“Arap Baharı” İçin bir Bilanço

AKP’nin 1 Kasım’da elde ettiği %50’lik başarı, 2013’ten beri tökezleyen ve “gitti, gidecek” denilen bu partinin bir süre daha Türkiye ve bölge halklarının başına bela olacağının tesciliydi. Oysa beş sene önce böyle miydi? “Arap Baharı” ile şişen yelkenler, 2011’deki seçimlerle birlikte iyice kabarmıştı. Tüm Ortadoğu’ya prototipi AKP olan Müslüman Kardeşler rejimleri yerleşecek ve Yeni-Osmanlıcıların bölgesel hülyaları içerideki rahatlıkla birleşerek gerçekle-
şecekti. Ancak “bahar”ın bölgesel gidişatı ve uluslararası durum, içerideki bü-
yük tepkiyle birleşince AKP’nin bildiğimiz anlamda miadı dolmuştu. Öğrenci eylemleri, Reyhanlı Katliamı/Suriye fiyaskosu, Haziran Direnişi, 17-25 Aralık skandalı, yeni sosyal demokrat dalga, vs. derken, AKP etkili sermaye çevreleri ve emperyalist merkezler tarafından sorgulanmaya başlamıştı.

İşte 1 Kasım, bu sürecin en azından bir süreliğine tersine çevrileceğini gösterdi. Bunun bölgesel nedenlerini aşağıda tartışmaya çalışacağız, ancak şunu hemen söylememiz gerekiyor: Bugün yalnızca Türkiye’ye değil, bölgeye de bakıldığında, en yüzeyde görülen şey bir tür “başa sarma”nın gerçekleşmiş olduğudur. “Arap Baharı” olarak adlandırılan emperyalist restorasyon coğrafyasında da görünen budur. Liberallerin ve bazı solcuların alay-ü vala ile ilan ettiği yeni dönem, eskinin sorunlarını çözmek bir yana daha da katmerlendirmiş, dahası emperyalizm bölgesel tasarımda belirli bir mesafe kat etmiştir. Yani, konu yalnızca AKP ya da Türkiye’yi ilgilendirmemektedir: Avrupa içlerinden genişletilmiş, Ortadoğu’ya kadar uzanan bir coğrafyada siyaseti istediği gibi şekillendirmede başarısız olan emperyalizm, bir ideolojik tahkimat yaratmada göreli başarı elde etmiştir. Dileyen, Türkiye’deki AKP karşıtlığının durumuna bakabilir. Bizim restorasyon girişimi olarak adlandırdığımız sürecin odak noktası sıklıkla bir sosyal demokrat girişime indirgense de mesele çok daha karmaşık ve boyutludur. Üstelik İkinci Cumhuriyet ideolojik zeminde zannedildiğinden çok daha fazla yol katetmiştir. Bu birlikteliğin en kullanışlı iki motifi, piyasacılık ve dinci gericiliktir. Kanımca, “Arap Baharı” bilançosunda da buralara odaklanılmalı ve öyle yürünmelidir.

Bu “başa sarma” fikrinin burjuvazinin içinde de yankı bulduğu görülüyor. Örneğin, Wall Street Journal’ın iki yazarı, Mısır’ın şu anki halinin 2011’deki patlamadan öncesini andırdığını ileri sürüyor.1 Yazarlara göre yeni Mısır parlamentosu halkı temsil etmekten -tıpkı Mübarek döneminin son meclisi gibi- çok uzaktır, asker ve güvenlik servisleri eskisinden çok daha fazla güçlüdür, zengin işadamları ve eski ailelerin çocukları geri dönmüştür, Müslüman Kardeşler ve Selefi İslamcılar çoğunlukla dışlanmaktadır, gençlik ise ya baskılanmakta ya da manipüle edilmektedir. Yazarların Mısır’ın durumuna dair saptamaları bunlarla da sınırlı değildir: Gıda fiyatlarından doğan enflasyon yükselmektedir, düşük ücretlere karşı işçi eylemleri artmıştır, polis şiddetinden doğan ölümlere yönelik halk tepkisi su yüzüne çıkmaya başlamıştır. Kısacası, 2010’a çok benzeyen bu durumun varlığında yeni bir isyanın patlak verip vermeyeceği tartışılmaktadır.

“Bahar”ın başladığı Tunus’ta da durum pek farklı değil. Diğer ülkelerin aksine, Tunus ısrarla ABD tarafından “Arap Baharı’nın tek başarı hikayesi” olarak lanse edilmeye çalışılıyor. Oysa, “bahar”ın kötü şöhretli medya organı El Cezire’de Muhammed Buazizi’nin ailesiyle yakın zamanda yapılan röportaja inanacak olursak, Tunuslular ülkelerinin geldiği nokta nedeniyle derin bir hayalkırıklığı içerisindeler. Röportajda Muhammed’in kuzenlerinden biri olan Ali, Bin Ali’den kurtuldukları için memnun olduklarını söylerken “değişim yokluğu”ndan şikayet ediyor. Anılan röportajdan diğer bir kuzen Abdülselam’ın daha kötümser bir tavır taşıdığını ve “Bin Ali dönemi daha iyiydi” dediğini görüyoruz. Abdülselam’a göre artık insanların daha az parası var, bu nedenle seyyar meyve tezgahından sattığı ürünler daha az para kazandırıyor.2 Muhammed’in bir başka kuzeni, Lütfi, “devrim” sırasında bulunduğu İtalya’dan büyük umutlarla ülkesine dönmüş ve devrimden sonra “Hiçbir ilerleme olmadı” diyor. Bilindiği üzere, 2010 yılındaki isyanın en büyük nedenlerinden birisi işsizlikle birlikte yolsuzluktu. Ali, yolsuzluğun artık daha da kötü olduğunu düşünüyor. Muhammed Buazizi’nin şahit olduğu üzere polisler seyyar satıcılardan rüşvet ve haraç almaya aynen devam ediyor. Halkın devlet memuru olabilmek için 4 bin 900 dolar rüşvet verdiği hikayeleri dilden dile dolaşıyor. Seyyar satıcılara “kapalı çarşı”lar yer olarak gösteriliyor, bu çarşıları Avrupa Birliği fonluyor. Ali durumu şöyle özetliyor: “Eskiden yalnızca Bin Ali ve ailesi çalıp sahtekarlık yapardı. Şimdi herkes yapıyor.” Ali, Bin Ali döneminde yönetime karşı seküler İlerici Demokratik Parti saflarında mücadele ediyormuş, ama artık bir “aktivist” değil, hatta seçimlerde oy vermeye bile gitmiyor. Siyasetçilerin son beş yılda verip, tutmadıkları sözler sebebiyle büyük hayakırıklığına uğramış. İktidardaki Nida Tunus’u, “eski rejim”in bir devamı olarak görüyor ve “Bin Ali Suudi Arabistan’da ama adamları burada. Sistem değişmedi.” diyor. Dolayısıyla, El Cezire’ye inanacak olursak, bugünlerde çok daha fazla insan “ikinci bir devrimin ihtiyaç olduğunu” konuşuyor.

