AKP Ülkeyi Faşizme mi Taşıyor?

Gelenek’in 23 yıllık külliyatında faşizm analizine adanmış çok az makale bulunur. Binden fazla makale içinde ancak üç-dört tanesi faşizm ile ilgilidir. Bunun bir nedeni 12 Eylül askeri darbesinden sonra faşizmin gündemden düşmüş olmasıdır. Hatta Türkiye solunun bazı kesimlerinin özle biçimi ayırt edememeleri, sermaye ile devlet arasındaki ilişkiyi çözememeleri nedeniyle, her baskı ve şiddet unsurunda faşizmi keşfetmeleri bu konuyu iyice can sıkıcı hale getirmiş, çoğunlukla faşizmden bahsedilmesi siyasi akılsızlığın tezahürü olarak görülmeye başlanmıştır.

Son dönemde ise özellikle Ergenekon davasından sonra faşizm artan sıklıkta siyasi söyleme girmeye başladı. Hele “faşizm” lafını mahalledeki devrimci demokrat bir militan değil de, Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu ağzına alınca işin rengi değişti. Bu yıl içinde Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu’na AKP’nin hukuk dışı müdahalesi üzerine Kanadoğlu, “Bunun adı faşizm. Bunun adı diktadır. Eğer dinsel bir kimliğiniz varsa bu rejimin adı dinci diktadır” deyip, işin içinden çıktı.1 Ana muhalefet partisi lideri Baykal “Telekulak Skandalı”ndan sonra kasım ayında, “Bunun gidişi faşizmdir” dedi.2 Ulusalcı kesimin değişik kesimleri “örtülü faşizm” lafını sıkça kullanmaya başladılar.

Bu kavram kullanımının frekansındaki artışı ulusalcı çevrelerin yanılsaması olarak değerlendirmek mümkün değil, çünkü bizim yazınımızda da artış oldu. TKP Siyasi Bürosu 2008’de “AKP faşizmin bütün özelliklerini taşıyor” başlıklı bir bildiri yayınladı.3 Kemal Okuyan soL Portal’daki bir yazısında, “(…) faşizm sözcüğünü yardıma çağırmış bulunuyoruz” diye yazdı.4 Daha yakın bir zamanda ise Metin Çulhaoğlu “İstikamet: Totaliter demokrasi” başlıklı yazısıyla farklı bir kavram önerdi.5

Bu durumda üzerini örümcek ağı kaplamış faşizm tartışmalarına geri dönmek ve teorik bir çerçeve çizmek zorunlu oldu. Öte yandan çok tartışılmış ve yazılmış faşizm üzerine Marksist külliyatın burada mükemmel bir şekilde gözden geçirilip toparlanacağı düşünülmemelidir. Asıl sorunumuz içinde yaşadığımız dönemin “faşizm” olarak nitelenip nitelenemeyeceği veya AKP iktidarının Türkiye’yi bundan sonra faşizme taşıyıp taşımayacağı veya daha genel söylersek, Türkiye’nin yakın gelecekte faşizme gebe olup olmadığıdır. Açıkçası teori için değil, yaşamsal bir pratik için teoriye dönüyoruz.

Faşizmi tanımlamak

Almanya’da faşizmin iktidara gelişinden iki yıl sonra toplanan Üçüncü Enternasyonal’in 7. Dünya Kongresi’ne Dimitrov tarafından sunulan raporda yer alan ve bugün çoğunlukla bir şey açıklamamayı anlatmak için kullanılan tanımdan başlayalım: “(…) iktidardaki faşizm, finans kapitalin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğüdür.”6

