AKP ve 2013: Nasıl Geldi, Nasıl Gidecek?

Günlük soL gazetesinin ilk sayısının manşetini hatırlayarak başlayalım, “Kaybedenler Kulübü Kongre topladı” diyerek çıkmıştık. Kendilerini her fırsatta sosyalistlerin eksiklerini bulmakla görevli kabul edenlerin, kıt zekalarıyla manşetimizle dalga geçtiklerini de hatırlayabiliriz. İki ay kadar sonra, bu cenahın en değerli yayınlarından birisi olan Taraf gazetesi AKP için aynı benzetmeyi yapınca gülümseyip geçtik.

Bu vesileyle yaşadığımız küçük bir örneği hatırlattığımız bu tartışma, 2012’de Türkiye’nin en fazla konuştuğu konulardan birisi oldu. AKP ne kadar güçlü? Gücünü yitiriyor mu? Yeniden toparlanacak mı? Daha önceki örneklerde olduğu gibi, bu sıkışmadan da gücünü artırarak çıkma olasılığı var mı? Bunlar ve benzeri pek çok soru siyasetle ilgilenen hemen herkesin gündeminde.

Okumaya başladığınız yazı bu tartışmanın sonucunda gelişmiş kimi temel tezlerin üzerine oturacak, bunları açmaya çalışacağız. Şöyle sıralayabiliriz:

i- 2012 yılı AKP’nin 10 yıllık iktidarının en çok zorlandığı yıl oldu.

ii- AKP iktidarı boyunca, genellikle gündemi sürükleyen, gündeme getirdiği başlıkları istediği gibi tartıştırabilen bir özneydi. 2012’de de AKP’nin gündeme getirdiği konuları tartıştık, 2012’nin farkı ise bunlar kadar, AKP’nin attığı somut adımların ve en önemlisi AKP’nin kendisinin tartışılmasıdır.

iii- 2013 ve sonrası için ise AKP’nin yaptıkları ve yapamadıklarından çok AKP dışındaki aktörlerin etkisiyle belirlenecektir. Komünistler bu dönemde çok önemli bir rol üstlenebilir.

Siyasi hayatta da evrim yasaları geçerli, başka bir ifadeyle siyasetin en temel yasalarından birisi “devirmeyen darbe güçlendirir” biçiminde formüle edilebilir. Bu yasa genellikle düşünüldüğü gibi sadece düzen dışı güçler için geçerli değildir ve AKP, deneyimleriyle, sıkışma dönemlerinden geri adım atmadan ve yeni mevziler kazanarak çıkma yeteneği kazanmış bir partidir. Bunlar ve başka biçimlerde de ifade edilebilecek yukarıdaki tezler, önümüzdeki dönem AKP’nin doğru analizini ve siyasi hedeflerinin doğru saptanmasını, AKP ile mücadelenin başarısı için çok daha önemli hale getiriyor.

Bu çalışmada, AKP ile ilgili tartışmaları sağlıklı bir zeminde yürütebilmek için, bir kaç adım geriden başlayarak, önce AKP’nin kuruluşuna ve kısaca tarihine bakacağız. Ardından 10 yıllık iktidarı masaya yatıracağız ve son bölümde de 2013 için AKP karşıtı muhalefetin ve özel olarak komünistlerin önündeki olanaklara ve sorunlara dair gözlemlerimizi ve değerlendirmelerimizi paylaşacağız.

AKP’nin ortaya çıkışı

14 Ağustos 2001 günü resmen kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi ile ilgili herkesin ortaklaştığı bir değerlendirme, köklerinin çok daha derinlerde olduğudur. Milli Görüş hareketi dışında, ANAP(1983)-DP(1946) çizgisine, daha eskilere gidildiğinde Serbest Fırka (1930), Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (1924), Birinci Büyük Millet Meclisi “İkinci Grup”a ve Osmanlı’dan Hürriyet ve İtilaf’a kadar uzanan bir politik soy ağacından söz edebiliyoruz.1

Daha özel olarak AKP yandaşı olmayan kesimler içerisinde, AKP ile ilgili tartışmalara baktığımızda AKP’nin kuruluşuna ilişkin genellikle iki noktanın altının çizildiğini görüyoruz.

Birincisi AKP’nin doğrudan 28 Şubat sürecinin ürünü olduğu tezidir.

Genel olarak bilindiği gibi, AKP’nin kurucu kadrolarının önemli bölümü, 28 Şubat sürecinde kapatılan Refah Partisi (Kapatılma tarihi 16 Ocak 1998) yerine kurulan Fazilet Partisi içinde kendilerini “yenilikçi” olarak tanımlayan bir topluluktu. FP içinde Erbakan önderliğindeki “ak sakallılar” ile fikri bir ayrılık yaşayan bu topluluk ilk önce FP içerisinde bir iktidar kavgası verdi. Bu kavgayı kaybetmekle beraber bir siyasal odak olarak kendilerini esas olarak bu aşamada şekillendirdiler.

Süreci hızlandıran Fazilet Partisi’nin Anayasa Mahkemesi tarafından 2001 Haziran’ında kapatılmasıydı. Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşları Anayasa Mahkemesi’nin kararından sonra onun yerine kurulan Saadet Partisi’ne katılmayarak kısa süre sonra da yeni partilerini, AKP’yi kurdular. (Kuruluş tarihi 14 Ağustos 2001)

Bu ayrışmada pek çok konu gündeme gelse de, ayrışmanın temel tartışmasının 28 Şubat sonrası yola nasıl devam edileceğine ilişkin olduğu görülüyor. Özetle, daha ayrıntılı ele almak üzere AKP’nin 28 Şubat’ın ürünü olduğu değerlendirmesine katıldığımızı söyleyebiliriz.

Geçerken bunun en güzel örneklerinden birisi olarak görülebilecek Bülent Arınç’ın sözlerini de paylaşalım.

“28 Şubat’a dek, AB’ye düşmandım. Türkiye’nin AB üyeliğinden söz etmeyi vatana ihanet sayardım. Ancak bu bizim gözümüzü açan, adeta turnusol kâğıdı gibi bir süreç oldu. Ben 1995 yılında parlamentoya girdim.

Bazı olayları bizzat yaşadım. Başkaları yatağında rahat yatarken, ben uyuyamıyordum. Gelişmeleri kendi içimizde değerlendirdik ve bir karara vardık. 28 Şubat sürecinde yaşadıklarım, beni AB hedefine gitme konusunda ikna etti.”2

Tek “ikna” oldukları başlığın bu olmadığını yaşadıklarımızdan da biliyoruz ama bu örnek yeterli.

İkinci sık dile getirilen değerlendirme ise AKP’nin doğrudan ABD tarafından örgütlendiğidir.

Açıkçası meseleyi istihbarat örgütlerine, polisiye değerlendirmelere indirgeme yanılgısına düşülmediği sürece bunun da gerçeklik taşıdığı göz ardı edilemez.

Öyle ki ortada tek bir belge veya bilgi olmasa bile, AKP’nin iktidarı boyunca ülke içinde ve dışarıda takındığı politik tavır, bu tezi önemsemek için yeterince veri sunuyor.

Bu tez, Türkiye’de genel olarak sağ siyasetin, özel olarak siyasal islamcı hareketin tarihiyle uyumludur. AKP’nin kuruluş ve iktidar yıllarını kapsayan dönemin özgünlüklerinden birisi, ABD’nin bir bütün olarak doğrudan yönetme stratejisi ile hareket etmesidir. AKP’nin, kendi geleneğinin geçmiş örneklerinin bile ötesinde doğrudan bağlarla yönetilmesi ve yönlendirilmesinin nedeni bu özgünlüktür.

