ABD Güney Asya’da Karaya mı?Oturdu?

Pakistan’da uzun süredir merkezi hükümetle Taliban arasında çatışma yaşandığı, Taliban’ın yerleşik olduğu Swat Vadisi ve çeperinde şeriat ilan ettiği ve hükümetin buna rıza gösterdiği haberlerini alıyoruz. Bir yandan da ABD, Pakistan’ı “teröre karşı” Afganistan topraklarından topa tutuyor ve gerçekleşen sivil ölümleri konusunda Obama çıkıp özürler diliyor. Obama, ilk seyahatinden bugüne Afganistan diyor da başka bir şey demiyor. Bir de, malum sabah ezan sesleri ile uyanıyormuş çocukluğunda…

Taliban’ın Pakistan’ın başkenti İslamabad’a yaklaştığı, Pakistan ordusunun Taliban’ı desteklemeye devam edip etmeyeceği, Pakistan’ın kendisinin en büyük güvenlik sorunu olarak ilan ettiği Hindistan’la yaşadıkları Keşmir meselesinin ulusal güvenlik stratejisindeki yerini ne zaman Taliban’a karşı savaşın alacağı, Pakistan’ın çözülüp çözülmediği konularından da son dönemlerde medyada bahsedilir oldu. Öte yandan, ABD’nin Pakistan’a doğru genişlettiği Afgan savaşının tüm bu süreçteki yeri nedir?

Obama neden Irak müdahalesine karşı çıkarken Afganistan’da savaşı büyütüyor? Obama Irak’tan geri çekilmeyi planlarken nasıl oluyor da Afganistan’a daha fazla asker yollamak için NATO ülkelerine diller döküyor? Obama yıpranmış Irak politikasında kendine alan açamayacağını düşünüyorsa, dağılması an meselesi olan bir Pakistan onu ve siyasi hayatını daha baştan “silmez” mi? Sorular çoğaltılabilir. Ancak, hepsi Obama ile gelen değişiklik nedir onun arayışında.

Güney Asya’nın Obama dönemi ile beraber, emperyalizmle ilişkiler bağlamında nereye oturduğu zor bir zoru. Meselede birden fazla aktör ve birçok “ikiyüzlülük” var. Ancak yine de ABD’nin son dönem Güney Asya politikasına dair süreçleri anlamamızı kolaylaştıracak genel bir hat çizeceksek, bunu iki bileşenli olarak tarif etmek gerekli gözüküyor.

İlki, ulus-devletleri çözmek ve yeniden yapılandırmak. Devletlerin çözülüş süreçlerini zamana yayan, bu anlamda süreklilik arz eden bir olgu haline getirmek ve yeniden yapılandırmayı ise stratejik aralıklarla gerçekleştirmek… Diğer bir ifade ile, devletleri bitkisel hayata sokmak. ABD sürekli bir istikrarsızlık yaratarak ve aynı zamanda bu istikrarsızlığa ince ayarlar vererek bölgede var olmaya çalışıyor. “İstikrarsızlıkta istikrar” biçimdeki bu müdahale, ipleri bölge sahiplerinin ellerine teslim edecek bir istikrara da yol vermeyecek türden bir yeniden yapılandırmayla bölgeye şekil vermeye çalışıyor. Kısacası, müebbet çözülüş, müebbet devlet inşası…

ABD’nin bu bölgedeki varlığına şekil veren ikinci unsur ise yeni başkanlık dönemi dış politikasının geleneksel bir “realizm” anlayışı üzerine inşa edilmesinden oluşuyor. Geleneksel realizmin dayandığı iki ana mantık vardır. Birincisini Büyük Güç mantığı oluşturur. Varolan durum/ statüko, gücüne güç katmaya ancak kimi sınırlar dahilinde izin verir. Buna göre büyük devletler her durumda güç biriktirmeye uğraşırlar ve bu nedenle de sürekli güç biriktirebilmek için revizyonist olmak, yani ofansif olmak durumundadırlar. İkinci ana prensip ise, devletlerin tehdit algısının ve bu açıdan da güvenlik talebinin sistemin ana motoru olduğu fikridir. Bu durumda, devletler daha defansiflerdir. Güç biriktirmek yerine güvenlik arzını sağlamak öncelikli hedeftir.

Obama, Afganistan Savaşı’nı bir “zorunluluk savaşı” olarak tanımlıyor. Zorunluluk ile işaret etmeye çalıştığı mesele, geleneksel realizmin defansif mantığına daha fazla yakınsayan, ancak uzun yıllardır ABD dış politikasında çok sık başvurulmayan bir “ulusal çıkar” tanımı gibi gözüküyor. Bu tanıma göre ABD’nin bölgelere dair daha kapsamlı, bir tür entegrasyon perspektifine sahip olması ve “tercihler” yapmaktan ziyade zorunluluklara çubuk bükmesi gerekiyor. Obama, bu açıdan “iradeci” ve değişim yanlısı bir yaklaşımdan ziyade, “yapısalcı” bir yaklaşıma, bu anlamda da defansa işaret ediyor.

