Arap Dünyası ve Orta Doğu’daki Gelişmelere Dair

Arap Dünyası ve geniş anlamıyla Orta Doğu büyük bir dönüşüm geçiriyor. Türkiye Komünist Partisi içinde bulunduğumuz süreci, genel olarak emperyalistlerin yoğun bir restorasyon çabasının da işin içinde olduğu, bölgedeki güç dengelerinde büyük bir değişim olarak değerlendiriyor. Türkiye’deki yeni rejim ve onun iktidar partisi bu olaylarda önemli bir rol üstlendiğinden bu konudaki görüş ve analizlerimizi sizlerle paylaşmayı görev bildik.

TKP’nin temel kaygılarına açıklık getirmek üzere çeşitli sorulara cevap vermeye çalışan bu broşür partinin Merkez Komitesi’ne bağlı Uluslararası İlişkiler Bürosu tarafından hazırlanmıştır.

Bu broşürü hazırlarken şunları gözettik:

1. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Türkiye ve İkinci Cumhuriyet bu süreçte başı çekiyor. Bölgedeki gelişmeler içerisinde Türkiye kapitalizminin konumu ülkemiz için olduğu kadar Orta Doğu halkları için de önemli riskler ve tehlikeler barındırıyor. Bu nedenle, dost partileri Türkiye’nin rolünü nasıl gördüğümüz konusunda bilgilendirmek, siyasi pozisyonumuzu anlatmak ve siyasi analizlerimizi paylaşmak istiyoruz.

2. Arap dünyasındaki olayların başlamasından beri, komünist partiler ve işçi partileri, aydınlar, ilerici gazeteciler, akademisyenler vs. gelişmeler hakkında farklı, hatta bazen de birbirine zıt değerlendirmeler yapıyor ve tezler geliştiriyorlar. “Tüm süreci kucaklamak”tan, hatta emperyalizmin kullandığı dili benimsemekten, olayları emperyalist operasyonlardan biri olarak değerlendirmeye kadar uzanan bu açıklamalar bizim için kabul edilemez ve saflarımıza zarar veriyorlar. Bu nedenle, dünya komünist hareketi içerisindeki siyasi konumumuza ve değerlendirmelerimize netlik kazandırmak için bazı yanıtların altını çizmek istiyoruz. Bu netlik partilerimize dayanışma için daha güçlü bir zemin sağlayacak ve içi boş iyi niyet gösterileri ile vakit kaybetmektense birlikte mücadelenin önünü açacak.

3. Arap dünyasındaki kalkışmaların başlamasından itibaren, burjuva medyası, Birleşmiş Milletler, sivil toplum kuruluşları gibi emperyalizmin savaş kışkırtıcılığını yapan kuruluşlar insanların akıllarına saldırıyor. Dünya çapında “kamuoyu” denilen şeyin manipülasyonu, kavramların manipülasyonuyla olduğu gibi sürekli olarak yanlış haber üretmekle de sürdürülüyor. Bu kapsamdaki bir karşı propagandaya karşı komünist hareketin, güncel bilgileri paylaşmayı da şüphesiz içeren, ideolojik paylaşım mekanizmalarını güçlendirmesi gerekiyor. Bu broşürün, okuyuculara bilgi vermeyi amaçlamamakla birlikte, komünist hareketin emperyalizmin günlük propagandasını boşa çıkaracak bu yöndeki çabalarını arttırmaya katkısı olacağını ümit ediyoruz.

Bu amaçları göz önünde bulundurarak, aşağıdaki soruları ve tabii ki bunlara bizim verdiğimiz cevapları sizinle paylaşmak istiyoruz. 
 
 

Arap dünyasındaki gelişmeleri nasıl kavramsallaştırıyoruz? Süreci nasıl kavramsallaştırdığımız neden önemli?