AKP ile ilgili kaleme alınmış çoğu çalışmada dikkat çekilen bu iki nokta önemlidir ve tek tek ele alırken söylediğimiz gibi, doğrudur. Fakat, AKP’nin kuruluşunu ve “başarısını” anlamak için sadece bu iki tespitin yeterli olmadığını eklemeden geçmeyelim.

Doğru bulduğumu yazdığım bu değerlendirmeleri içeren kimi çalışmalarda göze çarpan ilk yanlış bu iki noktanın birbirinden bağımsız ele alınmasıdır. Oysa her geçen gün daha açık görülüyor ki, 28 Şubat kararlarını da kapsayan Asker Partisi programı da ABD emperyalizminin Türkiye ve bölge planlarıyla tam uyum içindedir.

İkincisi ve daha önemlisi bu iki değerlendirmeyi Türkiye sağının ve hatta devletin geleneksel örgütlenme anlayışlarından ve misyonlarından bağımsız ele alma yanılgısıdır. Bu aynı zamanda AKP’nin doğduğu ve müdahale ettiği toprağı eksik kavramaya neden olduğu için önemlidir. Türkiye, sermaye egemenliğinin hüküm sürdüğü her gün AKP için daha uygun hale getirilmiştir.

Bunlarla bağlantılı üçüncü eksik, AKP’nin ortaya çıkışını ve iktidarını dünyanın içinden geçtiği dönemden, emperyalizmin tüm dünya üzerinde sosyalizm sonrası taşları yeniden düzenleme girişimlerinden bağımsız ele almaktır.3

Bu bölümü kapatırken bir hatırlatma ile toparlayalım, TKP 2007 Kongre Raporu’nda ifadesini bulan yaklaşım Türkiye’yi de içine alan daha bütünlüklü bir emperyalist saldırıya işaret ediyor.

Sovyetler Birliği’nin ve diğer sosyalist ülkelerin yaşadığı çözülüşle, daha doğrusu 20. yüzyılın son on yılına damga vuran karşı-devrim, dünyamızda savaşların, işgallerin, ırkçılığın, gericiliğin önünü açmış, bir yeni barbarlık dalgası yükselmiştir. Bütün dünyada emekçilerin haklarının gasp edilmesi, örgütsüzlüğün kural haline gelmesi, halkların yoksullaşması, akıl almaz eşitsizlikler…

Türkiye de bunlardan payını aldı. Ancak, kuruluşunda yolu 1917 sosyalist devrimiyle kesişen Türkiye’nin, bu devrimin yaşadığı yenilgiden daha karmaşık biçimlerde etkilenmesi anlaşılır bir durumdur.

1991’le birlikte dünya kapitalizminin Türkiye’ye duyduğu ihtiyaç ortadan kalkmıştır. Türkiye egemen güçlerinin o zamandan beri ezberleri dağılmıştır. Emperyalizm, Ortadoğu’ya bir kez daha yarı bağımlı yapılarla, kendi karar mekanizmalarına ve manevra alanlarına sahip ulus-devletler dolayımıyla değil, doğrudan yönetme niyetiyle bakmaya başlamıştır. Afganistan ve Irak, iki istisnai örnek değil, emperyalizme bağımlılığı esas alan stratejilerin geleceğinin aynasıdır. Üstelik Ortadoğu’ya bakıldığında yeni tip, dolayımsız biçimlerde tesis edilecek bir emperyalist hegemonyanın öncelikle hangi devletleri/ülkeleri sarsmayı önüne koyacağı açıkça görülür. En başta kuşkusuz Türkiye ve İran gelmektedir.”4

AKP öncülüğünde Türkiye’ye dönük müdahale, dünya çapında emperyalizm tarafından sürdürülen bir operasyonun (yeniden yapılandırma sürecinin) devamı ve tamamlayıcısıdır. AKP’yi esas olarak bu saldırının silahı olarak düşünmek gerekir.

AKP’nin gücü

Meselenin AKP tarafından nasıl teorize edildiğine dair çarpıcı bir örnekle açabiliriz, Erol Manisalı köşesinden Yalçın Akdoğan’ın bir TV programında söylediklerini aktarıyor.

Bir televizyon kanalındaki oturumda AKP’nin Başkanlık Başdanışmanı Yalçın Akdoğan 14 Ocak 2004 gecesi şu ilginç değerlendirmeyi yapıyordu: ‘Son iki yüzyıl içinde ilk defa, iç dinamikler ile dış dinamikler örtüşmektedir. TBMM içinde büyük bir çoğunluğa sahip AKP hükümetinin talepleri ile Batı’nın talepleri birbirini tutmaktadır. AKP’yi iktidara getiren kitlenin talepleri ile (dinamikleri ile), ABD’nin ve AB’nin talepleri aynı çizgide birleşmişlerdir. 19. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’nın ıslahat talepleri, iç taleple (iç dinamiklerle) örtüşmüyordu. Şimdi ise bugüne kadar görülmeyen yeni bir yapılanma ortamı AKP hükümeti ile söz konusu oldu. Bu defa halkın istekleri ile Batı’nın istekleri birleşmiştir.’ Ve Sayın Akdoğan görüşlerini şu değerlendirme ile sürdürdü:

Halkın gerçek istekleri ile Batı’nın Türkiye’den talepleri örtüşmüştür, bu nedenle AKP yeni bir yol açmıştır ve Türkiye’nin değiştirilmesinde başarılı olacaktır. Bu üzerinde önemle durulması gereken bir değerlendirmedir.’’ 5

Başdanışman Akdoğan’ın AKP’nin hedef kitlesini gözeterek ve yürüttükleri operasyonu meşrulaştırmak için sarf ettiği bu sözlerin önemini tartışmaya gerek yok. Tek sorun, sözü edilen “gerçek istekler” halkın değil Türkiye sermaye sınıfının istekleridir. Bu “küçük” düzeltmeyi yaparsak altına imza atılabilecek bir değerlendirmeye ulaşırız.

Şu örnekler açıklayıcı olabilir. Türkiye’deki sermaye iktidarını kuvvetlendirmek için gerekli olan dönüşüm ile emperyalizmin bölgeye dair bütünlüklü hamlesi için gerekli olan dönüşüm örtüşmektedir. Örneğin ABD emperyalizmine hizmetleriyle tanınan Graham Fuller gibi isimlerin Ortadoğu ve daha genel olarak Müslüman nüfusun yoğun olduğu ülkeler için geliştirdiği, İslamcı güçlerle işbirliği stratejisi ile Bülent Arınç gibi 28 Şubat’tan gerekli dersleri çıkarmış siyasetçiler böyle bir iç dinamik dış dinamik çakışması olarak görülebilir. Türkiye’nin emperyalizmle entegrasyonunu kuvvetlendirme arayışındaki büyük sermaye ile ABD’nin bölgesel işlerini görecek sorunsuz yerel iktidarlar arayışı başka bir çakışmadır. Büyük Ortadoğu Projesi ile Yeni Osmanlıcı stratejik derinlik efsanesinin de çakışma ötesi örtüştürme olduğunu söyleyebiliriz.

Bütün bunlara tüccar bir zihniyetle ülkeyi yönettiklerini söyleyen AKP yöneticilerini ve özellikle Erdoğan’ın kendisini pazarlama yeteneğiyle ABD’nin aradığı adres olmayı başardığını da eklersek tablo tamamlanır.

AKP gerçek gücünü bu ve benzeri çakışmalardan almaktadır.