Bir realist, verili koşulları olağan ve olması gereken koşullar olarak kabul eder. Bir realiste göre devletler çatışır, ulusal çıkarlarını maksimize etmeye çalışırlar ve bundan kaçış yoktur. Sistem, sürekli çatışmayı ve “kendini-kurtar”1 yaklaşımını salık verir. Bu nedenle, tüm devletler yapının dayattığı bu koşullar altında “eşittir”. Obama, böylesi bir eşitlik nosyonunun rahatlığıyla, ABD tarafından güdümlenen her devlete bunun ağırlığını (ve elbette “gururunu”) yüklemiş ve de ağızlarına bir parmak bal çalmış oluyor. Bu nedenle de, Davos Fatihliği müessesesi bu yeni dönemin trendi olacak gibi gözüküyor. Pakistan Başkanı Zerdari’nin El-Kaide örgütünün lideri Osama bin Ladin ile ilgili yaptığı açıklama bu anlamda Güney Asya’dan bir Davos Fatihliği örneği olarak değerlendirilebilinir2.

Ancak şunu da hatırlatmak gerekiyor ki, bir yandan geleneksel bir realist olmakla, diğer bir deyişle ulus-devletlerin bekasını uluslararası yapının doğal/zaruri koşulu olarak görmekle, ulus-devletleri sürekli yeniden yapılandırmaya ve çözmeye çalışmak birbiriyle çelişen iki unsurdur. Bu nedenle, Obama’nın dış politikası bu iki unsurun kan uyuşmazlığı nedeniyle bölgede karaya oturmaya mahkum gibi görünüyor. Henüz erken. Obama, aslında Sovyetler Birliği döneminin bölgede yarattığı dengelerin çözülmesinin sonuçlarının elle tutulur bir biçimde ortaya çıktığı bir döneme denk gelmiş bulunmakta. Sovyetlerin dağılmasıyla, Güney Asya’da Afganistan ve bu anlamda Pakistan’ın varlıkları sorgulanır hale geldi. Bu denklem Türkiye’ye hiç uzak değil! Güney Asya ise Orta Doğu’ya çok yakın!

Obama’nın Afganistan Savaşı

Obama ile gelen değişikliği, Bush dönemi ile olan süreklilikler ve dönüşümler halinde kavramak çok anlamlı gözükmüyor. En azından, ABD emperyalizminin Obamalı evresini anlamak için aslında Bush nihai bir referans noktası olmamalı. Böylesi bir yaklaşım, bizi Obama ne olursa olsun farklıdır, onu Bushlaştırmak siyasi bir indirgemeceliktir iddiası ile başbaşa bırakıyor ki, bu iddia ne Türkiye solunun ne de dünya solunun önünü açmaz. Açmaz, zira buradan indirgemeci olmamak adına sürekli “reform” arayışı çıkar; iyi müdahale-kötü müdahale ayrıştırması çıkar; kötü emperyalizm-iyi emperyalizm ayrıştırması çıkar. Bu ayrımların kendisi, bizzat ABD dış politikasının araçlarıdır.

Devrimci bir analiz, diyalektik mantığa da başvurarak tersten okumaları sever. ABD Irak’tan çekilirse bunu yenilgi olarak okumak bir anlamda “devrimci” bir yaklaşımdır. Ancak, yeterli değildir. Hatta, kimi zaman da yanıltıcıdır. Nitekim, Obama ile beraber çıkmaza girmiş gibi görünen Güney Asya, bizim bunu illa ABD’nin karaya oturması olarak okumamız gerektiği anlamına gelmeyebilir. Bir anlamda, ABD her girdiği yerde Vietnam Sendromu’nu yaşayabilir, ancak bunun, ABD emperyalizminin geriye çekileceği, geminin durduğu, hatta geminin kızağa çekileceği anlamına gelmediği aşikardır. O nedenle, şu soru gayet meşru bir sorudur: ABD emperyalizmi “Vietnam Sendromu”ndan mı besleniyor?3

Bu anlamda, çözmemiz gereken iki mesele var. İlki, Obama’nın Afganistan’a neden merak sardığı? İkincisi ise, ABD emperyalizminin Güney Asya’da neyin peşinde olduğu ve şimdiye kadar neyi elde ettiği?