Bu tanım ve öncesinde Üçüncü Enternasyonal’in Almanya’da faşizmin iktidara gelemeyeceği, çünkü Almanya’nın gelişkin bir kapitalist ülke olduğu savı daha sonra çok eleştirilmiştir. Üçüncü Enternasyonal’deki kadroların neden böyle bir hata yaptığı başka bir teorik çalışmanın konusu olmalıdır. Buna karşılık eksikli, geç veya değil, faşizmi tanımlayan ve büyük bir cesaret ve iradeyle, canları pahasına onu yenen yoldaşlarımızı sevgi ve saygıyla selamlamalıyız. Onlar 2. Dünya Savaşı’ndan sonra doğan kuşaklara bugünlere kadar uzanan görece barış içinde bir yaşam sundular. Tabii ki darbeler, bölgesel savaşlar, baskılar oldu, ama büyük kitlelerin emperyalist savaş makinesi tarafından biçilmesini yaşamadık. Hobsbawm bir tarihçi olarak 1. ve 2. Dünya Savaşları’nda tarihte hiç görülmediği kadar göç ve sürgünün, katliamların ve kitlesel öldürmelerin yaşandığını çok iyi betimliyor.7 Yugoslavya’da, Afganistan’da katliamlar yapan emperyalizmin, binlerce Irak askerini 2003’te canlı canlı toprağa gömerken uğursuz rasyonalizmi ile prova yaptığını ve bugün dünyayı tekrar bir vahşete doğru hızla sürüklediğini fark ediyoruz. İlk çıkarmamız gereken ders ülkemiz ve dünyanın bizden aynı cesareti ve sorumluluğu beklediği olmalıdır. Reichstag yangını duruşmasında Goering’in suratına suratına konuşan8 ve yıllar sonra AB emperyalizminin Sofya’daki mozolesini dinamitleyerek yok ettiği Dimitrov’u geçerken saygıyla anıyoruz.

Tanıma tekrar dönersek, Enternasyonal’in bir süreç olarak faşizmi tarif edişinde eşitsiz gelişimi ve zayıf halkayı ihmal ettiği söylenir.9 Gerçekten 1. Dünya Savaşı sonlarında Rusya, Almanya ve İtalya emperyalist zincirin zayıf halkalarıydı. Görece geç kapitalistleşmişler, hızla gelişen tekellere ve emperyalist güdülere karşın feodal sınıfları temizleyememişlerdi; üstelik bunun yarattığı siyasi kargaşaya müdahale eden örgütlü bir işçi sınıfına sahiptiler. Bu ülkelerden Rusya’da işçi sınıfı devrimi gerçekleşirken, İtalya (1922) ve Almanya’da (1933) faşizm iktidara geldi. Hatta diğer zayıf halka adayları olan Macaristan ve Bulgaristan’ın da Almanya’nın arkasından faşistleştiği ve güçlü bir sosyalist hareketi olan Fransa’nın Nazi orduları tarafından işgal edildiği söylenebilir. Eşitsiz gelişim penceresinden bakıldığı zaman, Türkiye’nin 2. Dünya Savaşı’na katılmaması ve Almanya tarafından işgal edilmemesi, İnönü’nün kurnaz politikasına veya Türkiye burjuvazisinin ikiyüzlü siyasetine değil, burjuva devrimini yeni gerçekleştirmiş olan Türkiye’de burjuvaziyi siyasi olarak zorlayan bir işçi sınıfı siyasetinin olmamasına bağlamak daha doğru gözükmektedir. Türkiye 1930’lu yılları bir zayıf halka olmaktan uzak geçirmiştir.

Dimitrov’un tanımının bir diğer özelliği faşizmi mali sermayenin bir iktidar aracı olarak görmesidir. Bu saptama o dönemde önemli bir gelişmeye işaret etmekteydi, çünkü faşizmin küçük burjuvazinin iktidarı olduğu veya sermaye ile işçi sınıfı arasındaki dengenin ürünü olduğuna ilişkin güçlü tezler ve taraftarları bulunmaktaydı.10 Buna belki çok şaşmamak gerekir, çünkü Avrupa’da küçük burjuvazi kısa bir süre önce bağımsız siyasi tavra sahip etkili bir sınıftı. Oysa şimdi Türkiye’ye ve Avrupa’ya baktığımızda bırakın mali sermayenin bir kısmını, bunun dışında düzene bağlı siyasetlerde mali sermayeninkinden farklı bir siyasi program görmek mümkün değil. Bu nedenle emperyalizmin egemenlik çağı içinde, bizim coğrafyamızda faşizmi sermaye sınıfının araçlarından biri olarak eşleştirmek yeterli olacaktır, herhangi bir fraksiyon aramanın anlamı bulunmamaktadır.

