyen mali sistemdeki çöküş ABD’nin prestijine ve güvenilirliğine büyük bir darbe olacaktı. Kapitalizmin yapısal krizinin ürünü olan balonlaşmış fiktif sermayenin çöküşü ABD’nin süreçleri yönetme yeteneğine karşı ciddi bir güven bunalımı yarattı. Bütün dünyaya bir orman hukuku dayatmış, istediğini öldüren, işkence yapan, istediği yeri işgal eden ABD tüm dünyanın ödediği bu bedellere rağmen kapitalizmi de yönetemiyordu.
Ayrıca ABD’den ucuz emek gücünün kitlesel olarak sunulduğu ve vergi ödenmeyen bölgelere yapılan sermaye ihracı, ABD’de işsizliğe, güvensiz çalışmaya ve yoksulluğa neden olmuş, düzenin payandası “orta sınıfta” erime başlamıştı.
2008’den başlayıp halen içinde bulunduğumuz emperyalist hegemonyada başat devlet olmayı koruma çabası
Obama çok büyük olasılıkla bu büyük güven ve saygınlık kaybını telafi etmek için başkan olarak seçildi, yoksa ABD derin devletine hâkim olan ırkçı Anglosakson geleneğin Afrika kökenli bir başkan adayını öne çıkarması beklenmezdi. Öte yandan emperyalizmin stratejisinin belirlenmesinde, hemen arka plana derin devletin kadrosu Biden’ı Başkan yardımcısı olarak yerleştirdiklerini hatırlamanın daha sonra faydası olacak.
Bu dönemde ABD doğrudan askeri müdahalelerden mümkün olduğu kaçındı ve vekâlet savaşı denen olay kendini gösterdi. Libya’ya doğrudan askeri olarak müdahale ettiler, ancak ABD Libya’da oyalanmadı, kısa bir süre sonra büyük ölçüde çekildiler.
Vekil kim olacaktı? Doğal olarak soğuk savaş döneminde bir kez keşfettikleri, sonra bezen kiralık asker bazen düşman imajı için kullandıkları radikal İslamcılar en kullanışlı aktör olarak öne sürüldü. Türkiye, Katar, Suudi Arabistan gibi ülkelere finanse ettirdikleri ve yönettirdikleri cihatçılar Libya’da, Suriye’de, Afrika’da, Şincan-Uygur Bölgesi’nde, eski Sovyet Cumhuriyetleri’nde boy gösterdi. IŞİD bu dönemde bir düşman imajı yaratmak için kullanıldı. Charlie Hebdo katliamı sonrasında Paris’te bütün emperyalist ülkelerin siyasetçilerinin kol kola girmesi operasyonun çapını kanıtladı.[3] Ayrıca Irak ve Suriye’de Kürt siyasetleri de vekâlet savaşının seküler kısmı haline geldiler. Ukrayna’nın Batı emperyalizmine bağlandığı müdahalede kullanılan faşist çeteleri de vekâlet savaşı içinde görebiliriz.
Obama dönemi aynı zamanda eriyen orta sınıfı ayakta tutacak cılız bazı uygulamalara sahne oldu.
Ancak bu döneme karakterini veren şey ABD’nin ilk kez bir emperyalist hegemonya krizi ile yüzleşmesiydi. ABD sermayesinin ve devletinin stratejisi tamamen buna odaklandı, çünkü ABD tekelleri için bu yokuş aşağı iniş bir varoluş sorunuydu. Pazar sorunlarının ötesinde sadece Doların başat para olmaktan çıkması bile ABD ekonomisinin bu haliyle çökmesi anlamına geliyordu.
Şimdi bu tehdide ve ABD’nin verdiği yanıta kısaca bakalım.