Obama’nın dış politika hususunda dile getirdiklerinin başında, ABD’nin ve dünyanın çıkarının en fazla Afganistan-Pakistan sınırına yerleşmiş Taliban ve El Kaide militanları tarafından tehdit edildiği geliyor. Ancak, bunu yaparken de uzun süredir ABD’li kimi uzmanlar ve bizzat CIA görevlileri tarafından izlenen bir politikayı, bir nevi önlerindeki dönemin yeni yol haritası olarak teşhir ediyor: İyi Taliban, kötü Taliban ayrımı yapmak. İyi İslam-kötü İslam ayrımı ile ABD müdahalesinin önünü açmak. Afganistan’daki savaşın Bush’un son döneminden beri Pakistan’a da kaydırılmaya başladığını biliyoruz. Obama ile bu mesele Pakistan’ı da resmi olarak Afganistan Savaşı’na eklemlemek, bu anlamda sadece Güney Asya’da yeni bir dış politika manevrası yapmak değil, aynı zamanda Orta Doğu politikasını da buradan dolaylanarak genişletmek anlamını da kazanmış oluyor. Bu anlamda, Af-Pak Savaşı sadece bir Güney Asya meselesi değildir. Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin bir ayağını oluşturmaktadır. Zira, savaşa katılan bir Pakistan, aynı zamanda yakın takipte tutulan bir İran ve yeniden çizilecek bir Irak, İran, Suriye ve Afganistan sınırı anlamına da geliyor.4

Ayrıca, ulus-devletleşme sürecini neredeyse tüm 20. yüzyıl boyunca sürdüren, bu anlamda devlet oluşumları hem kendi iç dinamikleri hem de dış müdahaleler nedeniyle sürekli kösteklenen Orta Doğulu devletlerin yeniden şekillendirilmelerinde Güney Asya müdahalesi bir kaldıraç görevi görecek gibi durmaktadır. Bu açıdan ABD emperyalizmi yeni bir devlet oluşum süreci örneğini farklı coğrafyalarda deneyerek oluşturmaya çalışmakta ve buradan da yeni bir devlet paterni çıkarmaya çalışmaktadır.

Bu bağlamda ABD’nin bölgeye dair perspektiflerinden birisi de, devletleri, sahip oldukları farklı sağkalım araçlarından (ulusal egemenlik, toprak bütünlüğü, meşruiyet bu anlamda en önemli üç başlık) mahrum bırakmaya dayanıyor. Bunu yaparken de, devletlerin içlerinden farklı ölçeklerde bağımlılıklar kurulması hedefleniyor. Ulus-devlet dolayımını bertaraf etmek ve farklı aktörlerle farklı türden ilişkiler kurmak… Nitekim Ahmed Raşid5, Obama’nın bölgedeki başarısının ancak orada hareket eden farklı iktidar odaklarıyla kuracağı ilişkide yatacağını iddia ediyor. Bu anlamda da, Obama’ya özellikle bölgedeki uyuşturucu mafyalarını “ya kafalarını değiştirmeye ya da yok olmaya” zorlaması gerektiğini söylüyor. Aslında, buradan şunu da çıkarmak mümkün; Obama’ya verilen akıl, Taliban ile masaya oturup pazarlık yapması doğrultusunda. Taliban, işgalcilerin bu savaştan bıkmasını bekliyor. Bu durumda, ABD’nin Afganistan’ı “iyi Taliban”a (!) teslim etmesi de olasılıklar arasında.

Güney Asya’ya odaklanma ve buradan bütün Orta Doğu için bir kaldıraç çıkarma aynı zamanda Obama’ya pastayı büyütme ve bu açıdan ABD’den farklı destekleri (yeni bütçe, yeni sermaye yatırımı, iyi islam-kötü islam ayrımı hoşuna giden kitleler vb.) garantileme anlamına da geliyor. Pakistan’a önümüzdeki beş sene boyunca her sene, “okul, sokak ve hastane” yapımında kullanması için 1,5 milyon ABD doları verilmesi planlanıyor. Bir yandan da, Afganistan’a “tarım uzmanları, eğitimciler ve hukukçular” göndererek orada uyuşturucu tarafından domine edilmeyen bir ekonomi yaratmak hedefleniyor6.

Pakistan: Bölge’de hem sopa hem havuç

Soğuk Savaş dönemindeki uluslararası dengelerin boşluklarından faydalanarak elde edilen kimi ulusal bağımsızlıklar ve hemen akabindeki ulus-devlet oluşum süreçleri, savaşın bitmesiyle beraber sağlam duramamaya başladı. Böylesi bir unsur Güney Asya için de kaçınılmaz bir dağılmaya işaret ediyor. Pakistan’ın dağılması hem ABD hem de Pakistan’daki İslamcı güçler tarafından arzulanan bir meseleye benziyor. Bir yandan, bölgesel bir perspektifle Pakistan’a yeniden şekil vermeye çalışan bir ABD, öte yandan iktidarı ele geçirmek isteyen bir Taliban. Ancak, ABD için bu sürecin adı “başarısız Pakistan devleti”ne el atmak iken, Taliban da bölgede yeni ve farklı sınırlara sahip bir İslam devleti kurmayı amaçlıyor. İki taraf da İslam’ı (burada bunu Pakistan olarak okumak da mümkün) hem bir müdahale aracı hem de bir model olarak kullanıyor.