Türkiye’de bugün AKP tarafından temsil edilen çizginin ve bunun Cumhuriyet tarihi boyunca kimliğini oluşturan temel öğelerin, 2001 sonrası uygun dünya konjonktüründe iktidara yerleştirilmesi önemlidir. Örneğin 80’li yılların AKP’si olarak adlandırılması pekala mümkün olan ANAP’ın AKP’ye göre başarısız olması o günün konjonktürüyle ilgilidir. Üstelik AKP biraz da ANAP eliyle “düzenlenmiş” topraklarda yol almanın avantajını kullanmaktadır.

Yeri gelmişken AKP’nin kökeni olarak aynı anda hem Milli Görüş hareketinin hem ANAP adının anılmasını garipseyenler için bir not düşelim.

Milli Görüş içindeki ilk “yenilikçi” Turgut Özal’ın abisi Korkut Özal’dır. 12 Eylül’den önce MSP içinde yer alan Korkut Özal 12 Eylül sonrası ANAP’ın örgütlenmesinde aktif rol almıştı. Nakşibendi kimliği ile tanındığı için ANAP’ın tarikatlarla ilişkilerden sorumlu ismi olarak anılır. Örneğin İskender Paşa dergahının ANAP’a açık desteğinin nedenleri arasında bu gösterilirdi. Konumuz açısından önemi şu, İskender Paşa dergahı ANAP’ın kuruluşunda etkin olduğu kadar Refah Partisi örgütlenmesinde de etkin. İskender Paşa Şeyhi Esad Çoşan’ın, kendisine sorulan “ANAP varken RP neden kuruluyor?” sorusuna verdiği cevap, üzerine düşünülmeyi hak ediyor. “ANAP milli değerlere saygılı bir parti olacak. Zamanla partiler de insanlar gibi yıpranır. RP, iyi icraatlarında ANAP’ı destekler. Kötü icraatlarında muhalefet eder. ANAP halk desteğini kaybederse yerine RP geçer” 6

Yukarıda dile getirdiğimiz “dönüşüm”le beraber, emperyalizmin tam ve doğrudan desteğinin yanına bir de tarikat ve cemaat örgütlenmelerini eklediğimizde iktidar için yaratılmış AKP gerçeği karşınıza çıkar.

Bu bölümü kapatırken, bu makale için çalışırken, AKP’nin kadrolarına (gerek parti yönetiminde veya milletvekilleri listesinde yer alanlar, gerekse “dışarıdan destekçileri”) dair dikkatimizi çeken bir konuya işaret ederek bitirelim.

AKP genelde düşünüldüğünden çok daha büyük bir ilk birikim ile yola çıkmıştı. AKP ilk kurulduğu anda, öncülü olan FP’nin milletvekillerinin yarısından fazlasını kazanarak yola çıktı, AKP 51 milletvekili ile TBMM’de yer alırken SP 48 milletvekiline sahipti. Milli Görüş geleneği ve burada Erbakan’ın rolü düşünüldüğünde Erbakan’a rağmen ve ona karşı bir çıkışla çoğunluğu kazanmak dikkat çekici olmakla beraber, aynı parti çatısı altında süren bir mücadelede kazanılabilecek bir başarı olarak görebiliriz.

Ancak bir bütün olarak FP’nin, toplumsal tabanı daralmış, kapatılmış bir partinin devamı ve kapatılma tehlikesi olan bir parti omasına rağmen, Türkiye siyasetinin her dönem iktidarda veya çevresinde olmakla tanıdığı pek çok ismin daha kuruluşu öncesi AKP etrafında toplanması, üzerine düşünülmesi gereken bir veridir. Belki ayrı bir çalışma konusu olması gereken bu “ayrıntı”ya dikkat çekerken, sadece soralım, bütün bunlar tesadüf olabilir mi?

10 yıl önce: İktidarının arifesi

Sanıyorum şimdiye kadar küçük bir kısmını sunduğumuz tablo bile AKP’yi yaratan ve başarısının arkasında yatan nedenleri, sık sık tekrarlandığı gibi AKP’nin veya liderinin siyasi yeteneklerine, kimsede olmayan üstün özelliklerine bağlamanın yanlışlığına ilişkin bir sonuç veriyor.

3 Kasım 2002 seçimlerinde toplam seçmenin %25’inin ve oy kullanan seçmenin %34’ünün oyunu alan AKP seçim sisteminin adaletsizliğinin bir sonucu olarak parlamentonun %65’ini kazandı.

2002 sonunda çok az kişi bunun Türkiye tarihi açısından çok önemli bir dönemin başlangıcı anlamına geldiğini fark etmiştir. O zaman için ortadaki tek somut veri, Türkiye’de 1991’de ANAP iktidarının devrilmesinin ardından başlayan ve süreksizliğin, istikrarsızlığın, ne yapacağını bilmezliğin de bir yansıması olarak okuyabileceğimiz koalisyonlar döneminden sonra ilk defa tek partili bir iktidar deneyimi yaşanacak olmasıydı.

Türkiye Komünist Partisi, 90. Yıl Tezleri başlıklı değerlendirmesinde “AKP nasıl bir Türkiye’ye müdahale etti?” sorusunu şöyle yanıtlamıştı.

AKP’nin devreye sokulduğu Türkiye ezilmiş̧ ve çaresiz bir ülkedir. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana taşıdığı sakatlıklar AKP’nin iktidara gelmesinden hemen önce artık taşınamaz boyutlardadır. Koşullar, burjuvazi açısından, AKP gibi bir partiyi göreve çağıracak şekilde olgunlaşmıştır. 12 Eylül faşizmiyle Türkiye’de sola büyük darbe vurulmuş̧, uluslararası konjonktür Sovyetler Birliği ve sosyalist bloğun çözülmesiyle emperyalizmin lehine dönmüştür.

AKP’nin boy attığı Türkiye solun siyasete müdahale edemediği bir Türkiye’dir. Solun siyasete müdahale edememesi, bir ülke olarak emperyalizm karsısında ezilmişlik ve çaresizlik anlamına gelir. Aynı nedenle, sınıflar mücadelesinde işçi sınıfının eli zayıftır. AKP’nin iktidar için hazırlandığı ülke, patronların uzun süredir istedikleri gibi at oynattığı bir ülkedir.

Türkiye burjuvazisinin, düzenin sürekliliğini sağlamak için kah öne çıkardığı kah yedeklediği dinci gericilik 12 Eylül’ün yol verdiği süreçte siyasette konumunu kalıcı olarak değiştireceğinin ilk sinyallerini 28 Şubat öncesinde vermiştir. Türkiye, dinci gericiliğin zincirlerinin boşandığı bir ortamda başka bir ülke olur; kendi haline bırakılan bu topraklar gericiliğin üremesi ve güçlenmesi için çok elverişli bir zemin sunar. Sola karşı kullanılan dinci gericiliğin Türkiye’de gelişmesinin önündeki temel ideolojik engelin bizzat sol olduğu asla unutulmamalıdır. Solun siyaseten etkisizleştirilmesi, gericiliğin önündeki esas engelin kalkması anlamına gelir.

Üstelik bu süreç yalnızca siyasi değil, ideolojik de bir süreçtir. Tüm dünyada solun liberalizm karşısındaki yenilgisi, ideolojiler dünyasının dengesini mutlak olarak değiştirmiştir.

Siyasi ve ideolojik olarak köklü bir koordinat değişikliğine hazır hale gelen Türkiye kapitalizmi, ekonomik olarak da yaralıdır. Bu yaraların bedelini de sistemin doğası gereği, işçi sınıfı ödeyecektir. Art arda gelen krizler çok büyük kitleleri etkilemiş̧, toplumda geniş̧ satıha yayılan yoksulluk insanları ekonomik olarak bir umut arayışına itmiştir.