Türkiye Komünist Partisi yayınlarında ve belgelerinde asla, emperyalist propaganda tarafından üretilmiş olan “Arap Baharı” terimini kullanmadı. Fazlasıyla açık olabilir, ancak bizce bu kavramı neden kullanmamamız gerektiği üzerine bir miktar düşünmek gerekiyor. Çok açık bir nedeni var tabii ki: Çünkü bu terim emperyalizm tarafından üretildi… Ancak bu yeterli değil, emperyalizmin bu süreci neden “Arap Baharı” olarak tanımladığı ve “devrim” kavramını nasıl bu kadar sık ve rahat kullanabildiği üzerine düşünmemiz gerekiyor. Kavramlar birtakım isimlendirmelerden ibaret değildir; toplumsal olguların kavramsallaştırılması, bunlar toplumsal algımızı şekillendirdiği ve bu olayların tarihe nasıl kaydedileceğini belirlediği için çok önemlidir. “Arap Baharı” yine emperyalizmin bir antikomünist kavramsallaştırması olan ve tarihe bu şekilde geçen “Prag Baharı”na gönderme yapmaktadır. Bu gönderme, yalnızca 1968’de Çekoslovakya’da yaşananları değil, 19891991 karşı-devrimleri ile Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Avrupa’daki reel sosyalizmlerin çözülüşünü de çağrıştırmaktadır. Yani emperyalizmin tarihteki bir diğer “zaferi”ne gönderme yapmaktadır. 
 
Bu tarihsel kesitin ideolojik çağrışımlarının da altını çizmek gerekiyor. Diğer sonuçlarının yanı sıra, söz konusu olan çok etkili olmuş bir ideolojik saldırıdır. O zamanlar “özgürlük” kavramı ciddi şekilde saldırıya uğruyordu; şimdi de, saldırıya uğrayan “devrim” kavramı ve toplumsal algıdaki yeridir. Emperyalizm, 1989-1991 karşı devrimleriyle “özgürlük” kavramının toplumdaki algısını manipüle etmek konusunda başarı kazandı; kitlelerin zihninden komünist hareket tarafından bu kavrama yüklenen değerleri silmeyi başardı. Şimdi de “Arap Baharı” kavramıyla ve bölgede sürekli olarak bir “devrim”den bahsederek devrim kavramının kendisini ele geçirmeye çalışıyorlar. 


 
Emperyalizm neden “devrim” kavramını kullanmayı tercih ediyor? Bu, kapitalizmin sürmekte olan krizi açısından riskli değil mi?

Bizce bu sorunun yanıtı basit: “Devrim” ile iktidara gelen her siyaset meşrudur… Diğer bir deyişle devrimle ele geçirilmiş bir siyasi iktidar geniş kitlelerin rızasına işaret eder ki bu da meşruiyet getirir. İşte bu gerekçeyle, emperyalizm devrim kavramını ustalıkla kullanarak bölgede meşruiyet kazanmış ortaklar “yerleştirme” fırsatını görmüş durumda. Başka bir bakış açısıyla, emperyalistlerin, kapitalist-emperyalist sistemin mevcut durumu düşünüldüğünde çok daha geçerli olan “devrim kozunu” oynama riskini aldığı söylenebilir. 

Bir kez daha emperyalizmin, kitlelerin samimi, meşru ve haklı taleplerini kendi çıkarları için boğuşuna tanık oluyoruz. Üstelik bu kez, mücadele eden kitlelerin yanında yer aldıkları yanılsamasını yaratma çabasındalar. Ancak bunlar sorunun ikinci kısmını yanıtlamak için yeterli değil. Eski işbirlikçileriyle, Bin Ali’yle, Mübarek’le, Kaddafi’yle devam etmek varken neden risk alsınlar? Emperyalizm, Suriye ve İran gibi muhalif ülkelere eski müttefiklerini kullanarak da baskı uygulayabilirdi. Risk aldılar, çünkü Arap dünyasındaki ayaklanmalar Orta Doğu’da bir “emperyalist restorasyon” olanağını sundu. 