Son dönemlerde Afganistan’da Taliban’a karşı sürdürülen savaş ABD egemenleri tarafından Af-Pak Savaşı olarak anılmaya başlandı. Bu değişiklik kendini isimde ifşa etmekle beraber, altında yatan dinamikler Bush döneminden beri aynılıklarını koruyorlar. Bush’un bu bölgeye dair planlarını kimi dönem dondurma eğiliminde olması, bölgede özellikle Pakistan’la ilgili pragmatik bir politika izlemesi nedeniyle, savaş Obama ile beraber yeni bir evreye girmiş gibi yansıtılıyor. Oysa Clinton döneminde de Güney Asya’da çok benzer eşikler aşılmıştı. Bu dönemde, ABD Hindistan’ı bölgede güçlendirecek ve Pakistan’ı stratejik olarak önemsizleştirecek politikalar izlemeye çalıştı. Pakistan ordusu 1999’da Hindistan sınırları dahilinde bulunan Kargil Bölgesi’ne girdiğinde, aslında bölgeye bir Amerikan müdahalesini de tetiklemeyi ve böylece Hindistan’ı destabilize etmeyi umuyordu.

Bu meyanda Pakistan’la Afganistan arasındaki gerilimler uzun zaman önceye dayanıyor. 1947 senesinde Pakistan, Britanya Hindistanı’nın halef devleti olarak ortaya çıktığında, Afganistan, Pakistan’ın BM’ye katılmasına karşı çıkan yegâne devletti. Uzun yıllardır da Afganistan yönetimine gelmiş hiçbir hükümet, hatta Taliban dahil, Afgan-Paki sınır çizgisinin meşru bir sınır olduğunu kabul etmedi. Pakistan da Afganistan’ı hep bir manda devlet olarak görmekte ısrar etti. Ayrıca, iki devlet sınırındaki topraklarda yaşayan Peştunların durumu Pakistan devletinin toprak bütünlüğünü de tehdit edegeldi. Bu nedenle, Pakistan’da Peştunlar arasında dinci gericiliğin kökleşmesini sağlamak, onların milliyetçiliğini dindirecek bir panzehir olarak görüldü ve bu nedenle de Pakistan, bugün de Peştun bölgesinde dinci gericiliğin artmasını sürekli olarak teşvik ediyor. Bu arada Peştun halkının, Afganistan’da ABD’ye ve müttefiklerine karşı direnişe en kalabalık şekilde katılan tek topluluk olduğunu burada not etmekte fayda var.

Bütün bunlarda uzun yıllardır Pakistan’da iktidarı elinde tutan ordunun tutumunun fazlaca payı var. Ancak, ordunun iktidarda olmadığı dönemlerde de Pakistan’da hiçbir anti-Amerikancı hükümet iktidara gelmedi; buna son hükümet ve Zerdari de dahil. Pakistan’da 1980’lerin sonunda şeriatın ilan edilmesini destekleyen ABD, bugün Zerdari’nin Taliban’la anlaşmasını ve Taliban’ın hakim olduğu Kuzey Bölgesi’nde şeriat ilan etmesine ne kadar sıkıldı? Sıkıldı, zira ipler ABD’nin elinden kaçabilir ve Pakistan ordusunda da Taliban’ı destekleyen bir kısım olduğu biliniyor. Bu nedenle de, ABD hem Zerdari’yi sıkıştırıyor, hem kendisi Pakistan topraklarını topa tutuyor hem de orduyu Taliban’la karşı karşıya getirerek Pakistan menşeli her türlü “değişim” olasılığını bertaraf etmeye çalışıyor. Zerdari7 ise bu sürecin olabilecek en az Pakistanlısı!

Güney Asya, genişletilmiş Orta Doğu projesinin bir parçası olarak sadece ABD sermayesinin değil, aynı zamanda İngiliz ve hatta Fransız sermayesinin bir kısmının da iştahını kabartmaktadır. Pakistan üzerinden ve özellikle Pakistan’ın Belucistan Bölgesi’nden geçen petrol boru hatları, İran-Rusya-Çin üçgenine alternatif oluşturmaktadır. Pakistan topraklarındaki toplam gaz rezervinin yüzde 80’i Belucistan topraklarında bulunmaktadır. Aynı zamanda Belucistan ayrılıkçı eğilimleri baskın bir bölgedir. Bu bölgenin Pakistan’dan ayrışması ve özerkleşmesi, ABD ve İngiltere tarafından akla yatan bir proje olarak görülmektedir. Nitekim, Beluci milliyetçiliğinin körüklenerek, İran ve Afganistan’daki Belucileri de tetikleyip, büyük bir Belucistan yaratmaya yöneltilmesi emperyalizm tarafından aklın bir köşesinde tutulan bir meseleye benziyor. Bu durumda ABD karşıtı Peştunlara karşı, çoktan emperyalizmi içselleştirmiş bir Belucistan, Pakistan dağıldığında elde kalacak mükemmel bir müttefik gibi gözüküyor!

