Bankacılık Sektöründe “Yabancılaşma” ve Yeni Kriz Dinamikleri: Oligarklar ve Kıyakçılar

Gözünüzün önüne bir Türk filmi sahnesi getirin. Ağa tarafından borçlandırılmış yoksul bir ailenin tek geçim kaynağı olan ineği, ağanın adamları tarafından zorla aileden alınıyor. İnek çok besili değildir belki, ama doğurgandır. Ağa, yoksul ailenin ineğini Hollanda’dan getirttiği damızlık boğasına eş seçmiştir. Çiftleşme gerçekleşecek. Ama karnı aç, bakımsız, yoksul aile ineğinin havaya girmesi pek öyle kolay değil. İneği zorla yoksul aileden kopartan ağanın adamlarına iş düşüyor yine. Çiftleşmenin gerçekleşebilmesi için hayvanların sakinleştirilmesi ve birleştirilmesi gerek. Ağanın adamlarına düşen Hollanda boğasına “kıyakçılık” yapmaktır. Hain kahkahalarla dışavurdukları bir keyifle yaparlar bu işi, çünkü onlar, adı üstünde, kıyakçıdır…

Türkiye burjuvazisinin uluslararası mali oligarşi1 karşısındaki konumu işte budur: Kıyakçılık. 2001 krizi sonrasında yoksulluktan kırılan bu toplumun değerlerini gözlerini bile kırpmadan, azgınlıktan kudurmuş, sürekli semiren tekellere tek tek peşkeş çektiler, çekmeye devam ediyorlar. Ülkenin neredeyse tüm kamu kurumları ve tüm bankaları yabancı tekellere satıldı. Bir sonraki kriz, artık açıkça görülüyor, Türkiye’nin “para eden” bütün şirketlerinin emperyalist tekellere devredilmesiyle sonuçlanacak.

Marx, henüz kapitalizmin tekelci aşamasına geçilmeden önce, sistemin merkezileşme ve yoğunlaşma yönünde tarihsel bir eğilim taşıdığını görmüştü. Artı Değer Teorileri’nde şunları yazıyordu:

“Azalan kâr oranı yasasının iktisatçılar üzerinde yarattığı terörünün ötesindeki en önemli sonucu, sermayenin sürekli artan yoğunlaşması, yani küçük sermayelerin sürekli olarak artan sermayesizleşmesidir. Bu, genel olarak, kapitalist üretimin bütün yasalarının bir sonucudur.” 2

Marx, henüz tekelci aşamaya geçilmeden kapitalizmin krizlerinin, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi eğilimini beslediğini görmüştü. Şimdi tekellere dünya piyasası yetmemektedir. Sürekli genişleyen piyasalar ve ağırlaşan krizler altında tekellerin yuttuğu lokmalar giderek büyümekte ama bu, yine de yetmemektedir.

Bu doymazlığın en başarılı analizini Lenin’in Emperyalizm’inde buluyoruz. Tekellerin egemenliğindeki kapitalist sistem, aynı zamanda bir mali oligarşinin oluşmasına yol açmıştır. Ortaya bir oligarklar ve kıyakçılar düzeni çıkmaktadır. Bankacılığın bu yeni rolüne dair Lenin şunları yazıyor:

“Bankacılık geliştikçe ve az sayıda kurumun elinde yoğunlaştıkça, bankalar basit aracılardan, neredeyse bütün kapitalistlerin ve küçük işadamlarının para sermayesini ve ayrıca hem herhangi bir ülkedeki hem de bir dizi ülkedeki üretim araçlarının ve hammadde kaynaklarının daha büyük bir kısmını yöneten güçlü tekellere dönüştüler. Çok sayıdaki basit aracının bir avuç tekele dönüşümü, kapitalizmden kapitalist emperyalizme geçişin temel süreçlerinden bir tanesidir.”3

Marx’ın, sonrasında Hilferding’in ve daha sonra Lenin’in gördükleri süreç, bir avuç tekelin dünya piyasası üzerinde artan bir denetim ve egemenlik kurmasıydı. Bu yeni iktidar biçimi bir dizi kurumsal dönüşümü beraberinde getirdi. Bankacılığın uluslararası mali oligarşiye dönüşmesi bu kurumsal başkalaşmanın en can alıcı biçimlerinden bir tanesidir. Dünya piyasasının eşitsiz gelişim altında bütünleştirilmesi ve egemenlik altına alınması, bu sürecin ana özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Dev bankacılık tekelleri sadece daha küçük bankaları yutmakla kalmadı, bütün bir sermayeyi kredi, satın alma, vb. gibi araçlarla kendisine bağlayarak, devasa bir mali sermaye egemenliğinin yaratılmasında başrolü oynadı. Şu noktanın altı kalınca çizilmeli; sermayenin yoğunlaşması ve mali sermayenin oluşumu en çok, mali oligarşinin artan uluslararası denetimi ve egemenliği ile ilgilidir. Mali oligarşi yayılmadan, denetlemeden, egemenlik kurmadan yaşayamaz. Lenin’in bir çeşit “stilize olgu” olarak betimlediği gibi, bankaların bu süreçteki rolü büyüktür:

“Eskiden birkaç kapitalistin cari hesaplarını tutan bir banka, bütünüyle teknik ve tamamen yardımcı bir işlem yürütmekteydi. Ancak bu işlem muazzam boyutları kapsamaya başladığında, gerek ticari gerek endüstriyel, bir avuç tekelin kapitalist toplumun tamamına ait bütün işlemleri kendi iradelerine tabi kıldığını görmekteyiz; çünkü [bankalar] bankacılık bağlantıları, cari hesapları ve diğer mali işlemleri sayesinde ilk olarak çeşitli kapitalistlerin mali durumlarını tam olarak tespit etmeye, daha sonra kredileri daraltarak veya genişleterek, açarak veya kapatarak onları denetim altına almaya ve son olarak da, gelirlerini belirleme, onları sermayeden yoksun bırakma veya sermayelerini hızla ve muazzam ölçüde artırmalarını sağlama, vs. yoluyla kaderlerini tam anlamıyla tayin etmeye muktedirdirler.”4

Mali sermayenin geç kapitalistleşen ülkelerdeki yoğunlaşması, eşitsiz gelişme yasasına tabidir dedik. Bu, geri kalmış kapitalist ülkelerdeki en güçlü bankaların uluslararası mali oligarşiyle bağlantıları en güçlü olanlar olduğu anlamına geliyor. Bu nedenle bu bankaların gücünün artması, o ülkede emperyalist mali oligarşinin gücünün artmasına koşut seyretmektedir. Mali sermayenin yoğunlaşması, emperyalist tahakkümün yoğunlaşması ile beraber ilerlemektedir; hareket yasasıysa eşitsiz gelişmedir. Bu hareket yasası, hiçbir zaman ve hiçbir koşulda bağımlı ülkenin “bağımsız” ve “istikrarlı” bir kurumsal çerçeve yaratmasına izin verilmemesi anlamını taşımaktadır. Bağımlı ülkedeki sermaye egemenliği, ancak ve ancak bağımlılık, yani mali oligarşinin tahakkümü arttığı sürece derinleştirilebilir. Başka türlüsü mümkün değildir.

Lenin’in sunduğu bu modelin geçerliliğini sürdürdüğü çok açık. Değişen ne var? Kurumsal yapı ve araçlar değişmiştir. Artık mali oligarşinin elinde daha fazla araç, eşitsiz gelişme yasasının belirlediği çerçevede yeni kurumlar bulunmaktadır. Özde bir değişiklik bulunmamaktadır ancak bu, yeni kurumların yarattığı sonuçların önemsiz olduğu anlamına gelmemektedir.

Örneğin mali serbestleştirme diye adlandırılan süreç, geri kalmış kapitalist ülkelerde bankacılık krizlerini derinleştirmiş, sıklığını artırmıştır. Mali deregülasyon, piyasa yapısıyla mali krizler arasında ne tür bir ilişki bulunduğunu yeniden yoğun bir tartışmanın konusu haline getirmiştir. Burjuva iktisadı içinde sermaye yoğunlaşması ile mali istikrar arasında pozitif bir ilişki olduğunu öne sürenler bulunmaktadır. Bu iddiaya gerekçe olarak, banka tekellerinin işlemlerini çeşitlendirmekte daha başarılı olduklarını ve küçük bankalara kıyasla bunların faaliyetlerinin izlenmesinin daha kolay olduğunu göstermektedirler. Ayrıca yoğunlaşmış bir bankacılık sektöründe kârlılığın daha yüksek olmasının mali kırılganlığa karşı bir tampon işlevi göreceğini de söylemektedirler.5

Burjuva iktisadı içinde ortaya atılan bir diğer görüş, yoğunlaşmanın mali kırılganlık riskini beraberinde getirdiğini savunmaktadır. Bu görüşün özeti ise şudur:

” ‘Yoğunlaşma-kırılganlık’ görüşünün savunucuları, ilk olarak, büyük bankaların örtülü ‘başarısız olmak için çok büyük’ politikaları sayesinde sık sık sübvanse edildiklerini belirtmektedirler. Büyük bankalara sunulan bu destek, bu bankaların risk almalarını daha fazla teşvik etmekte ve yoğunlaşmış bankacılık sistemlerinde kırılganlığı artırmaktadır (…). Yoğunlaşma-kırılganlık görüşünün savunucuları, ikinci olarak, birkaç büyük bankanın pek çok küçük bankaya göre izlenmelerinin daha kolay olduğu görüşüne katılmamaktadır. Eğer ölçek, karmaşıklık düzeyiyle pozitif bir ilişki içindeyse, büyük bankaların küçüklerden daha az şeffaf olmaları ve bunun da yoğunlaşma ve kırılganlık arasında pozitif bir ilişki yaratması mümkündür. Son olarak, Boyd ve de Nicolo (2003) büyük piyasa gücüne sahip bankaların firmalara daha yüksek faiz oranı uygulayarak onları daha fazla risk almaya yönlendirdiklerini vurgulamaktadır.”6

Türkiye’de 2001 krizi sonrasında gazete ve televizyonlardan sürekli olarak “çok fazla banka var, bankalar çok küçük” propagandasının yapıldığını hatırlayalım. Üstelik bu, emperyalist ülkelerle kıyaslandığında doğrudur da. Ancak krizin kaynağının burada olduğu iddia edilebilir mi?

