Bir ‘ABD’de neler oluyor?’ yazısı
ABD’de 42 yaşında, beş çocuk babası olan George Floyd’un bir polis memuru tarafından öldürülmesinin üzerinden iki hafta geçti. Olayın ardından başlayan protestolar ise sokağa çıkma yasakları ve polis şiddetine rağmen sürüyor. Birçok eyalette göz gözü görmüyor. Böylece, virüsün yayılmasının gerileyeceği yaz aylarını, işletmelerin yeniden açılması ve ekonominin normalleşmesi (normalleşmekten kast edilenin düşen kârların toparlanması olduğunu artık hepimiz biliyoruz) umuduyla bekleyen sermaye sınıfının bu umuduna sokakta yaşananlar gölge düşürmüş oldu. Borsa spekülatörleri, ekonomi yorumcuları, burjuva basın bir yandan ortada bir sorun yokmuş imajını yaratmaya çalışırken, diğer yandan eylemcileri vandallıkla, yağmacılıkla suçlayarak algı manipülasyonuna devam etmeyi amaçlıyor. Bir yandan inkâr, diğer yandan kötüleme.
Fakat ikisi de işe yaramıyor, çünkü gerçekler ortada. ABD’de Mart ortasından bu yana her dört kişiden birinin işsizlik maaşı başvurusu yaptığı ve işsizlik oranlarının tarihsel rekor düzeylerinde seyrettiği gerçeği burjuva düşünürlerine büyük endişe veriyor. Bu endişeyi dünya çapındaki bunalım, büyüme oranlarının düşmesi, ekonomilerin daralması, çıkış senaryolarının üretilememesi ile birlikte ele almak gerekiyor. Zira krizden kurtulmanın formülü olarak en çok öne çıkarılan, paydaş kapitalizmi olarak adlandırılan, özetle “tüketiciler ve yerel iştirakler de katılsın, sorunları çözelim” diyen ve öne sürenlerin kendilerinin bile çok inanmadığı bir model.
Yaşananlar henüz çok sıcak. Sokak eylemleri sürüyor. Sürekli yeni bilgiler, yeni görüntüler elimize geçiyor; eğer sahada güvenilir kaynaklarınız yoksa bilgi kirliliğini ayıklamak da ayrı bir iş. Bu aşamada soğukkanlı yorumlarda bulunmak için erken. Ayrıca sömürü ve aşağılanmaya maruz kalan ABD’li emekçilerle dayanışmak heyecanı ve protestoların devam etmesi isteğimiz de olaylara soğukkanlılıkla bakabilmenin önüne geçiyor.
Kısıtlarını baştan vurguladığım bu yazıda, olayları ABD’de son yıllarda yaşanan başka gelişmelerle birlikte yorumlamayı ve hegemonya krizi ekseninden tartışmayı deneyeceğim.
Fakat önce, bardağı taşıran son damla olan George Floyd’ün öldürülmesi olayına kadar pandemide ne yaşanmıştı, bunu kısaca gözden geçirelim: ABD’de pandeminin siyahları vurduğu çok konuşuldu. Hem bulaş oranları, hem ölüm oranları toplumun bu kesiminde görece yüksekti. Karantina sürerken işletmeleri çalışır durumda tutabilmek için sosyal mesafenin olmadığı ortamlarda çalışmak zorunluluğu bulaşın esas nedeni. Birçok kronik hastalığın, kirli hava solumaktan kaynaklı solunum hastalıklarının, kötü beslenmenin yol açtığı bağışıklık zayıflığının siyahlarda daha sık görülmesi ise virüsün neden daha öldürücü davranabildiğini açıklıyor. Üstüne sağlık hizmetlerine erişimin önündeki ekonomik ve toplumsal engelleri eklediğinizde, New York’ta kızkardeşini nasıl kaybettiğini anlatan gözleri şişmiş kadının “Biz hiçbir anlam ifade etmiyoruz (we mean nothing)” sözlerini anlamak daha mümkün oluyor. “Biz çalışanların, ünlü ve zengin olmayanların neden teste erişimi yok?” diye soruyordu o kadın. Çektiği videonun gündem olmasının ve aynı hızla gündemden düşmesinin üzerinden sadece iki ay geçti.