Robert Kaplan, dağılması çok mümkün görünen bir Pakistan’ın Hindistan için de varoluşsal sorunlar yaratacağını,8 bu nedenle de bu iki ülkenin tek çaresinin Amerikancılıkta ortaklaşmak olduğunu belirtiyor. Kaplan’ın anlattıklarından Amerikancılığın tekabül ettiği şeyin, Pakistan’ın askeri iktidarının sürekli militarize İslamcı bir Afganistan’ı Hindistan’a karşı bir joker olarak, bu meyanda Hindistan’ın ise daha ılımlı bir Afganistan’ı Pakistan’a karşı silah olarak tutmak için tercih edeceğini çıkarıyoruz.9 Görüldüğü üzere, burada Amerikancılık daha dolayımlı bir yoldan işliyor. Emperyalizimin içsel çelişki haline gelmesi, aynı “taraf”ta duranların birbirlerini de yemelerini zorunlu bir durum haline getiriyor. Hatta, ancak Amerikancı bir Pakistan ile Amerikancı bir Hindistan birbirlerine düşman oldukları sürece emperyalizmin çıkarları bölgede işliyor

Hindistan nereye koşuyor?

Kasım 2008’de Hindistan’ın Mumbai şehrinde meydana gelen saldırı, özellikle de Batı medyası tarafından Hindistan’ın 11 Eylül’ü olarak değerlendirildi. Hatta, medya araçlarında bu saldırının hedef tahtasında Hindistan, ABD, İngiltere ve de Yahudiler olduğu manşetleri atıldı. Bu saldırıları yapanların yuvalandığı yer olarak ise Pakistan’a işaret edildi. Bu bağlamda, Pakistan’daki Kuzey Batı Sınır Bölgesi “terörist” yuvasıydı. Böylece, ABD’nin Pakistan topraklarını bombalaması için zemin çizilmiş oldu. Nitekim Başkan Obama’nın yardımcısı Joe Biden, seçim kampanyası süresince ikiz kule saldırılarını gerçekleştirenlerin Afganistan-Pakistan sınırına yerleştiğini ve yeni “terörist” saldırılar planladıklarını sık sık dile getirdi.

Hindistan bu anlamda ABD’nin bölgedeki planlarını gerçekleştirmedeki en sağlam müttefiki aslında. Zira Hindistan göreli bağımsızlığını koruma reflekslerini sık sık sergilese de10 medeniyet tartışmalarında ve bu anlamda İslamcı hareketlere karşı olan duruşunda “Batılı” bir tavır sergilemeyi tercih ediyor. Ancak ABD her ne kadar Pakistan’ı şamar oğlanına çevirmiş olsa da, Hindistan’ı terbiye etmekte de Pakistan’ı verimli bir şekilde kullanıyor.

Mumbai saldırılarının sorumlularından birinin Pakistan’ın şişkin askeri istihbarat örgütü ISI olduğu dolaylı yoldan ima ediliyor ve CIA’nin de ISI ile olan ebeveyn/evlat ilişkisi Güney Asya Bölgesi’nde herkesin mutabık olduğu bir gerçek. Bu açıdan, Hindistan bir ekonomik güç olarak Pakistan’ın kendisine asla bir rakip olamayacağının farkında olsa da, bir bölgesel güç olma yolunda ABD desteğinin Pakistan’a kaymasından oldukça rahatsız görünüyor. Aslında Mumbai saldırıları, halklarında anti-Amerikancılığın güçlü olduğu ve ancak bu vesileyle Keşmir konusunda çözüme yakınlaşabilecek bu iki ülkenin arasının tekrar açılmasına sebep oldu. Bu anlamda ABD’nin ekmeğine yağ sürecek biçimde Pakistan ve Hindistan’ın farklı tür ve derecelerde Amerikancılıkta dengelenmesi sağlandı.

