Aşktan Ölüm: Türkiye’de Siyaset
Türkiye ve Türkçe, gerçekten düşünce fakiri mi?
Siyaset fakiri olduğu kesinlikle söylenemeyecek bir ülke ve bir dil, bu kadar kolay damgalanabilir mi?
Yanıt, eğer bir ithalat acentesi olarak yaşamayı reddediyorsanız, bellidir: Hayır!
Siyasetin en zor koşullarda bile bu kadar yoğun yaşandığı hiçbir ülkeye, “düşünce fakiri” damgası reva görülemez. Pratik, er ya da geç, düşünceyi zorlar; sokak, soyutlama gücünü gecikmeli de olsa gündeme taşır. Hatta bazen zor kullanarak taşır.
Ömer Ağın, bir süre önce çıkan kitabı “Alev, Duvar ve TKP”de, bir ömrün, eşitlik ve özgürlük mücadelesine adanmış bir ömrün geçici dökümünü veriyor. Yakınlarına ve kendisinden sonraki kuşaklara onurlu bir yaşam devrettiği hemen görülebilir. Türkiye’nin, acılı halkıyla birlikte ve sosyalist insanlık ailesi içindeki onurlu yerini almasını sağlamak amacıyla, henüz yirmilerine yeni girmişken üstlendiği yük, sanıldığından çok daha ağırdı. Kitabın her satırında bunu saptamak mümkün. Ama yükün ağırlığından, kendisine görev bildiği işlerden, yani siyasetten kaçmayan, her türlü mihnetin altına girebilen bir engin yürekli kuşağın öyküsüdür anlattığı: Türkiye’ye ve Türkiye’nin insanlarına “anlattığım sizin hikayenizdir” diyor Ağın.
Yerli bir çabanın, acıları yoğun bir Türkiye için tanım ve çözüm arayışlarının yarattığı etkiler ve bedeli, açık yürekli bu Türkiyeli’nin bilançosudur. Anlatılan, bir yüzüyle de derinlerde işleyen bir yara olarak Türkiye sevdasıdır.
Bu şekilde kaleme alınmış kitapların sayısı gerçekten de çok az. Nedense, özellikle 1975-1980 arası Türkiye siyasetinde çok etkili olmuş bir hareketlenmenin sorumluları, öncüleri, taşıyıcıları, ayrıntılı bir döküm vermeyi düşünmediler. Belki düşündüler ama herhalde cesaret edemediler. Ömer Ağın, 12 Eylül’e açılan ve sonrasını da içeren bir dönemin en önde gelen iki sosyalist siyasal hareketinden birinde, diğeri daha kitlesel bir görünüm arz eden Dev-Yol idi, yaşadıklarını yeni kuşakların değerlendirmesine sunarken yalnızdır ve bu, doğrusu hiç de kabul edilebilir bir tablo değildir.
Neden?
Çok basit: Yaşadıklarınızı eğer bir aydın değerlendirmesi olarak “yeni aydın kuşağının analizlerine malzeme” başlığı altında sunmazsanız, yazılı metin halinde tarihe bırakmazsanız, bazen basit bir mafya çetesinden farkınız kalmaz. Sözlü tarih değil, aslolan, yazılı tarihtir.
Ömer Ağın, bu kitabıyla, özgürleşecek Türkiye, eşitlikçi bir yeni ülke için, yeni zamanlara ciddi bir malzeme bırakıyor. Ham olduğu söylenemez, ama işlenmesi gerektiği kesindir. Bu haliyle, son derece anlamlı bir hizmettir.
Belki en önemlisi şudur: Ömer Ağın’ın sahiplendiği Türkiye Komünist Partisi (TKP), “kökü dışarıda” değil, tersine, her şeyiyle Türkiye’nin içinde, hem de fazlasıyla içinde bir siyasal harekettir. Bu nedenle, Türkiye işçi sınıfı üzerinde ciddi ölçülerde etkili olabilmiştir.