ABD’nin güçten düşmesi ve koronavirüs krizi
Trump’ta cisimleşen ABD iktidarının tüm dünyanın tepkisini çeken tutumunu ve göstericilere yönelik desteğin yükselişini incelerken, arkaplanda emperyalist ABD’nin hegemonya krizinin durduğunu unutmamak gerekiyor. 21. yüzyılın geride bıraktığımız ilk beşte birine dair üzerinde durulabilecek en önemli olgulardan biri bu. ABD dünya üzerindeki siyasi, ideolojik, kültürel, toplumsal hegemonyasını yitirirken, kapitalist düzen de bir gelecek vaat etmekten uzaklaşıyor. Yıkım, umutsuzluk ve öfke yaratıyor.
ABD kendini bu düşüşten tekellerin teknoloji yarışıyla, şantajcı bir diplomasiyle ve ağırlıklı olarak da askeri alanda, silah harcamalarına yüklenerek kurtarmaya çalışıyor. Pandemi sürmekteyken Pasifik’te tehdidin dozunu yükseltmek, Asya’ya “sizde korona gerilemiş olabilir ama buraların hakimi benim” mesajı vermeye çalışmak bununla ilgili. Dünyanın birçok ülkesinde yol açtığı hasar, ABD için bir nüfuz alanı yarattığı kadar da bir “batık bedel” teşkil ediyor. Psikolojiden ödünç aldığım bu tabir, işe yaramadığı açık olan bir davranıştan, geride bıraktığı yatırımdan vazgeçememek nedeniyle bir türlü kopamamak, bu nedenle de batığın büyüdükçe büyümesi anlamına gelir. İşte ABD’nin Ortadoğu’da, Afganistan’da, Doğu Avrupa’da, yaptığı yatırımın siyasi karşılığını alamadığı çatışmalar, darbe girişimleri ve saldırılar da elini iyice çıkmaza sokuyor. Hakimiyetini yitirmemek için ise diğer emperyalist ülkelerle rekabetini sürdürmek ve ABD tekellerinin kârlarını korumak zorunda. Bunun tersi de geçerli.
Pandemi bu çıkmazı derinleştirdi. Fakat hiçbir kapitalist ülkenin bu sınavı başarıyla verdiği söylenemez. En çok ABD’de, ama diğer ülkelerde de, ölüm oranları utanç verici düzeyde seyretti. Devleti temsil edenler tarafından nüfusun bir bölümünden vazgeçme anlamına gelecek ifadeler kullanıldı, sermaye sınıfını maskeden solunum cihazına hiçbir ihtiyacı üretmeye sevk edemeyecek basiretsizlik örnekleri sergilendi. Uluslararası alanda bırakın işbirliği ve dayanışmayı, Dünya Sağlık Örgütü emperyalist ülkelerin birbirlerine karşı manevralarını sergilediği bir satranç tahtası muamelesi gördü. En sonunda Trump, muhtemelen buraya aktarılan fona şu anda acil ihtiyaç da duyulduğundan, ABD’nin DSÖ’yle ilişkisini keseceğini ilan etti.
Sonuç olarak dünya emperyalist sisteminde hiyerarşiyi bir kalemde bozacak ve dengeleri yerle bir edecek kadar bir etki henüz söz konusu değil. ABD gibi emperyalizmin merkez ülkesinin, kurulu düzenin ideolojik üssünün, bir pandemi ile birlikte devrimci merkeze dönüşmesi düşük bir ihtimal. Fakat tüm dünyada beklenen kriz, bir yeniden yapılanmaya, belli sermaye gruplarının ağırlık kazanmasına, diğerlerinin ise gerilemesine yol açacak. Bunun çatışmasız yaşanması imkansız.