Mumbai saldırılarının diğer bir sonucu ise Hindistan’ın bölgesel güç olarak prestijinin zedelenmesi oldu. Güvenlik hususunda bu denli zayıf olmasının yarattığı hava Pakistan’ın elini güçlendirdi. Pakistan’ın birçok konuda elini güçlendiren ve Hindistan’da bir miktar hayal kırıklığı yaratan diğer mesele ise Obama’nın Keşmir meselesinin ve Peştun meselesinin çözümlerinin Afganistan Savaşı’nın başarı ile bitirilmesi ve Taliban’ın alt edilmesi için kesinlikle gerekli olduğu konusundaki demeçleri oluşturdu. Keşmir konusunda bir çözüm saptanırsa Pakistan’ın Taliban’la mücadele konusunda daha istekli olacağına inanan Obama’nın bu havucu, Hindistan’da sopa etkisi yaptı. Zira Yeni Delhi’ye göre, bu iki meselenin Taliban’la mücadeleyle herhangi bir ilgisi yok. Ancak ABD’nin aracılık rolünden memnun olmayan Hindistan, bölgedeki kronik meselelerin çözülmeden bölgesel bir güç olamayacağının da farkında. Bölgede bütünleşmeci bir yaklaşıma Hindistan da yakın gözüküyor ve bu nedenle Afganistan’ı Güney Asya Bölgesel Forumu’na, Pakistan’a rağmen, dahil ettiriyor ve Çin’in gözlemci olması karşılığında da ABD ve Japonya’yı da gözlemci olarak foruma sokuyor.

Bu arada, 1947 Pakistan-Hindistan ayrışmasının travmasının yaralarının sarılmasına ABD izin vermeyecek gibi gözükmektedir. Emperyalizmin bu sopaya her daim ihtiyacı var. Ancak burada çok ince bir dengeyi gözetmek ABD emperyalizminin bölgede karaya oturmaması için gerekli: Hindistan-Pakistan ikili ilişkilerine burnunu çok fazla sokmamak. Bugünlerde Obama, bu ikili ilişkilere ne derece burnunu sokabileceğinin denemelerini yapıyor. ABD, bu ilişkilere en çok burnunu soktuğu Kennedy döneminde, Hindistan ve Pakistan arasında yeni bir savaşa ve Çin’in bu bölgede stratejik bir alan yaratmasına kendi elleriyle sebep olmuştu11.

Bu meyanda Hindistan aleyhine ve Pakistan lehine değişmiş görünen bölgesel güç dengesi henüz yerleşikleşmemiş durumda. Obama kimi deneme yanılmalarla yol almaya çalışıyor. Yakın dönemde denemesi olası bir mesele ise Hindistan güvenlik güçlerinin Afganistan’da daha fazla yer alması olabilir. Hindistan, yeniden yapılandırma projeleri bağlamında uzun dönemdir Afganistan’da ekonomik yatırımlarıyla yer aldı. Bu yatırımların güvenliğinin sağlanamaması, Hindistan Kabil Büyükelçiliği’nin Temmuz 2008’de bombalanması, Hindistan’ı ABD’ye doğru daha da fazla çekiyor.

Ancak bu çekim, ABD’nin uzun dönemdir Hindistan-Pakistan’ı eklemsizleştirme politikasından Obama ile beraber bu iki ülkeyi yeniden eklemleme politikasına geçiş ile beraber gelgitler yaşıyor. Hindistan bir yandan Obama’nın trenine binmenin heyecanını yaşarken, bir yandan da işin ucunun nereye kadar kendisine dokunacağına emin olamıyor. Ancak Mohammed Ayoob’a göre Hindistan 2000’lerle beraber, toprak bütünlüğü sağlanan bir Pakistan’ın kendisi için en güvenli durum olacağı politikasından vazgeçmiş durumda. Ayoob, Hindistan’ın Pakistan’ın dağılmasını göze aldığını iddia ediyor12.

Son olarak, 18 Mayıs 2009 tarihli Hindistan’daki son seçimlerde Hindistan Ulusal Kongre Partisi’nin zaferle çıkması, dünyadaki egemen güçleri de hoşnut etti. Kongre Partisi’nin verili küresel sistemde “sorumlu davranacağı” ve sisteme daha da fazla entegre olacağı ve sonuçta ABD’nin bölgedeki en büyük müttefiki olacağı Hint kökenli Amerikalı liberal gazeteci Fareed Zakaria’nın da öngörüsü ve en büyük dileği… Hindistan’ın ABD ile imzaladığı nükleer güç anlaşmalarının yanında, Tacikistan’da kurduğu askeri üs de bu “sorumluluğun” en büyük göstergelerinden.

Çin, Güney Asya denkleminde nasıl bir rol oynuyor?

Uzun yıllar boyunca Çin, bölgede ABD ile Hindistan ittifakını bozmak ve Hindistan’ın bölgesel bir güç olarak ilerlememesini sağlamak için Pakistan’a silah ve teknoloji transferi yaptı. Bu süreç, Pakistan’ın nükleer silahlanmasını da palazlandırdı. Ancak ABD’nin Afganistan Savaşı’nı Pakistan’a doğru genişletmesi Çin’de hoşnutsuzluk yaratmışa benziyor.