Böylece, daha 1970’lerin en başında, sol çevrelerde “Partizan” diye de bilinen Türkiye Sosyalist Mücadele Birliği’nin, Türkiye’deki toplumsal mücadelenin doğrudan bir ürünü olarak sahneye çıktığını görüyoruz: “Dar anlamda Partizan, geniş anlamda Sosyalist Mücadele Birliği. TKP’ye katıldığı zaman, yüzlerce insanı etkileyen, onlarca üyesi olan bir örgüttü, on beş kişi de değil…” (s. 44)
1960’ların görkemli yükselişini hazırlayan ve bu yükselişten nasibini almış genç insanların Türkiye’nin tarihine nasıl damgalarını vurduklarını gösteren kitap, ülkemiz solunun son derece “yerli” bir tarihi olduğunu, özgürlük mücadelesinin bütün diğer iyi şeyler gibi bizim özgün bir parçamız olduğunu yeniden kanıtlıyor. Dışarıdan gelen pek çok şeyin, bu damganın olumlu etkisini bazen sıfırlayabilecek bir güç, görece olumsuz bir enerji içerdiğini gösteren Ömer Ağın, bunu elbette bu ifadeleri kullanarak yapmıyor. Ama anlattığı, bize dışarıdan dayatılan değil, bizim kendi içimizden çıkardığımız, bir başka deyimle “anamızın ak sütü kadar helal” bir ışıktır. Bazen hatta kendi rolünü biraz fazla abartacak kadar yoğun bir özgüvenle karşı karşıyaydı demek ki Türkiye insanı:
“İnancım şu ki; eğer bu grup TKP’ye girmeyip, yine Sovyet çizgisinde mücadelesine devam etseydi, kendi örgütsel anlayışlarıyla toplumu örgütlemeye çalışsaydı, Türkiye devrimci hareketinin tarihi bugünden daha değişik, daha olumlu bir noktada olurdu inancındayım. (…) Her şeyi ile birbirine açık olan bir grup. TKP’nin o dönemde bu gruba çok şey katmadığına inanıyorum. Çünkü TKP’de, birkaç kişiden başka ne kadro vardı, ne bir heyecan, ne de Türkiye devrimci potansiyelini yönlendirebilecek güç. (…) İsmail Bilen’in deyimiyle: ‘Biz eşeğin kuyruğuna benziyorduk, ne uzuyor, ne de kısalıyorduk.’ ” (s. 44-45)
İşçi sınıfı hareketinin göğüslemekte güçlük çekeceği kadar yoğun bir ülkedir Ömer Ağın’ın anlattığı. Siyaset, büyük ölçüde günlük, sokakta ve yüz yüze yürüyen bir şeyse eğer, tam da Türkiye’nin bir dönemini tanımlıyor demektir. Tüm beklentilerin yerini şaşkınlığa bıraktığı bir noktada, Anadolu’nun içinden hayat fışkıran bir kaynak. Bu kaynak, Türkiye’nin dışında ölümü yaşayan üç-beş göçmen komüniste, ömürlerinin sonunda, hayal bile edemeyecekleri bir enerji aktarıyor. Ağın, bu enerjiyi üstlenip yeni bir harekete dönüştürebilecek herhangi bir mekanizmanın bulunmadığını anlatıyor. Bunu pek de yakınmadan yapıyor. Ancak, durum saptamalarından da kaçınmıyor.
Bu, başlı başına bir trajedi olmalı. Hem gelen pırıl pırıl genç kuşak için, hem de dışarıda, yolun çoktan sonuna gelmiş bir avuç yaşlı komünist için. Ama yapılan, nereden bakılırsa bakılsın bir siyasettir ve tüm şaşırtıcı refleksleriyle önümüze çıkmaktadır. İçerdikleri enerjinin hakkını veremeyen genç insanlarla, doğrusu hak ettiklerinden veya altından kalkabileceklerinden çok daha büyük bir enerji aşısıyla birdenbire sarsılan yaşlılar, bu acı yüklü sahnenin yer yer çaresiz figürleridir.
Gerçekten de bu sahnenin, Ömer Ağın’a 30 yıldan sonra geri bakıp “Keşke kendi yolumuzda yürüseymişiz” dedirtecek kadar trajik bir yanı var; kabul edilmeli.
Fakat anlatılan, belki tam da bu nedenle, bizim hikayemizdir: Dünya özgürlük ve eşitlik mücadelesinin, doğup büyüdüğümüz, kendimizi birinci derecede sorumlu saydığımız topraklardan güç alabileceğini düşünen insanların hikayesi yani. İyi.
