Aydınlanma: Bizi Taşımaz, Biz Onu Taşırız

İnsanlığın sanayi sonrası topluma geçtiğini, çağımızın “bilgi çağı” olduğunu, enformasyonun belirleyici bir üretim faktörü konumuna geldiğini ve buna benzer çağ tanımlamalarını hep duyuyoruz. Kimilerine göre, yaşadığımız bu dönemde bilinen içeriğiyle kapitalizm de bitmiştir; çünkü insan kaynakları artık paradan ve yatırılmış sermayeden çok daha büyük önem kazanmıştır. O kadar ki, eğitim, “küreselleşen” dünyada ülkelerin rekabet güçlerini belirleyen başlıca etmen olup çıkmıştır.

Türkiye’ de yaşayan birçok kişi, yukarıda söylenenlerin gelişmiş batılı toplumlar için gerçek olduğunu, bizimse henüz onları geriden izleyebildiğimizi söyleyecektir. Gelgelelim, gelişmiş batılı toplumlarda yapılan alan araştırmaları, yukarıda örneklenen yakıştırmaları havada bırakacak kimi sonuçlara işaret etmektedir. Bu alan araştırmalarından biri 1994 yılında yedi ülkeden 21.000 denek üzerinde yapılmıştır. Denekler 16-25 yaş grubundandır. Araştırma, deneklerin ifade ve sayı anlama becerileriyle “belge okuryazarlığını” belirlemeye yöneliktir. “Belge okuryazarlığı”, tablo, grafik, takvim, başvuru formu, harita vb. belgeleri anlayıp bunlardan yararlanabilme becerisini anlatmaktadır. Alınan sonuçlara göre “pratik okuryazarlık” olarak tanımlanan düzeyi tutturabilen gençlerin oranının en yüksek olduğu ülke yüzde 41 ile İsveç’ tir. Yüzde 26 başarı oranı ile Hollanda ve İsviçre İsveç’i  izlemektedir. Almanya’ da başarı oranı yüzde 23 iken, ABD yüzde 14 ile Polonya’ nın hemen üzerinde, sondan ikinci gelmektedir.1

Şaşırtıcı mı? Böyle denebilir. Çünkü, gençleri bugün bu ölçüde düşük performans sergileyen ülkeler, geçmişte Aydınlanma düşüncesinin beşiğiydiler. Avrupa’ daki canlanmanın, özellikle bağımsızlık savaşı döneminde bire bir yansıma bulduğu Amerika dahil. O halde ne olmuştur? Aydınlanmayla birlikte insanlık tarihinde gerçekten çok önemli bir sıçrama gerçekleştiren bu coğrafya(lar) nasıl, hangi süreçler sonucunda “işlevsel okuryazarlığın” dramatik ölçüde geri kaldığı bir döneme girmişlerdir? Yeri gelmişken hemen belirtelim: Az önce aktarılan yalnızca bir örnektir; başka örnekler, Amerikalıların ve Avrupalıların klasik edebiyat başta olmak üzere genel kültür açısından “işlevsel okuryazarlık” göstergelerinden de geri düzeylerde olduklarına işaret etmektedir.

Sahi ne olmuştur? Bir türlü “radikalleşemeyen” Aydınlanma ve bu projenin gerçekleşmesi sayılan modernlik, insanları yeni bir karanlık çağa mı taşımaktadır?

Kısa tarihçe

Aydınlanma dendiğinde, verilen tarih 18. yüzyıldır. İki ülke ön plana çıkar: Fransa ve İngiltere (İskoçya dahil). Ancak, daha fazla ilerlemeden, gerilere, hem de epeyce gerilere gitmekte yarar var.

Tam olarak ne kadar gerilere? Bu soruya verebileceğim yanıt belirli bir saptama ile ilgili. O da şu: 18. yüzyıl Aydınlanmasının dayandığı temellerden başlıcası, kendisini önceleyen, yaklaşık 400 yıllık ve son derece radikal bir kilise karşıtlığıdır. Bu yanıta bir ek daha yapmak istiyorum: Kilise karşıtı bu radikal çizgiye, rastlantı sayılamayacak ölçüde belirgin bir “tüccar” hatta “burjuva” figürü eşlik etmektedir.

Giovanni Boccaccio 14. yüzyılda yaşamıştır. En bilinen yapıtı Decameron Hikayeleri’ nin yazılışı ise 1348-1353 dönemine rastlar. Bugün dönüp bakıldığında Boccaccio’ nun bu yıllarda Papalık’ a, kiliseye ve papazlara yönelik hınç ve aşağılamalarına şaşmamak güçtür. Kiliseye yönelik salvolara, “cennet bu dünyadadır” mesajı ve doğanın yüceltimi eşlik eder. Bütün bunlar bir yana hayli “erotik” içeriğe sahip bu öykülerde papazlardan ve kadınlardan sonra en sık beliren figür tüccarlar ve tefecilerdir. Hatta bir öyküde soyluluk ile ticaret sermayesi arasındaki “geçimsizliğe” de özel göndermede bulunulur.2

Ortaçağda, kiliseye yönelik hıncın dile getirildiği bir yapıtta tüccar figürüne bu kadar sık rastlanması ilginçtir ve not edilmesi gerekir.

Bu notun devamı da var. Ortaçağ tarihçilerine göre, Avrupa’ da ticaret, İslam fetihleri yüzünden bir dönem ciddi bir gerileme yaşıyor. Ticaretteki bu gerilemeyle birlikte Avrupa kentlerinde kilise, başka her unsuru silikleştirecek ölçüde ön plana çıkıyor. Ancak 11. yüzyılla birlikte Venedik başta olmak üzere Avrupa’ da ticaret yeniden canlanıyor. Avrupa kentlerindeki ticaret merkezlerini eski kentten ayırt etmek için buralara “yeni kent”, yeni kentte yaşayanlara da gene 11. yüzyıl başından itibaren “burjuva” deniyor.3 Ticaretteki gelişmeye bakıldığında, “kapitalist ruhu” Rönesans’ ın ve “Protestan etiğin” öncesine taşımak gerekiyor.