Bu propagandanın bir diğer boyutu şuydu: “Yabancı bankalar gelsin!” Neden? Çünkü yabancı bankaların gelmesi, kredi piyasalarında disiplini artıracak, ayrıca bankacılık sektörünün sermaye derinliği artacak, hatır-gönül kredilerinin getirdiği sorunlar aşılacak. Yabancı bankalar geldi. Şimdi ne oluyor? Otel odalarında yurtdışına sermaye kaçırıp, aynı sermayeyi borç olarak Türkiye’ye geri satıyorlar. Yatırıma yönlendirilen mali kaynaklar artmıyor. Bu bankalar, Türkiye’nin kârlı işletmelerini tek tek tespit ediyor ve onlara kredi açıyorlar. Hem de görülmemiş kolaylıklarla. Böylece bir taşla iki kuş vurulmuş oluyor: Hem riskli, para etmeyen şirketler mali sermayenin yatırım portföyünden elenmiş oluyor, hem de kârlı işletmeler hızla borçlandırılarak yeni bir ele geçirme dalgasının zemini hazırlanmış oluyor. Artık çok açık görünen bir tablo karşımıza çıkmaktadır; bir sonraki kriz, Türkiye’nin bütün büyük ve kârlı işletmelerinin yabancılara satışına ve küçük işletmelerin iflasına yol açacak. Bir önceki krize kıyasla çok daha yaygın bir işsizlik ve yoksullaşma dalgası yaşanacak. Mali oligarşi, bağımlı ülkelere kâr getirecek ne varsa hepsini ele geçirmek amacıyla yerleşmektedir. Tekelleşmenin anlamı, Lenin’den beri biliyoruz, budur.

Türkiye sermaye sınıfının da bu süreçten zararlı çıkacağı söylenebilir mi? Özellikle büyük burjuvazi için cevap olumsuzdur. Çünkü büyük burjuvazi kendisi için kazançlı bir alışveriş yürütmektedir. Şirket fiyatlarının en yüksek olduğu noktada şirketlerini satıp, servetlerini ülke dışına transfer etmiş olacaklar. Buna kayıp denebilir mi?

Bir başka nokta da şu; istatistiğin egemenliği iktisadi düşünceye büyük zararlar vermiştir. Birkaç değişken arasındaki korelasyonun araştırılması, yapının ve süreçlerin analizinin önüne geçmekte, özde yatan dinamikleri saklamaktadır. Yoğunlaşma istikrar getirir mi, getirmez mi sorusu yanlış bir sorudur. Emperyalizme bağımlı bir ülkede, Marx’ın gördüğü ve Lenin’in bütünlüklü bir tahlilini yaptığı gibi, tekelleşmenin artması, bağımlılığın derinleşmesi anlamına gelmektedir. Ancak biz sosyalizmde tek bir devlet bankasının yeteceğini savunuyoruz. O halde yoğunlaşma istikrar getirir de, getirmez de. Her ikisi de doğrudur; cevap, hangi sistemden bahsettiğimize bağlıdır. Emperyalizme bağımlı bir ülke için sorulması gereken soru, bağımlılık ilişkisinin ne biçimde derinleştirildiği ve bu yeni düzeyde ortaya nasıl bir yapı çıktığıdır. Bu nedenle yukarıda özetlenen her iki görüş de yetersizdir.

Bağımlı ülkede tekelleşme-sermayenin yoğunlaşması, piyasanın, emperyalist mali oligarşiyle bağları en güçlü olan az sayıdaki sermaye tarafından denetimidir. O halde bağımlı ülkede faaliyet gösteren yerel tekellerin içinde devindiği ortam bizzat emperyalizm tarafından belirlenmiştir. Yani sisteme içkin, istenirse makroekonomik denilebilir, bir istikrarsızlık kaynağı vardır. Çünkü mali oligarşi daha fazla piyasa istemekte, mevcut paylaşımdan yeniden paylaşıma geçişi dayatmakta, doymamakta ve yeniden paylaşmaktan vazgeçmemektedir. Sistemin denetimi, piyasanın düzenlenmesi, gerekli iktisat politikası araçları; hepsi dışsaldır, emperyalizmin kontrolündedir. Tekeller güçlendikçe bu araçlar daha da fazla teslim edilmektedir. Nedensellik ilişkisinin yönü, mali piyasalar için, makroekonomik faktörlerden, aktif kalitesine ve oradan bankacılık sektörünün yapısına doğrudur. Sonuncusu ilkinin barındırdığı kriz dinamiklerini geri beslemektedir.

Türkiye burjuvazisi, 1980’den beri bankacılık sektörünü etkileyen her kriz sonrasında Türkiye’nin mali oligarşiye bağımlılığını derinleştiren bir adım atmıştır. 2001 krizi sonrasında sektörün bütün olarak “yabancılaşması” düzeyine varılmıştır. Bir sonraki krizin sonuçlarını bu şartlar altında öngörmek durumundayız.

Kısa dönemli genişlemenin sonuna doğru

Hymann Minsky’nin gelişmiş bir mali sistemin temel özelliği olarak gördüğü husus, sistemin kâr beklentilerini gerçek nakit akışına dönüştürme yeteneğiydi. Nakit akışı sadece finansal varlıkları değil, sermaye mallarını da içerir. Sermaye mallarının fiyatı, belirli bir iskonto rayicine göre ağırlıklandırılan beklenen gelecekteki gelirin bugünkü değerine göre belirlenir. Bu hesaplama yatırımın talep fiyatını belirler. Beklenen kârlar firmanın yükümlülüklerinden daha hızlı arttığı sürece yatırım talebi artmaya devam edecektir. Minsky’ye göre, erken genişleme döneminin özelliği, yatırım talebinin artması, kredi genişlemesi ve artan kâr beklentilerinin bir arada gelişmesidir. Bu süreç, kendi içinde çöküşün dinamiklerini de barındırır.