Silah zoruyla dize getirilen (Libya) ve getirilmeye çalışılan (Suriye), açık işgal yoluyla “bahar”ın uğramadığı (Bahreyn, Yemen) ve geleneksel siyasî sistemi “bahar”a uymayan (Lübnan) ülkeleri şimdilik bir kenara bırakıyorum. Bunun nedeni, yukarıdaki “başa sarma” fikrinin yanlışlığını göstermek için “kolayına kaçan” örnekler olmaları. Öyle ya, artık kimse bin parçaya bölünmüş Libya ile yüzlerce silahlı çete ve konvansiyonel savaş makinesi arasında sıkışmış Suriye’nin başa saracağını iddia edemez. Her ne kadar, Suriye’de krizin başına dönme emareleri beliriyor olsa da…3

Tunus ve Mısır’dan uzun tanıklıklara başvurmamın sebebi şu: 2010 sonunda başlayan ve kimilerince “devrim”, kimilerince yeni bir dönemin başlangıcı (Buna dair çok az şüphe var.) olarak selamlanan süreç, ayağa kalktığını düşündüğümüz halklar açısından, sonuç itibariyle bir hayakırıklığı uğrağına gelip dayanmıştır. Havayı koklamakta hayli mahir olan emperyalist merkezlerin ve organlarının bir tür panik içerisine girmelerinin nedenleri arasında, beş yıl önce “işte bu” denilen ayaklanma sebeplerinin büyük oranda yerli yerinde durması bulunuyor. İş, ekmek, yolsuzlukla mücadele, sosyal adalet gibi talepler hiç karşılanmamış, buna ek olarak liberallerin ayaklanma nedeni olarak gösterdiği “devletin şeffaf olmayışı, hantal devlet aygıtı” gibi özellikler de aynen devam etmiştir. Görünen o ki, çok kabaca özetlersek, özellikle Mısır ve Tunus’taki kitlesel ayaklanmalar, neoliberal dönüşümün sürekliliği için özellikle kullanılmış ve örneğin Hamid Dabaşi gibi yazarların yatıştırıcı güzel sözlerinin aksine ya soğurulmuş ya da marjinalize edilmiştir.4

Kurumsal kapitalizm ve dinselleşmenin sürekliliği

İslam ile kapitalizm arasındaki ilişkiye dair çok sayıda şey söylenebilir. Örneğin Ernest Gellner, Max Weber’e göre kapitalizmin Batı’da gelişmesinin sebebinin kurumsal değil ideolojik olduğunu belirttikten sonra, İslam dünyasında kapitalizme uygun bir ideolojinin bulunduğunu, ama buna uygun kurumların olmadığını söyler.5 İbni Haldun’un İslam toplumlarına ilişkin gözlemlerinden yararlanan Gellner, denetim altında tutulamayan kırsal aşiretçilik ile yerleşik/okur-yazar kentlilerin bir dinsel otorite ve peygamber vasıtasıyla biraraya geldiğini vurgular. Aşiretler, “bozulmamış” nitelikleriyle kentlere yönetici sağlarken, kentler de eğitimli olmaları nedeniyle “kelâm”ı yaygınlaştırır. İbni Haldun’un sosyolojisinde, toplumsal uyumun açıklanması başattır ve İslam dünyasında toplumsal uyum, yukarıdaki “salınım” vesilesiyle sağlanamamıştır. Gellner, bu döngünün yalnızca İslam’a özgü olmayabileceğine, bazı Sovyet araştırmacılarının Orta Asya’da da benzer çevrimsel döngüleri not ettiklerine dikkat çeker. Sovyet bilim insanlarına göre “değişim uyarıcıları” tarım toplumundan gelir. Bu nedenle, nomadik/göçebe toplumlarda değişimden çok tekrar vardır. Tam bu noktada, Gellner İbni Haldun’a ilişkin şöyle bir gözlemde bulunur: İbni Haldun açıkça hükümeti/yöneticileri “Keynesyen” bir toplam talep artırma görevi ile sınırlandırır; devlet, ötesini “pazar”a bırakarak müteşebbis rolünden sıyrılmalıdır.6

Buradaki ima açıktır. İslam toplumları adem-i merkeziyetçi, ekonomiye devlet müdahalesinin kısıtlandığı, “hür teşebbüs”ün kutsandığı bir biçime kavuşmaktadır. Her ne kadar İslam dünyasında, kapitalizmin gelişimine kadarki politik güç aşiretçilik ve din ile bağlı olup, döngüsel bir mahiyet arz etse ve kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimi ile birlikte döngüde belirgin bir kırılma gerçekleştiyse de, ideolojik İslam, kurumsal İslam’a nazaran kapitalizmle hayli hayli uyumlu durmaktadır. İslam (ya da İslamcı hareket) ile kapitalizm arasında aşk-nefret döngüsü, İslam dünyasının görünürdeki eski tip salınımı ile uyum halindedir.

Bu nedenle, Arap dünyasının Gorbaçov’u Enver Sedat göreve geldiğinde, Cemal Abdül Nasır’ın aksine Müslüman Kardeşler üzerindeki baskıyı azaltması ve Kardeşlik’e Mısır düzeninde tedrici bir yer açmaya başlaması şaşırtıcı değildir. Nasır’ın tersine çevirdiği ve bazen kırmaya yeltendiği sarkaç, yeniden dinselleşme/liberalleşme eksenine oturmuştur. Bugün belki çok az hatırlanıyor ama, Hüsnü Mübarek’in 2005 yılında Condoleezza Rice’tan aldığı ayara, yalnızca Kardeşlik’in hapisteki mensuplarına af ve seçimlere katılım izni eşlik etmemişti; Mısır toplumunun topyekûn dinselleştirilmesi de bu sürecin bir parçasıydı. Bazı ulusalcıların “devrim” diye selamladığı askeri darbeden sonra yerleşikleşen Sisi yönetiminde de bu eğilimin şiddetlenerek devam etmesi çok şey anlatıyor. Örnek mi? Geçen 25 Kasım’da, Cumhurbaşkanı Sisi, “ülkenin ahlakını ve değerlerini geliştirecek” bir komitenin kuruluşuna onay verdi. Eylül ayında ise, iki dansöz “ahlaksızlığı/sefahatı yaygınlaştırdıkları” gerekçesiyle gözaltına alındı. Yine bir genç çift, evlenmeden birlikte oldukları gerekçesiyle polise şikayet edildi.7 Üstelik, bu durum Mısır’da yasa dışı olmamasına rağmen…