Gelmeye çalıştığım nokta şu: Eğer Aydınlanma uzun bir geçmişe dayanıyorsa ve bu geçmişin odağında kilise karşıtı düşüncenin gelişimi varsa, onun da ardında (ya da yanı başında) ticaret sermayesi ve dönemin burjuvaları vardır. Bu durumda Aydınlanmayı 18. yüzyılla sınırlamak, ardından aynı düşünceyi daha sonra yükselen burjuvazi tarafından temellük edilen (sınıfsal açıdan) nötr bir konuma yerleştirmek ciddi bir yanılgı olacaktır.

Yeni türeyen burjuvazi kişisel özgürlük, korunma, özel mahkemeler, ceza yasası, özerklik ve öz yönetim istiyor! Buradan yaklaşık bir yüzyıl ileriye, Machiavelli’ ye atlayabiliriz. Machiavelli “yurttaşların” yardımları ile cinayete ve şiddete başvurmadan oluşan hükümdarlığa “sivil hükümdarlık” diyor. Gene Machiavelli’ ye göre, Osmanlı Devleti ve Sudan dışındaki bütün devletlerin askerden çok halkı memnun etmesi gerekir; çünkü bu iki devlet dışında hepsinde halk askerden daha güçlüdür.4 Demek ki, “sivil toplum” nüveleri daha o dönemde ortaya çıkmış. Dikkat edilirse bu örneklerde kapsayıcı, kavramsallaştırıcı ve bütünlüklü soyutlamalar değil, pratik öneriler ve modeller söz konusudur. Tarih sahnesine çıkan burjuvazi, kendi pratiğinden kaynaklanan önerilerini ve modellerini felsefi-bütünlüklü sistemlere taşımak için, doğa bilimlerindeki gelişmeleri ve 18. yüzyıl Aydınlanmasını bekleyecektir. O güne kadar, radikalizmin şu kadarı yetecektir: “Dünyada en büyük aptallık, insanın hayatını sağduyusuna ve aklına göre değil de bir çan sesine göre ayarlamasıdır.”5 Rabelais yaklaşık 300 yıl sonra ayağa kalksaydı, çan sesinin eskisine göre daha az duyulduğunu ama sağduyu ve aklın da “piyasa” denilen bir başka güce tabi kılındığını görecekti.

Özellikle altını çizmek istiyorum: Düşünsel zenginlik ve yenilikle bunların altındaki sınıf temeli arasındaki ilişki çoğu kez karmaşık, dolambaçlı ve başkalaşmıştır. Burada, Aydınlanma öncesi kilise karşıtı düşüncenin doğrudan burjuvaziyi temsil ettiğini, bu düşüncenin temsilcilerinin de “burjuva ideologları” olduklarını söylemiyorum. İnsanlar belirli etkinlikleri izleyerek, en büyük düşman kimse onun dışında kalanları gözleyerek, belirli atmosferleri soluyarak ve hepsinden önemlisi, yerleşik, donuk ve statik olan karşısında dinamizmi ve değişimi neyin temsil ettiğini sezerek de düşüncelerini şekillendirebilirler. Üzerinde durulan dönem söz konusu olduğunda, kilise ve mutlak monarşi gibi kurumlar karşısında canlılığı, hareketliliği ve yeniliği burjuvazinin (ticaret) temsil ettiği açıktır.

18. yüzyıl Aydınlanması

18. yüzyıl Aydınlanması skolastik düşünce karşısında iki temel dayanağa sahiptir: Bunlardan birincisi ilerleme fikri ya da anlayışı, ikincisi ise materyalizmdir.

Aydınlanma düşüncesiyle birlikte gelişen ilerleme fikrinin, önceki dönemlerin döngüsel yaklaşımlarına göre çok ciddi bir açılımı temsil ettiği su götürmez. Aydınlanma öncesi düşünce, insanlığın ve toplumsal düzenlerin evrimi söz konusu olduğunda döngüsel bir anlayışa sahipti. Daha açık bir deyişle, toplumlar ve uygarlıklar doğuyor, gelişiyor, sonra da geriliyor ve çöküyordu. 18. yüzyıl Aydınlanması, başta fizik (Newton) olmak üzere doğa bilimlerindeki açılımlardan da hareketle bu döngüsel tarih anlayışına karşı çıktı. Bu karşı çıkışın getirdiği yenilik gerçekten önemlidir. “Döngüsel determinizm” belirli bir kaderciliği de öngörür; bu kadercilik, bugün için gereken ne varsa hepsinin geçmiş örneklerde zaten bulunduğunu varsaydığından yenilikçiliğin önünü keser; toplumların “akılcı” müdahalelerle yeni evrelere yönlendirilmesini ya da “düzeltilmesini” tanım gereği beyhude sayar. Aydınlanma işte bu varsayımı kırmış, “meşruluğunu geçmişten gelen ilkelerden almaya çalışmayan, bunun yerine kendi öz gerekçesini sunan yeni bir çağ düşüncesi” geliştirmiştir.6

Aydınlanma düşüncesinin iki temel dayanağından birini oluşturan ilerleme fikri sorunsuz mudur? Bu başlığın tartışılmasını daha sonraya bırakıp ikinci dayanağa geçelim.