Üçüncü Enternasyonal’in faşizm tanımı ile ilgili bir diğer eleştiri, bu yaklaşımın faşist partiyi sermayenin birebir kontrol ettiği, yönettiği, işçi sınıfına karşı paramiliter, askeri bir aygıt olarak görmesidir.11 Oysa faşist partinin sermaye sınıfının verili koşullardaki gereksinimlerini karşılayan bir programı olmasına karşın bu parti, siyasi olarak görece bağımsızdır. Çulhaoğlu’nun daha önce vurguladığı gibi12 Marksist literatürdeki “Bonapartizm” kavramından bu yana sermaye sınıfı adına kullanılan iktidarın bu sınıftan görece bağımsız olabildiğini, hatta sermaye sınıfının buna bağlı olarak bazı bedeller ödemek zorunda kalacağını biliyoruz.

Bir diğer sorun faşizmin emperyalizm ile olan bağlantısıdır. Gerçi Dimitrov’un sunduğu rapor faşizmin emperyalizm ile bağlantısına, hatta Sovyetler Birliği’ne yönelik bir askeri saldırı amacına dikkati çeker,13 ama bağlantı muğlâk kalmıştır. Lenin, “Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” kitabının önsözünde, çarlık sansürü nedeniyle daha çok iktisadi verileri inceleyebildiğini, emperyalizmle ilişkili siyasi olayları ele alamadığını yazmıştır.14 Bu durumun daha sonra emperyalizmin algılanmasına zarar verdiğini, daha çok iktisadi kategorilere ağırlık verme eğilimini artırdığını söyleyebiliriz. Muğlâklık bir ölçüde İtalya ve Almanya’nın da emperyalist birer ülke olmasından kaynaklanmaktadır. Oysa faşizm emperyalizm çağının siyasi bir aracıdır ve emperyalizmin dünyanın tümüne yönelik stratejisinden, planlarından ayrı tutulamaz. O dönemde emperyalist hegemonya ABD ve İngiltere tarafından paylaşılmaktaydı ve onların Sovyetler Birliği’ni siyasi olarak sonlandıracak bir savaş makinesine ihtiyaçları vardı.

Amerikalı maliye uzmanı Dawes’in ismiyle anılan ve1924’de emperyalistlerce yürürlüğe konan plan, Alman kapitalizmini güçlendirmeyi, ABD ve İngiltere kökenli krediler ile Alman askeri sanayisini kalkındırmayı amaçlıyordu.15 1925’de imzalanan Locarno Anlaşması ise en az bunun kadar sinsiydi ve Almanya’nın batıdaki sınırlarını koruma altına alırken, doğudaki sınırlarını belirsiz bırakıyor ve Alman emperyalizmini Sovyetler Birliği’ne doğru kışkırtıyordu.16 Nazi iktidarından sonra emperyalistlerin Almanya’nın silahlanmasına nasıl göz yumdukları, Avusturya ve Çekoslovakya’nın işgaline ses çıkarmadıkları çok daha iyi biliniyor.17

ABD ve İngiliz emperyalizminin dünyaya ilişkin yürürlükte bir planının olmasından, Alman faşizminin birebir kontrol edildiği anlamı çıkmamalıdır. Nasıl “Bonapartizm” meselesinde tanımlandığı gibi sermaye ile faşist devlet arasında görece bağımsızlık varsa, hegemon emperyalist politika ile faşist Alman ve İtalyan devletleri arasında da tam olarak kontrol edilemeyen bağımsız bir alan bulunmaktaydı.

Tekrar etmek gerekirse, faşizm emperyalizm çağında sermayenin politik aracıdır ve emperyalist merkezlerce yönlendirilmektedir. Bu ulaştığımız genel sonuç önemli olmakla birlikte bize faşizmin iktidara geldiği zayıf halkadaki dinamikleri unutturmamalıdır. İtalya ve özellikle Almanya’da faşizmin iktidara gelişindeki sınıfsal olaylar ayrıntısı ile tartışılmıştır ve burada detaylı olarak ele alınmayacaktır. Versay Anlaşması Almanya’yı silahsızlandırmış, ama sermaye egemenliğine son vermemiş, işçi sınıfı da devrimini başaramamıştır. Ortada güçlü emperyalist güdüleri olan, işçi sınıfına alabildiğine düşman bir sermaye sınıfı ve onuru kırılmış, yönlendirmeye uygun bir Alman halkı vardır. Savaş sonrası enflasyonun tasarrufları sıfırlaması ve 1929 bunalımının yarattığı derin işsizlik kitleleri her türlü şarlatanca siyasi manipülasyonun peşinden gider hale getirmiştir. Faşizmin iktidara yöneldiği on yıllık sürecin başlıca öğeleri bunlardır ve Alman tipi faşizm kitlelerin desteği ile iktidarı almış, Weimar Cumhuriyeti’nin mekanizmalarını onu yıkmak için kullanmıştır.