Eğilim Mısır ile sınırlı değil. Geçtiğimiz günlerde istifa kriziyle sarsılan Tunus’un “laik” iktidar partisi Nida Tunus, selefi Müslüman Kardeşler kökenli Ennahda gibi dini siyasete alet etme ve dinselleşmeyi bir silah olarak kullanma konusunda hayli mahir. Politik olarak, şimdiki Cumhurbaşkanı Beci Ceyd Essebsi, 2014 yılındaki seçimlerden önce Ennahda ile koalisyon kurabileceklerini açıklamıştı. Ancak daha önemlisi ideolojik yakınlıklar. 2014 yılında yazılan bir yazıda, her iki partinin de muhafazakar olduğuna dikkat çekilmişti.8 İhvan bağlantılı Ennahda, İslami ideolojiye yaslanarak aile değerleri ve dinin yeri gibi şeyleri savunurken, toplumun ahlaki değerlerini yükseltmeyi amaçlıyordu. Nida Tunus da benzer şekilde aynı politikaları farklı bir açıdan savunuyordu. Parti, moderniteye açık olmak ile İslam’a bağlılığın bir karışımını savunuyordu. İki parti de toplumu ahlaki ve dini değerler aracılığıyla kontrol etmek istiyordu. Otoriterlik ve patriyarka bu partilerin ortak özelliğiydi. Ve en önemlisi iki parti de liberalizme göbekten bağlıydı; ikisi de serbest piyasayı, özelleştirmeyi, devletin ekonomiye müdahale etmemesini ve yabancı yatırımları destekliyordu. Yazara göre İslamcı parti, Zeynel Abidin Bin Ali döneminin ekonomik politikalarının sınırlarını genişletirken, “laik” Nida Tunus da farklı bir ekonomik model getirmemişti.

Demek ki, “laiklik”e salınır gibi görünen sarkaç, aslında zeminin kendisine sadık kalıyordu. Restorasyonun başarılı olduğu hususlardan birisi budur. Dinselleşme sürekli bir hal almış, siyasî arenaya çıkmaya niyetli tüm özneler bu durumu veri alarak hareket etmeye başlamıştır. Bunun ideolojik karşılığı, İslam’ın ve İslamcılığın Arap toplumlarının/Ortadoğu’nun “doğal” ideolojisi olarak kurgulanması, “milletin değerleri”nin İslam ile başlaması, geri kalan tüm ideolojik motiflerin ya da formasyonların ya sapkın ve yabancı ilan edilmesi veya marjinalleştirilerek bastırılmasıdır. Hem İslamcılık, hem de onun “laikliğe” çalan liberal versiyonu, piyasa egemenliğini görünmez kılmış ve kapitalizmi sorgulanamaz bir gerçeklik olarak kurgulayan burjuva ideolojisi ile tamamen uyumlu bir konuma gelmiştir. Uzun süredir “egemen ideoloji” ile “burjuva ideolojisi” arasındaki zahirî açıyı da İslam vesilesiyle büyük oranda kapatmayı başaran kapitalizm, kendisine yeni bir “resmi ideoloji” inşa etme hususunda da ilerleme kattetmiştir. “Başa sarma” mevzuunda gözden kaçan nokta budur.9

Kapitalizmin son kırk yıllık serüveni ve Arap dünyasının ona eklemlenme biçimi ile bölgede Nasırcılık’ın düşüşü ve Suud’un yükselişi arasındaki korelasyonu incelemek hayli ilginç olabilir. Bunu belki daha sonra, başka bir vesileyle yaparız, ancak şunu akılda tutmakta fayda var: Emperyalizmin dinselleşmeyi normalleştirmesi ve neoliberal ekonomi modelinin yaygınlaşması, bizim bölgemizde Müslüman Kardeşler ve Suudi Arabistan aracılığıyla olmuştur. Nasırcılık’a ve Baasçılık’a karşı her yerde hazır ve nazır olan Suudi Vahabizmi, bu özelliğini Afganistan’da Sovyetler Birlliği’ne karşı verdiği savaşta tam anlamıyla kanıtlamıştı. Dikkat edilmesi gereken husus, bu dinci katillerin kullanımının bir istisna değil, kural olmasıdır. Tüm dünyada olduğu gibi bizim bölgemizde de dünya piyasalarına entegrasyon ile dinci zor kullanımı arasında paralellik dikkat çekicidir. Siyasal İslam’ın 20. yüzyıl boyunca yerleştiği toplumsal çatlaklar, onu yalnızca kullanılan bir araç olmaktan çıkartıp, son kırk yılda egemen politik akım haline getirmiştir. Tam da bu nedenle, emperyalizmin politik olarak da siyasal İslamcı partilerden tamamen vazgeçmesi mümkün görünmemektedir.10

Burada emperyalizm açısından da bir süreklilik var. Uyumlu İslam’ın Ortadoğu sahnesinde gerçek bir alet haline gelmesi “yumuşak güç” Obama döneminde olsa da, temelleri “şahin” Bush tarafından atılmıştı. 2005 yılında yayımlanan bir makale, tüm bölgede Irak işgali ve İsrail’e verilen destek nedeniyle tepe noktasına ulaşan anti-ABD hislerin nasıl soğurulacağının ABD yönetimi içinde tartışıldığını gösteriyor. O dönem CIA ve Pentagon hırslı bir biçimde çok sayıda İslami TV ve radyoyu, İslami düşünce kuruluşunu, vs. fonlamaya başlamıştı. ABD’liler, Müslüman Kardeşler için, “sorunun değil, çözümün bir parçası” diyorlardı.11

“Cihat prensi” Bender bin Sultan’ın, Suudi Kralı Faysal ile İran Şahı Rıza arasında geçen mektuplaşmalara ilişkin anlattığı anekdot durumu özetliyor aslında. İddiaya göre “laik” Şah, 60’lı yılların sonunda Suudi Kraliyeti’nin içerideki otoritesini sağlamlaştıran ve ülkeye emperyalist müttefikler bulan Faysal’a, “Lütfen kardeşim, modernleş. Ülkeni [dışarıya] aç. Okulları kız-erkek karışık yap. Bırak kadınlar mini etek giysinler. Disko aç. Modern ol. Öbür türlü, tahtta kalacağının garantisini veremem” diyormuş. Faysal ise bu mektupları şöyle cevaplıyormuş: “Majesteleri, önerileriniz için minnettarım. Size hatırlatabilir miyim, siz Fransız Şahı değilsiniz. Elysée’de oturmuyorsunuz. İran’dasınız. Nüfusunuzun yüzde 90’ı Müslüman. Lütfen bunu unutmayın.”12

Bender bin Sultan’a göre “tarih Suud’u haklı çıkardı.”