 
“Emperyalist restorasyon”dan neyi kastediyoruz? Emperyalizm yeniden yapılanmaya ve varolan güç dengelerini altüst etmeye niçin ihtiyaç duysun?

Kuşkusuz bu soru üzerine kitap yazılabilir, biz bu kısa broşürde ayrıntılandırmadan kısaca üç nokta ile özetleyelim.

İlk olarak, bölgedeki son yirmi yıllık ABD egemenliğinin, özellikle de oğul Bush döneminin yarattığı yıkımın altını çizerek başlayalım.

İkincisi, son büyük krizin başlangıcından itibaren emperyalist blokların değişen iç dengeleridir.

Üçüncüsü de “eski müttefik yapısının” Orta Doğu’da artık geçerliliğini yitirmiş oluşudur. Son noktayı biraz daha detaylandırmak gerekebilir. Bin Ali ve Mübarek gibi işbirlikçiler, emperyalistler için hep güvenilir olmuşlardı. Ancak, önemli farklar içermelerine rağmen Bin Ali, Mübarek, Kaddafi ve hatta Baas rejimlerini benzer kılan noktalar vardı.

Tümü, Sovyetler Birliği’nin mevcudiyetini koruduğu dönemden gelme rejimlerdi. Baas dışında, kendi ülkelerinde ve bölgede kitle destekleri ve meşruiyetleri düşüktü. Ayrıca İslamcı hareketlerle bağları yoktu. Bu durum, Bin Ali, Mübarek ve Kaddafi’yi bildiğimiz anlamda “ilerici” ya da laik yapmaya yetmemekle birlikte, meşruluğunu Arap milliyetçiliğinden kaynaklanan rızadan almış rejimler olarak Müslüman Kardeşler gibi islamcı hareketleri muhalif ya da hasım olarak görmelerine neden oluyordu. İslamcı ideoloji ile hep flört halinde olmalarına rağmen, söz konusu rejimlerin istikrarı için, örgütlü İslamı iktidar yapılanmasından uzak tutmak zorundaydılar.

İşte bu, hem zaten sallantıdaki meşruiyetleri açısından hem de bölgesel olaylara emperyalizm adına müdahaledeki beceriksizliklerini ortaya çıkarmak açısından olumsuz bir durumdu.

Bize göre, emperyalizmin Orta Doğu’daki hegemonyasını yeniden düzenleme ihtiyacının temel kaynakları işte bu noktalardır. 


 
Peki “restorasyon” nedir? Öte yandan Arap dünyasındaki tüm gelişmelerin “emperyalistlerin müdahalesi” olduğunu mu söylüyoruz?

İkinci sorudan başlayalım. Hayır bunu demiyoruz. Söylediğimiz, emperyalistlerin, özellikle de ABD’nin, Tunus’taki olayların hemen ardından kendisi açısından ortaya çıkan fırsatları görmüş olduğudur. 

Bize göre, öncesinden emperyalistlerce cesaretlendirilmiş grupların varlı ğ ının da bilinmesine rağmen, Tunus, Mısır ve hatta Suriye’deki sokak gösterilerinin nesnel ve halka dayalı bir zemini vardı. Ancak politik bilinç ve önderlikten yoksun kitle hareketlenmeleri emperyalist müdahaleye karşı korunaksızdır. Bu yüzden de meşru halk ayaklanmaları bölge halklarının çıkarlarına ve kazanımlarına doğru değil, emperyalist restorasyona doğru giden iktidar değişiklikleriyle sonuçlandılar.