Erken genişleme döneminde firmaların çoğunluğu, emniyetli (hedge) finansman aracılığıyla yatırımlarını finanse ederler. Yani erken genişleme döneminde likit fonların akış hızı, firmanın yükümlülüklerinin artış hızından daha yüksektir. Böylece bu dönem boyunca firmaların özvarlıkları artmaya devam eder. Ancak aynı süreç, gelecekteki gelir akışına dair aşırı iyimser beklentilerin ortaya çıkmasına yol açar. Bu da tedrici olarak spekülatif finansmana yönlenen şirket sayısını artırır. Spekülatif finansmanla beraber artan sayıda firma gelecekteki gelir beklentilerine ilişkin aşırı iyimserlikten kaynaklanan kredi genişlemesinden yararlanır ve hızla borçlanır.

Bu dinamiğin iki sonucu vardır: Bir, belirli bir noktadan sonra spekülatif birimlerin sayısı arttıkça, yatırımın talep fiyatı artan borçlu riski dolayısıyla düşmeye başlar. Öte yandan borçlu firma sayısı arttıkça artan alacaklı riski nedeniyle yatırımın arz fiyatı artmaya başlar. Yatırımın arz ve talep fiyatları birbirine yaklaştıkça yatırımın artış hızı düşer ve genişleme yerini daralmaya bırakır. Aynı süreç, artan borçlu ve alacaklı riskleri nedeniyle faiz oranlarının artması yönünde bir basınca yol açar.

Faiz oranı arttıkça, firmalar yükümlülüklerini çevirmek konusunda daha fazla zorluk yaşamaya başlarlar ve böylece Ponzi finansmana yönelen firma sayısı hızla artar. Ponzi finansman, bütün nakit akışının borç faizlerinin ödemesine yönlendirildiği finansman türüdür. Bu tür finansmana yönelen firma sayısı arttıkça kredi sisteminin çökmesi ve mali kriz kaçınılmaz olur. Özetle mali kriz ve kredi sisteminin çöküşü sistemin işleyişine içkin dinamiklerdir.

Minsky’nin modelinin bazı önemli boşlukları var.7 Bu sorunların farkında olarak bugün dünya ekonomisinin durumuna dair bazı gözlemleri “Minsky çevrimi” çerçevesinde aktaralım.

Birinci gözlem emperyalist merkezlerde yavaş da olsa büyümenin devam etmesi, enflasyonun ve faiz oranlarının düşük seyretmesidir. Her ne kadar ABD ekonomisinin dış açık boyutu önemli bir istikrarsızlık kaynağı olmaya devam etse de, genel olarak uluslararası piyasalarda iyimserliğin yaygın olduğu bir dönemden geçiyoruz.

İkinci gözlem, son iki yılda ama özellikle de 2006 yılında şirket birleşmelerinin, yani sermaye yoğunlaşmasının görülmedik bir ivme kazanmasıdır. 2006 yılı şirket birleşmelerinin ve ele geçirmelerin son altı yılın ortalamasına göre en yüksek olduğu seneydi. Avrupa’da senenin ilk yarısında birleşen veya el değiştiren şirketlerin piyasa değeri bir önceki yılın aynı dönemine oranla yüzde 130 arttı. Birleşme ve el değiştirme değeri günlük 10 milyar dolar düzeyine çıktı yani 2000 yılındaki ABD merkezli mali balonun patlamasından sonraki en yüksek değere ulaştı.8 Bu hızlı yoğunlaşma sürecinin temel dinamiği uluslararası faiz oranlarının düşük olduğu dolayısıyla dünya ekonomisinde likidite bolluğunun yaşandığı bir dönemde, finans dışı özel şirketlerin borçlarını hızla artırmaları ve şirket sahiplerinin piyasa değeri en yüksek seviyedeyken işletmelerini elden çıkartmaya çalışmalarıdır. Borç yükünü taşıyamamaya başlayan firmalar için spekülatif kazanç elde etme olanaklarının açık olduğu bir genişleme döneminden geçiyoruz. Başka bir ifadeyle Minsky’nin modeline göre düşünürsek bir genişleme döneminin geç evresini yaşadığımızı söyleyebiliriz. Nitekim Standard and Poor’s adlı kredi derecelendirme kuruluşunun bildirdiğine göre özel menkul kıymet şirketlerince ele geçirilen şirketlerin, borç/nakit akışı oranı 2006’da rekor düzeye (5.4) çıkmış bulunuyor.9 Şirketler uluslararası piyasalardan kolayca borçlanıyorlar ve daha sonra el değiştiriyorlar.

Hızlı bir tekelleşme dönemindeyiz ve oligarklar bu sürecin bir noktada tersine döneceğinin elbette farkında. Daralma ve kriz dönemine girmeden önce mümkün olduğu kadar çok kârlı işletmeyi ele geçirmeye çalışıyorlar. Bu dönemde kredi kalitesinin nasıl değiştiğine bakmaksızın kredi bolluğunun devam etmesi tekellerin çıkarlarıyla uyumlu bulunmaktadır. Risk almak için uygun bir dönem yaşanmaktadır.10

Üçüncü gözlem, mali sistemin likidite yaratarak söz konusu tekelleşme döneminin dayanaklarını desteklemekte olmasıdır. Likidite bolluğu seksenlerin başından beri devam eden bir süreç. Bankalar neoliberal dönemin başından beri bu muazzam mali genişlemeyi besleyecek biçimde işlemlerini çeşitlendirdiler.11 Bu açıdan bakıldığında güneşin altında yeni bir şey yok denilebilir. Ancak likidite hacmindeki değişim hızının ve bankaların mali sermayeyi nasıl döndürdüklerinin ne tür mekanizmalara yaslandıklarının izlenmesi tekeller arasındaki paylaşım mücadelesinin durumuna dair önemli bir gösterge olmaktadır.