Eh, bir açıdan, haklı sayılmaz mı?

Bir “devrimci dönem” tartışması

Bir toplumsal olayın ya da sürecin, onu gözlemleyenler ya da bizzat içinde bulunup onu yapanlara tüm yönleriyle görünmeyeceği açık. Analizin kendisi, her şey olup bittikten sonra, post festum, tüm yönleriyle olgunlaşabilir. Hakikatin kendisi, ancak bir süreç olarak kavranabilir. Minerva’nın baykuşu, uçuşuna bu nedenle alacakaranlıkta başlar.

Bununla birlikte, marksizmin sağladığı büyük yöntemsel avantajlardan birisi, sürecin yanında harekete bakarak, geçmişi bugüne ve bugünü de geleceğe bağlayan eğilimleri ortaya çıkartabilmesi, siyaseti de bu eğilimlerin başat olanlarına bitiştirerek tamamen uçuşkan, seçmeci ve voluntarist bir zeminden kurtarmayı başarabilmesidir. Evet, siyaset irade işidir, ama süreç ve hareketin başat eğilimlerini doğru tespit edersen!

“Arap Baharı”nın başlangıcında da, önümüzdeki sürecin devrim mi, yeni bir devrimci dönem mi, restorasyon mu, gericilik çağının yeni bir aşaması mı olduğuna ilişkin tartışma, yukarıda anlatılan çerçeve içerisinde dolanıp duruyordu. Bizim bu tartışmanın neresinde durduğumuz pek çoklarınca biliniyor. Bununla birlikte, 2016 yılından bakarak, beş yıl önceki tartışmalara ve soruya bir kez daha dönmenin “devrim” kuramı açısından olduğu kadar, bilanço açısından da faydası var: “Arap Baharı”, bir devrim ya da devrimci bir döneme açılan bir kapı mıdır? Örneğin, Bahar üzerine yazıp çizen bilindik isimlerden Gilbert Achcar’a göre Arap dünyasında uzatmalı ya da uzun vadeli devrimci süreçler yaşanıyor. Başlangıcı belli olsa da, bitişi belli değil. Achcar, Fransız Devrimi’nin muhafazakar anlatıcısı Taine’in “Bu devrim değil, çözülmeydi.” sözüne atıfla, Ortadoğu’daki süreç hakkında olumsuz konuşanları, tarihin devrimci bir dönemine sırtını çeviren muhafazakarlarla aynı safa yerleştiriyor.13 Ancak Achcar’ın aynı yerde yazdığı iki pasaj, oldukça açık bir tablo sunuyor. Bir uzun alıntı yapmam gerekiyor: “Üretici güçlerin gelişmesi bir üretim tarzını oluşturan üretim ilişkilerinden … ziyade, o üretim tarzının belirli bir işleyiş tarzı tarafından geciktirilebilir. Böyle durumlarda tıkanmayı aşmak için ille de temel üretim tarzını değiştirmek gerekli değildir. Fakat işleyiş tarzında ya da ‘düzenleme tarzında’ bir değişiklik gerçekleşmek zorundadır.””14

Yeri gelmişken, aynı Achcar’a göre SSCB’nin çözülüşü de, aslında Marx’ın Katkı’da çerçevesini çizdiği “üretici güçlerin gelişimi ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki”nin bir tezahürüydü. “Bürokratik üretim tarzı” bitmiş, yerine “piyasa ekonomisi” yerleşmişti. Bu bir “devrim”di. Fakat Achcar devam ediyor. 20. yüzyıl devrimlerinin “liderli” olmasından dolayı, “lidersiz” devrim düşünemez hale geldiğimizi savunan yazar, devrimleri bu şekilde ayırıyor ve Arap isyanlarını “lidersiz” devrim kategorisine soktuğunu söylerken ilginç bir yere vurgu yapıyor: “Modern çağda bizler, sosyopolitik doğası ne olursa olsun, yirminci yüzyılın yıkıcı kitle hareketlerine -Lenin’den Hitler’e, Gandhi’ye, Mao’ya, Castro’ya Humeyni’ye kadar- karizmatik şahsiyetlerin öncülük ettiği modeli öylesine alıştık ki, pek çoğu 2011’in yıkıcı Arap hareketlerinin ‘lidersiz’ oluşunu emsali görülmemiş tarihsel bir tuhaflık olarak ele aldı. Fakat ‘lider’ sözcüğünü tekil ve karizmatik anlamıyla kullanacak olursak, Rusya’da çarlığı deviren Şubat 1917 devriminden post-Stalinist rejimleri alaşağı eden 1989-1991 devrimlerine varıncaya kadar, tarihte zafer kazanmış ‘lidersiz’ yıkıcı hareketlerin eksikliği yaşanmamıştır. Dahası, paradigma niteliğindeki eşsiz devrim, yani bizzat 1789 Fransız Devrimi, (tıpkı Şubat ve Ekim 1917 Rus devrimlerinin birbirinden ayrıldığı bağlamda, önceki safhalarından farklı olarak nihai aşamasının aksine) başlangıçta ‘lidersizdi.’”15