ABD toplumunun manevi ölümü
Pandemi ABD’nin işsizler ordusunu görülmemiş bir büyüklüğe taşıdı. Fakat 2020 öncesinde de durum iç açıcı değildi. Özellikle de içinde bulunduğumuz yüzyılın başından bu yana emek maliyetlerinin düşük olduğu bölgelere sermaye ihracı, ABD’de faaliyet gösteren birçok fabrikanın, tesisin kapanmasına, sanayi sektöründen hizmete ve informel alanlara kayışa eşlik etti. 2008 finansal krizi istihdam oranlarını yerle bir etti ve yeni yeni toparlanabilme söz konusu. Fakat bu toparlanmaya rağmen ülkede üretim ilişkilerinin doğrudan bir parçası olmaktan koparılmış milyonlar bulunuyor. Şimdi bu kitle, son üç aydaki devasa işten çıkarmalarla birlikte büyüyerek belirsiz bir geleceğe sürükleniyor. Üzerine on bir milyona yakın, yani son birkaç on yılda ABD nüfusunun yüzde üç kadarını oluşturacak kadar artmış “kaçak göçmen”i de eklemek gerek. Çalışma, üretme, toplumsal yaşamın etkin birer parçası olma hakkı elinden alınmış, daha doğrusu bu hakkı gasp edilmiş kadın, erkek, siyah, beyaz, kimlikli, kimliksiz milyonlar…
Sonuçta ABD’de sayısı gittikçe artan deklase kesimler kendilerini öfkeli, ayrıştırılmış, dışlanmış hissediyor. Ülkelerine baktıklarında kendilerine sefalet ve ayrımcılık, başka halklara da ölüm, yıkım, parçalanma getirmiş bir “katil devlet” görüyorlar. Ve o devletin en büyük başarısı tüm bunları kabullenilen, kanıksanan, unutulan olaylar haline getirebilmesi. Acı ve öfke dolu bakışlarının etkisinden kurtulmanın kolay olmadığı kardeşini yitiren New York’lu emekçinin videoda söylediği kadar net: “Herkese yalan söylüyorlar. Bu ülkeye yalan söylüyorlar, dünyaya yalan söylüyorlar.”
Ve bu yalnız, sosyal bağları kurumuş, yaşadığı hayata müdahale etme olanağı gasp edilmiş kişileri içten içe bir çürüme bekliyor. Yaşanan, George Floyd’un katlinin ardından “sosyal medya challenge”ı yapmaya (dizini birinin boğazına dayayarak poz verme) kalkabilecek kadar acı verici bir savrulma. Öfke mi, dalga geçme mi, protesto mu ne olduğu belli olmayan saçma sapan bir tepki.
Silah, uyuşturucu, porno, kumar, mafyatik eğilimler vb. her türlü lümpenlik de bu iklimde olağanlaşıyor. Şiddet bu duyarsızlıkta yuvalanıyor. Bir polis memurunun en vahşi biçimde, doğrudan öldürmeye kast ederek saldırdığı o anlar, bir yanıyla da bu insanlık yitimine işaret ediyor. Ortada bir toplum mühendisliği varsa, işte onun sonucu, bu türden insan eliyle vahşet görüntülerini yadırgamayan, o görüntüler karşısında donakalmaya koşullanmış; zaten çoktan bir batağa saplanmış ve önünü göremeyen yığınlar. Burada yaptığım ayrım, ahlakçı bir boyut ve keskin sınırlar taşımıyor; ya da belli bir kesime mutlak bir güvenilmezlik de atfetmiyor. Açık ki içinde bulunduğu ve elbette sermaye sınıfının da katkısıyla yaratılan koşullar bu kesimi böyle şekillendiriyor. Ama ne yazık ki bu lümpen kesimlerin örneğin faşist bir iktidarın milis güçleri haline getirilme ihtimali de bulunuyor.