İkinci dayanağın materyalizm olduğunu söylemiştik. Kabaca özetlersek, Aydınlanma materyalizmi, dış dünyanın (fiziksel ve beşeri) nesnel, algılanabilir, yorumlanabilir ve düzenlenebilir/değiştirilebilir olduğunu vurguluyordu. İnsanların fikirleri, bilgileri ve bilinçleri “duyumsama” ve “deneyim” gibi aracılarla dış, daha doğrusu maddi dünyayı yansıtıyordu. Üstelik bu dış dünya statik değil, hareket halindeydi, değişiyordu. Bu değişimi algılayabilen insan, sürece gerekli müdahalelerde bulunarak “ilerlemeyi” hızlandırabilir, daha akılcı bir toplum düzenine ulaşabilirdi.

Aydınlanma düşüncesinin ikinci temel dayanağı olan materyalizm sorunsuz mudur? Bunu da ilkiyle birlikte bir sonraki ara başlıkta ele almaya çalışacağım.

Ancak bundan önce kısa bir değini gerekiyor. Aydınlanmayı önceleyen kilise karşıtı düşüncenin yanı başında, bir “figür” olarak burjuvazinin de yer aldığından yukarıda söz etmiştim. Peki, burjuvazi 18. yüzyıl Aydınlanmasının neresindedir?

Özgürlük (serbestlik olarak anlayınız), laik hukuk, iyi yönetim (henüz “yönetişim” değil!), özerlik vb. Aydınlanma öncesi yüzyıllarda da üzerinde durulan motiflerdi. Bu motifleri 18. yüzyıl Aydınlanmasında da görüyoruz. 18. yüzyıl Aydınlanmasının kendisini önceleyen birikime göre sıçramacı yanı iki öğeye dayanır. Bunlardan birincisine daha önce değinilmişti: Tekil motiflerin kavramsal düzeye taşınması ve kapsayıcı felsefi sistemlerde bütünleştirilmesi (özellikle Fransız aydınlanması). Sıçramada ikinci dayanağı ise, 18. yüzyıl Aydınlanmasının önemli bir bileşenini oluşturan ekonomi politikte (İngiliz) aramak gerekir.

Aradaki fark çok açıktır. Henüz tam anlamıyla bir sınıf olmayan, yönetme talebi yerine yönetimden kolaylıklar ve serbestlikler isteyen burjuvaların yerini, 18. yüzyılla birlikte artık bir sınıf olan, bir sınıf olarak kendi varlığını gerekçelendirme gereksinimi duyan ve yönetmek isteyen burjuvazi almıştır. Ortaçağın anti-klerikal düşüncesiyle burjuvalar arasındaki ilişkiye değinilmişti. Bu ilişki, kimi yönleriyle 18. yüzyıl için de geçerlidir. Ancak 18. yüzyıl Aydınlanmacılarının yanı başında bu kez devrimci iddia taşıyan, toplumu yönetmeye talip olan, temsil ettiği dinamik “sezilmenin” ötesinde artık gözle görülen bir burjuva sınıfı vardı. Sonuçta, Ortaçağ için yapılması güç bir saptamayı 18. yüzyıl Aydınlanmacıları için dillendirmekte sakınca yoktur: 18. yüzyıl Aydınlanmacıları arasında doğrudan burjuva ideologları da vardır.

Aydınlanma ve Marksizm

Marksizmin bir Aydınlanma ürünü olduğu tartışma götürmez. Lenin’ in çok bilinen makalesine (Marksizm’ in Üç Kaynağı ve Bileşeni) bakarsak İngiliz ekonomi politiğini, Fransız sosyalizmini ve Alman felsefesini görürüz. Bunların 18. yüzyıl Aydınlanmasıyla ilişkileri konusunda kuşku duymak için bir neden var mı?

Kuşkusuz yok. Ancak “Aydınlanma-üç kaynak-Marksizm” çizgisini sıçramayı ve dönüştürmeyi dışlayan doğrusal bir çizgi olarak düşünmek, sakıncalı olmanın da ötesinde düpedüz yanlıştır: Çizginin yalnızca “üç kaynak-Marksizm” bölmesinde değil, “Aydınlanma-üç kaynak” bölmesinde de yanlıştır (çünkü ekonomi politik Fransız sosyalizmi ve Alman felsefesi, Aydınlanmanın rakipsiz mantıksal uzantıları değil, onun açtığı tayfın içinde yer alan özel uçlardır). “Doğrusal çizgi” düşüncesinin eleştirisini ayrıntıları bir yana bırakarak, Aydınlanmanın iki temel dayanağı olan ilerleme fikri ve materyalizmden hareketle yapmaya çalışacağım.

Söyleyeceğim çok açık olarak şu: Marksizm açısından bakıldığında, Aydınlanmadaki ilerleme fikrinin zaafı üretim tarzları ve sınıf mücadeleleri boyutunu dışlaması, Aydınlanma materyalizminin zaafı ise diyalektik olmamasıdır.

Evet, Aydınlanma, döngüsel tarih anlayışının dışına çıkarak “ilerleme” fikrini getirmiştir. Bunun çok önemli bir açılım olduğu daha önce teslim edilmişti. Peki, bu ilerleme, tam tamına nasıl bir ilerlemedir? Aydınlanma düşüncesinin ilerleme fikri, çok büyük ölçüde, gelişmenin önünü tıkayan kadim (eski) engellerin ortadan kaldırılmasını ve tarihsel süreç içinde birbirini izleyen dengelerin bulunmasını öngörür. Başka bir deyişle, Aydınlanma düşüncesi, kendi sıçramasına daha sonraki sıçramaları gereksizleştiren ya da olası sıçramalara karşı düzenlemelere gidilmesini öngören bir kapsayıcılık atfeder; büyük hamle bir kez yapılmıştır ve bundan sonrası “rasyonel” düzenlemelere kalmıştır. Bu durumda Aydınlanma düşüncesinin grafikten sildiği “çan eğrisinin” (doğuş, gelişme, çöküş) yerine düşük bir eğimle yükselen düz bir çizgi yerleştirdiğini söylemek mümkündür.