Sondan başlayalım. Şubat ve Ekim devrimleri arasındaki fark, herhalde tek başına karizmatik şahsiyetlerin varlığı veya yokluğu ile açıklanamaz. Achcar açıkça, öncülük misyonu ile kavga etmektedir. Ancak bunu da bir kenara bırakalım. Şubat ile Ekim arasında, Rusya’nın normal bir burjuva demokrasisi olacağı fikri, devrimin bundan ibaret olduğu propagandası, tüm Avrupa’da ve Rusya’daki sağdan sola -Bolşevikler hariç- tüm siyasi çevrelerde yaygındır. Bolşeviklerin faaliyetlerinin yıkıcı bulunmasının altında, bir de, Şubat ile birlikte rayına oturduğu varsayılan Rus ilerlemesinin yoldan çıkma ihtimalinden duyulan korku vardır. Kautsky’den Plehanov’a tüm eski tüfek sosyal-demokratlar, Bolşeviklerin yeni devrim arayışını, korkunç olmaktan öte, yersiz ve anlaşılmaz bulmuşlardır. Rus Devrimi denilen şey, çok uzun süre Şubat ile anıldı, Ekim’den sonra bile, Şubat’ın galebe çalacağı ve Rus tarihindeki bu arızanın giderileceğini, Avrupaî bir demokrasinin yeniden tesis edileceğini düşünenler az değildi. Bolşevikler, başta Lenin, ortodoks devrim kurgusuna karşı da mücadele ettiler ve devrim fikrini kurtardılar. Bugün Şubat Devrimi’nden bahsedebiliyorsak, bu biraz da Ekim Devrimi’nin sayesindedir. Ya da, 1789’un önemi, 1793’e bakarak anlaşılabilmektedir. Bu çifte devrimleri birbirinden ayırmak mümkün olmasa da, sonrakiler öncekilerin yaşamasını sağlayan nefes borularıdır. Bugün 1793 ile Ekim’in burjuvazi tarafından lanetle anılması, devrimin gerçek halinden duyulan korkunun bir ifadesidir. 1789 ve Şubat, ancak 1793 ve Ekim ile birlikte ve bugünden bakıldığında devrim hüviyetine kavuşmaktadır.

Aslında, Achcar’dan yapılan ilk alıntı da buradan yola çıkarak anlaşılabilir. Burada açıkça “Arap Baharı”nın, sermaye birikim rejiminde yaşanan bir tıkanıklık sonucunda ortaya çıktığı iması var. Gerçekten de, Arap dünyasında sistemin bir tıkanıklık içerisinde girdiği, toplumsal patlama ihtimalinin arttığı yalnızca solcular tarafından değil, emperyalist dünyanın entelektüelleri ve kurumları tarafından da dile getiriliyordu.16 Örneğin, 2003 yılında tanıdık bir isim Graham E. Fuller tarafından Brookings Institute için yazılan bir raporda, Ortadoğu’nun değişen dinamik demografik yapısına dikkat çekiliyor, “gençlik faktörü”nün çok önemli olduğu, bunu soğurmak için Ortadoğu toplumlarının liberalizasyonunun “belki de biricik görev” olduğu vurgulanıyordu.17 Hemen bütün sorunlar otoriter yönetimlerle bağlantılıydı. Mesele yalnızca seçimler değildi, temsiliyet ve katılımdı. Fuller’e göre gençlik içerisinde anti-Amerikan görüşler yaygınlaşma eğilimindeydi, ABD açısından sorun, bu gençliği kimin mobilize edeceğiydi. Fuller, “gençlik sorunu”nun çözümü için ABD’ye şunları öneriyordu: Liberalleşme, demokratikleşme, eğitim reformu ve nüfus planlaması.

6 Aralık 2011’de Washington’da yaptığı bir konuşmada, IMF Başkanı Christine Lagarde, bölgedeki gençler arasında yayılan işsizliğin “saatli bomba” olduğu konusunda uyarılar yaptıklarını, ancak “ekonomik büyümenin meyveleri”nin nasıl paylaşıldığına yeterince dikkat etmediklerini itiraf ediyordu.18 Aynı konuşmada Lagarde, sanki IMF on yıllardır bunu yapmıyormuş gib Ortadoğu’daki hükümetlere eski devlet sübvansiyonlarını bırakmalarını öneriyordu. Lagarde’a göre bu zamana kadar hükümetler, toplumsal baskılara sübvansiyonları, ücretleri ve diğer harcamaları artırarak karşılık veriyordu. Ona göre bu, toplumsal uyumu ancak kısa vadede sağlamaya yeterdi. Gerçekten, insan bu yüzsüzlük karşısında hayret ediyor…

Örneğin Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinin “mali entegrasyon eksikliği” 2011’den önce de dile getiriliyordu. Bazılarına göre bu durum, 2008 krizinden Ortadoğu’nun beklenenden az etkilenmesinin nedenlerinden biriydi. Ancak aynı eksik entagrasyon, Bahar ile birlikte daha hakiki bir olasılık olarak ortaya çıkıyordu. Anlatmak istediğim şu: Arap dünyasının neoliberal modele (her ne demekse) tam anlamıyla uyum sağlamaması, emperyalist merkezler ve kurumlar açısından “Arap Baharı” ile birlikte bir fırsata dönüşüyordu. Böylelikle, özellikle Batılı liberal yazarlar, Ortadoğu’daki halk isyanlarını, aslında kötü yönetime, yönetişim krizine, şeffaf olmayan otoriter Arap diktatörlüklerine verilen bir tepki olarak gösterme eğilimine giriyorlardı. Yani sorun, kapitalizmin neoliberal döneminin Ortadoğu’daki eklemleniş biçiminin doğurduğu sorunlar değil, bölgenin neoliberalizmi sindirememesiydi. Mübarek ve Bin Ali türü diktatörlerin vurguncu yönetim biçimi ve hukuksuzluğun süreğen hale gelmesi (emperyalist kurumların ”yönetim sorunu” dediği şeyler) “üretim ekonomisi” yaratmaya gönüllü özel sektör girişimcilerini korkutmakta ve bu tip bir kapitalizmin gelişimini engellemektedir. Arap otokratları rekabet koşullarını bozup, ideal pazar ekonomisinin gelişmesine engel olmakta, pazarı “siyasi olarak belirlemektedir”. Bu, özellikle Mısır ve Tunus için böyledir. Söylenen bu.

Bu bağlamda, “Arap Baharı”, özellikle liberal kalemler açısından, Samuel Huntington’un 1991 yılında yazdığı bir kitapta bahsettiği “demokratikleşmenin üçüncü dalgası”nın bir uzantısı olarak değerlendirilebilir. Bu “dalga”, 1970’lerde Güney Avrupa’da başlayıp daha sonra Orta ve Doğu Avrupa’ya uzanarak “komünist rejimleri deviren”, arada Latin Amerika’ya da uğrayan bir tarihsel kesitti. Dalganın karakteri, açıkça neoliberalizm tarafından belirleniyordu.19