Modeli tekrar ele alırsak bu örnekte, emperyalist hegemonyanın Sovyetler Birliği’ni yıkmak için kullandığı bir başka emperyalist ülkede faşist devletin kurulması olgusu ile karşı karşıyayız. Almanya faşist iktidar altında tepeden tırnağa, ordusundan izcilerine, madenlerinden sanayisine kadar tek elden yönetilen askeri bir mekanizmaya dönüştürülmüştür. Oysa 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD emperyalizmi Sosyalist Dünya Sistemi’ne karşı kitle desteği ile faşistleşecek ve ölümüne savaşmaya kışkırtılabilecek bir emperyalist ülke bulamamış, bunun yerine tek tek emperyalizme bağımlı ülkelerde sosyalist devrim olasılığını baskılayacak, çoğunlukla kalıcı kitle desteğinden yoksun askeri darbeler ve diktatörlüklerle idare etmek zorunda kalmıştır. Başka bir deyişle 2. Dünya Savaşı sonrası Soğuk Savaş yıllarında faşizm ABD uzantısı gizli savaş örgütleri ve asker desteği ile kurulmuştur.

Tekrar faşizmi tanımlama işine geri dönelim. Fark edildiği gibi faşizm, emperyalizmin karşılaştığı sorunlara bağlı olarak ki bu çoğunlukla işçi sınıfının siyasi gücü ile ilgilidir, farklı biçimler alabilmektedir. Bu farklı biçimlere rağmen faşizmi nasıl tanıyacağız? Faşist partilerin varlığı veya devletin zor uygulaması faşizm değildir. Örneğin, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht faşizm altında değil, Cumhuriyet rejiminde öldürüldüler.18 Burjuva demokrasisi güçlerin ayrılığı ilkesine dayanır ve bunun tarihsel nedenleri vardır. Burjuvazi, aristokrasinin, aristokrasiyi temsil eden kral veya padişahın mutlakiyetine karşı yasama, yargı ve yürütmeyi birbirinden ayırmaya çalışmıştır, çünkü ne kadar ayırabilirse kendi egemenliğine o kadar çok alan açabilmiştir. Faşizm, sermayenin burjuva demokrasisi ile bir ülkeyi yönetemez hale gelmesi, yasama, yürütme ve yargıyı tekrar tek elde toplaması işçi sınıfı tarafından kontrol edilen veya etkilenen siyasi parti, sendika ve kitle örgütlerinin de tekleştirilerek devlete bağlanması söz konusudur. Bunu medya için de vurgulamalıyız. Burjuva devlet nitelikçe değişmektedir ve sonuç sermayeye bağlı bir mutlakıyettir.

Analojiye dayanan yöntem: Hitler ve Erdoğan, Naziler ve AKP

Faşizm tanımını mümkün olduğu kadar belirginleştirdikten sonra tekrar ülkemizde yaşanan süreci kavrama işine geri dönebiliriz. Kemalist çevrelerin son zamanlarda çok fazla analojiye başvurdukları ve Alman tipi faşizm ile AKP iktidarı arasında benzetmeler yaptıklarını söylemiştik. Örneğin Melih Aşık, Roma Hukuku derslerinin hukuk fakültelerinde zorunlu müfredattan çıkarılmasından sonra, Hitler döneminde de “Materyalist dünyaya hizmet eden Roma hukuku yerine Almanların ortak hukukunun geçirilmesini” örnek olarak köşesinde yer vermişti.19

Kemalistlerin eklektik benzetmeleri yerine, daha sistematik bir dizilim yapmaya çalışalım.