Örneğin Rousseau’ ya göre insanlar eşit değillerdir ve doğal süreçlerin eşitsizlikleri daha da artırması beklenebilir. Bu durumda eşitsizlikleri törpüleyip görece daha “eşitleyici” sonuçlar veren yasalarla toplumda belirli bir denge kurulması mümkündür.7 Bir adım daha atarak, Aydınlanmanın ilerleme anlayışına içrek bir ikilikten söz edebiliriz: Doğa ve toplum konusunda elde edebileceğimiz bilgilerin sınırı yoktur, ilerleme bu anlamda mutlaktır, hatta sıçramalı da olabilir; ancak toplum düzenleri söz konusu olduğunda bu bilgilerin yansıması ancak düzeltici, yatıştırıcı, dengeleyici ve yeni sıçramaları önleyici nitelik taşıyabilir. Önce pozitivizmin, sonra da Weberci rasyonalizmin köklerini bu ikilikte bulmak mümkündür.

Konuyu bir başka yönden de ele alabiliriz. “İlerleme” fikrinin, ancak “engel” kavramıyla birlikte anlam kazanabileceği açıktır. İlerlemeci düşüncenin, engel tanımı yapmaksızın gerçekten ilerlemeci düşünce olması mümkün değildir. İşte tam da bu noktada Aydınlanma düşüncesi, tarih boyunca aşağı yukarı hep aynı kalan bir “engeller” kurgusuna sahiptir: Dinsel bağnazlık, köhnemiş yapılar, alışkanlıklar, gelişmenin önünü tıkayan geleneksel kurumlar ve kısıtlamalar. Daha açık bir deyişle Aydınlanma düşüncesi, daha öncekine göre ilerleme anlamına gelen her tarihsel dönemin, daha sonraki ilerlemeye ayak bağı oluşturan kendi özel engellerini ürettiğini görememiştir.

Marx, tarihsel süreç içindeki üretim tarzları ve bu üretim tarzlarına özgü sınıf mücadeleleri konusundaki açılımlarıyla bambaşka bir ilerleme anlayışına sahiptir. Wood’ a göre Marx kendi düşüncesinin gelişiminde önemli bir dönemeç almıştır. Aydınlanmanın “ilerleme” fikri, öteden beri var olan meta üretiminin önündeki engellerin tarihsel süreç içinde ortadan kaldırılmasına dayanırken, Marx modern kapitalizmin, birikim ve rekabet öğelerinin ön plana çıktığı bir üretim tarzı olarak geçmişteki öncüllerinden farklı bir mantığa oturduğunu 1850′ lerle birlikte görmüştü.8 Wood bu bağlamda özellikle Grundrisse’ den söz etmektedir. Dönüp Grundrisse’ ye bakarsak, Marx’ taki ilerleme fikrinin Aydınlanmadakinden farkını belirgin biçimde ortaya koyan bir cümle bulabiliriz: “Doğuş önkoşullarının aşılarak, yerlerini daha farklı varlık sonuçlarına terk etmesi.” 9

Aydınlanma düşüncesinin ilerleme fikrindeki zaaf, Aydınlanma materyalizminin darlığıyla, daha açığı bu materyalizmin diyalektik olmamasıyla ilgilidir.

Aydınlanma materyalizminin bu zaafı, aslında tam tamına aydınlanmacı olan kimi yazar ve düşünürleri romantizm kavramıyla anlatılabilecek bir tepkiselliğe itmiştir. En belirgin örneklerinden biri Goethe’ dir. Goethe’ nin, özellikle “Werther” başta olmak üzere kimi yapıtlarında belirgin bir isyan görülür: Çözülen soylulukla birlikte, onun yerine aday görünen yeni burjuva dengeye, rasyonaliteye ve mekanikliğe yönelik bir isyan. Romantik tepki, insanı devasa bir mekanizmanın vidası olarak değil, başlı başına bir güç olarak görmek ister. İstenilen faal ve araştırıcı güçleri dar bir çerçeveye hapsedilmeyen, gündelik yaşam gereksinimlerinin karşılanmasına yönelik çabaların ötesine geçebilen insandır.10 Ne var ki, Aydınlanma bile böyle aşkın bir insan anlayışına “şeytan” dışında bir çıkış yolu gösterememektedir. Batı edebiyatında “Mefisto” devreye böyle girer.

Bir alternatif, Aydınlanma materyalizminde devreye Mefisto’ yu değil de Marx’ ın diyalektiğini sokmaktır. Marx’ ın diyalektiği devreye iki yoldan girer: Birincisi; dış gerçekliğin kavranması, tekil öznelerin anlamaya ve kavramaya yönelik özel çabalarının ötesinde, aynı zamanda insanlığın gündelik toplumsal yaşamının, pratiğinin sonucudur. İkincisi; insanın dış gerçekliği anlayıp kavramada kullandığı yöntemler, saf insan aklının ürünü olmayıp aynı zamanda bu gerçekliğin var oluş biçimidir. Marx’ ın diyalektiği, Aydınlanmada ve her tür materyalizmde görülen düalizmi (ikiliği) böyle aşmıştır. Böylece insan, romantik tepkiye yol açan mekanik belirlenimciliğin de, romantik tepkinin maddi gerçekliğe aşkın uçarılığının da dışında bir konuma yerleştirilmiştir.