Türkiye siyasi, ideolojik ve ekonomik olarak AKP iktidarına artık hazırdır.”7

Şu değerlendirme ise daha kısa bir zaman aralığına odaklanarak somut bir takım olayları arka arkaya dizerek hatırlatıyor.

Az buz değildir; şunların hepsi 2001 yılında birbirinin üstüne gelmiştir. Ecevit-Sezer ‘Anayasa fırlatma’ kavgası ve ardından yaşanan finansal çöküş, Kemal Derviş’in Türkiye’ye gönderilmesi, çok büyük ölçekli özelleştirmeler, Anayasa Mahkemesi’nin Fazilet Partisi’ni kapatması AKP’nin kurulması ve ABD’deki 11 Eylül saldırıları…”8

Peki bir yılla sınırlandırmayıp biraz daha geniş bir zaman dilimi içinde düşünsek, ilk elden aklımıza gelecek neler var ?

Başlangıç olarak o dönem restorasyon adını verdiğimiz süreci almayı öneriyorum. Örneğin Susurluk, düzenin kontrol dışına çıkma noktasına gelmiş kontrgerilla örgütlenmesine ayar vermesi olarak görülebilir.

28 Şubat kararları sonrası Refah Partisi’nin kapatılması, Hizbullah’ın önderlik mekanizmasının tasfiyesi ve daha küçük bir örnek olmasına rağmen İBDA-C liderinin ve önde gelen kadrolarının tutuklanması, dinci siyasal akımların düzenlenmesi başlığı altında okunabilecek örneklerdir.

Öcalan’ın yakalanması başlı başına önemlidir, ancak ondan sonrasının kesintisiz biçimde Kürt dinamiğini kontrol edecek “açılımlarla” devam ettiğini de unutmamak gerekir.

Aynı dönemde MHP’de somutlanan faşist hareketin terbiye edilişini, BBP’nin bugün AKP’nin yedek gücü ve 80’li yılların MHP’si tarzı bir kontrgerilla örgütü olarak AKP destekçisi olarak şekillendirilmesi, biraz gecikmeli olarak CHP’ye dönük radikal bir adımla Baykal ve ekibinin indirilmesi başlıklarını ekleyebiliriz.

Sonuç olarak sermaye iktidarının Türkiye’nin yeniden yapılanmasına giden süreçte kontrolü dışındaki güçleri tasfiye ederek, kontrolündeki güçleri de yeni döneme uygun olarak şekillendirerek yol aldığı açık. Bunun bir sonucu, geleneksel siyasal kadrolarının kullanışlı bölümünün AKP’de toplanması, kalanın ise siyaset dışına itilmesi oldu.9

2000’li yıllara kadar Türkiye’de burjuva siyasetinin önemli aktörleri olarak görülen, sermaye sınıfına epey hizmet etmiş pek çok ismin bugün adının bile hatırlanmaması işte bu sürecin sonucudur. Bugün AKP’nin en önemli kozlarından birisi olarak sıkça duyduğumuz “alternatifi yok” argümanına böyle varıldı.

Bu tabloya baktığımızda yok yerine, yok edilmiş demek kesinlikle daha uygun düşüyor.

AKP gidici mi?

AKP böyle bir Türkiye’de iktidar koltuğuna oturtuldu.

Bu gelişmelerle başlayıp devam eden 10 yıl içinde inisiyatifin çok açık emperyalizm ve onun Türkiye’deki öncü kolu AKP’nin elinde olduğunu görüyoruz. Bunu önemsememek, üzerinden atlamak mümkün değil.

Aynı dönem boyunca kesintisiz biçimde AKP’ye karşı bir direnişin devam ettiğine, bugün, şöyle ya da böyle AKP’ye teslim olmamış önemli bir toplumsal gücün varlığına da işaret etmek gerekir. Yazının başında söylediğimiz gibi bize göre bugün esas önemli olan da budur.

Bu söylenenler ara başlıkta sorduğumuz sorunun yanıtını daha da zorlaştırıyor. Açık söylemek gerekirse bu soruya evet veya hayır diye cevap vermek mümkün değil.

Evet veya hayır kesinliğinde bir cevap vermenin mümkün olmadığı durumda yapılacak en doğru iş, cevaba giden yolu döşemeye çalışmak.

Örneğin en başa AKP’nin kendi kendine hiç bir yere gitmeyeceğini, düzen siyasetinin kendi seyrinde AKP’ye yakın dönemde bir alternatif yaratamayacağını yazmak gerekir. Bunun, AKP’nin iç gerilimlerine gereğinden fazla önem veren yaklaşımlar için de yazılmış olduğunu ekleyelim.

İşimizi kolaylaştıracak başka bir şey, geride kalan 10 yılın sonunda AKP’nin yapacakları ve yapamayacakları konusunda epey veri birikmiş olmasıdır. Bunların sağlıklı bir değerlendirmesiyle de cevaba giden yolu döşemek mümkündür.

Sağlıklı değerlendirme demişken, özellikle yakın zamanda 10. iktidar yılı vesilesiyle kaleme alınan kimi değerlendirmelerde rastladığım bir soruna değinmek isterim. Kimi çalışmalar, “teşhir” amaçlı yazılsalar da yeterli özen gösterilmediğinde, ortaya çıkan ürün AKP’nin “neleri başardığını” anlatan metinlere dönüşüyor. Yanlış anlaşılmaması için tekrar edelim, AKP’nin herhangi bir başarısı olmadığını iddia edecek kadar kör bakmıyoruz. Ancak hem AKP’nin “başarılarının” bu kadar çok anlatılması nedeniyle, hem de ülkenin ve dünyanın içinden geçtiği evreye bakarak, artık AKP’nin yaptıklarından çok yapamadıkları üzerine düşünmenin ve yapamadıklarının sayısını artırmanın daha fazla önemsenmesi gereken bir dönemden geçiyoruz.

Sözünü ettiğimiz basit bir bakış açısını değiştirme sorunu değil, meselimiz bilimsel bir analizden ziyade gerçek temeller üzerine oturan bir mücadele çizgisi inşa etmekse bu tercih aynı zamanda bir zorunluluktur.

Yazının girişinde başka bir vesileyle değindiğimiz AKP Kongresi’ne bir de bu açıdan bakalım. AKP kurmayları bu kongre ile AKP’nin yenilmezliğini toplumun kafasına kazımayı amaçladılar. 2023 projesinin 2071 olarak güncellenmesi, kendilerine ait bir özgüvenden ziyade, karşıtlarında güvensizlik yaratma stratejisidir. Tayyip Erdoğan’ın her zamankinden daha çok öne çıkarılması, “büyük usta” olarak sunulması benzer bir yaklaşımın üründür. Amaç bellidir, kendi geleceğini AKP’nin geleceğine bağlamayan tüm güçler, hatta bireyler bu büyüklük karşısında bir daha düşünüp teslim olmalıdır.

Sunulan ile gerçek arasında büyük bir fark vardır. Kongre, kendisi artık gerçek bir büyüme yakalayamayacak olan AKP’nin gölgesini büyütme çabasının bir ürünüdür. Bu kongrede vitrine çıkarılan yeni isimlerin nerdeyse tamamının “kaybedenler” arasından olması bunun göstergesidir.

AKP çevrelerinin son dönemde en fazla propaganda ettiği şeylerden birisinin “AKP çok güçlü” tezi olması bu zemine oturmaktadır. Yine bir siyaset yasasını hatırlatmak durumundayız, gereğinden fazla kendinden bahsetmek sıkışma dönemine girildiğinin en belirgin özelliklerinden birisidir.

Biraz daha somut başlıklarla ilerleyelim.