Nazilerin ve AKP’nin sermaye sınıfının siyasi temsilcisi olduğunu söylemeye gerek yok sanırız. Naziler ilk örgütlenmeye başladıkları 1923 yılından itibaren sermayenin değişik bileşenleri tarafından maddi olarak desteklenmiştir. Örneğin, önde gelen çelik tröstü Thyssen başından sonuna Nazilerin en hararetli destekçisiydi. Destekçiler içinde Deutsche Bank, Dresdener Bank, sigorta şirketi Allianz gibi en büyük mali kuruluşlar bulunmaktaydı.20 AKP de başından beri sermayeden destek gördü. İslami sermaye olarak adlandırılan veya AKP’ye arka çıkan gruplar zaman içinde büyüdüler ve destek daha organik hale geldi. Hitler’i 1933’e kadar desteklemeyen çelik tekeli Krupp ise iktidarın arifesinde hızlı bir Nazi yanlısı kesildi. Doğan ve Koç grupları ile AKP’nin ilişkisini düşününce, bir noktadan sonra AKP’nin perçinlenmiş iktidarına bütün sermaye gruplarının desteğinin akmaması için bir neden olmadığını düşünebiliriz. Ya desteklemezlerse? Faşist devlet sermayenin yoğunlaşmasını da doğrudan yönetmektedir artık ve asimilasyon kaçınılmazdır. Örneğin Almanya’da Yahudilerin el konan malları sermayeye devredilmiştir.21 AKP tarafından doğrudan yönetilen TMSF operasyonları ile sermayenin el değiştirmesi ve yoğunlaşmasını hatırlayalım.

Nazilerin iktidara seçimle gelişleri çok iyi biliniyor. Naziler 1932’de tüm oyların yüzde 37’sini almışlardı. AKP’nin son yerel seçimlerde oy oranı yüzde 39’du. Nazilerin de oylarında iniş çıkışlar oldu, AKP’nin de… Almanya’da Naziler kendilerine bağlı bir işçi sendikası kurmuşlardı ve faşizmin iktidara gelmesinden sonra, tüm diğer sendikalar yasaklandı. Türkiye’ye ise 2002 yılında kamu emekçilerinin ancak yüzde 6,5’ini örgütleyen AKP yanlısı Memur-Sen’in, 2008’e gelindiğinde yüzde 650’lilik bir artışla tüm kamu emekçilerinin yüzde 34’ünü örgütlediği görüldü. Hak-İş ise 2003’deki 310 bin üyesini 2008’de yüzde 32’lik bir artış ile 410 bine çıkarıyordu.22 Naziler iktidarlarında bütün kitle örgütlerini ya kapattılar ya da devlet altında topladılar. Türkiye’de ise çok yeni olarak Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu’nun raporu yayınlandı. Raporda şunlar söyleniyor:

“Devletin idari ve mali denetim yetkisinin merkezi idare kuruluşlarınca öngörüldüğü şekliyle kullanılmaması ve meslek kuruluşlarının da kendilerine tanınan idari ve mali özerkliği sınırsız bir bağımsızlık olarak algılayarak ideolojik/politik organizasyonlar gibi hareket etmeleri kamuoyu ve meslek mensupları tarafından da eleştirilmektedir” denilerek tasfiye etmeye yönelik bir adım atıldı.”23

Naziler iktidara gelmeden hemen önce 400 bin kişilik paramiliter bir gücü yönetiyorlardı ve bunların bir kısmı resmi polis teşkilatı altındaydı. AKP ise Fethullahçı örgütlenme üzerinden 200 bin kişiye yaklaşan bir polis gücünü yönetiyor. Cumhurbaşkanlığı, hükümet, üniversiteler, yargı, polis, sendikalar ve medyada ciddi bir güç biriktiren AKP, faşizmin tanımında bahsettiğimiz bir mutlakıyete doğru gidiyor. Topluma yayılmış hücreleri tek bir merkezden yöneten Fethullah tarikatını ise en çok Gülen’in şu sözleri deşifre etti:

“Mülkiye, adliye, askeriye ve emniyet teşkilatını kan damarlarının içerisine girip işgal edeceksiniz. Hissedildiğiniz anda geriye çekilir gibi yapıp yerinizde zıplayacaksınız. Boşluk bulduğunuz, kuvvet dengesi oluştu zaman yürüyeceksiniz.”24