Marx’ı bu “senteze” ulaştıran, Aydınlanma materyalizminin kapı dışarı ettiği metafiziğin daha sonra Alman felsefesinde, daha tam söylenirse spekülatif Alman felsefesinde yeni bir canlanma yaşamasıdır.11 Şöyle de söylenebilir: Aydınlanma materyalizminin mekanikliği, özneyi nesne karşısında ikinci plana iten içeriği ve ilerletici bir etkileşim öngörmeyen darlığı, bir doz spekülatif felsefe aşısı gerektirmiştir. Ama, Aydınlanma materyalizmi bu aşıdan sonra aşılayanın elinde kendisi olarak kalmayıp başka bir şey olmuştur.

Aydınlanmanın içsel frenleri

Aydınlanma düşüncesine yönelik “dış” (üçüncü dünyacı) eleştirilerden bir bölümü, bu düşüncedeki “ırkçı” dokundurmalarla ilişkilidir. Örneğin Eduardo Galeano, Voltaire’ in “Amerika kıtasının tembel ve aptal kızıl derililerle dolu olduğu” şeklindeki görüşüne isyan etmektedir.12 Jefferson’ ın ve Hume’ un zencileri “aşağı” ırk sayan değinmeleri bilinmektedir.13

Aydınlanmanın bu boyutu üzerinde fazlaca durmanın gerekli olduğunu düşünmüyorum. Açıklaması kolaydır: Gerekçe, doğrudan doğruya ırkçı önyargılar değil burjuvazi adına üretimin yüceltilmesidir; büyük bir coşkuyla selamlanan “yeni” ve “akılcı” olanın dışında kalmış halklara yönelik bir küçümsemedir. Bundan ötesi zararlıdır; insanlığın gelişiminde önemli bir yeri olan Aydınlanmanın bu yanları ve “Avrupa merkezliliği” nedeniyle üçüncü dünyacılık adına reddi, kızılacak bir papaz da olmadan oruç bozma dışında bir anlam taşımaz.

Bunları geçersek, gerek Aydınlanmanın yerli yerine oturtulması, gerekse radikal bir eleştirinin zeminlerinin oluşturulması açısından üzerinde durulması gereken daha can alıcı sorular vardır. Üstelik bu sorular Aydınlanma ile kapitalizmin bugünkü durumu arasındaki bağlantıların kurulması açısından da önemli açılımlar sağlayacaktır.

Bu bağlamdaki soruları, soru biçiminde değil de, bir biri ardına üç önermeyle ortaya koymak istiyorum: Birincisi, Aydınlanma sınıfları aşkın ya da nötr bir düşüncedir; gelişen burjuvazi Aydınlanma düşüncesini daha sonra kendine doğru çekmiş ve şekillendirmiştir. İkincisi; Aydınlanmada “düzenleyici” öğe ağır basarken, günümüz kapitalizmi ademi müdahale ideolojisiyle aslında Aydınlanmayı da reddetmektedir. Üçüncüsü; pozitivizm, Aydınlanma düşüncesinin doğal ve kaçınılmaz mecrasıdır.

Yukarıdaki önermelerden ilki konusunda söylenebilecekler aşağı yukarı bellidir ve bunlara yazının önceki bölümlerinde de değinilmiştir. Aydınlanma düşüncesi, kendi öncülleri dahil bir sınıf olarak burjuvazinin doğup gelişme süreciyle doğrudan bağlantılıdır. Ancak bu “Aydınlanma düşüncesi burjuva düşüncesi ya da ideolojisidir” anlamına gelmez. Açıklık için bir adım daha atılabilir: Marksizm de bir sınıf olarak proletaryanın doğup gelişme süreciyle doğrudan bağlantılıdır; ama Marksizm “proletaryanın düşüncesi ya da ideolojisi” değildir. Belirleyici olan, sınıf mücadeleleridir. 19. yüzyılın sınıf mücadeleleri, burjuvazi ile bağlantılı ama doğrudan “burjuva ideolojisi” olmayan aydınlanma düşüncesini iki uca çekiştirmiştir. Burjuvazi, kendine doğru çektiği Aydınlanmayı pozitivizme kadar götürmüştür. Proletarya, Aydınlanmayı kendine doğru çekip onun içinden çeşitli sosyalizm anlayışları çıkarmış, Marx ise hepsinin üstüne kucaklayıcı ve “içerip aşan” bir sistemle gitmiştir. O halde, ortada bir “temellük” (mülk edinme) gündemi varsa, bu gündem şöyle kapatılabilir: Aydınlanma, burjuvazi tarafından pozitivizme14 taşınarak, proletarya tarafından ise içinden çeşitli sosyalizm anlayışları çıkartılarak temellük edilmiştir.

İkinci önermenin açımlanması belirli bir dikkati gerektirir. Doğrudan söylenirse, Aydınlanma düşüncesi hem müdahaleci hem ademi müdahalecidir. Bu ikili yan, Aydınlanmanın tarihsel ilerleme fikrinden ve burjuvaziyle olan bağlantılarından hareketle kavranabilir: İlerlemenin önünde duran, geçmişten kalma, geleneksel, tutucu, arkaik, sınırlayıcı, kısıtlayıcı vb. ne varsa bunların ortadan kaldırılması anlamında müdahalecilik; bu engellerden arınmış biçimde işlediği görülen ve “doğallık” atfedilen herhangi bir mekanizma ya da olgu karşısında ise ademi müdahalecilik.