Öte yandan uzun zamandır ekonomik çöküntü ile boğuşan Pakistan Başkanı Zerdari, 2008 Kasımı’nda IMF ile anlaşma imzalanmadan önce Çin başta olmak üzere birçok yere yardım başvurusunda bulundu, ama eli boş döndü. Çin’in 1996’da Pakistan’a verdiği yüklü nakit paradan sonra aynı beklentiyle hareket eden ve de yükselen Taliban tehlikesinin ardına sığınan Pakistan hükümeti Çin’den gerekli desteği alamadı. Ancak Çin’den para yerine alınan desteğin yeni iki nükleer güç santrali kurulumuna yönelik stratejik bir destek olduğu da Zerdari heyeti tarafından açıklandı.

 

Bu açıdan, Çin bir yandan Pakistan’ı daha fazla militarize ederken ve böylece Hindistan’ı dolaylı yoldan tehdit ederken, bir yandan da ABD’nin nüfuzun bu denli ayyuka çıktığı bir Pakistan’ı bağrına basmayacağının sinyallerini vermiş oldu.

Ekonomik kriz Güney Asya’da ve özellikle de Pakistan açısından “Balkanlaşma” sürecine katkıda bulunacak gibi gözükmektedir. Pakistan, federal bir devlet yapısına sahip ve merkezden federal bölgelere aktarılan para hem siyasi dengeler nedeniyle hem de içine girilen kriz nedeniyle (ve de IMF’nin dayatmalarıyla) azalacak, hatta sıfırlanacak gibi gözükmektedir. Böylesi bir durum, Pakistan’ın dağılması ve parçalanması sürecini hızlandıracaktır ve hatta kimi bölgelerin özerklik taleplerini tetikleyecektir. Nitekim, uzun bir süredir IMF denetiminde olan Pakistan’da, özellikle kaynaklar açısından zengin olan Belucistan Bölgesi’nde, devlet kurumları haraç mezat özelleştirilmektedir.13

Ekonomik krizin yükünün ülkede daha da derinden hissedileceği ve yoksulluğun daha da artacağı artık herkes tarafından bilinen bir gerçek. Amerikancı olup da ABD’ye bu denli bağlı olmak istememek aslında bir çelişki değil. Pakistan’daki çözülme sürecinin farkında olan her siyasi yapı bölgesel kimi dengelere oynamaya çalışıyor. Ekonomik kriz de Çin’e oynamak ve Çin ile olan ilişkileri hem Hindistan’ın hem de ABD’nin inisiyatifini kısacak biçimde geliştirmek Pakistan’ın bu sömürge hükümeti için bile gerekli bir süreç. Zira Pakistan’daki hükümet, hem ABD’nin her an Pakistan ordusunu desteklemesi olasılığının hem de CIA’in Pakistan’da en az ordu kadar sözü geçen ISI adlı istihbarat kurumu aracılığıyla El Kaide’yi takip ettiğinin ve dolaylı yoldan palazlandırdığının farkında. Bu açıdan kim daha fazla Amerikancı yarışı Başbakan Zerdari’nin elini rahatlatmıyor; bu nedenle de her an kelle korkusuyla yaşayan Zerdari Çin’den medet umuyor. Bölgede Çin’e yaslanmak, bir anlamda bir iktidar savaşında alınabilecek önemli bir kale. Zerdari’nin, girişte değindiğimiz Osama bin Ladin açıklamasını elbette bir de bu gözle değerlendirmek gerekiyor.

Şunu da belirtmek gerekiyor ki, ABD ile Çin arasında uluslararası siyaset anlamında bir hegemonya mücadelesi olduğu izlenimi bazen kafaları karıştırabilir. Çin’in Güney Asya’ya müdahil olması, orada her durumda ABD karşıtı bir siyaset izleyeceği anlamına gelmiyor. Aksine, Obama Güney Asya’da pastayı Rusya’yı, Çin’i ve hatta İran’ı katacak kadar büyütmeyi hedefliyor. Bu anlamda, önümüzdeki dönemde bu ülkelerin, ABD’nin trenine binip binmeyeceğini, Güney Asya’nın başına leş kargaları gibi üşüşüp üşüşmeyeceklerini göreceğiz…

Güney Asya’da Amerikan işgaline karşı direnişle, bu direnişin ve işgalin de maalesef ortak rengi olan gericiliğe teslim olmak arasında sıkışan Doğu halklarının yegâne kurtuluşu, “taş devri”ne 14 geri dönmeyi reddetmekten geçiyor.