Peki, nasıl oluyor da, aynı tarihsel süreçten solcular devrimci bir dönemin başlangıcını anlarken, sağcılar bunun bir liberalizasyon dalgası olduğu sonucunu çıkartabiliyor? Kanımca “yeni orta sınıf” tartışmaları bu iki görüşü birbirine bağlıyor. Özellikle Batılı liberaller açısından, yönetişim sorununun çözümü sivil toplumun gelişimi ve orta sınıfların demokrasi ihtiyacını karşılayacak yapısal düzenlemelerden ibaret. Piyasa serbest bırakılsa, devletin rolü azaltılsa, bütün bunlar zaten kendiliğinden olacak. Sürece yine orta sınıfların pozisyonu açısından bakan solcular ise, benzer yapısal düzenlemelere bir de bölüşüm faktörünü ekleyerek bir devrim modeli ortaya koyuyorlar. Birçok solcunun “Arap Baharı”na ilişkin ufku, devletin toplumsal ve ekonomik yatırımlar yapmasını talep eden bir tür neo-Keynesyen politikayla sınırlı. Milyonlarca insanın sokağa çıkmasından köklü bir siyasi ve toplumsal değişimi değil de; bu sonucu çıkartmaları, yalnızca solcularımızın ufkunun darlığı ile açıklanamaz. Sorun, büyük ölçüde ayaklanmaların nesnel karakterinde yatmaktadır: İsyanın önderliği, eskinin refah devleti uygulamalarıyla büyülenmiş orta sınıfların elindedir. Buradan çıksa çıksa “regülasyon” talebi çıkar, fakat kapitalizm henüz bu kavşağa gelmiş değildir.

Gelmiş değil, fakat tartışıyorlar. Kiev yönetimini teftiş için Ukrayna’ya giden ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın ikilemi, keşmekeşi iyi anlatıyor. İddiaya göre Ukrayna parlamentosundaki bütçe tartışmalarında, Soros tarafından desteklenen “reformist” bir öneri vardı, bir de diğer milletvekilleri tarafından hazırlanan “popülist” öneri. İlki, bütçe açığını kapatmak için sabit vergileri artırmayı ve IMF desteğini sürdürmeyi amaçlıyordu. İkincisi ise faizleri düşürmeyi, bütçe açığını artırmayı ve IMF ile ilişkisizliği savunuyordu. Wall Street Journal yazarına göre Biden IMF’yi tatmin etmeliydi, ancak Ukrayna halkını da gözetmeliydi, çünkü Ukrayna’nın geleceği uluslararası mali kurumlardan çok onlara bağlıydı. Bu nedenle, Biden Kiev ziyaretinde, “popülizmi dost edinmeliydi”.20

ABD’nin bölgede ve tüm dünyada görünüşte çıkışsız kalmasının sebeplerinden birisi budur. Yola nasıl devam edileceğine ilişkin elde bir reçete bulunmuyor. Restorasyon için popülist hareketler dünya çapında desteklene dursun, sermaye birikim rejimi aynı kaldığı müddetçe süreç başa sarıyor. Ortadoğu’da “rantiye ekonomisi” bir istisna değildir: Ta 70’li yıllardan bu yana körfez sermayesinin emperyalist ülkelerle birlikte bölgeyi örümcek ağı gibi sarması, o “rantiye” karakterini yaygınlaştıran unsurdu. O nedenle, Suudi Arabistan’ın yavru müttefiki Birleşik Arap Emirlikleri, Tunus’ta darbe planları yaparken “Obama deneyini bitireceğiz.” diyebiliyor.21

Çok tartışılan Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) konusunun da nerdeyse tamamen bununla ilgili olduğunu söyleyip geçeceğim. IŞİD’in “nasıl devlet olunur” temalı bir iç belgesinin ekonomik kısmını sunarken, örgütün “ekonomide Sovyet düzeyinde kontrol” istediğini ileri süren bir Batı medyası bulunduğu sürece IŞİD ve benzeri kanser hücreleri ile mücadelenin hakiki bir şekilde verilebileceğine inananlar, son kırk yıldan hiçbir şey anlamamış demektir.22

Bozulan ittifaklar, yeniden doğan ittifaklar

Demek oluyor ki, “Arap Baharı”, emperyalizmin bölgede gördüğü tıkanıklıkları aşmanın, kapitalizmi rayına sokmanın ve yeni bir ittifak sistemi oluşturmanın bir aracı olarak kullanıldı. Eğilim budur ve bu eğilimi “soldan” aynı yere doğru kuvvet uygulayarak tersine çevirmeyi denemek beyhude bir uğraştır. ABD’nin bölgesel ittifak sistemi açısından da benzer bir şey gerekli. Temel olarak İsrail’in güvenliği ve Suudi Arabistan’ın mali egemenliği üzerinden şekillenen Ortadoğu, eğer eskisi gibi devam edemeyecek duruma geldiyse, yeni ittifakların da bulunması elzemdi. Ancak mesele yalnızca bundan ibaret değil. ABD, epey bir süredir, askeri olanaklarını Asya-Pasifik hattına kaydırarak olası bir sıcak savaşı bu bölgede göğüslemek istediğinin sinyallerini veriyordu. “Arap Baharı”, bir de bu nedenle bir düzleme (levelling) girişimidir.

Peki, bu anlamda bir başarıdan söz edebilir miyiz? Bahar sırasında dağılan ittifakların nedenlerinden biri İran ile nükleer müzakerelerdi. ABD’nin iki kilit müttefiki İsrail ile Suudi Arabistan bundan sonra derece hoşnutsuz. Baharın öncesine dayansa da, yine ABD planları ile örtüşen Türkiye-İsrail kavgasına, Mursi’nin devrilmesinin ardından Türkiye-Mısır da eklenince, ikinci halkada yer alan Türkiye ve Mısır’ın bozulan sistem içerisinde uyumsuz başlar olarak kaldığı görüldü. Müslüman Kardeşler, bölgede kendi baharını yaşadı, küresel entegrasyonunu biraz daha sağlam hale getirdi. Ancak bu restorasyon, tam da yukarıda anlatılan gerekçelerle başka bir restorasyona daha ihtiyaç duydu. Müslüman Kardeşler, Suud’un baskısı ve parasıyla tüm bölgede iktidardan uzaklaştırıldı, “uyumlu İslam” müttefiki de ıskartaya çıkartıldı. İsrail ile Türkiye yeniden birbirine yakınlaştırıldı, Erdoğan “iki ülkenin birbirine ihtiyacı var” dedi. Suudi Arabistan, İran karşıtı “Sünni blok”a yatırımını hızlandırdı, Yemen işgali bu bloğun ilk ciddi sınavı oldu. Tarih boyunca Arap yanlısı olan Yunanistan ve Kıbrıs, İsrail ile aynı eksene getirildi, eski düşman kardeş NATO müttefikleri Yunanistan ve Türkiye Doğu Akdeniz’de benzer bir çizgiye çekildi.