Çin ABD hegemonyasını tehdit ediyor
Başlıca bir makale konusu olacak bu konuya çok kısaca ve ana hatlarıyla bakacağız.[4] Eşitsiz gelişimin verili bir tarihsel dönemdeki sonucu Çin Halk Cumhuriyeti’nin bir sanayi devi olarak doğuda belirmesi oldu. 1978’den itibaren kapitalist üretim ilişkilerinin giderek başat hale geldiği Çin’de, oluşturulan serbest bölgelere 300 milyon civarında Çinlinin işçi olarak göç ettiği muazzam bir dönüşüm yaşandı. Bu mucizenin altında eninde sonunda Batılı sermayenin yapısal krizden kaçmak ve kâr oranlarını yüksek tutmak için bu serbest bölgelere yaptığı devasa sermaye ihracatı vardı. Belki sadece yarını düşündükleri ve ufuksuz oldukları için, belki Çin’de bu koşullarda ortaya çıkan sermaye sınıfının merkezi bir devlet iradesi ile davranacağını kestiremedikleri için kendilerini Çin’e yatırım yapmaktan alıkoyamadılar.
Otuz yıl boyunca, yakın zamana kadar %10 civarında büyüyen Çin bu pozisyonunu korumak için ticaret yollarını, hammadde akışını, nadir element ve enerji ithalatını dünya çapında garantilemek zorundaydı. Dünya petrolünün %20’sini, maden tüketimin %40’ını gerçekleştiren bu dünya fabrikası uzun vadeli hedefleri olduğu anlaşılan jeostratejik hedeflerle davranmaya başladı.
Şekil 1: Dünya büyümesine farklı ülkelerin katkısı 2000 ve 2018 yılları arasında görülüyor. Sütunun en altındaki bölme Çin’in, üstündeki bölme ise ABD’nin katkısını gösteriyor. Daha üstte ise Japonya ve AB’nin toplam katkısı gösterilmiş. Fark edildiği gibi dünya büyümesine katkıda liderlik ABD’den Çin’e geçiyor. 2008 çöküşünde dahi Çin bütün dünya küçülürken büyümesini sürdürmüş.[5]
Yüksek tasarruflu Çin ekonomisi sermaye ihraç eder ve ettiği yerlerde yumuşak yöntemlerle de olsa bir siyasi etkileşim sağlar hale geldi.
Şekil 1’de, Çin’in yüksek büyüme oranıyla dünya kapitalizminin ayakta kalmasını sağlayan başlıca unsur olduğu görülüyor. 2008 krizinde dahi bütün dünya küçülürken, Çin’in büyümeye devam ettiği anlaşılıyor. Şekil 2’de görüleceği gibi tahminler doğrulandı ve Çin ABD’yi 2017’de dünya üretimine yapılan katkıda geçti.
Şekil 2: 2012’de Batı emperyalizmin kurumlarınca yapılan bir tahmin grafikte görülüyor. Çin’in GSMH’sinin (trilyon dolar) ABD’yi 2018’de geçeceği tahmin edilmiş. Gerçekten 2017 gibi Çin dünya üretimine katkıda ABD’yi geçti.[6]
ABD emperyalist sistemin hegemonyasını sürdürmek için en önemli bazı maddelerde geri düşmüş oldu. Ancak hala en güçlü olduğu yan ABD ordusuydu ve düğmeye basıldı.
Obama 2011’in 17 Kasım’ında Avustralya’ya yaptığı bir ziyarette basının önünde “Günümüzün savaşlarını bitirdiğimizden, ulusal güvenlik ekibime, Asya Pasifik’teki varlığımızın ve görevlerimizin en üst önceliğimiz yapılması konusunda talimat verdim” dedi.
Daha önce bahsettiğimiz gibi kimin kime talimat verdiği karışık iş, ama 2011 tarihi ABD’nin jeostratejik hedeflerinde bir milat olarak kabul ediliyor. Bu tarihten sonra Obama ve Trump döneminde çoğu kez onların iradesinden bağımsız bu strateji yürürlükte kaldı. Askeri birlikler dünyanın çeşitli yerlerinden çekilirken Pasifik’e bir yığınak yapıldı. Japonya ve Avustralya ile ABD arasında bir askeri ittifak oluşturuldu. Hindistan’ın bu ittifaka katılımı için çaba sarf edildi.