ABD burjuvazisi bu deklase kesimlerin varlığını tolere ettiği gibi, aslında bundan fazlasıyla yararlanıyor. Çünkü aslında yukarıda sıraladığım örnekler, gittikçe büyüyen, sistematik ve son derece kârlı birer ticari sektör olarak karşımıza çıkıyor. Burjuvazi ne bu kirli ama kolay paradan, ne de aptallaştırılmış yığınlardan vazgeçebilir. Bu durum bir emekçi uyanışına ayakbağı olma tehlikesini de barındırıyor, ya da tersinden, ABD’deki bir emekçi uyanışının tüm bunlarla hesaplaşması, bunlarla da mücadele etmesi gerekecek.
Fakat zıtların birlikteliğini görmemiz de gerekiyor.
ABD toplumunun canlanışı
Pandemiyle birlikte reformist kesimlerin ezberindeki sağlık, eğitim gibi hizmetlerin kamusal olarak örgütlenmesi gerektiği söylemi kuvvetlendi. Kamuculuk lehine reformlar bu yaşamsal sektörlerle sınırlı tutuluyor; yani o kadar da ileri gidilmiyor. Fakat güya akılları başlara getiren pandeminin, çok değil, bir iki yıl öncesinde olanları bize unutturmasına izin vermeyelim. Ve hatırlayalım: 2018 ve 2019’da ABD’de umutlu bir mücadele dalgası yükseldi; üstelik bazı kazanımlarla sonuçlandı. Tam da bu yaşamsal dedikleri sektörlerden birinde. On binlerce öğretmenin katıldığı öğretmen grevlerinden söz ediyorum. Batı Virginia, Arizona, New Jersey, Oklahoma, Kentucky, Colorado gibi sınıfsal ve siyasi kompozisyonları birbirinden farklı birçok eyalette öğretmenler, özlük hakları için olduğu kadar, öğrencilerinin, yani ABD yurttaşlarının kamusal, nitelikli eğitim hakkı için de uzun süreli grevlere gittiler. Öğrencileri eylemlerinde onlara eşlik etti, birçok toplum kesiminden destek gördüler. Üstelik bu eyaletlerin çoğunda 2016 seçimleri Trump lehine sonuçlanmıştı; hatta bu nedenle o eyaletlerin halkı muhafazakârlıkla, geri kafalılıkla damgalanmıştı.
Oysa bundan daha dikkat çekici olan ayrıntı, birçok örnekte onyıllardır ilk kez greve gidiliyor olmasıydı. Örneğin Denver’da geçen sene greve çıkan sınıf öğretmenleri için bu süre 25 yıldı. Bu grevler, üzerine bireycilikle, rekabetle, ve hatta bizzat afyonla ölü toprağı serpilmiş ABD toplumunun silkinişi için bir haberci niteliğindeydi.
Yaşamsal sektörler dedik, sağlıktan devam edelim. ABD’de pandemi boyunca sağlıkçıların çektiği eziyete hepimiz şahit olduk, çöp torbasından önlükler, korunmasızlık, türlü riskler… Çok değil, aslında bundan yedi sekiz ay önce ABD’de hemşireler grevdeydi. Geçen yıl Eylül ayında Chicago Üniversitesi Hastanesi emekçisi iki binin üzerinde hemşire, çalışma koşullarını protesto etmek ve nitelikli sağlık hizmeti sunmak amacıyla grev yaptıklarını açıkladı. California, Arizona ve Florida’da binlerce sağlıkçının katılımıyla sabah 7’de başlayan 24 saatlik grevler düzenlendi. Grevlerin arkaplanında özellikle büyük sağlık merkezlerinin ya da zincir hastane tabiriyle ifade edilen kuruluşların birleşmesi ve bunun sonucu yaşanan geniş çaplı işten çıkarmaların, emekçilerde yarattığı güvensizlik yer alıyordu. Şikayetlerine düşük ücretler, baskı ve tükenmişlik de ekleniyordu. Malzeme yetersizlikleri, işini layığınca yapamamak, üstelik her şey mükemmelmiş gibi bir yalanın pazarlanması… Daha önceki aylarda Illinois Üniversite Hastanesi, Mount Sinai ve başka büyük hastanelerde de hemşireler eylemler yapmış, hastaları ve kendileri için taleplerini dile getirmişlerdi. Sloganları tam da bunu ifade ediyordu “Hastalarım için grevdeyim”. O günlerde kimsenin aklına bu sloganların sahiplerinin akşam saatlerinde balkonlardan alkışlanacağı gelmiyordu. Bugün, keşke o grevler daha yaygın, daha örgütlü olsaydı, çürümekte olan ABD sağlık sistemini daha çok sarssaydı ve bu kadar çok can kaybı yaşanmasaydı diyebiliyoruz.