Restorasyon, emperyalistler ile, bizim “ılımlı” yerine “uyumlulaştırılmış” dediğimiz, İslamcı güçler arasındaki ittifak yapısının oluşturulmasıdır. Barındırdığı risklerin yanında, bu yeni müttefiklik yapısı eski hegemonya yapılanmasına karşı birden fazla üstünlük içermektedir. Hepsinden önce, eskisiyle karşılaştırıldığında bu yeni rejimler çok daha meşru, yani daha fazla halk desteğine ve rızaya sahip, yenilenmiş egemen ideolojilerdir. İkinci olarak, bu yapılanma bölgesel işlere daha rahat müdahale edebilen bir yeni “şebekeye” ve yöntemlere sahiptir. Bunu görmek için, Müslüman Kardeşler’in Hamas üzerindeki etkisini düşünmek yeter. Üçüncü olarak, eski ittifak yapısını görülmemiş biçimde yeniden hizaya sokmakta ve etkinleştirmektedir. Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Arap Birliği, Al Jazeera, Al Arabia ve benzerlerinin yeni rollerini düşünün. Bunların da ötesinde, birkaç açıklanabilir kırmızı çizgi ve boş söylemlerin dışında, İsrail’in temel çıkarlarının tüm bu süreçten olumsuz etkilendiği söylenebilir mi? Ayrıca son olarak, Türkiye’deki yeni rejimin de emperyalizmin bölgedeki operasyonu açısından son derece etkili bir araç olarak kullanılıyor olduğunu eklememiz gerekir. 


 
Türkiye bölgede nasıl bir rol oynuyor? Türkiye, gerçekten “yeni Orta Doğu” için bir “model” olarak mı dizayn edildi? Türkiye’nin “yeni rejimi” derken ne kastediyoruz?

Emperyalist ülkelerdeki burjuva medyanın Türkiye’den bölge için “model” olarak bahsettiğini biliyoruz. Yakın zamanda Mısır, Tunus ve Libya’ya yaptığı gezide Başbakan Recep Tayyip Erdoğan geçmişte görmeye alışık olmadığımız türden büyük bir halk desteği ile karşılandı.

Dostlarına inşa etmeleri gereken rejimlerin yapısı konusunda tavsiyelerde bulunurken “İslam Dünyası’nın lideri” olarak selamlandı. Her ne kadar “Ben laik bir insan değilim ama laik bir ülkeyi yönetiyorum ve siz de aynı şeyi yapmalısınız” dediğinde, örneğin, Müslüman Kardeşler tarafından benzer bir heyecanla karşılanmamış olsa da, bu konuşma AKP Hükümeti’nin bölgedeki nüfuzunun bir göstergesi olarak görüldü. Türkiye’nin bölge için “model” olduğu iddiası temelsiz görünmektedir, zira ortada böyle bir model yoktur ancak bir çerçeve vardır. “Model” bir çeşit istikrarı içinde barındırdığı için emperyalizmin orta-vadedeki ihtiyaçlarına yanıt vermemektedir. Emperyalizmin sözcüleri yakın zamanda “Türkiye, bir model değil, ancak bir ilham kaynağı olabilir” derken gerçeklere çok daha uygun biçimde Türkiye’nin rolünü tarif etmektedir. 

Dolayısıyla, Türkiye, daha derin bir kaosa sürüklenen bölge için bir model değildir, ancak asli bir aktördür, daha uygun biçimde söyleyecek olursak, emperyalizmin “taşeronu”dur. Türkiye, yeni-Osmanlıcılık’ın fiili biçimi olan bu taşeronluk rolünü olabildiğince benimsedi. Yeni-Osmanlıcılık terimi, ABD emperyalizminin amaç ve çıkarlarına uygun bir “arka bahçe” yaratma operasyonuna verilen isimdir. Uluslararası boyutun dışında, yeniOsmanlıcılık, Türkiye’deki İslamcı rejimin ülke içindeki çıkarlarına hizmet etmekte, AKP’ye, kitle desteği oluşturmasına yardımcı olan bir çeşit bölgesel liderlik söylemi üzerinden milliyetçilik ve İslamcılık arasında bir alaşım oluşturmaktadır. Yeni-Osmanlı rüyasının tam manasıyla hayata geçmesi için, ilkin Türkiye’deki rejimin yapısı değişmeliydi. Bu da 2002-2011 arasındaki süreçte gerçekleşti: Büyük tekellerin Orta Doğu’ya giriş hevesleri İslami burjuvazinin palazlandırılması ile kırıldı, işçi sınıfı ve diğer halk kesimleri dinci ideolojinin muazzam yardımı ile daha fazla parçalandı, 2008-2009 yıllarında gerçekte büyük bir iktisadi kriz yaşansa da emperyalizmin cömert desteğiyle, “iktisadi mucize” yanılsaması sürdürüldü, AKP’ye alternatif oluşturabilecek tüm olası ittifaklar her biri skandal olan hukuki-politik operasyonlar vb. ile başarılı biçimde dumura uğratıldı ve parçalandı. Bu, “İkinci Cumhuriyet”in nasıl doğduğu ve “Türkiye’deki yeni rejim” derken bizim ne kastettiğimizin kısa bir özetidir.