Bütün faşist hareketlerin iktidarı ele geçirmek ve faşizmi kurmak için eninde sonunda gereksindiği olay, orduyu yanlarına çekebilmektir. Bu Naziler için de büyük bir sorundu. Ordu uzun süre Nazilere karşı direndi. Örneğin Alman Ordusu 1927’de Nazilerin ordu birliklerine alınmalarını, hatta askeri levazım ve malzeme depolarında sivil olarak bile çalışmalarını yasaklamıştı. 1930’da Ulm garnizonunda bir Nazi ayaklanması karşısında isyancılara ateş etmemeyi telkin eden üç teğmen tutuklanarak mahkemeye çıkartıldılar ve Hitler’in de tanık olarak dinlendiği davada yargılandılar.25 Hitler iktidara gelişlerinden kısa bir süre sonra “(…) ordu bizden yana çıkmasaydı şimdi burada olamazdık” diyecekti.26 AKP’nin ise orduyla uzlaşma, hareketsizleştirme, ele geçirme çabası çok iyi biliniyor. Uzlaşma konusunda çok fazla yol almış olmalarına rağmen belki de henüz tam kıvama getiremedikleri bir kurum olarak duruyor.

Naziler ideolojik olarak son derece eklektik bir ideolojiye sahiptiler. Bir yandan Cumhuriyet düşmanıydılar, bir yandan parti isimlerinde sosyalist ismini taşıyor, o dönemdeki sosyalizm sempatisini istismar ediyor ve diğer düzen partilerine hırçınca saldırıyorlar, diğer yandan şoven bir milliyetçilikle emperyalist yayılmacılığı savunuyorlardı. AKP’nin ideolojisi olarak Cumhuriyet düşmanlığını, gericiliği, sahte halkçılığı ve yeni Osmanlıcılık üzerinden son birkaç yıldır sürdürdüğü yayılmacı siyaseti çok iyi biliyoruz. Bu konuyu burada irdelemek yerine AKP’nin Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın sözlerini aktarmak bu partinin Nazi demagojisine ne kadar yaklaştığını çok daha iyi gösterecektir:

“Biz bu Cumhuriyeti halklaştırmaya, seçkinlerin, bir avuç tuzu kurunun Cumhuriyeti olmaktan, balo salonlarında kutlanan Cumhuriyet olmaktan çıkarıp, halkın paylaştığı, gerçekten kimsesizlerin kimsesi olan bir içeriğe, halkın yönetimi haline getirmeye çalışıyoruz.”27

Marksist yönteme dönüş

Eğer insanların ilk çağdan beri kullandığı ilkel analoji yöntemi olayları açıklayabilseydi, herhalde Marksizme hiç ihtiyaç duyulmayacak ve Kemalizm müthiş bir ideolojik prestije sahip olacaktı. Yukarıda kısmen değinilebilen benzerlikler AKP’nin liberaller tarafından vaaz edildiği gibi bir demokrasi havarisi değil, faşistin faşisti bir parti olduğunu düşündürüyor. Buna karşılık neden Türkiye’de faşizme gereksinim duyulduğunu hiç açıklamıyor.

Örneğin Türkiye’de işçi sınıfı şimdilik etkili bir siyasi güç olmaktan uzak… 12 Eylül faşizmi ve sonra 1990 darbesinin ideolojik ağırlığını tam olarak üzerinden atıp yükselişe geçemeyen Türkiye işçi sınıfı hareketinin düzeyi bir faşist rejimi hak etmiyor. Unutmayalım, faşistler Almanya’da iktidara geldiklerinde komünistlerin yüzde 10’un üzerinde oyu vardı.28 İşçi sınıfı etkili bir sokak gücüne sahip olduğunda, genel grev örgütleyebildiğinde, bu yolla her zaman değilse de önemli başlıklarda sermayeye geri adım attırabildiğinde, burjuva demokrasisi için tehlike çanlarını çaldırabilecek oy oranına ulaşabildiğinde veya fabrikalarda, okullarda, mahallelerde ikili iktidar organları yaratabildiğinde, AKP biçimsel demokrasi görüntüsünden vazgeçmek zorunda kalabilecektir. Bu durum çok da uzak olmayabilir fakat güncel siyaseti açıklayan bir veri olmadığı açık.