İyi de, burada enerjisini denetleyemeyen genç bir kuşağa veya bu kuşağa yönelmiş ve SSCB ya da Alman Demokratik Cumhuriyetine sığınmış yaşlı Türk komünistlerine gerçekten ilenmek gerekiyor mu?
Tarih, bir eğilim olarak, üstesinden gelemediğimiz trajedilerin de toplamıdır. Bakış açınıza bağlı. Örneğin, henüz yirmilerini süren gencecik bir Kürt delikanlısı, Ömer Ağın ile 70’lerini geride bırakmaya hazırlanan İsmail Bilen’i Leipzig gibi bir sahnede ve Türkiye’nin adresine dair umutlarla yüz yüze başka hiçbir şey getiremez. Bir, bu var.
Bir de Ömer Ağın’ın 19 Aralık 1978’de vurulması.
Yanındaki arkadaşı öldürülen ve kendisi de şans eseri ölümden dönen, bu arada aylarca yatağa bağlı kalan genç siyaset adamı, trajedinin içinde bir başka trajediyi anlatıyor:
“Yıllar, yıllar sonra bize ateş eden insanlardan biriyle Diyarbakır Cezaevi’nde karşılaştım. İdam cezası almıştı. Soruşturmalarda bana ve Mehmet Çakmak’a ateş eden iki kişiden biri olduğunu, PKK’nın silahlı eylemlerine katıldığını kabul etmiş ve bunun üzerine idama mahkûm olmuştu. Abas Yokuş adında bir gençti. Bir gün cezaevi havalandırmasında Abas, “Ağabey, ben sizin olaydan idam cezası aldım. Gelip mahkemede bize ateş eden kişi bu değildi der misin?” dedi. Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi’nde verdiğim ifade, o genci idamdan kurtaran nedenlerden biri oldu.” (s. 128)
Türkiye’nin adresini böyle hikayelerden daha iyi ne anlatabilir? Anlatılan, gerçekten de bizim hikayemizdir.
Ancak biz, bu tür hesaplaşmaların tuzağına düşmemeyi, önünde yürüdüğü ve sırtında taşıdığı partinin zaaflarına bakarak onunla ilgili her şeyi lanetlememeyi başaran, serin fikirli bir yazarla karşı karşıyayız. Bu ülke adına kendisine inanılmaz ölçülerde acı çektirenlere, yani “Diyarbakır cehennemi”ne rağmen, kuşağının çok okuduğu Gorki’nin o sıcak insan sevgisini duyumsatan bir yazarla… Türkiye’yi sevmek, Türkleri sevmek ve Kürt halkını sınırsız sevmek, Ömer Ağın için, lütfen tenezzül edilmiş bir angarya değil; kitabın samimi akışı içinde bunu yakalamak kolay.
Başka her şey bir yana: Sevmek ve sevmeyi bilmek, bu sevginin bedelini gözünü kırpmadan ödeyebilmek, Ömer Ağın kuşağının, siyasal kıvraklığından çok daha gelişkin yanıdır. Galiba bu, o kuşağın ortak özelliğidir. İnsanlık dışı işkenceciler, eşini işkence tezgahına getirip en ağır eziyetleri onun üzerinde ve gözü önünde deneyeceklerini söylediğinde verdiği, hayat arkadaşına duyduğu sevgi ve saygının değerinden hiçbir şey yitirmeyeceği şeklindeki yanıt, bu sistemin tetikçilerince “Kansız” damgasını yemiştir. Gerçekten de insan ile hayvanın aynı kanı taşımadığını, bir hayvanın ağzından duymak başka nasıl mümkün olur ve insanlık nasıl yücelir? Böyle yücelir.
Ama, tekrar şu: Ömer Ağın, bütün bu acıları, sırtından atıp kurtulacağı bir yük değil, yerine getirilmesi gereken bir görev olarak gören kuşağın temsilcisi. Bu, bu topraklara, Türkiye halkına ve insanlığa duyduğu sevgiyle büyüyen bir sorumluluk. Ağır bir yük olduğu kuşkusuz. Birdenbire yüklenilmiş, hesapsız çocukların saflığıyla sırtlanılmış bir ağırlık: Siyasal kıvraklığı olumsuz etkileyen bir faktör, bu hesapsız birdenbirelik ise, bir başka faktör de, böyle bir yükün gerektirdiği yapıya (partiye) sahip olamamak.