BIS’e bildirimde bulunan bankaların sınır ötesi alacakları, 2006’nın ikinci çeyreğinde 602 milyar dolar artmış ve toplam uluslararası alacak stoğu 24 trilyon dolara çıkmış bulunuyor. “Gelişmekte olan piyasalar”da bulunan net alacakların son beş çeyrekte ilk kez pozitif seviyeye çıktığını ve 66 milyar doları bulduğunu görmekteyiz. Özellikle Latin Amerika ve Asya’ya yönelen büyük bir mali sermaye girişi yaşanıyor.12 Yine Minsky’nin modeline göre düşünecek olursak, spekülatif finansmana kayan birimler artarken, kredi genişlemesinin devam ettiği bir dönemdeyiz. Yani bir kez daha gözlemler genişlemenin geç evresine işaret etmektedir.

Dördüncü gözlem, bağımlı ülke şirketlerinin borç senedi ihracının gelişmiş kapitalist ülkelerdekinden daha hızlı artmakta olmasıdır. 2006’nın ilk yarısında “gelişmekte olan” ekonomilerde finans dışı kesimin ihraç ettiği borç senedi değeri 31 milyar dolardan 39 milyar dolara çıktı.13 Mali kuruluşlar bu borçları hangi araçlarla finanse ediyorlar sorusunun cevabı bizi beşinci gözleme ulaştırıyor. 2006 yılının ilk yarısında bilanço dışı (over-the-counter OTC) türev piyasası enstrümanlarının önceki yılın aynı dönemine kıyasla yüzde 24 arttığını ve bu tür sözleşmelerin hayali değerinin 370 trilyon dolara ulaştığını görmekteyiz. OTC türev piyasasının yaklaşık yüzde 40’ını oluşturan Kredi Takas Sözleşmeleri pozisyonlarının ise yüzde 46 oranında arttığını görüyoruz.14 Denetim dışı mali enstrümanlarda bir yoğunlaşma olduğunu anlıyoruz. Bu bize bir kez daha spekülatif finansmanda bir artış yaşandığını söylüyor.

Kritik soru şu; genişleme dönemi ne zaman yerini daralma dönemine bırakacak. Yukarıda belirttik, Minsky’nin modeli bize bu konuda tam bir yanıt vermiyor. Daha aydınlatıcı bir yanıtı, Keynes’in Para Üzerine Söylev kitabında buluyoruz; önemli ölçüde Marx’ın Kapital’deki aşırı üretim bunalımı çözümlemesiyle örtüşmektedir. Keynes geç genişleme döneminden daralma dönemine geçişte bankacılık sektörünün rolüne atıfta bulunmaktadır. Bir ekonomide açık veren birimler varsa fazla veren birimler de olmak durumunda. O halde ekonomide tasarruf eğilimi artarken ve finansal varlıkların fiyatının değişimi (genişleme dönemi için artmaya devam edip etmeyeceği) üzerine genel bir fikir birliği yokken, açık pozisyonlarını kapatmak isteyen birimlerle daha fazla finansal varlık talep eden birimler olacaktır. Bankalar ikincilerin fonlarını birincilere aktararak süregiden algılayışın bir süre daha devam etmesini sağlayabilir, yani faiz oranının nasıl değişeceği üzerinde belirleyici bir rol oynayabilir.

Bugünkü duruma baktığımızda mali oligarşi uluslararası faiz oranlarının nasıl değişeceği konusunda benzer bir belirleyiciliğe sahiptir. Şimdilik mali oligarşi mevcut likit fonları dolaştırmakta ve yoğun tekelleşme dönemini desteklemektedir. Bu sürecin sonu ufukta görünmüştür.

2001 krizi sonrası Türkiye’de bankacılık sektörünün dönüşümü

2001 krizinin oluşmasında 1999 yılında ilan edilen İstikrar Programı’nın ve Türkiye’nin 1989’dan beri derinleşerek devam eden uluslararası mali sisteme (kısa vadeli sermaye hareketleri üzerinden spekülatif birikim yoluyla) entegrasyonunun önemli etkenler olduğunu biliyoruz. Ancak Kasım 2000 öncesi verilerine baktığımızda makroekonomik gelişmelerin ani bir krizi çağrıştırmadığını, ama krizin ani bir şok dalgası biçiminde gerçekleştiğini görmekteyiz. Örneğin TÜFE 1999’da yüzde 64,9’dan 2000’de yüzde 54.9’a inmiş, 3 ay vadeli Hazine bonosu faiz oranları 1999’da yüzde 96,6 iken 2000’de yüzde 37’ye inmiş, kamu açıklarının GSYİH’ye oranı yüzde 24,5’ten 19,3’e düşmüş, ancak cari açık 1999’da GSYİH’nin yüzde 0,9’uyken 2000’de yüzde 4,9’una çıkmıştı.