Bu, büyük bir yapbozun kritik parçasıydı ve aslında Orta Doğu’da emperyalist restorasyonun bir uğrağıydı. Türkiye’deki eski burjuva cumhuriyeti, halk düşmanı ve antikomünist doğasına rağmen, Büyük Ekim Devrimi’nden kalan doğum lekelerini taşımaktaydı. Türkiye burjuvazisi uzun süreden bu yana bu doğum lekelerini silmek için uğraşıyordu ve bu uğurda büyük yol katetmişlerdi. Türkiye zaten bir NATO ülkesiydi, işbirlikçiydi, Sovyetler Birliği’ne karşı emperyalizmin ileri karakoluydu. Fakat Türkiye’nin İslami bir ülke haline gelişi ve diğer ülkelerin “yeniden şekillenmesi”nde inisiyatif alması tamamen yeni bir durumdur.

Bu sayede, emperyalizmin saldırgan çocuğu, patronu adına tetiği çekmeğe hazır bir taşeronu doğmuş oldu ve şimdi yalnızca bölge halklarına dönük değil, Türkiye halklarına dönük de büyük bir tehdit oluşturuyor. 


 
İkinci Cumhuriyet, Tunus, Mısır, Libya ve şimdi de Suriye'de tam olarak hangi rolü oynadı ve oynuyor? Hem bölge hem de Türkiye halkları hangi "tehditlerle" karşı karşıya?

Bu soruyu yanıtlarken İkinci Cumhuriyet'in en bariz rollerine değinmekle yetineceğiz. Tunus ve Mısır'da AKP, Müslüman Kardeşler'in kadrolarını iktidara hazırladı. Türkiye'deki İslamcı örgütlerin siyasi ve iktisadi şebekesi ile Mısır'daki Müslüman Kardeşler örgütü arasındaki ilişkinin tarihi bir hayli geriye gidiyor. Ancak, Türkiye'deki yeni rejim şekillenirken, AKP, bu ülkelerdeki dostlarını kontrol altında tutacak ve onları "uyumlu İslam" güzergahına sokacak muazzam bir güce kavuştu. Diğer yandan, AKP Türkiye'de siyasi iktidarı tekeline alırken, ABD'ye ve İsrail'e eski ittifak yapısından kopabilmeleri için büyük bir alan açtı ve bu konuda taahhütte bulundu. Muhtemelen İkinci Cumhuriyet'in en önemli rolü buydu.  

Ancak, daha özelde, İkinci Cumhuriyet, Tunus, Mısır ve Libya'daki sözde "muhalif" hareketlere siyasi, ideolojik, iktisadi ve askeri destek sağladı. Mesela Libya'daki açık ve gizli NATO operasyonlarının içinde yer aldı, El Kaide kuvvetlerini eğitti. Mısır'da Erdoğan'ı Kahire Havaalanı'nda karşılayıp ona sevinç gösterisinde bulunanlar birkaç hafta evvel İstanbul'da Abdullah Gül ile buluşmuş olan Müslüman Kardeşler'in gençlik örgütlenmesine mensuptular.