 

Dipnotlar

  1.  Bu anlamda, “kendini kutar”cı Obama bölgede, yardım turlarını kısa keserek, NATO’nun Batılı müttefikleri ABD’ye destek vermiş vermemiş, bir vadede çok “takmayabilir”. Bu anlamda, Fransa’nın bu geçtiğimiz dönemde NATO’nun askeri kanadına dönüşü mesela sadece Afganistan’daki aslan payından Fransa’nın da kapmak isteyeceği şeklinde yorumlanamaz. Fransa’nın bu yakın dönemde NATO’ya dönüşü, ABD’nin bu kurumda bir boşluk, bir alan bırakma olasılığı olduğu beklentisinden de kaynaklanıyor gibi gözüküyor.
  2.  Mayıs 2009’da Amerikalı bir televizyon programcısının “Osama nerede?” sorusu üzerine Zardari, “Onu siz benden daha iyi bilirsiniz” demişti. Konuşmasında, Osama’nın ABD’nin maşası olduğunu ve seksenli yılların sonunda Benazir Butto hükümetini destabilize etmek için ABD tarafından kullanıldığını dile getiren Zardari, “Osama’yı ben kaybetmedim Tora Bora’da, o sırada ben hapisteydim” diyerek, ABD’nin çoktan ölmüş bir Osama figürü üzerinden, Pakistan’ı dünyanın hedef tahtası haline getirdiğini de belirtti.
  3.  Şunu da eklememe izin verin. Vietnam Sendromu’ndan beslenmek bir mazoşizm/sadizm denklemi olarak algılanmamalı. Burada, uluslararası sistemin dayattıklarından kaçınılmayacağına inanan ve bu trajediyle ömrünü sürdüren bir dış politikadan bahsediyoruz. Diğer bir deyişle, Obama’nın trajedisi de bir anlamda ABD dış politikasının asırlık serüveninden farklılaşamıyor.
  4.  Chossudovsky, Michel, “The Destabilization of Pakistan”, www.globalresearch.ca, 2007.
  5.  Raşid, Ahmed, “Obama’s Huge South Asia Headache”, www.bbc.co.uk.
  6.  Afganistan, dünya afyonunun yüzde 93’ünü tedarik ediyor. Buradan elde edilen gelir, Afganistan’ın toplam ekonomisinin yüzde 50’sinden fazlasına tekabül ediyor. Ancak bu gelir Afganistan’daki afyon üretiminden elde edilen kârın yalnızca yüzde 20’si. Bu anlamda, uyuşturucu ticaretinde parmağı olan ve ucu Türkiye’ye kadar dayanan bir kurumlar silsilesi (Pakistan’ın istihbarat örgütü ISI dahil) var. Bir de şunu not etmek gerekiyor: ABD’nin çeşitli ülkelere yaptığı her türlü müdahalenin ardından o ülkelerde uyuşturucu üretimi fark edilir bir biçimde artmış.
  7.  ABD’nin Pakistan topraklarını, bizzat Pakistan’daki askeri üslerden kalkan uçaklarla vurduğu da elimizdeki veriler arasında. (Tarik Ali, “Pakistan’s Drift into the hands of extremists”, www.guardian.ac.uk, 03.03.2009.)
  8.  Bu fikre katılmayanlar da var. Muhammed Ayoob, Hindistan’ın artık tek bir Pakistan devletini istediğinden kuşku duyuyor. Buna ileride tekrar değineceğiz.
  9.  Robert D. Kaplan, “Trouble in the Other Middle East”, www.nytimes.com , 08.18.2008.
  10.  Örneğin Obama, Güney Asya sorumlusu olarak Robert Holbrooke’u atadığında, Holbrooke’un misyonlarından birisini de Hindistan ile Pakistan arasındaki Keşmir meselesinin diplomatik çözümü teşkil ediyordu. Hindistan bu meselede üçüncü taraf müdahalesinden hiç hoşnut olmadığını defalarca belirttiği için, Holbrooke’un misyonu Af-Pak meselesine geri çekildi. Diğer bir örnek olarak da, Delhi’nin Mumbai saldırılarının ardından İsrail’in saldırı esnasında rehin olarak alınan Yahudi turistleri kurtarmak için özel kuvvetler birliği gönderme önerisini reddetmesi oldu.
  11.  Mohan, Raja, (2009), “How Obama Can Get South Asia Right”, The Washington Quarterly, cilt: 32, sayı: 2.
  12.  Ayoob, Mohammed, “South Asia’s Dangers and US Foreign Policy”, Orbis, 2001.
  13.  Chossudovsky, Michel, “The Destabilization of Pakistan”, www.globalresearch.ca, 2007.
  14. 11 Eylül’ün hemen ardından, Amerikan Dış İşleri Başkan Yardımcısı Richard Armitage, Pakistan’ın ABD ile işbirliği yapmaması durumunda “taş devrine geri dönmeye hazırlanması” gerektiğini söylemişti.