ABD askeri bütçesi zaten dünyanın geri kalanının yaptığı harcamalara eş bir meblağdaydı, önemli bir artışa gidildi ve kısa bir süre önce yapılan artışla 2021 için 750 milyar dolar seviyesine ulaştı. ABD nükleer cephaneliğini yeniledi ve daha küçük hacimli taktik nükleer silahların sayısını artırdı. Soğuk Savaşın bitmesiyle oluşan uzlaşma ortamında imzalanan Orta Menzilli Balistik Füze Anlaşması’ndan ve ülkelerin birbiri üzerinde istihbarat amaçlı uçmasına izin veren Açık Semalar Anlaşması’ndan çekildi. Çin’in tarihsel etkisinin yüklü olduğu bütün coğrafyaları kışkırtmaya çalıştı. Hong Kong, Sincan-Uygur bölgesi, Tibet sürekli olarak kaşındı. Ama en önemlisi Çin’in kendi toprağı saydığı Tayvan’a büyük miktarlarda silah satışı yaptı ve ABD donanmasının uğrağı haline getirdi.
Ayrıca Çin’in alternatif ticaret yolları üzerinde bulunan Myanmar, Pakistan, Sri Lanka ve İran’a baskı uyguladı.
Karşı tarafın bütün bunları bir savaş hazırlığı olarak algılaması çok doğaldı, Çin ve müttefikleri de silahlandılar. Ancak bu noktada, Çin’in emperyalist hegemonyanın önemli unsurlarından olan bilim ve teknolojide de kısa bir sürede büyük bir yol aldığını ve yüksek teknoloji üretmeye başladığını hatırlamamız gerekiyor. Çin kendi uçak gemisini üretecek potansiyele kısa bir süre önce kavuştu ve şu anda üçüncü uçak gemisini inşa ediyor.
Trump’ın başkanlık yaptığı dönemde Pentagon tamamen bu hazırlığa odaklandı. Örneğin, Bush-Clinton döneminde olsaydı, ortamı hazırladıkları Venezuela’ya askeri olarak müdahale ederlerdi, ancak ABD ordusunu bir ülkeye gömüp yıpratmayı göze alamadılar. Vietnam Sendromu diye anılan travmatik geçmişin deneyimiyle orduyu yıpratacak ve ABD’de savaş karşıtı bir harekete yol açacak olaylardan imtina ettiler.
Bunun dışında muhtemelen ABD sermayesi savaşmadan önce bir kez kendi içlerinden “Durun ya, ben bu işi savaşsız hallederim” diyen Trump’a son bir şans verdi. Trump kendi tarzında Çin’e gümrük duvarı koyarak, sermayeyi ABD’de tutmaya çalışarak Çin ile ABD arasındaki, Şekil 3’te görülen dev ticaret açığını düzeltmeye çalıştı. Kısmen başarılı da oldu ama pandemi büyük toplumsal eşitliksizlikler yaşayan ABD’de her şeyi başa çevirdi.
Şekil 3: ABD’nin Çin’e karşı verdiği ticaret açığının yıllar içinde nasıl büyüdüğü izleniyor. Trump döneminde ticaret savaşları ile bu açık bir miktar kapandı ancak ABD kendi içinde artan emek sömürüsü ile giderek bağımsızlaşan ve hareketlenen bir işçi sınıfı hareketinin ortaya çıkmasına tanıklık etti.[7]
ABD ve dağılan ittifak sistemi
ABD’nin bu dönemde, hegemonyanın başlıca unsurlarından olan ittifak liderliğinde de erozyon yaşadığı görüldü. Geleneksel müttefikleri 2008 sonrası “Önce ABD” diyen milliyetçilik karşısında kendi çıkışlarını aramaya koyuldular. Çin ve Rusya’nın verdiği destek ve ittifaktan koparma girişimleri emperyalist hiyerarşideki devletleri daha bağımsız davranmaya itti.