Müdahale-ademi müdahale ikiliğine gelmişken, Aydınlanma düşüncesinin “kıta ve ada” kanatları arasındaki nüanslara da değinebiliriz. Kapitalizmin gelişimi açısından görece geri kıta Avrupası, “engellerin kaldırılması” adına daha müdahaleci düşüncelere yol açarken, İngiltere, görece gelişmiş kapitalizmiyle daha rahat ve dolayısıyla ademi müdahalecidir. Örneğin, “Smith piyasa ekonomisini -devletler serbest bıraktığı sürece – ana toplumsal sınıfların uygun biçimde ödüllendirildiği bir düzeye ulaşma eğilimindeki kendi kendini düzenleyen bir sistem olarak görerek, Aydınlanmanın en yaygın biçimde paylaşılan varsayımlarından birini yansıttı. Philosophelar, yaygın biçimde müdahale edilmediği sürece şeylerin yöneleceği doğal bir olaylar süreci olduğunu ileri sürüyorlardı.”15

Ancak Aydınlanmanın kendi iç çeşitlenmeleri ne olursa olsun, müdahale-ademi müdahale salınımında asıl belirleyicinin, özgün düşünce sistemlerinden çok bir kez daha sınıf mücadeleleri olduğunu söylemek gerekir. Kuşkusuz, kapitalist sistem içindeki rekabet ve yer kapma kaygıları da müdahale-ademi müdahale salınımını belirleyen önemli etmenler arasındadır. Özetle şunu söylemeye çalışıyorum: Müdahaleci pratiklerle daha “bırakınız yapsınlar”cı yönelimlerin karşılaştırılmasında, Aydınlanmanın bunlardan hangisine daha fazla göz kırptığı kadar, sınıf mücadelelerine ve gündemdeki ülkenin kapitalist sistem içindeki konumuna da bakmak gerekir.

Üçüncü önermeye gelelim: “Pozitivizm, Aydınlanma düşüncesinin doğal ve kaçınılmaz mecrasıdır.” Kanımca böyle değildir. Önerme, “pozitivizm, Aydınlanma düşüncesinin beslediği epistemolojik bir konumlanıştır” biçiminde olsaydı buna itiraz etmek güçleşirdi. Önermeyi sorunlu kılan, “doğal” ve “kaçınılmaz” vurgularıdır. Eğer marksizmin kendisini de şöyle ya da böyle Aydınlanma düşüncesinin meşru uzantılarından biri sayıyorsak, az önceki “doğallık” ve “kaçınılmazlık” vurgularının peşinen reddedilmesi gerekir. Aydınlanmada, daha sonra pozitivizmin reddettiği bir yan vardır ve marksizmin ortaya çıkışında bu “yan” son derece önemli bir temel oluşturmuştur: Felsefenin, bilgiye ve bilmeye götüren gücünün teslimi ve bütünleştirici kuramsal kurgulara yer tanınması.

İsteyen, pozitivizmde, Aydınlanmadan gelen, kökeni Aydınlanmada bulunabilecek pek çok öğe saptayabilir. Bunun yerine, çok daha somut, üstelik tarihsel süreci ve sınıf mücadelelerini de işin içine katan bir saptamaya yönelmek daha gerçekçi görünmektedir: Burjuvazinin sınıf egemenliği sürdükçe, bu egemenlik yerini sosyalist bir topluma bırakmadıkça, Aydınlanma “sömürünün giderek akılcılaşmış biçimlerinin sonsuz bir tekrarı”16 anlamına gelecektir. Bu saptamadan önemli bir sonuç çıkacağını sanıyorum: Egemen sınıf olarak burjuvazinin, Aydınlanmayı tümüyle karşısına alan, Aydınlanmanın tarihsel sonuçlarının hepsini reddeden radikal bir anti-Aydınlanmacılıkla bu egemenliğini sürdürmesi mümkün değildir.

Şimdi günümüze gelebiliriz.

“Geç kapitalizm” ve Aydınlanma

Yazının başında yer alan “Uluslararası Yetişkin Okuryazarlığı Araştırması” sonuçlarını bir kez daha anımsayalım. Bu, Aydınlanmanın iflası, reddi ya da yeni bir karanlık çağa giriş anlamına mı gelir? Bu sorunun yanıtında çok dikkatli olunmasını, uç noktalara giden genellemelerden kaçınılmasını öneriyorum. Bu öneri, özellikle günümüz söz konusu olduğunda, burjuvazinin kendi sınıf egemenliğini ideolojik planda yeniden üretirken üç yöne açılışı olan bir çizgi izlemesi gerçeğinden kaynaklanıyor.

Bunlardan birincisine “aydınların afyonu” diyebiliriz. Post-modernizm, post-yapısalcılık, “yeni zamanlar”, “tarihin sonu”, “ideolojilerin sonu”, “doğrunun parçalılığı” vb. Burada atış serbesttir. İster Marksizm’ e söver, ister Aydınlanmaya lanet okursunuz. Hızınızı alamayıp 1879 Fransız Devrimi’ nin bir tür “anomali” sayılması gerektiğini, refah devleti uygulamalarının da uzun sürmüş vahim bir “tarihsel hata” olduğunu söylersiniz. Şu anda akla gelmeyen başka şeyleri de ilerde fırsat çıktığında söylersiniz. Kimse yalandan ölmediği gibi fikir fuhşundan da ölmemiştir. 1983′ te eceliyle ölen Fransız akademisyen ve filozof Raymond Aron, Marksizm’ e “aydınların afyonu” demişti. Öyle miydi ayrı ama şimdiki daha beterdir ve damardan enjeksiyonla alınmaktadır.

Ancak burjuva ideolojisinin bu yönü, burjuvazinin ideolojik egemenliğini yeniden üretmesinin tek kanalı olamaz. Gerçek filozoflardan çok gazetecilerin meraklı olduğu bu tür yönelimler, az önce değinildiği gibi “aydınların afyonudur.” Oysa, burjuva egemenliğinin sürmesi için aydınlardan çok daha önemli başkalarının da afyonlanması gerekmektedir. Özetle, birinci yön söz konusu olduğunda Aydınlanma, şöyle ya da böyle ama her durumda söylemde reddedilmiş ya da aşılmış olabilir. Ama bu, o kadar da önemli değildir.