Ani bir sermaye kaçışının yaşanmasında bankacılık sektöründeki kırılganlıklar etkili oldu. Krizin ortaya çıkmasında temel makroekonomik göstergeler kadar (bunlar arasında özellikle cari açığın milli hasılaya oranı önem taşımaktadır) bankacılık sektöründeki iflaslar da belirleyici bir rol oyanamakta ve spekülatörlere ülkeyi terk etmeleri sinyalini vermektedir. Bu noktada Türkiye bankacılık sektöründeki oligopolcü davranışın önemine işaret etmek gerekmektedir. Bütün mali sistem spekülatif finansmanın içinde bulunmaktaydı, ancak ülkeye yabancı fon akışını sağlayan ana kanal olan banka tekelleri bilançolarını bozmak konusunda küçük bankalara göre daha ihtiyatlı davranmayı tercih etmişlerdi. Banka tekelleri spekülatif finansmanı doğrudan kendi bilançoları üzerinden gerçekleştirmek yerine fonları bütün varlığını mevcut mali yapıya borçlu olan Demirbank, Sümerbank, Bank Kapital, Egebank vb. gibi küçük bankalara yönlendirerek bu süreçten paylarını aldılar.

Demirbank örneği hatırlanabilir. Şubat 2001’de bankaların toplam aktiflerinin yüzde 69’u devlet borç senetlerinden oluşuyordu. Demirbank çok büyük ölçüde uzun vadeli devlet borç senetlerine yatırım yapmış ve bunu repo işlemleriyle finanse etmişti. Bu nedenle bankanın çözünürlüğü o kadar azalmıştı ki, yurtdışından fon bulması neredeyse olanaksız hale gelmişti. Zira bankanın yabancı para cinsinden yükümlülüklerinin TL cinsinden yükümlülüklerine oranı yüzde 92’yken aynı dönemde sektör ortalaması yüzde 279 seviyesindeydi. Demirbank’ın faaliyetini repo işlemleri aracılığıyla bankacılık tekelleri fonlamıştı.15 2001 krizi öncesi bankacılık sektöründe tekellerle “faaliyetine izin verilen” küçük bankalar arasındaki dikotomi, ani bir krizin çıkmasında etkili oldu. Krizle birlikte bu dikotomi önemli ölçüde çözüldü.

Yerine ne geçti? Kriz, banka tekellerinin iflas dalgasından kaçamayacaklarını ortaya koymuş oldu. Böylece krizden sonra bütün yerli bankaların “yabancılaşarak” yoğunlaşması süreci başlamış oldu. 2001’den bu yana geçen beş senede yabancı bankaların sektörün toplam aktifleri içindeki payı yüzde 17,4’e çıktı. Buna, yabancılara hisse satışı için anlaşma yapan veya izin için BDDK’ya başvurmuş olan bankalar (Akbank, Şekerbank, Tekfenbank, MNG ve Alternatifbank) da eklendiğinde oran yüzde 20,5’e çıkmaktadır. Bu oran iki yıl önce yüzde 4,3’tü. Sektörün aktif büyüklüğünün yüzde 20,1’ine ulaşan halka açık paylar içinde de yabancıların payı, sektörün aktif toplamına göre yüzde 15,7’sine ulaşıyor.16 Başka bir ifadeyle Türkiye bankacılık sektörünün yaklaşık üçte biri yabancı banka tekellerinin eline geçmiş bulunmaktadır. Kriz sonrasının ortaya çıkan yeni yapı budur. Şimdi bir sonraki krizin çerçevesi hazırlanmaktadır.

Bir sonraki krizin çerçevesi nasıl belirleniyor?

Yabancı bankalar neden Türkiye’de banka satın alıyorlar? Bu sorunun yanıtını Türkiye’de bankacılık sektörünün kârlılık verilerine ve çeşitli kalemlerdeki yoğunlaşma göstergelerine baktığımızda bulabiliyoruz. Merkez Bankası Finansal İstikrar Raporu’ndan öğrendiğimize göre, bankaların 2006 yılı Eylül ayı itibariyle dönem kârı bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 118,1 artarak 8,4 milyar YTL düzeyine ulaşmış. 2005 Eylül ayında önemli boyutta zarar açıklayan bir banka hariç tutulduğunda sektörün net kârındaki artış yüzde 30,7 düzeyinde gerçekleşmiş. Bankacılık sektörünün bilanço büyüklüğünün milli hasılaya oranı 2005 sonunda yüz-de 83,5 iken 2006 Haziran ayında yüzde 89,5’e yükselmiş. Ekonominin 18 çeyrektir kesintisiz büyümesine karşın bankacılık sektörü milli hasıladan daha büyük bir hızla büyümüş bulunmaktadır.17 Yabancı bankaların neden Türkiye’de banka satın aldıklarının bir yanıtı bu verilerden çıkmaktadır.

Bankaların bu kadar hızla büyümesi ve kârlılığın yüksek olmasında özellikle son iki yıldır devam eden hızlı kredi genişlemesinin payı önemlidir. Gündemi izleyen herkesin bildiği gibi kredi genişlemesinde tüketici kredilerindeki (ihtiyaç kredisi, taşıt kredisi, konut kredisi vs.) artışın belirleyici bir rolü oldu. Aşağıdaki grafiklerden ilki hanehalkı borçluluğunun nihai tüketime oranının son üç yıldaki değişimini, ikincisi hanehalkı finansal varlıklarının ve yükümlülüklerinin gelişimini göstermektedir.