ABD emekçilerinin ağırlıklı çoğunluğu, sermaye yapısının da bir yansıması olarak, hizmet sektöründe çalışıyor. Pandemi döneminde işten çıkarmaların en büyüğü de bu sektörde yaşandı. Son dönemdeki örgütlenmeler de büyük ölçüde buralarda filizleniyor, depo/hangar emekçileri, perakende, yemek sektörü, vb. Bunlar, halihazırda iş tanımı patronlar lehine arabuluculuk olarak özetlenebilecek geleneksel sendikacılığın erişemediği alanlar. Amazon örneğinde olduğu gibi işçilerin örgütlenmesine izin vermemek için sendikanın içeri sokturulmaması da söz konusu. Fakat bu tedbirler yeterli gelmiyor. Çünkü tüm bunlara rağmen, geçtiğimiz yıla damgasını vuran olaylardan biri de neredeyse yasadışı koşullarda çalıştırılan, ulaşılamaz hedeflere zorlanan Amazon işçilerinin grevi olmuştu. Almanya, İspanya ve Polonya’da da yankıları olan grevden çıkan en büyük derslerden biri, göçmen ya da ABD’li, ne olursa olsun birlikti, birlikte hareket etmekti. Çünkü “Göçmenler yüzünden ucuza çalıştırılıyoruz” düşüncesi, “ucuza çalıştırılma” boyutuyla somut gerçekliği ifade etse de, ucuza çalıştırılan özneler için çözümün anahtarı yalnızca düşmanlık üretmeye yarayan bu yaklaşımda bulunmuyordu. Diğer bir ders, grevcilerin beyaz yakalı Amazon çalışanlarına yaptıkları destek çağrısının karşılık bulmasıydı. Mühendisler, bilişimciler, pazarlamacılar bu çağrıda aslında aynı zincirin halkası olduklarını duymuştu.
ABD’de kamuya ait ve özel hapishanelerde 2 milyonun üzerinde mahkum bulunuyor. Mahkumların çoğunun siyah ve yoksul olması sürpriz değil. Hapishaneler adeta kapitalizmin sembol ülkesinde bir ucuz işgücü üssü. Asgari ücretten onlarca kat düşük ücretlere, saatlerce çalışarak ve ırkçılık sopası altında üretmek zorunda kalan mahkumlar ABD’de dönen çarkların vazgeçilmez dişlilerinden. Öğütülene kadar çalışmak zorundalar… McDonalds için, Walmart için, Lockheed Martin için, durmaksızın. Ta ki ABD tarihinin en büyük ve yaygın mahkum direnişlerinden biri 2018 Ağustos ve Eylül’ünde bu çarkları bir süreliğine durdurana kadar… Mahkumların tarih bilinci, onlara bu direnişin 1971 yılında Attica Hapishanesi’ndeki insanca yaşam mücadelesiyle bağlantısını kurabilme, ABD toplumunun belleğine hitap edebilme gücünü de sağlamıştı. Bir yandan da ABD’de mülteciler için kurulan ve kâr amacı güden özel hapishanelerin sayısının son dönemde hızla arttığı gerçeği var. Sonuç olarak bu direnişlerin devamı gelecek gibi görünüyor.