İdeolojik yeniden üretimin ikinci yönü “kitlelere” ne verildiğiyle ya da “ortalama” insanın nerede tutulmak istendiğiyle ilgilidir. Verilen şudur: “Cüretkar idealler, özveriler, kahramanca çabalar, artık rutinleşen alışveriş ve oy verme işleri arasında silinip gidiyor; kültür, geçmişin müzelenmesine indirgenirken, felsefe ve sanat ortadan çekiliyor; teknik hesaplaşmalar, ahlaki ya da siyasal düş gücünün yerini alıyor.”17

Burada biraz durmak gerekiyor. Çünkü, işin içinde “alışveriş”, “oy verme” ve “teknik hesaplaşma” vardır ve bütün bunları Aydınlanmanın çok çok uzaklarına taşımak mümkün değildir. Daha doğrusu şöyle denmesi gerekiyor: Aydınlanma modernliğe gebeydi; az önce sayılanlar ise, kapitalist modernliğin tam tamına doğal ve kaçınılmaz sonuçlarıdır.

İyi de, düne göre farklılaşma hiç mi yok? Elbette var. Baştaki alan araştırmasının sonuçlarına dönecek olursak, Truffaut’ nun “400 Darbe” sini izleyenlere anımsatmak istiyorum. 1959 yapımı olan bu filmde, Truffaut’ nun kendi çocukluğunu anlattığı söylenir. Filmin kahramanı 14 yaşındaki Anoine Doniel’ in odasında duvara Balzac’ ın resmi asılıdır. 1965 yılında ABD’ de odalarında Carl Sandburg’ un resmi olan liseliler biliyorum.

Peki, günümüzün batılı gençliği söz konusu olduğunda bunlar düşünülebilir mi? Pop starlar, süper ve mega starlar, film ve futbol yıldızları, talk showcular vb. olabilir ama günümüz gençlerinin yatak ya da çalışma odalarının duvarlarına ciddi düşünce ve edebiyat insanlarının resimlerini asmaları herhalde pek beklenemez. Bununla birlikte, J.D. Salinger’ in 50 yıllık “Gönül Çelen” iyle yerini koruması bugün de mümkündür. Üstelik Matrix kültünden ya da G.O.R.A merakından çok daha iyidir.

“Üç yöne açılışı olan çizgi” demiştik. Üçüncü açılışta, burjuvazinin kendi egemenliğini daha “bilimsel” temellerde, gerektiğinde tarihe atıfla, çeşitli karşılaştırmalarla, özetle daha bütünlüklü biçimde yeniden ürettiği ideolojik söylemlere rastlarız. Geçmişi bırakıp günümüzdeki örneklere bakalım: “Piyasa”, “rekabet”, “dolaşım serbestisi (sermaye)”, “toplumsal uzlaşma”, “girişimci özgürlüğü”, “sosyal diyalog”, “özerklik”, “yerelleşme”, “sivil toplum”, “temsili demokrasi”, “doğrudan demokrasi” vb. (ve yerine göre “piyasanın yol açtığı kimi adaletsizlikleri azaltıcı müdahaleler” ve “yoksullukla mücadele”). İşte, bunların istisnasız hepsi, Aydınlanmanın yarattığı birikimle doğrudan doğruya ilgilidir. İstisnasız hepsinin bizatihi kendisini ya da öncüllerini Aydınlanma düşüncesinde bulmak mümkündür. Bu anlamda, burjuvazinin kendi egemenliğini ideolojik (ve siyasal) planda yeniden üretmesi, Aydınlanma ile bağların büsbütün kopartılmasını mutlak olarak engeller. Daha açık söylenirse: Aydınlanma ile her tür bağını mutlak olarak koparmış bir kapitalizm tasavvur edilemez. Dolayısıyla kapitalizm eleştirilerini “günümüz kapitalizminin Aydınlanma mirasını tümden reddetmesi” temeline oturtanların, “kapitalizm artık değişti, başka bir şey oldu” türü savlara çanak tuttuklarını ya da bu savları örtük de olsa kabullenmek zorunda kalacaklarını bilmelerinde yarar vardır.

Özetin de özeti var: Adına ister neo-liberalizm ister yeni-muhafazakarlık deyin, burjuvazinin günümüzdeki has ideolojisi ve giderek programı budur; bu da Aydınlanma düşüncesinin mantıksal sonuçları arasındadır.

Son olarak: Türkiye parantezi

“Biz yenilseydik Avrupalılık mağlup olacaktı. Biz kazandık, Avrupalılara karşı garp fikirlerini, garp esaslarını muzaffer kıldık.”18

Yukarıdaki sözleri, sahibinin sesini bugün çıkartanların ağzından 17 Aralık 2004 tarihi itibarıyla şu şekilde yinelemek mümkündür: “Tarih verilmeseydi Avrupalılık mağlup olacaktı. Tarih aldık, Avrupalılara karşı garp fikirlerini, garp esaslarını muzaffer kıldık.”

Bu sözleri, içinde kuşkusuz yer alan yalakalık, kof iddiacılık ve öykünmeciliğin ötesinde örtük bir gerçeğe işaret ettiği için aktarıyorum. “Gerçek”, Aydınlanmanın yol verdiği tayfla ilgilidir. Emperyalizm dönemi ve 1917 Ekim Devrimi, Avrupa Aydınlanmacılığının tayfını sömürgeci horgörü, korporatist-faşizan eğilimler ve yenilenmiş bir muhafazakarlıkla “zenginleştirmiştir.” Hamdullah Suphi, Aydınlanmanın belirli yönlerine takılıp kaldığı için bu “zenginleşmeyi” görememiş Kurtuluş Savaşı’ yla Türkiye’ nin Avrupalılara gerçek “kendilerini” anımsattığını, bir tür “ders verdiğini” sanmıştır.