Bu vakalarda, Türkiye'nin rolü öyle ya da böyle dolaylıydı. Ancak, Suriye özelinde durum böyle olamaz. İkinci Cumhuriyet için gerçek savaş alanı Suriye'dir. Bu nedenledir ki Türkiye, "muhaliflerin" hamiliğini üstleniyor ve hatta "Özgür Suriye Ordusu" gibi silahlı gruplara "insani gerekçeler" bahanesiyle yataklık yapıyor. Dahası, Kuzey Irak'taki Barzani Yönetimi'ne Suriye'ye dönük olası bir saldırı esnasında bu toprakları kullanma hakkı karşılığında kimi gizli garantiler verme planları yapılıyor. Her şeyden önemlisi, Türkiye, Suriye’ye dönük saldırılarda bulunan silahlı güçleri destekleyip korurken, sürekli Suriye’nin PKK’ye dönük desteği hakkındaki gerçek dışı iddiaları gündeme getiriyor. “Tehditler” başlığında meselenin iki yönünden bahsetmemiz gerekiyor. Bunlardan ilki oldukça açık: İkinci Cumhuriyet, yalnızca Suriye’yi değil İran’ı da hedef alması kuvvetle muhtemel olan uzun sürecek bir saldırının koçbaşı durumundadır. Diğer taraftan, AKP Suriye’ye karşı yükselen saldırgan tutumunu Kürt halkına dönük siyasi ve askeri operasyonları “meşrulaştırmak” için kullanıyor, ayrıca bu silahı aksi yönde de kullanmaktadır. Dolayısıyla, AKP’nin benimsediği bu taşeron rol, Türkiye ve bölge halklarını tehdit etmektedir. 
 
 

Türkiye’de emekçiler bu saldırgan politikalara nasıl karşılık veriyor? Türkiye halkları bu tehditlerin farkında mı?  

Elbette şu anda Türkiye’de işçi sınıfı ve halk kesimlerinin uzun sürmesi çok muhtemel ve tam manasıyla haksız olan bu saldırganlığa karşı nasıl tepki vereceğini söylemek çok zor. Daha doğrusu, bu saldırganlığa verilecek yanıt sınıflar mücadelesinin bir konusudur: Türkiye işçi sınıfı ülkemizdeki gerici kapitalist zorbalığa karşı başkaldırmalıdır ve bu mücadeleyi hayata geçirmek bizim tarihsel sorumluluğumuzdur.

Ancak, genel durumu tarif edecek olursak itiraf etmek gerekir ki, kamuoyu böyle sefil bir saldırıya güçlü bir şekilde karşı koymaya henüz hazır değildir. Emperyalist ülkelerde gördüğümüz gibi, savaş yanlısı propaganda makinesi bizim ülkemizde de oldukça faal ve etkin.  Üstelik siyasi iktidar bu makinenin gücünü daha da artırıyor. Bu olumsuz tabloya rağmen, İkinci Cumhuriyet’in üstlendiği role karşı yükselen sesleri de vurgulamamız gerekir. Örneğin, Kürecik halkı, bu bölgeye inşa edilecek NATO Füze Kalkanı’na karşı eylemler düzenledi.  

Öte yandan, bu yekpare propaganda makinesinin zaafları da mevcut. Doğru bilgi ile donanmış örgütlü siyasi akıl, toplumun bilinçli ve faal kesimlerini örgütleyecek şansa ve güce sahiptir.  

Bu şartlar altında, sosyalizm bayrağını olabildiğince yükseltmek, diğer komünist partiler ile dayanışmayı kuvvetlendirmek ve pratik başlıklarda karşılıklı yardımlaşmayı mümkün olduğunca sağlamak oldukça önemlidir. 

 

Türkiye Komünist Partisi Uluslararası İlişkiler Bürosu 

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×