Öncelikle değerlendirilmesi gereken alanlardan birisi AKP’nin dış politika pratiğidir.

Neden önce dış politika sorusuna dair şu söylenebilir. AKP döneminde dış politika, aynı zamanda çok kuvvetli bir iç siyaset malzemesi olarak kullanılmıştır. Dış politikada işlerin AKP’nin istediği gibi gittiği aşamalarda AKP’nin içeride de güçlendiği bir veriyse tersi de o derece kuvvetli bir olasılıktır. Dışarıda iş görmeyen iktidarın, bu güne kadar almış olduğu gibi bir “sınırsız destek” alamaması durumunda yaşayacağı sıkıntıları da hesaplamak gerek. AKP arkasındaki uluslararası destek zayıfladığı durumda çok şey kaybedecektir. Hiç olmamasını değil zayıflamasını yeterli gördüğümüzün altını çiziyorum.

“Yeni Osmanlıcılık” gibi süslü isimlerle pazarlanan AKP dış politikasının özet hedeflerinden birisinin yazıldığı aşağıdaki satırlar Davutoğlu’nu Dışişleri Bakanlığı koltuğuna taşıdığı için özel olarak önemlidir.

I. Dünya Savaşı sonunda yakın kara havzası üzerindeki haklarından feragat ederek Anadolu’ya çekilmek zorunda kalan Osmanlı Devleti’nin yıkıntıları üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, asrın sonunda Osmanlı Devleti’nin tasfiyesi ile ortaya çıkan siyasi merkez boşluğunu doldurma zorunluluğuyla karşı karşıya kalmıştır”10

Emperyalizmin bölgesel politikalarında Türkiye’nin oynayabileceği rolün reklam edildiği bu satırların, emperyalist merkezlerce bir görev üstlenme beyanı olarak okunduğunu söyleyebiliriz.

AKP, konjonktüre fazla güvendiğinden olsa gerek, “sonuçta ABD çıkarına adım atıyorsam o söylemeden yaparsam değerim daha da artar” diye özetlenebilecek stratejisiyle bir dizi alanda ileri hamleler denemiştir. Bunların sonunda Türkiye’nin önemini artıracak kimi mevziler kazanmayı hayal etmiştir.

Bölge ülkelerinin emperyalizme eklemlenmesinde sorumluluk üstlenmeyi esas alan bu stratejiyle AKP, “büyük ve güçlü ülke” imajı yaratmak, bunu toplumsal meşruiyetini artıracak bir öğe olarak değerlendirmek istedi. Böylece bir taşla iki kuş vuracaklarını, keyfiyle de yaşayacaklarını düşünüyorlardı.

soL gazetesinin “10. Yılında AKP iktidarı” başlığıyla hazırladığı dosyadaki şu değerlendirme ise 10 yıl sonunda ortaya çıkan tablonun eksik de olsa bir özetine dikkat çekiyor.

Emperyal politikalara bu kadar gönüllü bir taşeron iktidarın, hiç bir makro dış politika başarısı yoktur. ABD ordusunun Türkiye’de konuşlandırılmasını öngören 1 Mart tezkeresi, AB’ye tam üyelik müzakereleri, dünya Yahudi sermayesine göz kırpan Galataport projesi, Ermeni ve Ermenistan açılımı, İran’la nükleer müzakereler, İsrail’e Suriye sınırımızı pazarlama girişimi ile nihayet Suriye müdahalesi bu tutulamayan taahhütler tarihinin bazı uğraklarıdır.”11

Bu kadar pazarlanan dış politika bu olamaz, fazla küçümseniyor diye itiraz eden çıkacaksa nereye geldiğimize bakmayı öneririm. Bu kadar şişirilen büyük dış politika açılımlarının sonunda Türkiye, bölgesel bir savaşın en önemli üslerinden birisi olma noktasına gelmiştir. Topraklarındaki ABD ve NATO üsleri yetmiyormuş gibi yeni üsler kurulan, yeni askeri güçler ve füze sistemleri yerleştirilen bir ülke haline dönüşmüş durumdayız. Arada da “3 Saatte gireriz” dediği Şam yönetiminin “bile” uçağını vurup düşürdüğü, askerlerini öldürdüğü basiretsiz bir ülke olarak anılması çabası.12

Şans gibi şansızlıklar da üst üste geliyor. Özetle dış politika alanında “sıfır sorun” iddiasından “sırf sorun” noktasına gelmiş durumdayız!

Şakası bir yana, aslında siyasette şans olarak adlandırılan genellikle, güçlü bir siyasi öznenin sürecin ortaya çıkardığı olanakları ilerlediği yolda daha rahat yürümek için kullanabilmesidir. Burada belirleyici olan kullanabilme yeteneğinden öte belli bir doğrultuda yol alabiliyor olmaktır. Tökezlemeye başladığınızda bu sefer her yeni gelişmenin ayağa kalkışınızı zorlaştırması şanssızlığını yaşamaya başlarsınız.

AKP’nin dış politika pratiği bunun somut örneklerinden birisidir.

Bir dönem her tür gelişmeyi kendi konumunu kuvvetlendiren bir etmen olarak değerlendirebilirken, artık her gelişme işini daha da zorlaştırmaktadır. AKP’nin kendisi bir “Türkiye Baharı” iken, “Arap Baharı” olarak adlandırılan süreçle beraber daha da rahatlayan emperyalizm açısından, öncesine göre değerinin azalması, yeni ve önemli bir veridir. Uluslararası alan aynı zamanda bir rekabet alanıdır, alternatifleri şekillenen AKP’nin hareket alanı da her geçen gün daralmaktadır.

Tüm bunlar AKP’nin bittiğini göstermez elbette. Hala teslim olmuş veya iddalarından vazgeçmiş değildir, aksine durumu toparlamak için daha da saldırgan adımlar atması kuvvetli bir olasılıktır.

Bu yazının yazıldığı günlerde yeni yeni konuşulmaya başlanan “İmralı açılımı” ile ilgili Özgür Gündem gazetesinde yer alan bir değerlendirme gerçekçidir. “Nasıl ki Osmanlı döneminde Kürtlerle ilişki kurarak Doğu’ya girmiş ve aynı ilişkiler üzerinden Batı’ya yönelmişse, Bölgesel güç olma arayışını da aynı denkleme oturttu. İmralı görüşmelerinin tarihsel planı budur.”13

Bunun kelimenin gerçek anlamıyla bir ateşle oynama hali olduğunu PKK görüyorsa AKP de mutlaka görüyordur. Bu riski almak dışında bir çaresi olsa neden yapsın?

Bir tahminle bu konuyu kapatıp, içeriye bakalım. Bir kaç yıl sonra ortalığa saçılacak “gizli belgelerde”, bugünlerde emperyalist merkezlerin AKP için sıkça “şapşallar”, “beceriksiz” gibi sıfatlar kullandığını okuyacağız.

AKP’nin özel bir Türkiye’yi devraldığını söylemiştik. Yukarıda geçerken değindiğimiz 2001 ağır ekonomik krizini tekrar hatırlayarak başlayabiliriz.

Türkiye’nin bu krizi olabilecek en şiddetli biçimde yaşamasının arkasında özel bir komplo aramaya gerek yok, Türkiye ekonomik olarak bu derece dışa bağımlı hale getirildikten sonra ipleri elinde tutanların ekonominin ne zaman nasıl bir seyir izleyeceğine dair karar verme yetkisi doğal olarak vardır. Asıl önemli olan AKP’nin iktidar yıllarında rahat olabilmesi için tersi yönde kolaylaştırıcı destek sunulmasıdır.

