Ara seçimler sonrası ABD siyaseti

“Bu seçim çok önemli” sözü Türkiye’de artık neredeyse bir atasözüne dönüştü. Her seçim döneminde yaratılan şişirilmiş beklentiler üzerinden “kamuoyu” şekillendiriliyor. Bu durumun bir benzeri ABD’de 6 Kasım’da yapılan ara seçimlerde de yaşandı. Sık sık bu seçimin ne kadar önemli olduğu telaffuz edildi. Ortaya çıkan sonuçlarsa ülkedeki siyasi krizin çözümünün seçimlerle ilişkisinin olsa olsa hayli dolaylı bir şekilde kurulabileceğini gösterdi.

Ara seçimde Demokrat Parti’nin iki kamaralı meclisin her iki kamarasında da çoğunluğu ele geçirebileceği ve böylece ülkedeki siyasi krizin kaynağı olarak gösterilen Donald Trump sorununun çözümüne yönelik adım atabileceği beklentisi yaratıldı. Başka bir deyişle yaratılan beklenti “hele şu Trump’tan bir kurtulalım da” argümanına dayanıyordu.1

Sonuçta Demokrat Parti, Kongre’nin alt kanadı Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğu ele geçirmeyi başardı. 2 Aralık itibarıyla Temsilciler Meclisi’nde 234 sandalye Demokratların olurken Cumhuriyetçiler 198 sandalyede kaldı. Yeni meclis Ocak ayında görevine başlayacak. Mevcut meclisteyse Cumhuriyetçilerin 240’a 195’lik çoğunluğu bulunuyordu. 

Senato’daysa işler pek beklendiği gibi gitmedi. 35 koltuk için seçim yapıldı ve sonuçta Cumhuriyetçi Parti daha önce 51’e 49 olan çoğunluğunu 53’e 47’ye yükseltti. Böylece bir kanadında Demokratların diğerindeyse Cumhuriyetçilerin çoğunlukta olduğu bir Kongre bileşimi ortaya çıktı. 

Bu durumun, eğer tamamlayabilirse, Donald Trump’ın başkanlık makamında kalan iki yılını “teknik” açıdan daha zor geçireceği şeklinde yorumlanabilir. Nihayetinde Kongre onayına sunulması gereken birçok düzenleme muhalefetin çoğunlukta olduğu Temsilciler Meclisi’nde takılacak. Öte taraftan Trump üzerinden yürüyen çekişmeler aslında uzun zamandır basit vekil aritmetiğinin sınırlarını aşmış bulunuyor. Cumhuriyetçi Parti kendi içinde pek çok ayrı partiye bölündüğünden Trump’ın 6 Kasım öncesinde sahip olduğu çoğunluğa güvenmesi zaten pek mümkün değildi. Yine de bu çoğunluk, Başkan açısından bazı önemli başlıklarda bir güvence sağlıyordu. Bu başlıkların başındaysa Robert S. Mueller tarafından yürütülen soruşturma geliyor. 

Yeni Kongre bileşimi Trump’ın biraz daha diken üstünde olmasına neden olacak. Ancak olası bir yargılama sürecinde Senato’nun görevli olması ve burada da Cumhuriyetçi Parti’nin çoğunluğunu koruması seçimlerin aslında çok da bir şey değiştirmediği şeklinde yorumlanabilir. Kongre’nin iki kanadında da Demokrat çoğunluğu sağlansaydı bu sonuç değişir miydi ya da tek başına Cumhuriyetçilerin Senato’da çoğunluğa sahip olması ne kadar önemli gibi soruların da basit yanıtları olmadığını kaydetmek gerek.

‘Kamuoyu’ zokayı yuttu mu?

Belki de bunlardan daha önemli bir soru, ABD kamuoyunun “bu seçim çok önemli” zokasını yutup yutmadığı. Rakamlara bakılırsa yutmuş gibi görünüyor.

6 Kasım seçimlerine katılım oranı yüzde 49,3 olarak gerçekleşti. Bu oran, özellikle Türkiye’de görülen katılım oranları düşünüldüğünde hayli düşük gibi görünebilir. Ancak ABD açısından geleneksel olarak katılım oranlarının düşük olduğu ara seçimler için oldukça çarpıcı bir artışı ifade ediyor. Yüzde 49,3’lük katılım oranının 1914’ten bu yana ara seçimlerde görülen en yüksek katılım oranı olduğunu söylersek sanırım bu daha açık hale gelir.

 Peki seçimden sonra bu “kamuoyunda” yaygın hissiyat nedir? “Ellerim kırılsaydı da şu Demokratlara oy vermeseydim” diye hayıflanan küskün bir kitle mi oluştu, yoksa “gitti gidiyor” diye heveslenen “tatava yapma bas geç”çiler mi hâkim? 