Ama önce iyi bilinse de Rusya’yı bu tabloya yerleştirmeliyiz. Rusya ekonomik açıdan bir Çin olmadı, fakat bölgesel bir güç olarak ve Sovyet deneyimine dayanarak uluslararası bir aktör olarak sivrildi. Rusya’da karşı devrim yağmaya dayalı bir sermaye birikim döneminden sonra restore edilmiş kendi bağımsız programına ve güçlü devlet geleneğine sahip çıkan kapitalist bir devlete dönüşmüş; renkli devrimlerle saldıran ABD ve AB emperyalizmini, sınırlarında ve bazı eski Sovyet Cumhuriyetlerinde durdurmayı başarmıştı. Soğuk savaş deneyiminden kalan askeri yetenekleri ile Rusya bu dönemde Çin ile aralarındaki olası gerilimleri ertelemeyi başararak bir iktisadi, askeri ittifak sistemi içinde yer aldı. Şangay İşbirliği Örgütü oldukça etkili bir ittifak sistemine dönüştü. Merkezinde Çin sermayesinin durduğu bir mali sistemle desteklendi. Çin’in liderliğinde Asya ile Afrika ve Avrupa’yı hızlı demiryolu hattı ve deniz ulaşımıyla birleştirecek Yeni İpek Yolu 2013’te önerildi ve inşasına da başlandı. Emperyalist hegemonyada 5G teknolojisi ve Yeni İpek Yolu dünya kapitalizminin sorunlarına çözüm bulmada Çin’i ABD’nin önüne geçirdi.
Hemen her ülke Çin ile şu veya bu şekilde anlaşmalar yaptı, Çin sermayesine kapıyı araladı.
Her ülkenin durumunu ele almak bu yazıda imkânsız olmakla birlikte, iki ülkeden, Almanya ve Türkiye’den çok kısaca bahsetmek konuyu anlamak için yararlı olur.
Alman sermayesinin kendi stratejik hedefleriyle ABD’den bağımsız bir emperyalist ülke olmayı amaçladığı biliniyor. Irak ve Libya operasyonlarına katılmaması, Trump’ın öngördüğü askeri harcamaları GSMH’nın %2’sine çekme hedefine soğuk yaklaşması dikkat çekiciydi. Merkel iki başlıkta uzun süre direndi. Bunlardan biri Rus doğal gazını doğrudan Almanya’ya taşıyacak olan Kuzey Akımı 2 Projesi ve diğeri Çin’in öncülük yaptığı 5G teknolojisine kapıyı açık tutmasıydı.
Türkiye’de ise, 2008’den sonra uluslararası yatırımları olan sermaye sınıfına kendi siyasi hedefleriyle yol açmaya çalışan bir devlet yapısının evrildiği ve Türkiye’nin kararlı bir NATO üyesi olmaktan çıktığı gözlendi. 2016’da Cemaat’in darbe girişiminin bu eğilim nedeniyle ABD tarafından örgütlendiği biliniyor. Muhtemelen darbenin planlayıcılarından olan Biden’ın daha sonra F-16’lar tarafından vurulmuş Parlamento’yu ziyaret ederek ABD başkan yardımcısı olarak üzüntülerini bildirmesi görülecek şeydi. AKP bu travmadan sonra hava savunma sistemi olarak Rus S-400’lerini satın aldı ve bu girişim hala ABD’nin öfkesini çekerek Türkiye ile ilişkilerinde kırmızı çizgisi olarak duruyor.
Biden’ın seçilmesi ve olası gelişmeler
Obama döneminin dış politikasının kurucusu olan Biden’ın seçilmesi ile, Batı emperyalizmi hegemonya krizine müdahale etmek için hızlıca toparlanma belirtileri göstermeye başladı.
En çarpıcı olanı muhtemelen Almanya’nın konumu olacak. Bir kırılma noktası olarak Navalni olayı gösteriliyor. Rus liberal muhalif Navalni birkaç ay önce Rusya’da hastalanınca Putin’in Merkel ile olan ilişkisine güvenip Navalni’nin Berlin’e gitmesine izin verdiği söyleniyor. Ancak Rusya’nın Berlin’den tam anlamıyla bir soğuk savaş muamelesi gördüğü söylenebilir. Berlin Navalni’nin müphem bir şekilde zehirlendiğini iddia etti ve Rusya’yı suçladı.
Geçtiğimiz günlerde, Almanya’nın yönettiği AB Komisyonu toplantısına, bu kuruluşun tarihinde ilk kez NATO Genel Sekreteri katıldı ve toplantıdaki güçlü transatlantik işbirliği vurgusu da buna eklendi. Almanya’da Merkel dönemi bittikten sonra, inşaatı hemen hemen biten Kuzey Akımı 2 Projesi’nin iptal edilmesi ve 5G altyapısının Çinli şirketler tarafından oluşturulmasının engellemesi muhtemel gözüküyor. Ayrıca Almanya’nın kısa bir süre önce büyük sayıda savaş uçağı ısmarladığını not etmeliyiz.