Hiç bir ciddi iktisatçı, Türkiye için ortaya konulan ekonomik göstergelerin maddi bir temeli olduğunu gösteremiyorken, AKP çok muhtemel kendisine duyulan ihtiyacın bir gereği olarak ekonomi cephesinde olabildiğince az sıkıntı yaşadı, daha doğrusu az sıkıntı yaşaması sağlandı. Türkçesiyle emperyalizm kaz gelecek yerden tavuk esirgemedi.

AKP’nin, ekonomik, siyasal ve ideolojik olarak kendisine teslim edilmiş bir Türkiye’de bir de çok özel olarak mali açıdan desteklendiğini bir kenara yazalım. Hem başka başlıklarda rahat hareket etmesinin nedenini anlamak için, hem bunun acısının mutlaka çıkarılacağını aklımızda tutmak için…

“Bugün Türkiye’de AKP’nin elini en çok kuvvetlendiren şey nedir?” sorusuyla devam edebiliriz. Cevabı nettir. AKP’nin elini en çok kuvvetlediren sermayeye verdiği güven ve bunun karşılığında aldığı onaydır.

Kimilerinin cahilce kimilerinin ise bulanıklık yaratmak için bilinçli olarak iddia ettiğinin aksine AKP’nin TÜSİAD dahil tüm sermaye çevrelerinden son derece makbul bir iktidar olarak kabul gördüğünden hiç şüphemiz yok. Belki bir dönem var olan kimi kaygılar, çok kısa sürede giderilmiş ve ara sıra tersi görüntüler ortaya çıksa bile esasta “şiir gibi” bir uyum sağlanmıştır.

İkinci Cumhuriyetin Türkiye’deki sermaye egemenliği açısından ciddi bir sıçrama olduğunu söyleyebiliriz. Devlet ve sermaye arasındaki bütünleşme yeni rejimin tesis edilmesi sürecinde ciddi bir dönüşüme uğramış bulunuyor. Bir süre öncesinin TÜSİAD toplantılarında zaman zaman görülen panik havasını, Uzan Grubu’nu tasfiye edilişini, Doğan Grubu’yla vergi restleşmesini, Zorlu’nun, Çalık’ın ve bilumum Tuskoncu ve MÜSİAD’cı sermayenin önlenemez yükselişini düşünelim. Bu süreç yalnızca sermaye içi kompozisyonun değişmesini değil, bir bütün olarak Türkiye sermaye sınıfının “fikri evreni”nin ve toplumsal bağlarının değişmesini de anlatıyordu.”14

Bu değişimin sermayeyi mutlu etmemesi mümkün mü?

İktisadi durumun akla getirdiği son not olarak yazayım, AKP Türkiye’si, sermaye sınıfı ile sermaye devleti arasındaki ilişkinin marksist analizi için eşsiz bir laboratuar olarak değerlendirilebilir.

Metin Çulhaoğlu’nun, 29 Ekim günü Ankara’da toplanan “Sosyalist Cumhuriyet için” başlıklı konferanstaki sunumunda önerdiği yöntemden hareketle devam edelim.15

Devlet cephesinde AKP epey yol almış durumda. Başta TSK, üniversiteler ve yargı olmak üzere devlet içerisinde, ihtiyaca uygun tasfiye ve yeniden konumlandırma adımlarını esas olarak tamamlamıştır. Buradaki dönüşüm sürecinde ortaya çıkan sürtüşmeler, kimi sertlikler artık geride kalmıştır, son noktada yakın dönemde bu alanda da ciddi bir sorun yaşanmayacağını söyleyebiliriz.

Bu alanda ciddi bir tasfiye tamamlanmıştır. Bundan sonra iktidarın yeni adımlarının sertliğinin yaratacağı tepkilerin yeni bir takım gerilimlere sebep olması doğaldır. Bir iddia olarak okunabilir, eğer bir potansiyel direnç varsa bu ancak, halkın geniş kesimlerinin mücadelesi ile oluşacak yeni bir zeminde kendisini ifade edebilir.

Bir parantez açmaya ihtiyacımız var.

AKP iktidarı boyunca sürekli varlığını hissettiren Kemalist veya ulusalcı muhalefet hareketinin zemini esas olarak bu alandaki dönüşüm olmuştur. Elbette biraz sonra ele alacağımız toplumsal hayata dönük müdahalelerin de belli bir etkisi olduğu söylenebilir fakat sözünü ettiğimiz üç alanın birbirlerinden su geçirmez biçimde ayrılamayacağını atlamayalım. Bu nedenle Kemalist toplumsal muhalefetin esas olarak devlet katındaki dönüşümlere karşı bir direnişin yansıması olduğunda ısrarcıyım. Önemi şudur, birincisi yakın dönemde yeniden kendini gösteren hareketlenmenin nedenini göstermektedir. İki, bu hareketlenmenin sınırlarını çizmektedir. Temel neden, AKP’nin tam gaz ileri gitmek zorunda olması nedeniyle yarattığı yeni sarsıntılardır, sınırları da devletin içinde kalan dirençle ölçülebilir.

Topluma geldiğimizde ise iş biraz daha karmaşıklaşmaktadır.

AKP iktidarı boyunca topyekûn bir ideolojik mücadele yürüttü. Halkı temsil ettiği iddiasını hep önde tuttu. Elitlere karşı ezilenleri Ankara veya İstanbul’a karşı Anadolu’yu, “Beyaz Türklere” karşı “zencileri”, İslam düşmanlarına karşı halkın en önemli değeri olan dini savunan AKP demagojileri, AKP’li siyasetçilerin dilinden hiç düşmedi. Öyle ki AKP kendisini yaratan önemli adımlardan birisi olan 12 Eylül ile hesaplaştığı iddiasını bile önemli argümanlarından birisi olarak kullanmaktan geri durmadı.

AKP’ye bu argümanları kullanma şansı veren, Türkiye Cumhuriyet’inin kuruluşundan bu yana iktidarı elinde tutan sermaye sınıfının halk düşmanı karakteridir. AKP buradaki sayısız örnekten kendisi için işlevli olabilecekleri cımbızlayarak yarattığı ideolojik cephenin alanını gittikçe genişleten bir çizgi izledi.

Basit ama işlevli bir taktiğin yürütüldüğü bu dönem boyunca AKP, kendisine karşı gelişen muhalefet hareketlerini soyutlayarak yalnızlaştırmayı, tersinden kendi hamlelerinde cephesini en geniş ölçüde yaymayı başardığı ölçüde süreç “sorunsuz” devam etti. Ancak her şeyin bir sınırı var ve AKP iktidarda 10. yılını geride bıraktığı bu günlerde aynı anda hem mağdur hem muktedir bir görüntü vermenin sıkışmasını fazlasıyla yaşıyor.

Belli bir süre önceye kadar her sorunu kendinden önceki 80 yıla bağlayan, her olumlu gelişmeyi ise kendisinin 10 yıllık mirasının bir parçası olarak sunmayı başaran iktidar, bugün “hala çözülemeyen” sorunların muhatabı ve daha önemlisi yeni sorunların tek sebebidir. Yakın döneme baktığımızda, Türkiye’deki en küçük hak arama eylemlerinin hızlıca ve kendiliğinden, doğrudan iktidar karşıtı bir konuma yerleştiğini görüyoruz. Bunun artarak devam edeceği bir dönemdeyiz.

Eğer AKP bizim iddia ettiğimiz gibi büyük sermayenin ve emperyalizmin yönelimleri doğrultusunda onların lehine müdahalelerde bulunuyorsa, bunun kaçınılmaz sonucu ülkemiz emekçilerinin, yoksullarının her geçen gün ellerinde kalanları da kaybedecekleri bir süreç yaşayacağımız gerçeğidir. Bunun sayısız veriyle desteklenmesi mümkündür ancak şu anda hiç bir veri ortaya koymadan teorik bir zorunluluktan söz ediyorum.