6 Kasım öncesinde “bu seçim çok önemli” argümanı yalnızca Demokratların dilinde değildi. Haliyle etki tepki yasası işledi, Cumhuriyetçiler ve Trump da kendi umacılarını yaratarak kitlelere seçimlerin ne kadar önemli olduğunu anlattılar. Onların umacısı da “mavi dalga”2 oldu. İki taraf “seçim çok önemli” dedikten sonra kendi umacılarını piyasaya sürüp yarıştırdılar. Ortaya çıkan sonuç hangisinin umacısının daha etkili olduğu konusunda net bir fikir vermese de iki taraf da aslında bunun pek de bir önemi olmadığının farkında olmalı. Zira ülkedeki siyasi krizin seçimle çözülmeyeceğini en azından sürecin aktörü olanlar biliyordur. 

Dolayısıyla öyle (“Trump’tan kurtulacağız”) ya da böyle (“mavi dalgayı durduracağız”) zokayı yutan kitlelerde seçim sonrasında çelişkili duyguların bulunması kaçınılmaz. Demokratlara oy verip, “bir daha asla” diyenleri de “gitti gidiyor” hevesine kapılanları da görmek mümkün. Öte taraftan “eyvah, mavi dalgayı durduramadık” diyen Cumhuriyetçiyle “zafer bizim” diyen Cumhuriyetçiyi de aynı burgerhanede Trump’ın seçim sonrası değerlendirmelerini izlerken görebiliriz. 

Şöyle diyor:

  • “Bu seçim, 1962’de Başkan Kennedy’den bu yana bir Başkan’ın partisinin ilk ara seçiminde Senato’da sandalye sayısını en fazla artırdığı seçim oldu.
  • “1934’ten beri bir Başkan’ın partisinin Senato’daki sandalye sayısını tek bir tane dahi artırdığı yalnızca dört ara seçim var. (…)
  • “Son 100 yılda Cumhuriyetçi senatörlerin ulaştığı en yüksek sayı elli beş. Son 80 yılda görevi başındaki bir Başkan’ın partisinin sandalyelerindeki toplam artış yalnızca sekiz, yani ortalama on yılda bir tane. Dolayısıyla iki, üç veya dört sandalye kazanırsak bu rakamın önemli bir oranına ulaşmış olacağız. Yani son 80 yılda, düşünün bir kere, yalnızca sekiz sandalye…
  • “2010’da Başkan Obama ilk ara seçiminde [Temsilciler Meclisi’nde] 63 sandalye kaybetti. En son sayıma göre bizim kaybımız 27 civarında.”3

Özetle, bu sözlerin de gösterdiği gibi, meseleye seçim sonuçları üzerinden bakacak olursanız bardağın boş mu dolu mu olduğuna karar vermeniz pek mümkün değil. O zaman seçim sonuçlarına değil başka yerlere bakalım.

Bir ‘işçi sınıfı kahramanı’

 6 Kasım ABD’deki siyasi krize çözüm olmadı, olamazdı da… Dolayısıyla ülkede birçok boyutta süregiden siyasi çekişmeler seçim sonrasında da ivme kaybetmedi. Bu çekişme başlıklarından bir tanesi ABD ekonomisinin durumu. ABD ekonomisi iyi mi gidiyor, kötü mü; bu tartışma da birtakım popüler başlıklar üzerinden yürüyor. 

Otomotiv tekeli General Motors’un (GM) ABD’deki beş fabrikasını kapatıp, 15 bin civarında işçiyi kapının önüne koyma kararı bu popüler başlıklardan en fazla ön plana çıkanı oldu. Trump, GM’in kararının kendisine sunduğu “işçi sınıfı kahramanını” oynama fırsatını kaçırmayarak, “Bu karardan hoşlanmadık. Bu ülke General Motors için çok şey yaptı. Ohio’ya, hem de bir an önce, geri dönseler iyi ederler” dedi. Ardından da şirketi, verilen teşvikleri kesmekle tehdit etti. GM’in CEO’su Mary Barra ise Trump’ın kadrini bildiğini göstererek, “Bu adımı hem şirket hem de ekonomi, değişen piyasa şartlarında avantajlı konumunu sürdürecek kadar güçlü olduğu için şimdi atıyoruz” dedi. Karar açıklandıktan sonra şirketin hisse senetleri yüzde 5,5 değer kazandı.4

GM üzerinden yürüyen tartışma, Trump’ın dış ticaret politikalarından vergi politikalarına uzanan ekonomi yönetimine ilişkin kararlarıyla yakından ilişkili. Trump, “önce Amerika” söylemini bir yandan şirketlere büyük vergi indirimleri ve teşvikler uygulamanın, öte yandan da işine geldiği zaman “işçi sınıfının çıkarlarını” savunuyormuş gibi yapmanın arka planına yerleştiriyor. ABD ekonomisinin mevcut gidişatı da şimdilik bu ikircikli pozisyona elveriyor. 