1968 mi?
Değil.
Bütün bir 1971 kuşağı, Ömer Ağınlar, bu ve benzeri tuzaklarla boğuşmak zorunda kalan, ama sorumluluktan kaçmayan yeni insan malzemesinin ipuçlarını vermiyorsa eğer, başka neyin ipucunu veriyor?
Biz, kıvraklıkta kalalım. Bunun için gerçek acılı zaman aralığını tam da bu insanlar yüklendi. Ömer Ağın’ın anlattığı, sadece TKP’nin değil, Türkiye solunun neresinde olursa olsun kavga eden ve insana duyduğu sevginin bedelini ödeyen insanların hikayesidir. Temel atanların, yol açanların hikayesi.
O nedenle, siyasetin tıkanıp kaldığı, sosyalist politikanın sadece Türkiye değil, uluslararası düzeyde ölümcül yaralar aldığı bir zamandır geride kalan. Ömer Ağın’ın, bu kitaptaki sorumluluk yüklü çözümlemeleri, bulmaya çalıştığı yanıtlar, Kürt sorununun kangrenleşmesi ve TKP’nin bütün hatlarıyla yaşadığı yetersizlik, analitik bir inadın ürünü. Bir çöküşün, bir yıkılışın, bir çürümenin nedenlerini araştırırken, sözcüğün en geniş anlamında, soluk soluğa kaldığını görüyoruz. Kitabın, bir içtenliğin ürünü olduğunu, özellikle bu anlarda yeniden saptamak mümkün. TKP’nin, 70’lerin sonuna doğru içinde tıkanıp kaldığı travma ve 12 Eylül’ün biriktirdiği acılar için aranan yanıtlar, hiç de yabana atılacak gibi değil:
“Deyim yerindeyse Parti çok idealize ediliyordu. Hem tarafımızdan hem de başkaları tarafından büyütülüyordu. (…) O dönem herkes, başta devlet olmak üzere, DİSK’i ve TKP’yi Türkiye’de devrim yapabilecek kadar güçlü görüyor, ya da gösteriyordu. Parti’nin içinde de bu düşüncede olanlar vardı. (…) Parlak laflar sarf ediliyordu, ama Parti bu duruma paralel örgütlenmiş değildi. Çelişki buradaydı. Gelişmeyi kucaklayacak, gelişmeyi örgütleyecek, gelişmeyi gerekli doğrultulara gerekli biçim ve yöntemlerle yönlendirecek, kadrolarını bu noktalarda seferber edecek, kendini yeniden üretecek, hatta kadrolarını yeterince tanıyıp her birini yerli yerinde istihdam edecek örgütlü bir konumumuz yoktu. Saldırılarla karşılaşılınca bu anlaşılmaya başlandı. Bu görünüm birçok yerde panik yarattı. Bizi gözünde büyüttüğü için mevcut iktidar da paniğe kapılmıştı. Egemen güçler bu panik yüzünden devrimci güçlere acımasızca saldırıya geçmişti. Hiçbir sınır tanınmadan yapılan pervasızca işkencelerin bir nedeni de bu panikti.” (s. 145-147)
Sadece Türkiye sosyalist hareketi, TKP veya dönemin diğer ilerici örgütleri değildi gerçekçi değerlendirmelerden uzaklaşan, Türkiye’nin yönetenleri de bir korku rüzgarına kapılmıştı. Türkiye solu, sosyalist bir iktidar istemiyor, böyle bir şeyi havsalasına sığdıramıyor ve demokrasi dediği, ne olduğunu kendisinin de anlamadığı bir sığınak için çaresiz çağrılar çıkarıyordu. Anlatılan, gerçekten de sadece TKP değildir. Türk yönetenlerindeki bu hesapsızlık, siyasetin, kendi gücünü ve yönetenlerin tepkisini doğru değerlendirme gücü anlamında kıvraklıktan yoksunluğu, sonuçta Türkiye solunun tümünü avuçlarına almış bir hastalıktı. Yaşanan şiddetin, yani 12 Eylül yenilgisinin de önemli bir nedeniydi. Ama sadece Türkiye değil, Sovyetler Birliği başta olmak üzere dönemin sosyalist ülkeleri için de benzer bir değerlendirme yapmak mümkündür. Türkiye’de sosyalist umutların sıfırlanması ile 1989’da yaşanan kapitalist restorasyon dalgası çok ciddi paralellikler taşıyor çünkü.