Sosyalist sistemin varlığı ve iki sistem arasındaki mücadele, aydınlanma tayfının renk zenginliğini azaltmamış ama çeşitliliğin iki ana başlık, kapitalizm ve sosyalizm altında toplanmasına, bu anlamda bir sadeleşmeye yol açmıştır. Sosyalist sistemin çöküşüyle birlikte tayf yeniden açılmış, sadelik ortadan kalkmış, Aydınlanmanın uçları, versiyonları, yorumları vb. kendi adlarına ortalıkta gezinir olmuştur. 17 Aralık 2004′ e dönecek ve az önce değinilen “üç yönlü açılışa” bakacak olursak, AB’ nin Türkiye’ yi yeni sağcısıyla, dincisiyle, gelenekselcisiyle vb. istemediğini ama başat durumdaki neo-liberaliyle istediğini söyleyebiliriz. Kuşkusuz, AB-Türkiye ilişkilerinde ve gerilimlerinde üzerinde durulması gereken çok önemli başka motifler ve başlıklar da vardır; ancak konuyu Aydınlanma-onun mirasçısı AB-Türkiye bağlamında ele aldığımızda şunu söylemekte bir sakınca olduğunu sanmıyorum: Eğer Avrupa kapitalizmi Aydınlanmanın mirasını büsbütün reddetmiş, bu mirastan büsbütün kopmuş olsaydı, bu son tahlilde kapitalizme içsel sezgi, içgüdü, rasyonalite ve yönelimlerden de kopma anlamına gelirdi ve böylesine kopuşmuş bir Avrupa’ nın Türkiye’ yi düşünmesi söz konusu bile olmazdı.

6 yıl önce yazılanları yineleyerek bitiriyorum:

“Aydınlanmanın, kendi başına, bir proje olarak iflas ettiğini ilan etmek son derece soyut ve temelsiz bir ifadedir. Aydınlanma iflas etmemiştir; içinden fışkırttığı çeşitliliği bir sisteme ve bütünlüğe taşıyan alternatiflerden biri olan sosyalizm gerilediği ve gücünü yitirdiği için, bugün bu çeşitlilikle tek başına kalmanın çaresizliğini ve tıkanıklığını yaşamaktadır. Özetle Aydınlanma, Aydınlanma olarak iflas etmemiş, kendini sürdürülebilir kılacağı biricik alternatif gerilediği için tıkanmıştır.”19

Bunun için, aydınlanma bizi taşımaz, biz onu taşırız.

Dipnotlar

  1. “Uluslararası Yetişkin Okur Yazarlığı Araştırması” sonuçları için bkz. UNICEF, The Progress of Nations, 1996, s.47.
  2. G. Boccaccio, Decameron Hikayeleri II, çeviren: Feridun Timur, Sosyal Yayınlar, 1984, s.190.
  3. Henri Pirenne, Ortaçağ Kentleri, çeviren: Şadan Karadeniz, Dost Yayınları, 1982, s.110.
  4. N. Machiavelli, Hükümdar, çeviren: Selahattin Bağdatlı, Sosyal Yayınlar, 1984, s.96.
  5. F. Rabelais, Gargantua, çevirenler: S. Eyüboğlu, A. Erhat ve V. Günyol, Cem Yayınları, 2. Basım 1983, s.208.
  6. Alex Callinicos, Toplum Kuramı: Tarihsel Bir Bakış, çeviren: Yasemin Tezgiden, İletişim Yayınları, 2004, s.31.
  7. J. Rousseau, Toplum Sözleşmesi, çeviren: Vedat Günyol, Adam Yayınları, 1982, s.64.
  8. E. M. Wood, Kapitalizm Demokrasiye Karşı, çeviren: Şahin Artan, İletişim Yayınları, 2003, s.182.
  9. K. Marx, Grundrisse, çeviren: S. Nişanyan, Birikim, 1979, s.497-498.
  10. W. Goethe, Genç Werther’ in Istırapları, çeviren: Recai Bilgin, Remzi Kitabevi, 1967, s.14-15.
  11. K. Marx, “The Holly Family”, Marx-Engels, Collected Works, c.4, 1977, s.125.
  12. E. Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları, çeviren: A. Tokatlı, Alan Yayınları, 1983, s.54.
  13. Callinicos, a.g.e., s.58.
  14. Aydınlanmanın burjuvazi tarafından “pozitivizm olarak temellükü” derken belirli notlar düşme gereksinimi ortaya çıkıyor: Burjuvazi, temellük ettiği pozitivizmi hiçbir zaman kendi sınırlarına kadar götürmemiştir. Başka bir deyişle burjuvazi, her tür metafiziğin reddini hiçbir zaman göze alamamış, “bilimleri” her zaman ve mutlaka bir “yaratıcılık” nosyonuyla çevreleme gereği duymuştur. Burjuvazinin pozitivizmi, örneğin eşitlik, sömürü, değer vb. kavramların “bilimsel ve bilinebilir” olanın dışında sayılmasıyla şekillenmiştir.
  15. Callinicos, a.g.y., s.39.
  16. Eugene Lunn, Marksizm ve Modernizm, çeviren: Yavuz Alogan, Alan Yayıncılık, 1995, s.295.
  17. Perry Anderson, “The ends of History”, A Zone of Engagement içinde, Verso, 1992, s.283.
  18. Hamdullah Suphi Tanrıöver’ in 1930 tarihli Türk Yurdu dergisinde yayınlanan yazısından aktaran Baskın Oran, Atatürk Milliyetçiliği: Resmi İdeoloji Dışı Bir İnceleme, Dost Yayınları, 1982, s.122.
  19. Metin Çulhaoğlu, “Marksizm, Aydınlanma ve Günümüz”, Sosyalist Politika, No:19, Aralık 1998, s.11.