Aşağıdaki grafik resmi istatistiklere yansıyan büyüme ve işsizlik oranlarındaki değişimi gösteriyor. 

Buradan bakıldığında ABD ekonomisinde işler fena gitmiyor denilebilir. Ancak bunun yanıltıcı olduğunu savunan pek çok iktisatçı da var. Örneğin bir dönem Ford’un baş ekonomistliğini yapan ve halen Michigan Üniversitesi’nde öğretim görevlisi Ellen Hughes-Cromwick’e göre ABD ekonomisi genişleme döneminin onuncu yılında, ancak gidişatta bazı zayıf noktalar bulunuyor. Hughes-Cromwick, “Hem otomobil satışları çevrimi hem de konut çevrimi zirveye çıktı” diyor ve artan faiz oranları yükselen enflasyonla ve şirketlerin sendeleyen güveniyle birlikte düşünüldüğünde yeni bir durgunluğa zemin hazırlayabilir diye devam ediyor.5 Yaygın bir kanaat, büyüme oranlarındaki artışı Trump’ın 1,5 trilyon doları bulan vergi indirimi ve kamu harcaması artışının sürüklediği ve bunun etkisini kaybetmesiyle ABD ekonomisinin yeni bir durgunluğa sürüklenebileceği. 

GM gibi şirketlerin kararları bu beklentiyi yansıtıyor olabilir, ancak bu durum henüz bir genellik kazanmış değil. Bu tür kararların henüz münferit olmasıysa Trump’a yeri geldiğinde işçi sınıfı kahramanını oynama şansı veriyor. Bu, ülkedeki siyasi krizin kolay bir çözümü olmamasına neden olan önemli faktörlerden bir tanesi.

Manşetlere çıkmayan Çin rekabeti

Ekonomi yönetimiyle dış politikanın kesiştiği önemli başlıklardan bir tanesi de Çin’in artan rekabeti. Seçim öncesinde Çin gündemi önemli bir ağırlık taşımasa da sürekli olarak ABD siyasetinin arka planında duran bir faktör. Seçimden sonraysa Çin’le yürütülen “ticaret savaşı” Buenos Aires’teki G20 Zirvesi’nde gerçekleşen Trump-Şi görüşmesi üzerinden yeniden gündemin üst sıralarına tırmandı. Görüşmeden çıkan somut sonuç, Trump yönetiminin 1 Ocak’tan itibaren uygulamaya koyacağını ilan ettiği yeni gümrük tarifleriyle ilgili planın 90 gün ertelenmesi oldu. Bu sürede bir kez daha iki ülkenin yetkilileri ikili görüşmeler yapacak.

Bu başlıkta da ABD’nin mevcut emperyalist sistem içindeki konumunu yakından ilgilendiren esas meselelerden ziyade ticaret savaşı üzerinden kopan gürültü ön plana çıkıyor. Esas meseleyse Çin’in mevcut emperyalist hiyerarşide ve zayıflamış ABD hegemonyası altında yönetilemeyecek kadar büyük bir emperyal güç haline gelmesi.

Bu durumun askeri, jeostratejik ve ekonomik sonuçları bulunuyor. Yine bu üç alanı birden ilgilendiren önemli bir alt başlığıysa Çin’in yeni ortaya çıkmakta olan genel amaçlı teknolojiler konusunda dişli bir rakip olması. Ticaret savaşı denilen sürecin belki de asıl önemli boyutu, Batının Çin’e fikri mülkiyet hakları ve teknoloji hırsızlığı konusunda yönelttiği suçlamalar. Bu suçlamalar, örneğin zaman zaman ABD’li mikroçip üreticisi Qualcomm’un Singapurlu bir şirkete satışının “ulusal güvenlik” gerekçesiyle bloke edilmesi ya da Çin’in Telekom tekeli ZTE’nin yaptırım tehditleriyle iflasın eşiğine getirilmesi gibi pratik sonuçlar da doğuruyor. Ancak bu örnekler, ABD açısından bu tür pratik adımların sınırını da ortaya koyuyor: ABD’li mikroçip üreticileri, telekomünikasyon ve elektronik şirketleri vs. binlerce tedarikçiyle çalışıyor ve bu tedarikçilerin çok önemli bir bölümü Çinli şirketler. Bu zincirin kırılmasının maliyeti karşısında Çin’in yaptığı teknoloji transferinin esamesi okunmaz. Dahası Çin’in eli de armut toplamıyor. Örneğin Qualcomm’un satışının bloke edilmesi sonrasında Çin de Qualcomm’un Hollandalı NXP’yle birleşmesini engelledi. Nasıl mı? Gayet basit: Qualcomm üretiminin üçte ikisini Çin’e satıyor. Yine ZTE’ye yaptırım uygulanması, ZTE’nin ürettiği akıllı telefonların içindeki çipleri yapan Qualcomm’u da vurdu. Üstelik Çin bu kararlar üzerine Alibaba, Huawei, Baidu gibi yerli çip üreticilerine yönelik teşviklerini artırdı. 