Ömer Ağın’ın, kişisel olsun, toplumsal olsun, bu her açıdan anlamlı, sorumlu ve öğretici kitabından çıkarılacak çok sonuç var. Ancak herhalde en önemli bir sonuç, sürekli kökünün dışarıda olduğu yolunda Türkiye halkının beynine kazınan bir yalanın, maalesef bazen solun içinde de muhatap bulabilen bir gerici silahın temelsizliğidir. TKP, o çok korkulan ve her fırsatta yalanlarla süslenen “yabancı madde”, Türkiye’nin sevgili çocuklarının, yoksul bir halkın sorumlu ve acılı çocuklarının tırnaklarıyla kazarcasına kurduğu, yükselttiği, baştan sona “yerli, bizden, bizim içimizden” bir binaydı. Ağın hiç övünmeden ve hiçbir kesimi de övmeden, saptamalarıyla bu gerçeğin altını çiziyor. Bundan 35 yıla yakın bir süre önce “Partizan” diye bilinen ve “Türkiye Sosyalist Mücadele Birliği” adıyla tarihe mal olmuş bir gençler topluluğundan da önce başlayan tarihi, kitap boyunca işliyor. Kendi amacı ne olursa olsun, ondan tümüyle bağımsız bir biçimde, siyaset kazanının Türkiye’de nasıl kaynadığını bir kez daha göstermiş oluyor. Umut saçıyor:
“TKP’yi biz yarattık, dişimizle tırnağımızla. Onu Türkiye toprağına taşıdık, ulusal düzeyde örgütlenen bir parti haline getirdik. İşçiler, köylüler, aydınlar, gençler, kadınlar, Türkler, Kürtler içinde saygın konumlara yükselttik.” (s. 271)
Burada ve tüm kitap boyunca, yaratıcı bir okurun ilk göreceği nokta şudur: TKP, Türkiye toprağının bir ürünü ve tarihindeki, Türkiye toplumuna mal olmuş, yönetenleri gerçekten korkutabilmiş tek etkili döneminde de yegâne gücünü dışarıdan değil içeriden, toprağımızdan almış, kısaca “yüzde 100 Türkiye malı” bir siyasi müdahaledir. Dolayısıyla, “bize yabancı unsur” diye damgalanan bir partinin, tüm besinini yoksul Türkiye toprağının ve halkının derinliklerinden aldığını bu tür kitaplar sayesinde görmek kolaylaşıyor. Hatta başarısızlığını hazırlayan ve hızlandıran unsurları birer mikrop gibi dışarıdan kaptığını söylemek de mümkün. Yazar, böyle bir şey söylemiyor. Ama toplumsal çerçeve, bize bırakılan tarih ve büyük yenilgi, böyle sonuçlar çıkarmayı kolaylaştırıyor…
Bir anlamı olmalı.