Birinci grafik krediyle finanse edilen tüketim harcamalarının son üç yıl içinde sürekli arttığını, ikinci grafik hanehalklarının yükümlülüklerinin varlıklarına oranın aynı şekilde yükseldiğini ve 2006 yılı boyunca aşağı yukarı sabit kaldığını göstermektedir. Bankaların büyümesinde bu tablonun payı önemlidir, ancak aynı tablonun gösterdiği bir başka olgu da tüketicilerin mali kırılganlığının arttığı ve faiz oranlarındaki oynamalara duyarlılığın yükseldiği yönündedir. Demek oluyor ki, uluslararası faiz oranları yükseldikçe Türkiye’deki kredi hacmi hızla daralacak ve yeni bir kriz bol miktarda müflis orta sınıf mensubunu işçi sınıfının saflarına iteleyecek.18

Tablo 1

Tablo 2

Birkaç kez değindiğimiz gibi, bu üç yılda, finans dışı kesimin yabancı para cinsinden yükümlülüklerinin de hızla arttığını görmekteyiz. 2005 ve 2006’da Türkiye’ye giren yabancı sermaye içerisinde sıcak paranın (kısa vadeli, spekülatif sermaye) oransal olarak azaldığını, ancak dış borç yaratan sermayenin yılın ilk altı ayında 22,5 milyar dolar arttığını görmekteyiz.19 Dış borçtaki bu artışta, özel sektöre ait kısa vadeli borçlar, önemli ölçüde etkili oldu. Aşağıdaki grafik 2006’nın ilk dokuz ayında banka dışı kesimin yabancı para açıklarındaki artışı göstermektedir.

Tablo 3

 

Son bir noktayı bu verilere ilave etmek gerekiyor. Bankacılık sektöründeki yüksek kârlılığın bir nedeni de sektörün aşırı derecede yoğunlaşmış olması. Aktif payları itibariyle en büyük 5 bankanın sektördeki payı yüzde 60’ı, ilk 10 bankanın payı yüzde 89’u bulmaktadır. Bu rakamlar 15 AB ülkesi ortalamasının (ilk beş banka için yüzde 53) üzerindedir.20 2001 krizi sonrasında finansal sistemin tekelleşerek yabancılara devredildiğine tanık olduk. Bir sonraki krizde aynı sürecin finans dışı sektörde yaşanacağına tanık olacağız. Tekelleşme sürecinin dışında kalan şirketlerse yaşam şansı bulamayacaklar.

Yabancı bankaların bağımlı ülkelerde kredi hacmini genişlettiği doğru değildir. Bunu IMF uzmanları bile çalışmalarında tespit ediyorlar.21 Türkiye’de yaşanan kredi genişlemesi uluslararası konjonktürün ve tüketici kredilerindeki artışın bir ürünüdür. Oligarklar bu dönemde kredi genişlemesi ve tekelleşme dinamiklerini ellerini ovuşturarak izliyorlar. Çünkü hem bu dinamiklerden kazanıyorlar, hem de daralma ve kriz dönemi başladığında kolayca ele geçirecekleri şirketlerin hesabını yapıyorlar.

“İstikrar” balonu sönerken…

AKP iktidarda olduğu dönem boyunca iktisadi açıdan çok elverişli bir dönemin avantıjını kullandı. Türkiye’nin AKP iktidarı altında daha müreffeh olduğunu kimse iddia edemez. İşsizlik ve yoksulluğun hızla artmaya devam ettiği aşikar. Ancak popüler iktisadi göstergeler (büyüme oranı, enflasyon oranı, döviz kuru, faiz oranları) itibariyle “istikrarlı” bir dönem yaşandığı izlenimi yaratılabiliyor. Nitekim Tayyip Erdoğan her konuşmasında bu noktayı öne çıkartmakta ve diğer düzen aktörlerine bu çerçevede üstünlük sağlamaktadır. Laiklik-irtica gerilimine sıkışmış olan ordu-CHP-Sezer üçlüsü, AKP’nin “istikrar” söylemini güçlendirmekten başka bir şey yapmamaktadır. Tayyip Erdoğan’ın erken seçim tartışmalarında bu noktadan tutmuş olması ve herşeye rağmen AKP’nin oy oranında önemli bir düşüş yaşanmaması, biraz da bununla ilişkilidir.

İpler bir kez daha emperyalist merkezlerin elindedir; yeni bir krizin tetiklenmesiyle istikrar balonunun söndürülmesi emperyalizmin tasarrufundadır. Elverişli iktisadi koşulları yönetmekte bile son derece beceriksiz olan AKP kadrolarının bir kriz hükümeti olarak iktidarda kalması oldukça zor görünmektedir.

Artık deniz bitiyor ve kara görünüyor. Türkiye’de krizin dinamiklerinin dışarıdan belirlendiğini biliyoruz. Emperyalizm Türkiye’de seçim öncesinde bir iktisadi krizin çıkmasını tetiklemeyi tercih eder mi etmez mi; bu yanıtı şimdilik net olmayan bir sorudur. Ancak krizin yaratacağı çöküşün toplumda bir politizasyona yol açması olasılığı oldukça güçlüdür. Seçim öncesinde böyle bir politizasyonun yaşanması emperyalizmin tercih edeceği bir durum gibi görünmemektedir. Seçim döneminin Türkiye’de yaratmadığı toplumsal politizasyon belki de seçim sonrasında kriz tarafından yaratılacaktır ve ne AKP’nin ne de başka bir düzen aktörünün bu politizasyonu göğüsleyebilecek toplumsal mevzileri bulunmaktadır. Yurtsever güçler bu dönemi, mevzilerini genişleterek geçirebildiği takdirde, seçim sonrasında önemli bir atılım yapmayı başarabilecektir.