Türkiye ise ekonomik sıkışıklığı içinde AB ve ABD’ye yanaşma eğilimi gösteriyor. Bir süre sonra S-400’lerin kullanılmadan bir kenara konacağı ilan edilirse şaşmamak gerekiyor.
Ortadoğu’da ise İsrail ile Arap devletlerinin “normalleşmesi”ne dayalı ABD hegemonyasında Türkiye’yi de kapsama olasılığı olan bir pekişme göze çarpıyor.[8]
Bütün bu gelişmeler 78 yaşındaki Biden döneminde bir doğrudan savaşın dünyadaki bütün emekçi halkları tehdit edecek şekilde yaklaşmış olabileceğini bize söylüyor. Özellikle Tayvan Boğazı’nda veya Güney Çin Denizi’nde bir kışkırtma ile Çin’i ilk saldırıyı yapar duruma getirmeyi planlıyor olabilirler. Daha önce Japonya’nın ABD tarafından köşeye sıkıştırılması sonucunda Pearl Harbor’a saldırması örneğinde olduğu gibi ilk saldıran taraf olmamanın bir avantaj olabileceğinin farkındalar.
İşçi sınıfı siyaseti ve enternasyonalizm
Bu tehdidi ortadan kaldıracak tek gücün işçi sınıfının direnişi ve savaş karşıtlığı olduğunu tarihten biliyoruz. İşçi sınıfı siyasetleri bu sürece ulusal ve uluslararası düzeyde karşı çıkmayı ön plana almak zorundalar.[9]
Bir yanıyla yeni bir paylaşım savaşı fikri çok korkutucu ve olası sonuçlarını tahmin edebiliyoruz. Ancak emperyalizme “böyle bir maceraya cesaret edemezler” diye güvenmek en akılsızcası olacaktır.
Öte yandan ABD’de son dönemde gelişen işçi sınıfının bağımsız siyasi hattının güçlenmesi önemsenmesi gereken bir olaydır. Uzun süren bir savaşı ABD’nin iç savaşsız tamamlaması imkânsız gibi duruyor. Türkiye işçi sınıfı siyaseti ise savaşın önlenemediği bir durumda sermaye sınıfının karşılaşacağı olağanüstü meşruiyet krizini değerlendirecek potansiyeldedir.
Dipnotlar
[1] V.İ. Lenin, Kapitalizmin En Üst Aşaması: Emperyalizm. Çeviren: Levent Özübek, Yazılama Yayınevi, İstanbul, 2019, s. 103.
[2] Daha fazla bilgi için; G. Erbil, “Emperyalizm kazanıyor mu?” Gelenek 89, 51-69, 2006.
[3] Daha fazla bilgi için: E. Karaman, “IŞİD karşıtı kampanya: Emperyalizm gericilikle hesaplaşır mı?”, Gelenek 135, 84-91, 2017.
[4] Daha geniş bilgi için; E. Nalçacı, “Dünyada ve Türkiye’de duruma ilişkin genellemeler”, Gelenek 132, 29-39, 2016.
[5] https://blogs.imf.org/2014/03/26/china-size-matters/ (Erişim tarihi 21.12.2020)
[6] https://thereformedbroker.com/2012/03/24/fun-with-data-china-vs-usa-gdp/ (Erişim tarihi 21.12.2020)
[7] https://www.vifindia.org/sites/default/files/US-CHINA-Trade-War.pdf (Erişim tarihi 21.12.2020)
[8] E. Nalçacı, Türkiye İsrail yakınlaşması ne anlama geliyor? soL Haber Portalı, 19.12.2020, https://sol.org.tr/yazar/turkiye-israil-yakinlasmasi-ne-anlama-geliyor-21896
[9] E. Nalçacı, Hava 1. Dünya Savaşı öncesi kokuyor, soL Haber Portalı, 05.09.2015, http://haber.sol.org.tr/yazarlar/erhan-nalcaci/hava-i-dunya-savasi-oncesi-kokuyor-128721