Bu kaçınılmaz olduğu için, iktidar yapabileceği tek şeyi yapmaya çalışıyor, önlemlerini artırıyor. AKP’nin son zamanlarda gericiliği daha fazla pompalamasının, bu alanda daha cüretkar adımlar atmasının önemli nedenlerinden birisi budur. Gericilik tam da böyle zamanlar için ihtiyaç duyulan bir silahtır. Liberal cenahta AKP’nin otoriterleşmesi olarak tartışılan değerlendirmeler de buraya yerleştirilebilir. Liberallerin görmediği veya göstermekten imtina ettiği şey, gericiliğin ve baskının önümüzdeki dönem iktidarı sürdürebilmenin zorunlu araçları olduğudur.

Son olarak AKP’nin 10 yıllık pratiği ile güncel gelişmeleri birleştirdiğimizde, emekçi halk ile AKP arasında barış sağlamanın mümkün olmayacağını yazabiliriz. Aksine zorunlu olarak devreye sokulan her silah, atılan her adım iktidar için yeni maliyetler ortaya çıkmasına da neden olabilir.

2013 nasıl geçer?

Şöyle başlayalım, 10 yıllık iktidarına, bu dönemde elde ettiği pek çok ek olanağa ve açıkça baskıcı düzenine rağmen toplumun küçümsenemeyecek bir bölümünü teslim alamamış olması AKP’nin başarısızlığı kadar muhalefetin direnişi ile de ilgilidir. 10 yıl boyunca parçalı ve farklı zamanlarda kendisini gösteren bu muhalefet hareketlerine karşı AKP farklı stratejiler izlemiş ve sonuçta her birisi ile tek başına karşı karşıya geldiğinde bir yolunu bulup, devam etmeyi başarmıştır.

AKP yol alırken geride hiç bir şey kalmadığını düşünemeyiz, 2012’den 2013’e doğru yol alırken AKP’nin ilk defa pek çok alandan birden kendisine karşı gelişen tepkilere yanıt vermeye çalıştığını görüyoruz. Bu biraz da 10 yıl içerisinde AKP’ye karşı biriken tepkinin toplamı, muhalefetin biriktirdikleridir. Bu bizim açımızdan önemli bir olanaktır.

Bu olanağın AKP iktidarını kendi tarihinin bile en tehlikeli aşamasına doğru sürüklediğini görmek için, başta Erdoğan olmak üzere iktidar sözcülerinin söylem ve eylemlerine bakmak yeterli. Geride kalan dönemde epey zorlu günler geçirmesine rağmen, AKP “gidebildiği en ileri noktaya kadar gitmek” konusundaki kararlığından bir şey kaybetmemiş durumda. Psikolojik bir analiz olduğunu hiç düşünmüyorum. AKP, RP döneminde küçücük bir geri adım atmanın ne kadar yıkıcı etkileri olduğunu hiç aklından çıkarmamışa benziyor. Bırakın geri adım atmayı, durduğu anda tepetaklak geri düşeceğini bilecek kadar Türkiye siyasi tarihine vakıf bir yönetici topluluğa sahip.

İktidar partisinin, bugüne kadar, uygun koşulları gözeterek, daha ziyade ikna gücü yüksek söylemlerle, yetmediğinde baskı ve zor kullanarak yol aldığını biliyoruz. AKP’nin koşulların değişmesiyle beraber daha agresif tutum almaktan, faşizan bir tarzı geliştirmekten kaçınmayacağı ise Türkiye’de dinci gerici hareketin tarihini bilen herkesin öngörebileceği bir durum.

Önümüzdeki dönem için kesin olarak söylenebilecek olan meşruiyeti ve ikna yeteneği azaldıkça, daha da saldırganlaşacak bir iktidar ile karşı karşıya olduğumuzdur. Buna özel olarak dikkat etmek gerekir. Kararlı duran, meşruiyet çizgisi oluşturabilen ve geniş toplumsal kesimlerle buluşmayı kafasına koyup, kırılmayan bir siyasal çizginin bu saldırganlığı büyük bir olanağa çevirme şansı vardır. Komünist hareket bu açıdan çok özel bir rol üstlenebilir.

AKP iktidarı siyasetin bir ittifaklar sanatı olduğunun acı bir örneğidir. AKP saldırılarında temel olarak, kendisine karşı oluşacak ittifakları dağıtmayı amaçlarken, tersinden kendisi belli bir hedefe yöneleceği veya belli bir başlıkta açılım geliştireceği zaman en geniş ittifakları örmeyi başarmıştır.

AKP’nin bugüne kadarki en önemli şansı, sadece son 10 yıl ile sınırlı olmayan nedenlerle, AKP karşısındaki bu tepkilerin kendilerini siyasal olarak ifade ettikleri en büyük iki alanın (Kürt ve Türk ulusalcılığı) herhangi bir zeminde yanyana gelme olanağı olmamasıdır. Fakat her iki alanda da deyim yerindeyse pat durumuna varılmıştır. AKP önümüzdeki dönem bu iki odağın herhangi birisinin etkinliğini kıramayacak, bunlardan herhangi birisi de AKP’yi belli bir sınırın altına çekmeyi başaramayacaktır.

Her iki kesimin AKP karşısında belli bir direnci temsil ettiği doğrudur. Ancak eğer önümüzdeki dönemi bir direniş hattının ötesinde, karşı saldırı örgütleme ,“yeni olanı”, “alternatifi” inşa etme dönemi olarak tanımladıysak bu öznelerin yetersiz kalacağını da kabul etmemiz gerekiyor. Komünist hareketin üzerine basacağı zemin budur.

AKP’nin en önemli avantajı bugün Türkiye’de belirli bir güce sahip olup, bütünlüklü bir Türkiye projesine sahip tek siyasi hareket olmasıdır. Komünistlerin temsil ettiği sosyalizm alternatifinin güçlenmesi bu açıdan da yaşamsal önemdedir. Açıkcası bu AKP’nin daha önce hiç karşılaşmadığı bir muhalefet tarzıdır. Kısmi olarak Kürt coğrafyasında, Kürt hareketinin bölgesel düzeyde bir projeye sahip olduğunu söyleyebiliriz, bu da tezimizi güçlendirir. Güçlendirir çünkü AKP’nin göreli olarak en çok zorlandığı alan da burasıdır. Karşılıklı olarak birbirlerinde açtıkları gediklerin de AKP’nin Türkiye projesi ile Kürt hareketinin projesinin kesişim noktalarıyla ilgili olduğunu söyleyebiliriz.

Uzatmayalım, AKP Türkiyesi ile herhangi bir düzlemde kesişimi olmayan bütünlüklü bir Türkiye projesinin gerçek bir alternatif haline gelmesi AKP’nin geri püskürtülmesinin ön koşuludur.

Öte yandan iktidarını kurumsallaştıran AKP karşısında artık “yeni” toplumsal muhalefet odakları şekillenmektedir ve AKP henüz bununla gerçek anlamda bir karşı karşıya geliş yaşamamıştır. Geride bıraktığımız yıllarda bir kaç küçük örnek ile gelişini duyuran bu odakların, AKP’nin şimdiye kadar alışık olduğu muhalefeti ezme taktikleriyle teslim alınması mümkün olmamıştır.

Örnek olması için yaygın bilinen bir kaç tanesini hatırlayalım. TEKEL direnişi, liseli öğrencilerin YGS hırsızlığı sonrası eylemleri, Hopa Direnişi ve davası AKP’nin bildik yöntemlerinin işe yaramadığı örnekler olmuştur.