Peki bu parçalanan ve yeniden birleştirilen ittifaklar kalıcı mı? Doğrusu, orta ve uzun vadeli projeksiyonlar olduğundan şüpheliyim. Bununla birlikte, ABD yönetiminde ve etkili düşünce kuruluşlarında bunun tartışıldığı açık. Örneğin, Brookings’te yazan ABD’nin eski Tel Aviv büyükelçilerinden Martin S. Indyk, ABD’nin bölgede geliştirebileceği iki ittifak sistemi olduğunu iddia ediyordu. Birincisi, İran’ın merkezinde durduğu bir sistem. Bu durumda, ABD İran’ın bölgedeki egemenliğini kabul edip, karşılığında Tahran’ın Hizbullah, Esad, Husiler ve Hamas ile İslami Cihad’dan desteğini çekmesini ister. Ortadoğu’da ABD-İran bölgesel sisteminin oluşturulmasına yönelir. İkincisi ise, ABD’nin yeniden bölgedeki geleneksel müttefiklerine dönmesidir. Bunlar İsrail, Mısır, Suudi Arabistan ve Türkiye’dir. Bu geleneksel ittifak sistemi, yeniden İran’ı çevreleme siyasetine döner, bu ülkenin Lübnan, Irak, Suriye ve Yemen’deki kazanımlarını geri almaya çalışır.23

Bu tartışma yalnızca düşünce kuruluşlarında kalmadı elbette. Son haftalarda, ABD ordusunun Beyaz Saray’ın bölgedeki “rejim değiştirme” operasyonlarını bozmak için bazı yöntemler denediğine, Bahar ile birlikte güvenlik kaygısının arttığına ve dağılan eski ittifak sistemini yeniden birleştirmeye yönelik çabaların birkaç senedir sürdüğüne dair çok sayıda haber okuduk.24Konunun elbette başka boyutları da var. Örneğin bu haberleri, “Suriye’ye askeri müdahaleyi savunan” etkili Amerikan çevrelerinin servis ettiği iddia edilebilir. Tüm bunlara rağmen fark etmez. Alman istihbaratının Suudi Arabistan’a yönelik alışılmadık derecede açık ve sert açıklamalarını, Berlin’in Washington’daki farklı eğilimleri sezip, bozucu hamleler yapmaya başladığının bir göstergesi olarak değerlendirmenin önünde hiçbir engel yok.25 Üstelik Suudilerin artan gerilim politikası, Yemen’de gerçek bir bataklığa saplanmış olmaları ABD’nin bölge siyaseti açısından büyük önem taşıyor. Krallık, Sünni bloğunu tahkim ederken, daha fazla müdahaleye açık hale geliyor. Düşük petrol fiyatları nedeniyle oluşan ekonomik sıkıntı, askeri harcamaların çokluğu ve Kraliyet ailesi içerisinde baş gösteren iç çekişmeler, Suudilerin başını ağrıtan unsurlardan birkaçı. Bunu aşmak için yeni bir özelleştirme hamlesinin başlaması, kadınlara seçim hakkının ilk kez tanınması yeterli olacak mı, “tarih”in bize öğrettiklerine bakarsak, zor… Ancak önceki bölümdeki tezi tekrar edersem, kapitalizm kendi krizini radikal bir hamle ile aşma iradesi göstermediği müddetçe, Suudilerin emperyalizmin ittifak sistemindeki yerinin değişmesi mümkün görünmüyor.

Son viraj

Yukarıda çizmeye çalışılan çerçeve nedeniyle, “Arap Baharı” kendi üzerine doğru bir tam dönüşle kapanarak çember oluşturan doğru parçasının ucundaki noktadan ziyade, tepeden bakıldığında konumu değişmemiş gibi görünen, ancak yandan bakıldığında uzaydaki konumu değişmiş, helezon üzerinde hareket eden bir cismi andırıyor.

Kanımca 2016 yılından bakıldığında emperyalizmin başarısı budur. Piyasa ideolojisi normalleşmiş ve sorgulan(a)maz hale gelmiş, ABD/emperyalizm karşıtlığı büyük oranda silikleşmiş, dinselleşme Ortadoğu toplumlarının “doğal” özelliği olarak telakki edilmeye başlanmış, İsrail’in bölgedeki varlığı bölgenin gözünde kabullenilmenin ötesinde vazgeçilmez hale gelmiş, daha önceden Lübnan’da yerel olarak kaldığı varsayılan Sünni-Şii çatışması bölgeselleşmiş, yine Lübnan’da çatışmalara yol açtığı varsayılan ama bir türlü vazgeçilemeyen Fransız işi konfesyonalizm, federalizm ile birlikte bölge için tek çözüm olarak kurgulanmaya başlamış durumdayken, sürecin hala bir “devrimci çalkantı” olduğunu iddia etmek gerçeklere gözlerimizi kapatmak olur. Bütün bunları, emperyalizmin bölgede her istediğini yaptığını anlatmak için yazmıyorum. Emperyalizm, birçok başlıkta, özellikle Suriye’de kayaya tosladı, yenildi, yeni stratejiler belirlemek zorunda kaldı. Burası tamam. Bununla birlikte, tarihsel krizin kendi başına devrimciler açısından fırsat kapısı olmadığını anlamak gerekiyor. Komünistlerin en temel vazifelerinden olan, düzenin ideolojik tahkimatını kemirmek, bu tahkimatta gedikler açmak gibi husularda emperyalizm beş sene öncesine göre daha avantajlı durumdadır. “Refah devleti”nin hayaleti bile kapitalizmin tüylerini diken diken etmeye yeter ve bu bile bir tür “devrim” olarak adlandırılırken, devrimi gerçek manada hatırlamaya Ortadoğu halklarının bugün herkesten çok ihtiyacı var. Çünkü, “az devrim”in yolu, karşı-devrimle çakışmaktadır.

Öte yandan, Arap halklarının ve Ortadoğu’nun beş yıllık serüveni, radikal toplumsal değişimin koşullarına biraz daha yaklaştığımızı söylemeye engel olmamalı. Bunu, beş yıl önce halkın sokağa çıkmasına neden olan koşulların hiç değişmeden kalmış olması nedeniyle söylemek mümkün. Ancak daha önemlisi, toplumsal değişimin nasıl olacağına ilişkin “mıntıka temizliği” yapmanın mümkün olmasıdır. Tabloda eksik olan ve eksikliği fazlasıyla hissedilen işçi sınıfı ile komünistlerdir. Ortadoğu’nun kaderi, İbni Haldun’un sarkacının kırılmasıyla, sosyalizmin bir seçenek hale getirilmesiyle çizilecek.