Bütün bu dirilişlerin ve yenilgilerin bir anlamı olmalı. Var: Eşitlikçi ve özgürleştirici bir uygarlık, sosyalizm, hangi topraklarda kurulacaksa o topraklardan fışkırmalıdır. Yenilgi de, yengi de, o toprakların ürünüdür. Ömer Ağın, TKP çıkışının, Zeki Baştımar’ın veya İsmail Bilen’in konspiratif oyunlarıyla bağlantılı olmadığını bir kez daha kanıtlıyor. Birçok kesim için “malumu ilâm” da sayılabilir. Ömer Ağın, TKP’nin Türkiye sol hareketinin en yerli unsurlarından biri olduğunu gösterirken, işin ana hattına dikkat çekmek zorunda olduğunu düşünüyor:
“Bütün eksiklerimizi, zaaflarımızı Sovyetler Birliği üstüne atarsak, Sovyetler’in devlet politikasına mal edersek, bu her şeyden önce ahlaki olmaz. Kendimizi inkar etmiş ve büyük haksızlık yapmış oluruz. Yaratılan değerlere de hakaret etmiş oluruz.” (s. 261)
Yerli olmak, burada Ömer Ağın gibi Türkiye sevdalısı bir enternasyonalist, dünya vatandaşı bir Kürt için yabancıdan nefret etmek değil, kendi beynini ve omurgasını hatırlatmaktır. TKP, Türkiye’nin içinde, neredeyse destekten çok köstek olan yabancı unsurlardan uzak, öyle yaratılmış bir değerdir ve temelinde, bir avuç çaresiz ve ölümün eşiğindeki komünist göçmenin uzlette geçirdiği onyıllar değil, Türkiye toprağına bir dünyevi mucize gibi konmuş 1961-1971 çıkışı bulunmaktadır. Türkiye ilericiliğinin, yani Batı demokrasisi karşısında takla atmayı bilmeyen, “Batıcı-liberal-demokrat” mahfellerin çürütücü etkisi dışında kalabilmiş Türkiye ilericiliğinin bir ürünüdür. Genç bir ürünüdür.
Bu yoğun iç dinamik dozundan hareketle ve Ömer Ağın’ın “Alev, Duvar ve TKP” kitabına dayanarak söylenecek bir başka şey daha var: Türkiye toprağı, en olumsuz koşullarda bile siyasetin en yoğun boyutlarda yaşandığı bir ülke. Bu yoğunluk, sol siyaset için, iki kez daha fazla doğru ise eğer, şunun altını çizmek gerekiyor: Siyaset kazanı böyle bazen 1000 derecede kaynayan hiçbir ülkenin, siyaset düşüncesinde gerilerde, diyelim şu pek beğenilen “Avrupa düşüncesinin” çok gerisinde yer alması mümkün değildir. Öyle olursa, bir anormallik ile karşı karşıya kalmışız demektir. Siyasal düşüncenin, asıl önemlisi de sosyalist siyaset düşüncesinin bilhassa gelişkin olduğunu gösteren sinyaller fazlasıyla birikmiş bulunuyor. Biriktirilenler, soyutlama gücünü zorlayan, geliştiren bir toplama çoktan ulaşmış bulunuyor.
Muhatabı ve hedefi ister mülk sahipleri, ister mülksüzler olsun, siyaset pratiği bu denli gelişmiş bir ülke mutlaka bu zenginliğe karşılık gelen, kendine özgü bir siyasallaşma mekanizması da kurar. Bu zenginliğin üzerinde, yeni ve giderek derinleşen bir siyaset etme pratiği ve siyaset kuramı da mutlaka ortaya çıkar. Burada bir kendiliğindenlik aramak boşunadır, çünkü öznenin açık bir müdahalesiyle karşı karşıyayızdır. Ömer Ağın’ın sadece küçük bir kesitine işaret edebildiği kitabında anlatılan hikayeye bakarak, bu topraklarda siyasal düşünürlerin olması değil, olmaması şaşkınlık vesilesi kabul edilmelidir.
Bu, şu demek: Türkiye, büyük yenilgisinin içinde ve son çeyrek yüzyılda, özellikle sosyalist ve devrimci alanda yeni siyasal düşünürlerle tanışıyor. Ancak bu çıplak gerçeğin görünmesini, yönetenler kadar, genelde “liberal sol” adıyla etiketlenen, Ömer Ağın’ın da çare aradığı mahfel, engelleyebiliyor.
Demokrasi denilen ve bir türlü tamamlanamayan “şeyi”, Avrupa’ya çok yakışan bir düzey olarak gören ve kutsal hedeflerinden biri de AB üyeliği olan Türkiye, bir azgelişmişlik örneğidir. Dolayısıyla, “eşyanın tabiatı” gereği, siyasal düşünür vs. yetiştirecek bir toplumsal şansa sahip değilizdir.