AKP’nin ezberinde elitler edebiyatı vardır, bu tutmamıştır. AKP’nin ezberinde darbecilik suçlaması vardır, bu örneklerde gülünç kalmıştır. Huzur bozmak isteyenler diye suçlanamazlar bizzat her birisi huzuru iktidar tarafından bozulan kesimlerdir. Uzatmayalım AKP’nin bu alanda yapabileceği tek şey bu tepkileri marjinalleştirerek, bu tepkileri örgütleyenleri “terörist” ilan ederek meseleyi polisiye bir vaka haline indirmeyi denemekti. Bunun da pek bir karşılık bulmadığı görülüyor.

AKP, düzenden bağımsız, emekçi halkın gücüne yaslanan muhalefet hareketleri karşısında ezberini şaşırmaktadır. Burada sıralanan örneklerde büyük başarılar elde edilememiş olması, her birisinin belli bir lokallikte kalmasıyla ilgilidir. Yoksa başka bir açıdan bakarsanız “koca TSK”yı dize getirip teslim alan AKP’nin örneğin sınırlı sayıda üniversite öğrencisi karşısında istediğini yapamaması son derece önemlidir.

2013 için önümüzdeki ilk görev bu hattın kendi bağımsız çizgisini güçlendirmesi olmalıdır.

Türkiye’yi AKP’ye esaretten kurtarabilecek tek güç soldur. Solun bu mücadeleyi sürükleyebilecek toplumsal zemine sahip olduğu sayısız örnekle görülmüştür, mesele bunun bütünlüklü bir eksene yerleştirilmesi ve sürekli kılınmasıdır.

Böylesi bir kavga hem AKP’nin ezberini bozacak hem de çeşitli nedenlerle AKP ile uzlaşamayan ancak karşı duruş gücü bulamayan çok geniş toplumsal kesimlerin yeniden ayağa kalkmasını beraberinde getirecektir. Yukarıda örneklerini verdiğimiz mücadele süreçlerine baktığımızda çok net olarak görülebilen bir veriye sahibiz. Bu çizgi belirginleştiği ölçüde sadece umut yaratmakla kalmayacak, mevcut muhalefet dinamiklerini de birleştirmeyi başaracaktır.

Gücünü emekçi sınıflardan alan sosyalist hareketin, en belirgin özelliği emekçi halk düşmanlığı ve bunun siyasi uzanımı olarak anti-komünizm olan bir siyasal özne ile uzlaşması nesnel olarak mümkün değildir. AKP’nin 10 yıllık pratiği pek çok alanı teslim alma, etkisizleştirme örnekleriyle doludur. Türkiye’de sol, AKP’ye teslim olmayarak, boyun eğmeyerek yeni dönem için mücadelenin odağına oturmaya aday olduğunu da kanıtlamıştır.

Dikkat edilirse, şimdiye kadar AKP karşıtı mücadele stratejisi olarak, TSK’yı merkeze alan analizler, düzenin AKP dışında kalan tüm unsurlarını kapsayan çeşitli ittifak modelleri, emperyalizme AKP’nin ne kadar tehlikeli olduğunu anlatma çabası ve ikna etme inancına varıncaya kadar pek çok yol denendi. Bugün düzen içinden AKP’ye ciddi bir alternatif çıkmayacağı kabul görmüş olmalı ki, biraz evvel sıralanan stratejileri geliştirenler bu defa AKP içi gelişmelere, cemaat-Tayyip çekişmesine odaklanmış durumdalar. AKP içinde çeşitli nedenlerle ciddi bir karşıtlık veya hesaplaşma yaşanması olasılık dışıdır. Böyle bir beklenti, bekleyeni büyük bir hüsrana uğratacağı gibi kitlelerde böyle bir beklenti ortaya çıkması, AKP’nin yeniden putlaştırılmasına hizmet edecektir.

Eşitsiz gelişme belki de böyle bir şey. Şimdiye kadar birincil derecede siyasal aktör olmayı başaramayan sosyalist hareket önümüzdeki dönemin tek gerçek mücadele öznesi olarak tekleşmektedir.

Bu tarihsel fırsatın değerlendirilip değerlendirilemeyeceği ile emekçi sınıfların ve bütün olarak Türkiye toprağının geleceği arasında doğrudan bir bağ var.

2013 bunun için önemlidir.

 

Dipnotlar

  1.  Bu çalışmada amacımız AKP tarihi yazmak olmadığı için, daha ayrıntılı bir tartışmaya girmeyeceğiz. Ancak AKP’nin bugünü ve yakın geleceği üzerine bir tartışma için ihtiyaç duyduğumuz kimi önemli noktaları bu tarih içerisinde bulabileceğimizi hatırlatmak isterim.
  2.  Akt. Murat Yetkin, http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=154885
  3.  Örneğin Kemalist-ulusalcı çevrelerin değerlendirmelerinde bu yanlışların sıkça tekrarlandığını görürüz. AKP’nin kuruluşunu ve müdahalelerini, sadece “yedi düvelin düşman olduğu Türkiye’ye dönük hain-düşmanca tavır” ile açıklamaya çalışmanın aklı başında insanlar için inandırıcılığı olmadığı gibi, zarar verici etkisini unutmamak gerekir.
  4.  http://tkp.org.tr/turkiye-cumhuriyeti-felaketin-esigindeyken-sosyalizmin-tarihsel-mesruiyeti-36
  5.  Erol Manisalı, Cumhuriyet 16.01.2004
  6.  Ruşen Çakır-Fehmi Çalmuk; Recep Tayyip Erdoğan –Bir dönüşümün öyküsü-, Metis yayınları Eylül 2001. sf.47.
  7.  http://tkp.org.tr/90-yil-tezleri-1573
  8.  Çuhaoğlu Metin, “JeoCİA destekli JeoCEO, projesi”, Gelenek sayı:107 s.8.
  9.  Her birisi burjuva siyaseti için son derece önemli sayılabilecek pek çok ismin bugün adının bile anılamayacak biçimde siyasetin dışına düşmesi gerçekten ilginçtir. Herhangi bir sıralama gözetmeden örnek olması için şu isimleri hatırlatabilirim. Süleyman Demirel, Hüsamettin Cindoruk, Tansu Çiller, Mehmet Ağar, Bülent Ecevit, Mesut Yılmaz, Necmettin Erbakan.
  10.  Davutoğlu Ahmet, Stratejik Derinlik, Küre yayınları , 1.Baskı, s.122.
  11.  Zeren Barış, “AKP: Emperyal ihalelerin beceriksiz müteahhidi”, soL gazetesi 3 Kasım 2012, s.14
  12.  Suriye saldırganlığının AKP dış politikasında nasıl bir uğrağa denk geldiğini daha ayrıntılı tartışmak için sıcağı sıcağına yazılmış bir makale önerebilirim. “Stratejik derinliğin iflası” Komünist sayı:319 (Ağustos 2012)
  13.  http://www.ozgur-gundem.com//index.php?authorName=Delil%20KARAKO%C3%87AN
  14.  http://haber.sol.org.tr/yazarlar/alper-birdal/ikinci-cumhuriyetin-iktisadi-temeli-47263
  15.  Henüz kitap olarak yayınlanmadığı için kaynak veremeyeceğim konuşmasında Metin Çulhaoğlu iktidardaki bir burjuva partisinin üç alanla özel bir ilişki kurması gerektiğini söylemişti. Bu üç alan toplum (kamusal alan), bürokrasiyi de kapsayan bir biçimde devlet, ve sermayedir.