Bu örneklerde, pandemi öncesinde ABD’de yaşayan ücretli emekçilerin bir enerji biriktirdiğini, onyıllar boyunca kemikleşmiş, hatta işçiler tarafından da içselleştirilmiş birtakım önyargıların kırılarak sınıfsal birlik sağlamak yönünde bir ilerleyişin olduğunu görebiliyoruz.
Kapitalizm karşıtlığının, ırkçı saldırılara karşı bir ayaklanma olarak başlayan bu eylemlerin en belirleyici özelliği olduğu henüz söylenemez. Protestolar geride on günden fazla zamanı bırakırken, aynı süre içinde hem ABD seçimleri için Demokratlar adına aday olması beklenen Joe Biden’ın önseçim delege sayısındaki artış, hem anketlerde Demokratlar’ın yükselişi, aralarında doğrudan bir ilişki olmasa da, bu önermeyi destekler nitelikte. Şu anda gösterilerin ateşini harlı tutan, ırkçı ayrımcılığa ve eşitsizliklere olan tepki kadar, devletin yurttaşlarına uyguladığı asker ve polis şiddetine karşı koyma amacı. Bu son derece meşru amaç, gösterilerin ekseninde diğerine göre ağırlık kazanmakta gibi görünüyor. Öte yandan, ABD işçi sınıfının son yıllarda biriktirdiği sınıf mücadelesi deneyimi, şu andaki protestolara mutlaka taşınıyor ve orada gelişiyor. Ya da tersinden şunu söyleyebiliriz; George Floyd’un vahşice öldürülmesi (daha doğrusu bu vahşetin yarattığı tepki) bundan beş yıl önce de yaşanabilirdi, fakat ortaya çıkacak tepkinin sınıf karakteri muhtemelen şu andaki düzeyin altında olacaktı. Pandeminin kendisi doğrudan sınıf bilincinin ve sosyalist mücadelenin yükselmesine hizmet etmediyse de, atılan sloganlarda ve eylemlere katılan örgütlerin çeşitliliğinde ibrenin sınıf karşıtlığından yana dönmekte olduğu görülebiliyor. Burada, liberal Batı basınının göstericileri ısrarla “azınlık gruplar”, “gençlik” gibi kategorilerle ifade etmesi, tam da bu gerçeğin üstünü örtmek üzere yapılan manipülasyonlar olarak okunmalı.
Demokrasicilik ve itidalli yaklaşım
ABD’de göstericilere uygulanan polis ve asker şiddetinin, protestoları şiddet içeren bir şekle büründürdüğünden, eylemcileri yükselttiğinden söz ediliyor. Büyük bir öfkeyle sokağa çıkmış olsalar da herhangi bir zarar verme girişiminde bulunmamış yurttaşların hem yağmacılıkla, vandallıkla suçlanması, hem de üzerlerine asker ve polisin silah doğrultması karşısında boyun eğmesi, öylece durması beklenmemeli. Bu tür suçlamalarda “çamur at izi kalsın” mantığının işletilmeye çalışıldığını, profesyonel yalan ve çarpıtma üretim merkezi olarak işleyen ana akım basının da buna çanak tuttuğunu biliyoruz. Konuya ilişkin Türkiye’den yapılan “aslında vandallık gösterileri Trump’ın ekmeğine yağ sürüyor” türünden yorumların ise bir tür “gelinim sen anla”yı içerdiğini düşünüyorum. Bu yorumlara, ABD’nin geçmişinde Cumhuriyetçilerin kazandığı başka seçimlerden örnekler de eşlik ediyor. Sokağın basıncını düşürmek, yurttaşlara sonbahardaki başkanlık seçimlerini ve dört yıl daha sürebilecek Trump tehlikesini hatırlatmak, “iradeyi sandığa taşımak”, çok tanıdık gelmiyor mu? Zira bu yorumların sahipleri yedi yıl önce Türkiye sokaklarında “nefes alamıyoruz” diye eylem yapanlara da itidalli olmayı salık vermiş, tepkinizi sandıkta gösterin demişti.