ABD, kim başkan olursa olsun, örnekleri başka alanlarda da çeşitlendirilebilecek bu rekabete yönelik bir strateji geliştirmek zorunda. Ancak böyle bir strateji geliştirecek güce sahip değil. Trump ise bu nesnel kriz dinamiğinin üstüne “ticaret savaşları” tantanasıyla oturarak buradan ekmek yiyor. Trump karşıtlarının öne sürebileceği tutarlı bir alternatif olmaması, ABD’deki siyasi krizi derinleştiren önemli unsurlardan bir tanesi.

Trump krizin nedeni değil, sonucu

Bütün başlıklar bizi aynı sonuca götürüyor: Donald Trump, ABD’deki siyasi krizin nedeni değil, bir sonucu. Krizin nedenleriyle değil sonuçlarıyla uğraşılıyor olması emperyalizmin çaresizliğinin ve zayıflığının bir göstergesi olarak yorumlanabilir. Ancak bu, emperyalizmi tehdit eden gerçek mücadeleleri güçlendiren bir dinamik haline gelmediği takdirde ilanihaye devam edebilecek bir durum değil. 

Emperyalizm bir noktada yaşadığı krizin maddi nedenlerine müdahale yoluna girmeye mecbur. Bundan bir sonuç alıp alamayacaklarıysa tamamen ayrı bir tartışma konusu. Yine mevcut kriz gibi krizin nedenlerine yönelik müdahalelerin de dünya çapında işçi sınıfı ve emekçilerin başına yeni çoraplar öreceğinden hiç kimsenin şüphe duymaması gerek. 

ABD’deki ara seçimler, başat emperyalist ülkedeki siyasi kilitlenmeyi çözmedi; zaten çözemezdi. Ama ara seçimler emperyalizm açısından zamanın ne denli hızlı akmaya başladığını bir kez daha ortaya koydu. Ve zaman emekçiler için de çok hızlı akıyor.

Dipnotlar

  1. Abarttığımı düşünüyorsanız, ara seçimin aslında bir Trump referandumu olduğunu savunan şu makalelere göz atabilirsiniz: Remnick, David; “The Midterm Elections are a Referendum on Donald Trump” (Ara Seçimler Donald Trump Hakkında bir Referandum), The New Yorker, 5 Kasım 2018,  https://www.newyorker.com/magazine/2018/11/05/the-midterm-elections-are-a-referendum-on-donald-trump; Sevastopulo, Demetri; “US midterms: a referendum on Donald Trump” (ABD ara seçimleri: Donald Trump hakkında bir referandum), Financial Times, 16 Ekim 2018, https://www.ft.com/content/b6907d3e-d05b-11e8-a9f2-7574db66bcd5; Berenson, Tessa; “President Trump Turned the Midterms into a Referendum on Himself” (Başkan Trump Ara Seçimleri Kendisi Hakkında Bir Referanduma Dönüştürdü), Time, 7 Kasım 2018,  http://time.com/5446188/donald-trump-midterms-results-reaction/
  2. Mavi Demokratların, kırmızı Cumhuriyetçilerin rengi sayılıyor.
  3. “Remarks by President Trump in Press Conference After Midterm Elections”, 7 Kasım 2018,https://www.whitehouse.gov/briefings-statements/remarks-president-trump-press-conference-midterm-elections/
  4. “Trump says he isn’t happy with General Motors’ decision to shed 14,700 jobs”, The Guardian, 26 Kasım 2018, https://www.theguardian.com/business/2018/nov/26/general-motors-set-to-cut-workforce-as-slowing-sales-and-steel-tariffs-bite
  5. Applebaum, Binyamin; “For the American Economy, Storm Clouds on the Horizon”, The New York Times, 28 Kasım 2018, https://www.nytimes.com/2018/11/28/us/politics/us-economy-health-recession.html?algo=thompson_sampling&cmpid=105&fb=5&module=newsletter-news-analysis&nl=personalization&nlid=79988659&rank=1&recid=1DiymYsDfVZd5LnhFqpFDeeX5TS
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×