Bu çevrelerin, Ömer Ağın’ın kitabındaki düzeyi örnek göstererek, “Burada hangi yaratıcı, derin çözümleme var?” sorusunu sorabileceklerini düşünmek mümkün. Ağın ve kitabının gücü, içerdiği soyutlamaların zenginliğinden gelmiyor oysa. Bu tür soyutlamalara kaynaklık edebilecek, aslında da etmesi gereken bir başka zenginliğe göndermede bulunuyor: Somutun zenginliğine…
Tekrar, çok tartışılan ve hiç eskimeyen bir konuya dönmüş oluyoruz: Pratiği gerçekleştiren, onu soyutlamak zorunda olan değildir. Öyle bir gücü olacağı da kuşkuludur. Ancak somutun/pratiğin zenginliğini ona yakışır boyutlarda ortaya çıkarmak, her şeye rağmen çok önemlidir. Ömer Ağın, yarattığı, gerçekleştirilmesine katkıda bulunduğu bir pratiği unutmaya teşne olanlara kötü bir oyun oynuyor. Yani, somutun zenginliğine yönelik dökümler çıkarırken, sosyalist çözümü ciddiye alan yeni kuşağa, büyük bir hizmette bulunuyor.
Ama kendi kuşağının, bu zenginlikte hiç de onurlanacak payı olmadığını düşünen isimlerini fena halde zora sokuyor; onları göreve çağırıyor: Anlatın!
Çünkü anlatmıyorlar. Hesap veremeyeceklerini, beyaz lekelerle dolu bir yenilgi tarihini anlatınca “rezil olacaklarını”, belki de boşuna yaşamış olduklarını itiraf etmiş sayılacaklarını düşünüyorlar. Ömer Ağın, kitabıyla, işte bu kaderi tersine çevirmeyi başarıyor. Somutun zenginliği içinde yeni bir umuda kan verdiğini düşünüyor. Sadece TKP’nin değil, dönemin en büyük, en kitlesel bir diğer hareketi Dev-Yol başta olmak üzere, Türkiye solunun birçok çemberini anlatmaya, somutu zenginleştirmeye çağırıyor.
Bu suskunluk çemberinin kırılmasında “Alev, Duvar ve TKP” ile çok ciddi bir adım atıldığı söylenmelidir. “Türklere Türklerin, Kürtlere de Kürtlerin penceresinden” bakmanın önemini vurgulayan Lice doğumlu bu hep genç ve fedakar kalacak Kürt için çözüm, ortaklıkta ve birliktedir:
“TKP içinde örgütlenen Kürtler, Kürt sorununun çözümünü ancak Türklerle birlikte mücadeleyle ve devletin yeniden yapılanmasıyla olası olacağını gördüler. Yazdık, çizdik, tartıştık. İçtenlikle söylemek lazım, eğer biz bu politikada, bu inançta olmasaydık, başka yerlerde mücadele ediyor olacaktık. Yani biz bilinçli olarak, birlikten yana tavır koyduk. Tek örgütlenmeyi savunduk. Dahası Kürt sorununu Türkiye’nin birliği içinde “çözmesi” gerekliliğine inandık. Kürtlerin çıkarlarının burada olduğunu söyledik. Kürt sorununu, Kürtlerin ve Türklerin el ele vererek, birlikte çalışarak psikolojik, politik değerler yaratarak, var olan olumlu değerleri koruyarak güçlendirerek çözebileceklerine inandık. Bizler böylesi bir çözüm yaklaşımı geliştirmeye çalıştık.” (s: 133-134)
“Alev, Duvar ve TKP”, tüm cepheleriyle olmasa da, en azından parti ve Kürt sorunu açısından yaşanan büyük yenilginin dökümüne önemli bir katkıdır; somutun zenginleştirilmesidir. Örnek mi? Parti, bitmişti: “Sorunlar altında büküldük. Parti dağıldı.” (s: 271) Demek, örgütler çökebiliyor. Ama insan tükenmiyor. Yarını ve yeni, adil, eşitlikçi olanı arayan insan, dünya batsa, üstte kalabiliyor. Ağın ve kitabı, bu inadın simgesidir.
Olgular, iyidir. Anlattıkça, iyidir.
Ömer Ağın
Alev, Duvar ve TKP
Gendaş Kültür, İstanbul 2003