Amerika’nın demokratlarının Obama’dan feyz alarak “tamam artık uzatmayın çocuklar” demeye başlamasının ise çok uzun sürmeyeceğini tahmin ediyorum. Zaten sokağa çıkma yasaklarıyla eylemleri bastıran valilerin iki büyük partiden hangisine mensup olduğu pek ayırt edilmiyor. Gösterileri Tiananmen Olayları’na benzeten Sanders gibi meseleyi hem yanlış anlayan, hem daha fenası yanlış anlatan demokratlar ise eylemcileri kafa karışıklığına sürüklemeye hizmet ediyor. Bu da ancak en gerekli anda sokaktan enerji çalmaya yarar. Ayrıca, bu olayların dışında bir not: ABD’nin “eski müstakbel başkan adayı” Sanders’ın polis şiddetine vurgu yapmak amacıyla da başka bir ülkeyi, mesela Hindistan’ı, hatta Türkiye’yi değil de Çin’i örnek seçmesi bir tesadüf olmamalı.
Bu arada başka örnekleri de olan genelgeçer dayanışma çağrılarının da neye yaradığını tartışmamız gerekiyor. Bakarsanız Twitter da eylemcilerle dayanışıyor. Bugün esen rüzgarla ana kullanıcı hesabına #BlackLivesMatter sloganını yerleştirmiş, Trump’a da ihtar çekmiş olabilir. Bir süre sonra geri alması hiç de sürpriz olmaz. Aynı Twitter Küba bakanlarının hesaplarını askıya almakta bu sloganı yerleştirmekten daha aceleci davranmıştı. Kaldı ki, “Çeşitlilik Rapor”larında işe aldıklarımızın %15’i siyah demekle övünen bir şirketten bahsediyoruz. Daha fazlası Twitter’ı bile zorlar. Sonuç olarak hesabına bu sloganı koymuş olması, Twitter’ın eylemcilerle dayanıştığından çok, burjuva siyasetinde hangi tarafı tuttuğuna dair bir işaret.
Birkaç son söz
George Floyd’un öldürülmesinin ardından ABD’de ırkçılığın boyutları, kökenleri, neye yaradığı çok tartışıldı. Epeyce bir benzetmeye de konu oldu. ABD’deki (ve benzer şekilde Kanada’daki) ırkçılığın kökenleri, bugün yapılan “öteki”ler benzetmelerinden çok çok daha derinde. ABD kapitalizmi, siyah emekçilerin, hispaniklerin, göçmenlerin ve diğerlerinin sömürülen emekleri ve yok olan hayatları üzerinde yükseldi. ABD’nin bir “rüyalar ülkesi” olduğuna hâlâ inanan kaldıysa, onlar da inandıklarının adı üstünde bir rüya, yani en fazla gerçek olmayan birtakım arzular olduğunu görebiliyor olmalı.
Eli kanlı ABD burjuvazisi ise ülkeyi içine düştüğü bunalımdan çıkaracak süperkahramanı bir türlü yaratamıyor. Oyun kurucu rolünü oynayamıyor, yeni bir rüya yazamıyor. Havada uçuşan bir İncil var; ama o da kimseyi teselli etmiyor. Dengelerin bu şekilde kalması ise çok uzun sürmeyecektir. Bu süre içinde umalım ki direniş sürsün, katılanları dönüştürsün ve ABD halkının özgürlük arayışı sömürü karşıtı bir program ile olabildiğince çok buluşabilsin. Kaldı ki bu dönüşüm kaçınılmazdır ve ABD’de bir sosyalist programın etrafında örgütlenmek için yeterli birikim de var. ABD’de ırkçılığın, yoksulluğun, eşitsizliğin olmadığı yeni bir düzen inşa edilecekse, bu kendisi için ayağa kalkmış ABD işçi sınıfının, ve yalnızca onun eliyle olacak.
* Bu yazı ilk olarak 11.06.2020 tarihinde soL’da yayımlanmıştır.