O zaman neden emperyalizm ve Türkiye sermaye sınıfı AKP gibi bir belayı Türkiye’nin başına sardı? Bu sorunun yanıtı, emperyalizmin güdümünde, Türkiye sermaye sınıfının temel paradigmasının köklü bir değişime uğramasında aranmalıdır. Öncelikle şunu tekrarlayalım, AKP Türkiye sermaye sınıfının genel çıkarlarını temsil etmektedir ve bu sınıfa ülkesini savunmanın bedeli ağır gelmiş, burjuvazi ülkesinden vazgeçmeye ikna edilmiştir. Emperyalizme bağlı bir serbest pazarın içinde erimeyi, ulusal egemenliğin ortadan kalktığı bir bölgede uluslararası sermayenin hükmünü kabul etmeyi ama kendisinin de Tiran’a, Musul’a, Üsküp’e yatırım yapabilmesini tercih etmiştir.

1923 paradigması ise kesin bir vatan tanımına ve ulusal sınırlarla birlikte burjuva egemenliğinin korunmasına dayanıyordu. İşçi sınıfının iktidar olasılığına karşı şiddetli bir düşmanlık, Kürt inkarcılığı, emperyalizmle kırmızı çizgileri olan bir işbirliği, burjuva devriminin temel ilkelerine sadık kalmakla birlikte dinci gericiliğin bir araç olarak kullanılması bu paradigmanın başlıca unsurlarıydı. Yeni paradigma ise çözücü unsur olarak dinci gericiliğin başlıca ideoloji olması, ulusal devleti çözmek için devleti ele geçiren bir baskı rejimi, Kürtlerin çözücü unsur olarak kullanılması, şüphesiz işçi sınıfına düşmanlık ve emperyalizmin kırmızı çizgisiz taşeronu olmak olarak şekilleniyor. Mülkiyet işleri en zor işlerdir, bir sınıfı ve her türlü siyasi aktörünü, Türkiye denilen büyük bir toprak parçasından vazgeçireceksiniz. Ulusal refleksleri bu kadar kuvvetli olan bir ülkede, bu “misyonu” yağdan kıl çeker gibi başarmak imkânsızdı. Bu yüzden emperyalizmin Türkiye’de faşizmi andıran bir baskı rejimine ihtiyacı vardı. Üstelik bunu “demokratikleştiriyoruz” bayrağı altında yapmaya işçi sınıfı siyasetinin etkili olmadığı bir dönemde deneme şansları var. Metin Çulhaoğlu bu nedenle “totaliter demokrasi” kavramını kullanmakta haklı gözüküyor.

Türkiye için açık bir faşist rejim oluşturmanın bir diğer güçlüğü ise bir ABD taşeronluğu olan Yeni Osmanlıcılık açılımıdır. Özellikle Bush dönemi sonrası, ABD zorla giremediği ulusal devletleri AKP’nin Yeni Osmanlı açılımı ile çözmeyi planlıyor. Bu görev için “yükselen aktör Türkiye” imajının bir demokrasi maskesine ihtiyacı var. Bu yöntemle çözülenin çözüldüğü, tarafların saf tuttuğu ve topyekûn savaş çanlarının çaldığı an geldiğinde, göstermelik ve altı boşalmış burjuva demokrasinin çok kırılgan olacağını aklımızda tutmalıyız.

Son olarak analizi tamamlamak için şunu sormak zorundayız. Türkiye emperyalist zincirin zayıf halka adayı mıdır? Evet, kesinlikle zayıf halka adayıdır. Bir ülke ki egemen sınıfı ülkesinden vazgeçmiş, ülkeye sahip çıkacak tek sınıf olarak işçi sınıfı kalmış, bu sınıf coğrafyamızdaki ülkelerin en gelişkin işçi sınıfı ve üstelik emperyalizmin iktisadi, ideolojik, siyasi krizine eşlik eden bir de emperyalist hegemonya krizi bölgemizde yoğunlaşmış. Bundan daha iyi bir zayıf halka adayı olabilir mi? Bu ülke faşizme de, devrime de gebe olmak zorundadır. İlla ki sosyalist devrimi faşizmin öncelemesi gerekmediğini bilerek bu gerçeği kavrayalım.