Dipnotlar

  1.  Michele Dunne ve Nik Nevin, Egypt Now Looks a Lot Like It Did in 2010, Just Before 2011 Unrest, Wall Street Journal, 16 Aralık 2015.
  2.  Mohamed Bouazizi: Was the Arab Spring worth dying for?, Al Jazeera, 3 Ocak 2016. Gerçekten, Tunus’ta da Mısır’a benzer şekilde son yıllarda fiyatlarda devam eden bir artış ve yüksek enflasyon var. Bkz. Tunisia Inflation Rate, http://www.tradingeconomics.com/tunisia/inflation-cpi.
  3.  Örneğin Alptekin Dursunoğlu, dokuz ay arayla yazdığı iki yazıda, bölgede 2011 öncesi şartlara dönüşün başladığını ileri sürüyor. Dursunoğlu’nun Esadlı geçişi odağa aldığı bu dönüşten kastını elbette anlıyorum, bununla birlikte 2011 şartlarına dönüşün birçok açıdan eksik olduğunu düşünüyorum. Aşağıda bunun neden mümkün olmadığını açmaya çalışacağım.
    Alptekin Dursunoğlu, 2015: Bölgenin 2011 Öncesine Dönüşünün Yılı, Yakın Doğu Haber, 28 Aralık 2014.
    Alptekin Dursunoğlu, Suriye’de 2011 Öncesine Dönüşün İlk Virajı, Yakın Doğu Haber, 20 Eylül 2015.
  4.  Hamid Dabaşi, Arap Baharı – Postkolonyalizmin Sonu, Çev. Aslı T. Esen, 2015, Sümer Yayıncılık, İstanbul. Dabaşi’ye göre, “Kuzey Afrika’dan doğuya efil efil esen demokrasi rüzgarı, Nil Nehri’nden Basra Körfezi’ne, oradan Umman Denizi’ne, Hint Okyanusu üzerinden İran ve Afganistan’ın en ücra köşelerine, oradan da Orta Asya’ya ferah yasemin kokuları” gönderirken (sf. 190), “Arap Baharı’ndan kulağımıza çalınan siyasi dilin melez niteliği, ideolojik olarak bir yere bağlanamayacak ve emperyalizm tarafından gasp edilemeyecek edebi bir çokdillilik ortaya koyuyor” (sf. 307) idi.
  5.  Ernest Gellner, Muslim Society, Cambridge University Press, 1984.
  6.  Age, sf. 35.
  7.  No sex please, we’re Middle Eastern, The Economist, 2 Ocak 2016. Haberde, 1970’lerden bu yana Arap toplumlarının daha “dindar” hale geldiği ileri sürülüyor. Ancak emperyalizmin en rafine medya organlarından The Economist, bu süreç ile sermaye diktatörlüğü ve emperyalist müdahale arasındaki bağı kurmaktan elbette imtina ediyor.
    Mısır ile ilgili bir başka örnek: Mısır Cumhurbaşkanı Sisi otoritesini sağlamlaştırmak için dini kullanıyor, soL Haber Portalı, 9 Ocak 2016.
  8.  Hanène Zbiss, Dangerous alliance between Ennahda and Nidaa Tunis, Al Monitor, 2 Nisan 2014.
  9.  Bu konuda Türkiye’ye odaklanan bir tartışma için bkz. Galip Munzam, Sol ve dört soru işareti, soL Haber Portalı, 3 Ağustos 2011.
  10.  Sisi yönetiminin şiddetli protestolarına neden olsa da, Beyaz Saray’ın Mısırlı ihvancılarla ilişkisi sürüyor. Geçen sene, Obama’nın Müslüman Kardeşler’i “gizlice” desteklediğine ilişkin haberler de yayımlanmıştı. Bkz. Bill Gertz, Obama secretly backing Muslim Brotherhood, Washington Times, 3 Haziran 2015. Obama’nın kabul ettiği İhvan liderlerinden bazıları, Körfez tarafından “terörist” sayılıyor: bkz. http://www.clarionproject.org/analysis/obama-meets-us-muslim-brotherhood-leaders.
  11.  David Kaplan, Hearts, Minds and Dollars, Us News & World Report, 25 Nisan 2005.
  12.  Max Fisher, The Saudi royal family’s favorite anecdote about Iran says much more about Saudi Arabia, Vox, 5 Ocak 2016.
  13.  Gilbert Achcar, Halk İstiyor: Arap İsyanı Üzerine Radikal Bir İnceleme, çev. Sanem Öztürk, Ayrıntı, 2014, sf. 14.
  14.  Age, sf. 19.
  15.  Age, sf. 157 (vurgular benim).
  16.  Örneğin Asef Bayat, 2010 yılında yazdığı bir kitapta, “herkesin Ortadoğu’da bir değişimden bahsettiğini” kaydetmektedir. Bkz. Asef Bayat, Life as Politics, Amsterdam University Press, 2010. Aynı kitapta, Bayat’ın AKP’yi “demokratik olmayan İslamcı hareketlere alternatif” bir “post-İslamcı” hareket olarak göstermesi de (sf. 7) herhalde büyük bir ironidir.
  17.  Graham E. Fuller, The Youth Factor: The New Demographics of the Middle East and the Implications for US Policy, Brookings Institute, 2003.
  18.  Christine Lagarde, The Arab Spring, One Year On, IMF, 6 Aralık 2011.
  19.  Samuel Huntington, The Third Wave: Democratizaion in the Late Twentieth Century, 1991.
  20.  Stephen Sestanovich, Joe Biden’s Mission in Ukraine, Wall Street Journal, 7 Aralık 2015.
  21.  BAE’nin Tunus planı: ‘Obama deneyi’ni bitireceğiz, soL Haber Portalı, 9 Aralık 2015.
  22.  Shiv Malik, The Isis papers: leaked documents show how Isis is building its state, The Guardian, 7 Aralık 2015.
  23.  Martin S. Indyk, A return to the Middle Eastern great game (Part One), Brookings, 17 Şubat 2015.
  24.  Örneğin bkz. Seymour Hersh yazdı: Erdoğan IŞİD ve Nusra’yı destekliyor; ABD ordusundan Esad’a istihbarat gidiyor, soL Haber Portalı, 21 Aralık 2015.
    Önce Hersh, şimdi WSJ: ABD gizlice Suriye yönetiminin bazı unsurları ile görüşüyordu, soL Haber Portalı, 24 Aralık 2015.
  25.  Bkz. Alman istihbaratından açıklama: Suudi dış politikası fevri, soL Haber Portalı, 2 Aralık 2015.
    Alman istihbaratından Suudi raporu: Prens Selman bölgenin kumarbazı, soL Haber Portalı, 10 Ocak 2016
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×