Dipnotlar

  1. “Mali oligarşi” kavramını, Lenin’in yüklediği anlam çerçevesinde kullanıyorum. Yani, sanayi sermayesiyle bütünleşmiş uluslararası mali işlemleri önemli ölçüde belirleme gücüne sahip emperyalist tekellerden bahsediyorum. Bazı Marksist iktisatçılar aynı kavrama, sanayi burjuvazisi-mali sermaye çelişkisi temelinde bir anlam yüklüyorlar. Tipik örneğini Gerard Duménil ve Dominique Lévy’nin çalışmalarında görüyoruz. Onlara göre mali oligarşinin egemenliği, sanayi tekellerine rağmen yaşanan bir gelişmedir. Bu görüşü savundukları temel makale için bakınız, Gerard Duménil ve Dominique Lévy, “Costs and Benefits of Neoliberalism: A Class Analysis”, 2005, G. Epstein, Financialization and the World Economy içinde, Edward Elgar, Aldershot.
  2. Karl Marx, Theories of Surplus Value, c. 3, Prometheus Books, New York, s.447.
  3. V.I. Lenin, Imperialism, the Highest Stage of Capitalism, Foreign Languages Press, Pekin, 1970, s.32.
  4. Lenin, a.g.y., s.38.
  5. Şu makalelere bakılabilir: Allen, Franklin ve Douglas Gale, 2003, “Competition and Financial Stability”, Journal of Money Credit and Banking 36, 433-480; Beck, Thorsten, Aslı Demirgüç-Kunt ve Ross Levin, 2003, “Bank Concentration and Crises”, NBER Working Paper Series No 9921; Beck, Thorsten, Aslı Demirgüç-Kunt and Ross Levin, 2005, “Bank Concentration and Fragility: Impact and Mechanics”, NBER Working Paper Series.
  6. Beck, Thorsten, Aslı Demirgüç-Kunt ve Ross Levin, 2003, “Bank Concentration and Crises”, NBER Working Paper Series No 9921.
  7. Örneğin Minsky, firmaların özvarlıklarında bir sıkışmaya yol açan ana dinamik olarak gördüğü faiz oranındaki artışın neden kaynaklandığına tam bir açıklama getirmiyor. Başka bir ifadeyle Minsky neden sistemin genişlemeden daralma dönemine girdiğini açıklamıyor. Firmaların spekülatif finansmana kaydıkları geç genişleme döneminde finansal kırılganlıkların biriktiğini söylüyor, ancak bu kırılganlıkların nasıl ölçüleceğine hangi düzeyde daralma dönemine geçişin yaşanacağına ilişkin bir açıklama getirmiyor. Örneğin, bir kırılganlık ölçütü olarak firmaların borç/özsermaye oranına bakacaksak hangi düzey genişlemenin son bulacağını tespit etmektedir; bu soru yanıtsızdır.
  8. The Economist, “Mergers and Acquisitions. Riding a Wave”, “Mergers and Acquisitions. Once More unto the Breach, Dear Client, Once More”, s.16, s.73.
  9. Bank for International Settlements Quarterly Review, International Banking and Financial Market Developments, Aralık 2006, s.7.
  10. Standard (10) Poor’s, kredi notu AA olan şirket sayısının 2001–2006 arasında 39’dan 23’e indiğini, şirketin riskli olduğunu gösteren BB notuna sahip olanların sayısının ise iki katına çıktığını duyurdu (The Economist, 8 Nisan 2006, s.74).
  11. Uluslararası Ödemeler Bankası’na (Bank for International Settlements, BIS) bildirimde bulunan bankaların uluslararası alacakları 1977’de 684 milyar dolarken, 2006’nın ikinci çeyreğinde 23 trilyon dolara ulaşmış bulunuyor. BIS’e bildirimde bulunan bankaların toplam uluslararası alacakları 1980’de dünya GSYİH’sinin yüzde 10’undan, doksanların sonunda yüzde 26’sına, 2006’daysa yüzde 48’ine ulaşmış bulunmaktadır (BIS Quarterly Review, s.28-29).
  12. BIS Quarterly Review, s.16.
  13. a.g.y., s.23.
  14. a.g.y., s.25.
  15. Özatay, Fatih and Güven Sak, 2003, “Banking Sector Fragility and Turkey’s 2000-01 Financial Crisis”, Susan M. Collins and D. Rodrik, (der.), Brookings Trade Forum: 2002 içinde, Brookings Institution Forum.
  16. TCMB, Finansal İstikrar Raporu, Aralık 2006, sayı:3, s.43.
  17. TCMB, Finansal İstikrar Raporu, Aralık 2006, sayı:3, s.42 ve s.76.
  18. Merkez Bankası raporunda sunulan şu veriler, genişlemenin geç evresinde olduğumuzu teyid eder nitelikte. Kredi kartı borcunu ödeyemenlerin sayısı 2002’de 32 bin 911 kişiyken bu rakam 2006 Eylül ayında 182 bin 76’ya çıkmış bulunuyor. Tüketici kredisi borcunu ödemeyenlerin sayısı ise 2002’de 5 bin 627, iken 2006 Eylül’ünde 21 bin 660 kişiye çıkmış.
  19. Korkut Boratav, “İlk Dokuz Ayda Sermaye Hareketleri”, 12 Kasım 2006, www.sol.org.tr.
  20. Türkiye Bankalar Birliği verileri; Eurostat, ECB Report.
  21. Örneğin şu çalışmaya bakılabilir: Enrica Detragiache, Thierry Tressel, Poonam Gupta, “Foreign Banks in Poor Countries: Theory and Evidence”, IMF Working Paper 06/18, Ocak 2006. Çalışma yabancı bankaların bağımlı ülkede bilançosu en güçlü ve izlenebilir şirketlere krdi açma eğiliminde olduğunu, bu anlamda ekonominin “kaymağını yediğini” savunmaktadır.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×