Eşitsiz gelişim tartışmalarında iktisadi ve siyasi unsurlar birlikte ele alınır, bunu biliyoruz, fakat görece az işlenmiş bir konu, tartışılan ülkenin işçi sınıfı siyasetinin gücüdür. Güçlü veya güçlenme potansiyeli ve iktidar hırsı taşıyan bir komünist partisi zayıf halkayı besleyen çok önemli bir unsurdur.

Yurtseverler, aydınlar, ilericiler, sosyalistler; eşitsiz gelişim rafta duran kuru bir teori değildir. Herkes TKP’yi güçlendirmeye, faşizmse faşizmi, totaliter demokrasiyse onu yenmeye, devrime!

Dipnotlar

  1. http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/bunun-adi-fasizm-bunun-adi-dikta-haberi-16146
  2. “Baykal, iktidarı hedef aldı”, Cumhuriyet, 13 Kasım 2009.
  3. TKP Siyasi Büro, AKP faşizmin bütün özelliklerini tartışıyor. 21 Mart 2008, http://www.tkp.org.tr
  4. Okuyan, Kemal, “Faşizmi tartışıyoruz”, soL Haber Portalı, 30 Haziran 2009 http://haber.sol. org.tr/yazarlar/kemal-okuyan/fasizmi-tartisiyoruz-2129
  5.  Çulhaoğlu, Metin, “İstikamet: Totaliter demokrasi”, soL Haber Portalı, 10 Ekim 2009, http:// haber.sol.org.tr/yazarlar/metin-culhaoglu/istikamet-totaliter-demokrasi-19068
  6.  Dimitrov, G., Faşizm ve İşçi Sınıfı, çeviren: İsmail Yarkın, İnter Yayınları, 1996, s. 11.
  7. Hobsbawm, Eric, Kısa 20. Yüzyıl, çeviren: Yavuz Alogan, Everest Yayınları, 4. Baskı, 2008, s.55-57
  8. “Reichstag yangını”, Çağlar Boyunca Toplumları Sarsan 100 Büyük Gün, Milliyet Yayınları, 2. Cilt, 1972, s.583-585.
  9. Poulantzas, Nicos, Faşizm ve Diktatörlük, çeviren: Ahmet İnsel, İletişim Yayınları 2004, s.33.
  10. Dimitrov. age, s.11.
  11. Poulantzas, age, s.101
  12. Çulhaoğlu, Metin, Tarih, Türkiye, Sosyalizm, Gelenek Yayınevi, 1988, s.84-85.
  13. Dimitrov, age, s.9-10.
  14. Lenin, V. İ., Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, çeviren: Cemal Süreyya, Sol Yayınları, 10. Baskı, 1998, s.7 s.18.
  15. Yeliseyeva, N.V., Manfred, A.Z., Yakın Çağlar Tarihi, çeviren: Ö. İnce, E Tuncalı. Konuk Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1978, s.402.
  16. Yeliseyeva, N.V., Manfred, A.Z., age, s.403.
  17.  Hobsbawm, age, s.48.
  18. Yeliseyeva, N.V., Manfred, A.Z., age, s.389.
  19.  Aşık, Melih, “Hitler Hukuku”, Milliyet, 4 Kasım 2009.
  20. Toğan, Halim (Tektaş Ağaoğlu’nun kitaplarında kullandığı isim), Almanya’da Faşizm, Haziran Yayınları, 1977, s.72-76.
  21. Yetişir, Umut Çağlar, “Almanya’da Faşist Hareket”, Gelenek, 1997, sayı: 55, s.120–129.
  22. http://www.emekdunyasi.net/tr/article.asp?ID=4207
  23.  http://www.tmmob.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=5574&tipi=19
  24.  Yanardağ, Merdan, Fethullah Gülen Hareketinin Perde Arkası. Türkiye Nasıl Kuşatıldı?, Siyah-Beyaz, 8. Baskı, 2007, s.48.
  25. Shirer, William L., Nazi İmparatorluğu, çeviren:Rasih Güran, İnkılap Kitapevi, 1. Cilt, 1992, s. 184-185
  26. Toğan, age, s. 93.
  27.  “Ertuğrul Günay: Cumhuriyeti Kurtarıyoruz”, Hürriyet, 3 Aralık 2009, http://www. hurriyet.com.tr/gundem/13093490.asp
  28. Shirer, age, s.208–209.